22 Kasım 2017 Çarşamba

AŞK DAĞDAN İNMEZ (20)





__6__







                                                                                                                      
                                                             














Her insanın tek ve biricik olması, hem sıkı gözetim altındaki hapishanemiz, hem de göz ucuyla baktığımız cennetimizdir. Varolmamızın değil, yaşamamızın nedenidir.
John FOWLES (ö. 2005)


Kunduz’da güz rüzgârları, yayla ‘bozumunu’ ve otellerin müşteri profilindeki dramatik değişimi başlatan bayrak işareti gibidir. Yaylalar bozulup insanlar ovaya inmeye başlayınca, otel misafirlerinin yaşam tarzları, yelpazenin geleneksel ucundan  karşı uca, ‘moderne’, dönüşmeye başlar. Oteller sanki deri değiştiriyordur. Dağ’da hayat kışa göre yeniden tasarlanır.  Şehrin sıcağından kaçan yaz müşterilerinin büyük bölümü kışın ormana ayağını atmaz. Otel sahipleri hizmetlerinin çeşidini ve düzeyini yeni müşterilere göre değiştirir.
Kenan ilk altı ayın ardından bölgenin yerlisi gibi hissediyordur. Kış hazırlıklarını tamamlamıştır. Kabanları, botları, başlıkları, atkıları… Acemiliğinden olsa gerek, yaklaşan bir savaşa hazırlanır gibidir.  
Hacer’in hikâyelerinden heveslenip çeşitli yönetim dergilerine yolladığı yazılar reddedildi. Söylenen: “… Okurlarımızın gereksinimleriyle daha fazla örtüşen yeni yazılarınızı bekler…”
Uzmanlık gerektiren alanlar akademik kariyer yapanlara tahsisli gibidir… Bu düşüncelerle, birkaç hafta önce yönünü romana çevirmiştir. Öykü bir ara kafasına girer gibi olmuş ancak çabuk vazgeçmişti, hem daha zor hem de basım ve satış olanakları çok daha sınırlıydı… Profesyonel diyebileceği edebiyatçılara yakışıyordu hikâye.
Hacer geçen ay Kunduz Otel’e özel bir taleple gitmiş, her ay en az iki hafta Dağ’da kalacağını söylemişti. Leman böylesine bir müşteriyi kaçırmak istememiş uygun bir fiyat vermişti. Kocasının ailesiyle mahkemesi sürdüğünden olabildiğince Şehir’den uzakta kalmayı tercih ediyor.


-2-

Akşamları yemekten sonra bilgisayarda işini bitirip de elinde kitabıyla yeni aldığı kanepeye geçince, anında zıplayıp yanına çöker Mars, diz dize birlikte otururlar. Bazı akşamlar masadaki işi uzar ve kanepeye geçişi gecikirse, dizine ön ayaklarıyla uzanır, diker bakışlarını Kenan’ın gözlerine:
“Hadi kanepeye… Ben de yanına…” Kenan kıramaz neyi varsa bırakır geçer Mars’ın yanına.
Kapı çaldığında yine yan yanadırlar. Hava çoktan kararmıştır. Bir anlam veremez Kenan, bu saatte telefon bile değil, kapı! İri vücudu, güleç yüzüyle Dağ Otel’in bekçisi Hamza kapıdadır. Hamza’yla dostlukları özellikle Hacer’den duyduklarından sonra iyice pekişmiş, abi kardeş ilişkisine dönmüştür.
“Abi, nasılsın? Bir emrin var mı?” Hamza her zaman bu sözlerle girer konuşmasına. Kenan’dan epey büyük olmasına karşın abi demekten vazgeçmemiş, Kenan da kabullenmiştir. Hacer’e göre o derviş ruhuyla doğmuş biridir. Ne dervişi bilir, ne de kendinin ona benzediğini, hayatı gelişine, içinden geldiği gibi yaşıyordur. Şikâyet ettiğini kimse duymamıştır, oysa çok sınırlı imkânları içinde kıt kanaat ayakta durur.
Ölümle yaşamak arasında pek bir fark görmeyenleri anlamak suya dalmadan yüzme öğrenmek gibi bir şeydir.
“İyiyim Hamza, ters bir şey yok ya?”
“Yok abi Allah’a şükür… Hacer Abla, bizim otelde, benim köye geldiğimi duyunca sana söylememi istedi, telefonu yokmuş yanında…”
“Kötü bir şey?”
“Başka bir şey söylemedi, ama gözlerinde acı yoktu.”
Mars’ın da girebileceği gibi tenhaymış otel… Hızla çıkarlar evden. Işık sızmayan karanlık denizlere dalar gibi girerler geceye. Dağ Otel gecenin karanlığında kaybolan ormanın eksikliğiyle epey bir kasvet yüklenmiştir. Belki de gönlümün hüznü diye düşünür Kenan. Hacer diğer müşterilerden olabildiğince uzak bir masa seçmiştir. Mars’ı görünce yanındaki sandalyeyi çekiştirerek yer açar.  Masanın altına avını gözetleyen kaplan gibi uzanır Mars. 
Çayla kek söyler kendisine. Hacer’e döner. “Nasılsın bakalım?” diye hatır sorar, “sen, ne istersin, kahve, tatlı? Yemek yedin mi?”
“Yedim, bana bir Türk kahvesi, şekersiz...” Servise gelmiş olan Cemale bakar, duydum anlamında başını sallıyor.
Hacer’in her zamanki kaderciliği üzerindedir, yine içinde koca bir boşlukla dolaştığını anlar Kenan; ama sormanın zarif bir yolunu keşfedememiştir. İnsan gece kafasını yastığa koyduğunda önüne bir ayna gelir, hesaplaşır kendiyle. Hesap bulanıksa kendisi açılmak zorundadır, sormaya gelmez ona… 
Son bir ay içinde Hacer’le yakın dost olmuşlardır. Handiyse bir iki saat sohbet etmedikleri –Hacer’in Kunduz’da olduğu- bir gün yok gibidir. Bunlara tartışma, fikir alış verişi demek belki daha yerinde olur. Edebiyattır değişmeyen gündem; biricik insan tekinin içine düştüğü ailesinin ve toplumun içinde savrulma serüveni, kafasını dışarda tutmaya uğraşma, nefes alma, sağ kalma ve varolma çabalarının coşkulu ve bir o kadar kederli yolculuğu… Kenan çok söz etmiştir kendinden, oğlunun ölümünü, Kunduz’a gelişini, işinden ayrılışını… Hacer hep dinlemiş küçücük bir soruyla olsun katılmamıştır. Önceleri onun anlayamadığı tuhaflıklarından biri deyip geçmişti, ama daha sonra bunun planlı bir duruş olduğunu görür. Kendisiyle ilgili neredeyse sevdiği yemeklerin dışında bir şey söylememeye büyük özen gösteriyordur. Bu denli ketumluk elbette Kenan’ı tedirgin etmişti. Zaman içinde Kenan da kendinden söz etmeyi kesti, arkadaşlıkları, savaş zamanlarında mevcut tüm imkânların orduya ayrıldığı her bakımdan kısıtlı sivil yaşama benzemişti. Kendinden hiç söz etmek istemeyen iki kişinin dostluğu her yanı mayınlı arazide saklambaç oynamak gibi bir şeydi.
Durumun garipliğini ikisi de görür; polisin ikisini de sorgulaması an meselesidir ve Hacer’i ailesi aforoz etmiştir.  
“Artık bazı şeyleri bilmelisin…”
Hacer içinde kaybolmuş gibi bakıyor önündeki kahveye, Kenan kekini kesmemiş bile çay bardağının beline elini dolamış, avcunun içine emdiği ısı vücuduna yayıldıkça kayısı renkli bir kadın tenine dokunmanın kaybolmuşluğunu hissediyor. Cemal yerine dönüyor, birkaç adım uzaklaşmış, elinde tepsi, omuzları adımlarıyla eşzamanlı bir sağa bir sola düşüyor; bilmeyen biri böyle arkadan görse serkeşin, kabadayının biri sanır. Yarı karanlık bu lokanta, gecenin ormanı kara deliğe döndürmesiyle, gönlünüzdeki rüzgâr ne yana esiyorsa huzurlu bir aşk yuvası da olabilir, umutsuzluk tütsülerinin eksik olmadığı izbe bir taşra oteli de.
Zamanı geldi de geçti bile diye düşünür... İlk kez o gece, iki ay kadar önce, ne olduğunu anlayamamış, bir anlam verememişti. Evine ilk defa geliyordu Kenan’ın. Küçücük iki parça hediye getirmişti, biri Mars’a diğeri ona: Bir köpek yağmurluğu bir de üzerinde harita bulunan ışıklı bir dünya küresi. Çocuklar gibi sevinmişti hatırlıyor. İstediğin an ışığı açıp bakabiliyorsun, nereye istersen Afrika’daki bir şehre, Büyük okyanustaki bir adaya… Böyle bir şeyin varlığından bile haberi yoktu. Şaka yaptı, “O kadar güzel ki, bir de bunun insan içini göstereni olsa…” Bir şeyler söylemek ister gibi yapmış suskun kalmıştı Hacer. Anlatıp kurtulmak istediği zehirli hikâyeleri varmış gibi... Bir türlü başlayamıyordu. Leylak rengi bluzu yuvarlak omuzlarından baygın bir inişle kollarına dökülüyor, bileklerine akıyordu. Bol pilili gri etekliği dizlerinin tam üzerinde bitiyor, uyumlu ve biçimli bacaklarını daha güzelini gördünüz mü, der gibi ortaya çıkarıyordu. İncecik ayak bilekleri, uzun boynuna dökülen düz, parlak, açık kumral saçları… Başı dönmüştü Kenan’ın, yüzüne iyice yerleşen şefkatli ve sıcacık bir gülümsemeyle yaklaştı Hacer’e, omuzlarından tuttu.
“Ne kadar zarif, ne kadar ince, ne kadar güzelsin…” Yanağından öpmek üzere eğildi, kollarını bluzunun altında hissedebiliyordu. Ne olduysa o sırada olmuştu. Hacer öğürerek midesini tutup tuvalete merdivenlerden alt kata zor atmıştı kendisini. Kapıyı kilitlediğinden Kenan içeri de giremiyordu. Midesindekilerin tümünü atıncaya dek kustu. Tüm ısrarlarına karşın Kenanı içeri almadı. Önemli değil, dedi, merak etme, birazdan geçer, sen işine bak… Bir süre sonra, -bu süre yarım saati bulmuştu- çıktı tuvaletten, bakışları donuklaşmış, gözlerinin ışığı sönmüştü. Hiçbir şey olmamış gibi bıraktıkları yerden sürdürmeye özel çaba gösterdiler. Kenan sormadı, Hacer anlatmadı. O günden bu yana dostlukları ilerledi, ama bir erkekle bir kadın gibi olmak bir yana, arkadaşlıkları iki erkek veya iki kadın gibi bile değildi. İki nötr, cinsiyetsiz veya kısırlaştırılmış canlı gibiydiler. Tensel bir temas olmadığı gibi, her ikisi de hayatta seks diye bir şey var olmamış gibi davranıyordu. Aileler hakkında soru sormanın bile tabular arasında olduğunu sezmişti Kenan, o bölge de tekinsizdi. Üstüne gitmiyordu. 
Reddedilen yazılarını tartışıyorlar, yapıtları geri çevrilmiş olan ünlüleri birbirlerine anlatıp hayal kırıklıklarının ateşini söndürüyorlardı. Büyük yazarlara bile oluyorsa, yapılacak şey denemeyi sürdürmek heyecanı kaybetmemekti.

 111



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder