__6__
Her insanın tek ve biricik olması, hem sıkı gözetim
altındaki hapishanemiz, hem de göz ucuyla baktığımız cennetimizdir.
Varolmamızın değil, yaşamamızın nedenidir.
John FOWLES (ö. 2005)
Kunduz’da
güz rüzgârları, yayla ‘bozumunu’ ve otellerin müşteri profilindeki dramatik
değişimi başlatan bayrak işareti gibidir. Yaylalar bozulup insanlar ovaya
inmeye başlayınca, otel misafirlerinin yaşam tarzları, yelpazenin geleneksel
ucundan karşı uca, ‘moderne’, dönüşmeye
başlar. Oteller sanki deri değiştiriyordur. Dağ’da hayat kışa göre yeniden
tasarlanır. Şehrin sıcağından kaçan yaz
müşterilerinin büyük bölümü kışın ormana ayağını atmaz. Otel sahipleri hizmetlerinin
çeşidini ve düzeyini yeni müşterilere göre değiştirir.
Kenan ilk
altı ayın ardından bölgenin yerlisi gibi hissediyordur. Kış hazırlıklarını
tamamlamıştır. Kabanları, botları, başlıkları, atkıları… Acemiliğinden olsa
gerek, yaklaşan bir savaşa hazırlanır gibidir.
Hacer’in
hikâyelerinden heveslenip çeşitli yönetim dergilerine yolladığı yazılar
reddedildi. Söylenen: “… Okurlarımızın gereksinimleriyle daha fazla örtüşen
yeni yazılarınızı bekler…”
Uzmanlık
gerektiren alanlar akademik kariyer yapanlara tahsisli gibidir… Bu
düşüncelerle, birkaç hafta önce yönünü romana çevirmiştir. Öykü bir ara
kafasına girer gibi olmuş ancak çabuk vazgeçmişti, hem daha zor hem de basım ve
satış olanakları çok daha sınırlıydı… Profesyonel diyebileceği edebiyatçılara
yakışıyordu hikâye.
Hacer geçen
ay Kunduz Otel’e özel bir taleple gitmiş, her ay en az iki hafta Dağ’da
kalacağını söylemişti. Leman böylesine bir müşteriyi kaçırmak istememiş uygun
bir fiyat vermişti. Kocasının ailesiyle mahkemesi sürdüğünden olabildiğince
Şehir’den uzakta kalmayı tercih ediyor.
-2-
Akşamları
yemekten sonra bilgisayarda işini bitirip de elinde kitabıyla yeni aldığı
kanepeye geçince, anında zıplayıp yanına çöker Mars, diz dize birlikte otururlar.
Bazı akşamlar masadaki işi uzar ve kanepeye geçişi gecikirse, dizine ön
ayaklarıyla uzanır, diker bakışlarını Kenan’ın gözlerine:
“Hadi
kanepeye… Ben de yanına…” Kenan kıramaz neyi varsa bırakır geçer Mars’ın
yanına.
Kapı
çaldığında yine yan yanadırlar. Hava çoktan kararmıştır. Bir anlam veremez
Kenan, bu saatte telefon bile değil, kapı! İri vücudu, güleç yüzüyle Dağ
Otel’in bekçisi Hamza kapıdadır. Hamza’yla dostlukları özellikle Hacer’den
duyduklarından sonra iyice pekişmiş, abi kardeş ilişkisine dönmüştür.
“Abi,
nasılsın? Bir emrin var mı?” Hamza her zaman bu sözlerle girer konuşmasına.
Kenan’dan epey büyük olmasına karşın abi demekten vazgeçmemiş, Kenan da
kabullenmiştir. Hacer’e göre o derviş ruhuyla doğmuş biridir. Ne dervişi bilir,
ne de kendinin ona benzediğini, hayatı gelişine, içinden geldiği gibi
yaşıyordur. Şikâyet ettiğini kimse duymamıştır, oysa çok sınırlı imkânları
içinde kıt kanaat ayakta durur.
Ölümle
yaşamak arasında pek bir fark görmeyenleri anlamak suya dalmadan yüzme öğrenmek
gibi bir şeydir.
“İyiyim
Hamza, ters bir şey yok ya?”
“Yok abi
Allah’a şükür… Hacer Abla, bizim otelde, benim köye geldiğimi duyunca sana
söylememi istedi, telefonu yokmuş yanında…”
“Kötü bir
şey?”
“Başka bir
şey söylemedi, ama gözlerinde acı yoktu.”
Mars’ın da
girebileceği gibi tenhaymış otel… Hızla çıkarlar evden. Işık sızmayan karanlık
denizlere dalar gibi girerler geceye. Dağ Otel gecenin karanlığında kaybolan
ormanın eksikliğiyle epey bir kasvet yüklenmiştir. Belki de gönlümün hüznü diye
düşünür Kenan. Hacer diğer müşterilerden olabildiğince uzak bir masa seçmiştir.
Mars’ı görünce yanındaki sandalyeyi çekiştirerek yer açar. Masanın altına avını gözetleyen kaplan gibi
uzanır Mars.
Çayla kek
söyler kendisine. Hacer’e döner. “Nasılsın bakalım?” diye hatır sorar, “sen, ne
istersin, kahve, tatlı? Yemek yedin mi?”
“Yedim, bana
bir Türk kahvesi, şekersiz...” Servise gelmiş olan Cemale bakar, duydum
anlamında başını sallıyor.
Hacer’in her
zamanki kaderciliği üzerindedir, yine içinde koca bir boşlukla dolaştığını
anlar Kenan; ama sormanın zarif bir yolunu keşfedememiştir. İnsan gece kafasını
yastığa koyduğunda önüne bir ayna gelir, hesaplaşır kendiyle. Hesap bulanıksa
kendisi açılmak zorundadır, sormaya gelmez ona…
Son bir ay
içinde Hacer’le yakın dost olmuşlardır. Handiyse bir iki saat sohbet
etmedikleri –Hacer’in Kunduz’da olduğu- bir gün yok gibidir. Bunlara tartışma,
fikir alış verişi demek belki daha yerinde olur. Edebiyattır değişmeyen gündem;
biricik insan tekinin içine düştüğü ailesinin ve toplumun içinde savrulma
serüveni, kafasını dışarda tutmaya uğraşma, nefes alma, sağ kalma ve varolma
çabalarının coşkulu ve bir o kadar kederli yolculuğu… Kenan çok söz etmiştir
kendinden, oğlunun ölümünü, Kunduz’a gelişini, işinden ayrılışını… Hacer hep
dinlemiş küçücük bir soruyla olsun katılmamıştır. Önceleri onun anlayamadığı
tuhaflıklarından biri deyip geçmişti, ama daha sonra bunun planlı bir duruş
olduğunu görür. Kendisiyle ilgili neredeyse sevdiği yemeklerin dışında bir şey
söylememeye büyük özen gösteriyordur. Bu denli ketumluk elbette Kenan’ı
tedirgin etmişti. Zaman içinde Kenan da kendinden söz etmeyi kesti,
arkadaşlıkları, savaş zamanlarında mevcut tüm imkânların orduya ayrıldığı her
bakımdan kısıtlı sivil yaşama benzemişti. Kendinden hiç söz etmek istemeyen iki
kişinin dostluğu her yanı mayınlı arazide saklambaç oynamak gibi bir şeydi.
Durumun
garipliğini ikisi de görür; polisin ikisini de sorgulaması an meselesidir ve
Hacer’i ailesi aforoz etmiştir.
“Artık bazı
şeyleri bilmelisin…”
Hacer içinde
kaybolmuş gibi bakıyor önündeki kahveye, Kenan kekini kesmemiş bile çay
bardağının beline elini dolamış, avcunun içine emdiği ısı vücuduna yayıldıkça
kayısı renkli bir kadın tenine dokunmanın kaybolmuşluğunu hissediyor. Cemal
yerine dönüyor, birkaç adım uzaklaşmış, elinde tepsi, omuzları adımlarıyla
eşzamanlı bir sağa bir sola düşüyor; bilmeyen biri böyle arkadan görse
serkeşin, kabadayının biri sanır. Yarı karanlık bu lokanta, gecenin ormanı kara
deliğe döndürmesiyle, gönlünüzdeki rüzgâr ne yana esiyorsa huzurlu bir aşk
yuvası da olabilir, umutsuzluk tütsülerinin eksik olmadığı izbe bir taşra oteli
de.
Zamanı geldi
de geçti bile diye düşünür... İlk kez o gece, iki ay kadar önce, ne olduğunu
anlayamamış, bir anlam verememişti. Evine ilk defa geliyordu Kenan’ın. Küçücük
iki parça hediye getirmişti, biri Mars’a diğeri ona: Bir köpek yağmurluğu bir
de üzerinde harita bulunan ışıklı bir dünya küresi. Çocuklar gibi sevinmişti
hatırlıyor. İstediğin an ışığı açıp bakabiliyorsun, nereye istersen Afrika’daki
bir şehre, Büyük okyanustaki bir adaya… Böyle bir şeyin varlığından bile haberi
yoktu. Şaka yaptı, “O kadar güzel ki, bir de bunun insan içini göstereni olsa…”
Bir şeyler söylemek ister gibi yapmış suskun kalmıştı Hacer. Anlatıp kurtulmak
istediği zehirli hikâyeleri varmış gibi... Bir türlü başlayamıyordu. Leylak
rengi bluzu yuvarlak omuzlarından baygın bir inişle kollarına dökülüyor,
bileklerine akıyordu. Bol pilili gri etekliği dizlerinin tam üzerinde bitiyor,
uyumlu ve biçimli bacaklarını daha güzelini gördünüz mü, der gibi ortaya
çıkarıyordu. İncecik ayak bilekleri, uzun boynuna dökülen düz, parlak, açık
kumral saçları… Başı dönmüştü Kenan’ın, yüzüne iyice yerleşen şefkatli ve
sıcacık bir gülümsemeyle yaklaştı Hacer’e, omuzlarından tuttu.
“Ne kadar
zarif, ne kadar ince, ne kadar güzelsin…” Yanağından öpmek üzere eğildi,
kollarını bluzunun altında hissedebiliyordu. Ne olduysa o sırada olmuştu. Hacer
öğürerek midesini tutup tuvalete merdivenlerden alt kata zor atmıştı kendisini.
Kapıyı kilitlediğinden Kenan içeri de giremiyordu. Midesindekilerin tümünü
atıncaya dek kustu. Tüm ısrarlarına karşın Kenanı içeri almadı. Önemli değil,
dedi, merak etme, birazdan geçer, sen işine bak… Bir süre sonra, -bu süre yarım
saati bulmuştu- çıktı tuvaletten, bakışları donuklaşmış, gözlerinin ışığı
sönmüştü. Hiçbir şey olmamış gibi bıraktıkları yerden sürdürmeye özel çaba
gösterdiler. Kenan sormadı, Hacer anlatmadı. O günden bu yana dostlukları
ilerledi, ama bir erkekle bir kadın gibi olmak bir yana, arkadaşlıkları iki
erkek veya iki kadın gibi bile değildi. İki nötr, cinsiyetsiz veya
kısırlaştırılmış canlı gibiydiler. Tensel bir temas olmadığı gibi, her ikisi de
hayatta seks diye bir şey var olmamış gibi davranıyordu. Aileler hakkında soru
sormanın bile tabular arasında olduğunu sezmişti Kenan, o bölge de tekinsizdi.
Üstüne gitmiyordu.
Reddedilen
yazılarını tartışıyorlar, yapıtları geri çevrilmiş olan ünlüleri birbirlerine
anlatıp hayal kırıklıklarının ateşini söndürüyorlardı. Büyük yazarlara bile
oluyorsa, yapılacak şey denemeyi sürdürmek heyecanı kaybetmemekti.
111
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder