-3-
Satışta çalışmayı istemedim, üretim de çok tekdüzeydi.
Marketingde çalışacaktım, planlama, fiyatlama falan… Şimdiye dek şirketin
gelişimi için önerdiklerimin çoğunu reddetmelerine rağmen bu teklif onlardan
geldi. Ben de kabul etmek durumunda kaldım, çünkü istediğim bir yer bulamadım.
Aslında şirketlerin fazla totaliter olduğunu ve yalnızca kârla
ilgilendiklerini düşünmeye –patronlar
açısından bakınca haklılar, çünkü işin raconu bu- ve burası bana göre değil,
demeye başlamıştım…
Takıldığım bir yer de şuydu, Şirket’te bir sürü önde
gelen üniversiteleri bitirmiş genç vardı, onlar nasıl oluyor rahatsız
görünmüyordu? Birkaçıyla yemekte konuşmaya çalıştım, Şeyda gibi sorumu bile
anlamadılar. İaşe meselesi öne çıkıyordu tabii ki, benim için de öyle, aksi
halde hemen ayrılırdım. Ama onlar bir şekilde durumu daha kolay sindirmiş
görünüyorlardı. Ellerindeki projelerin kârlı olabilmesi için yaptıkları etik,
hukuki, ahlaki, teknik cambazlıkları dinlerken bunları düşünürdüm.
Başımdan geçen bir olayda benim de onlardan farksız
olduğum ortaya çıktı. Şirket’te sekiz yılı devirmiştim, artık oldukça deneyimli
sayılırdım, Uzun zamandır üzerinde çalıştığım büyük bir ihale proje vardı.
Çeşitli mühendislik dallarının iç içe geçtiği, artık benim adımla özdeşleşmiş,
çocuğum gibi hissettiğim bir iş… Her bölüme uzun uzun anlatmıştım, hepsinin az
çok rolü vardı… Yurt dışından alınması gerekli özel birimler için aylardır bir
firmayla görüşüyorduk. İhalenin son ayında adamları çağırdık, geldiler, son
teknik dökümanları bize verecekler, biz de kesin fiyatımızı belirleyeceğiz…
Tuhaf bir çalım geldi adamlardan. “Kusura bakmayın,
biz daha önce konuştuğumuz fiyatlarımızı artırmak zorunda kaldık… Nedenlerimiz
şunlar… -ister ye, ister yeme-, anlaşamazsak işi sürdüremeyiz…”
Buyurun buradan yakın diyorlar argoda… Aynen öyle bir durum… Patronlara durumu
bildirdim. Toplantılar, tartışmalar bir şey çıkmıyor… Başka bir şirket bulup
anlaşmaya vakit kalmamış. Onca zamandır harcadığım tüm çabalar uçup gidecek,
ihaleye bile katılamayacağız… Canım burnumda gözüm bir şey görmüyor…
Bizim patron başkanlarını aradı ve işi oradan
bağlamaya çalıştı. Tekrar aralarında görüşüp makul bir öneriyle döneceklerine
dair söz aldığını söyledi; ancak bunlara güvenmenin hata olacağını, bizim
işimizi sağlam kazığa bağlamamız gerektiğini de eklemeyi unutmadı. Ne yazık ki
bunu nasıl yapacağımız konusunda küçücük bir ipucu bile göstermedi. Fırtınayı
gösteriyor, başının çaresine bak yoksa ölürsün diyordu…
Eksik olma, pek makbule geçti…
Biraz rahatladıysak da ben bu uyanık firmayla işin
yürüyeceğine inanmıyordum. Kuzuların sessizliği içindeydik, gözüme uyku
girmiyordu. Birlikte çalıştığımız arkadaşımı çağırdım.
“Sen öğle yemeğine çıkar ekibi, yalnız iki saatten
önce gelme; götürebileceğin en uzak lokantaya gidin… Lokantadan çıkmadan önce
de beni mutlaka ara ve bildir…”
“Niye ki abi?”
“Sonra konuşuruz, sen dediğimi yap!”
Çıkmalarının ardından aradım.
“Neredesiniz?”
“Otobana çıktık, on beş yirmi dakika sonra lokantada
oluruz…”
Sekreterimiz Şükran Hanım yeni işe başlamış, hoş bir
kızdı, ona söylemiş, fotokopi odasını boşaltmıştım. Bütün işleri bırakmış bizi
bekliyordu. Adamların çantaları ve bavulları bizim ofisteydi. Bütün teknik
dosyaları çıkarttım, kopya edilmesi için götürdüm fotokopiye. Dosyalar
elimdeydi, kopyalanan her dökümanı dikkatlice eski yerine koyuyordum. Şükran
Hanım da yenilerini bizim için düzenlice başka bir klasöre dosyalıyordu. İki
saate yakın çalıştık, gelenleri geri çeviriyor, kısa küçük cümlelerle konuşuyorduk;
banka soyguncularının kasanın şifresini çözmeye çalışan arkadaşlarını
beklerkenki gergin tedirginlik vardı üzerimizde. Şükran Hanım’a söz vermiştim
biz de akşam gidecektik yemeğe.
İşimiz bitince dosyaları geri taşıdık yerlerine
yerleştirdik; rahat bir nefes almıştık. Şükran’la aramızda adı konmamış bir
yakınlaşma yaratmıştı bu hırsızlık. Artık ortak bir sırrımız vardı; ortak suç,
kabahat aynı düşmana karşı savaşanların yakınlaşmasını sağlıyor olmalıydı. Ona
karşı daha sıcak ve dostane duygular hissetmeye başlamıştım.
Bu arada telefon geldi. Lokantadan çıkıyorlardı.
Aynı akşam yabancılar ülkelerine döndü, yemekten mutlu
olmuşlardı. Ben bizim ekibi yemeğe çıkardım, söz verdiğim gibi. Farklı
bölümlerden iki mühendis, sekreterimiz Şükran ve ben gerçekten şık ve havalı
bir İtalyan lokantasına gittik. Görevimizi tam anlamıyla yerine getirdiğimize
inanıyordum. Yabancılar son anda kaypaklık ederek etik davranmamıştı, ben de
onların cezasını vermiştim! Şimdi –umuyordum ki- onlarsız da teklif verebilecek
durumdaydık… Biraz teknik yardıma gereksinim duyabilirdik; onu da zamanı
geldiğinde düşünecektik…
Yemek keyifli geçti. Tüm ekibin morali, kendine
güveni, enerjisi yerine gelmişti; uçurumun kenarından dönmüştük, tüm
emeklerimiz heba olabilirdi, kara talihimizi küçük bir manevrayla çevirmiştik…
Yemeğin sonunda ertesi sabah saat on birde buluşup yeni bilgileri incelemek
üzere ayrıldık…
Şükran’ı evine ben bırakacaktım, evi yolumun
üzerindeydi; diğer arkadaşlara iyi geceler dileyip ayrıldık. Şarabın etkisiyle olacak bana bir rehavet
çökmüştü. Direksiyonda kafama hiç düşünmediğim tuhaf düşünceler akın ediyordu.
Yaptığımız düpedüz hırsızlıktı. Ve biz soygun akşamı banka soyguncularının
filmlerde yaptığı gibi kutluyorduk… Arabayı biraz ilerdeki park alanına sokup
stop ettim. Şükran’a bakarak konuşuyor
aslında onu görmüyordum.
“Şükran, saçmaladık biz, benim şimdi aklım başıma
geliyor, başarabilme heyecanıyla gözlerim kararmış olmalı, adamların alçakça
manevrasına öylesine canım sıkıldı ki, sanki intikam alır gibi, ne yaptığımı
bilemedim… “
“Şirket için yaptınız, Kenan Bey…”
Titriyordum ve midem bulanıyordu. Bir iki dakika
dinlenmek istediğimi söyleyerek dışarı çıktım. Açık hava iyi gelmişti ancak
titremem durmak bilmiyordu. Baktım Şükran da çıkmış yanıma geliyor.
“İyi değilsiniz, evim çok yakın, hemen ilerde… Kahve
yaparım, dinlenirsiniz…”
Yok daha neler! Şükran’la birlikte arabaya döndük, on
dakika kadar gittik, sağdaki blokları işaret etti, park yerinde hemen girişte
bir yer bulduk.
“Şükran, bu iş canımı sıktı, midem de kötü, bu
saatte…” Geveledim.
“Canım saati var mı? Kendinize gelin…”
Çıktık. Nisan’ın başları olacak, hava epey serindi.
Birkaç dakika sonra Şükran’ın küçük salonunda koltuğa gömülüp ayaklarımı
uzattım karşı sehpaya; üzerime bir battaniye istedim, gözlerimi kapadım.
“Bu migren olmalı Şükran, bana arada bir uğrar,
özellikle üşüyünce ve de stres altında canlanır. Galiba biraz soğuk da aldım…”
“Ben şimdi ıhlamur yaparım, bir de ağrı kesici
tamamdır…”
On, on- beş dakika sonra gözüm açıldı, kendime
gelmiştim.
“Ben artık gideyim…”
İçerden seslendi. “Geliyorum Kenan Bey!”
Bluzunu değiştirmiş, makyajını tazelemiş, dirilmiş,
canlanmış ve güzelleşmişti. Açık yakasından kurtulup yayılan beyaz teninin
çekimine giriverdiğimi anımsıyorum. Damarlarımdaki kan kaynamaya başlamıştı.
Gelip yanıma oturdu.
“Merak etmeyin şimdi bir şeyiniz kalmaz…” derken,
eğilip elini kanepeye uzattığım elimin üzerine şefkatle güvercin kanadı
yumuşaklığında bıraktı. Sanki bir kor yanıyordu elimin üstünde, ancak tatlı bir
sarsıntıdan başka bir şey duymuyordum; bir anda sarhoş edici bir teslim olma
duygusuna kapıldım; bana doğru eğilince neredeyse tümüyle açılmış mini eteğinin
altından yayılan beyazlık beynimi esir etmişti, hücrelerimin dokunmak ve içinde
yitip gitmek arzusuyla yandığını hissediyordum. Kafamı kaldırınca bakışlarını
yakaladım, ela gözlerinin okyanusunda kaybolmuş, her şeyimle bırakmıştım
kendimi… Zamanın nasıl akacağını bilemediği bir an geçti, eğilip bıçağını
karnına dayamış harakiri yapan bir Japon’un saplamadan önceki donmuş birkaç
saniyesi gibi. Ardından serseri, başıboş, dalgalarla boğuşulan saatler…
Yatakta uzanmış yatıyorduk… Saate baktım neredeyse iki
saattir buradayım… Bugün tam suçla, kabahatle, günahla -adına ne derseniz
deyin-, sıvanma günümdü.
Huzurla yatıyordu Şükran, aldırmış görünmüyordu; kim
bilebilir kafasındakileri… Niye yaptık ki şimdi bunu, diye düşündüğünü
sanıyorum. Hoş kızdı, ne diyeceğimi bilemedim. Hızla bir banyo yapıp
yanaklarından öptüm ve ayrıldım. Tuhaf bir yakınlık duydum Şükran’a, çevremdeki
beni anlayan tek kişi diye düşündüm. Cesur ve gözü kara bir kız.
Geldiğimde Şeyda uyuyordu. Sabah dokuzda uyandım,
çoktan işe gitmişti.
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder