K. R. POPPER -(Platon-Aristoteles)





2_______________________________________

 “Bilgi”nin    Serüveni









Bilgi


Bilginin doğru yorumu yaşamın anlamına giden ana yoldur.
21. yüzyılın hemen başında durum şudur: Bilgi, toplumun her kesiminden insanların neredeyse hiçbir ücret ödemeden ulaşabileceği bir araçtır.
Bilgi toplumu, bu aracı tanıyıp gücünü kavramış insanların topluluğudur. Bu toplumda insanlar, davranışlarını düzenleyen kararlarını öncelikle akıllarına dayandırmaları gerektiğini bilirler…
İnsanlar genetik yapılanmalarının etkisiyle daha çok duygularıyla eyleme geçmek yöneliminde olduğundan, aklı öne çıkarabilmenin  güçlüğünü deneyimlemişlerdir…
 Ancak aklın, daha çok dostluk, daha çok sevgi, daha çok kardeşlik getirebilmenin  tek aracı olduğunun da bilincindedirler…
Bu anlayış iki açıdan kökten bozuk. Bir, zannedildiği kadar ucuz değildir bilgiye ulaşmak. İki, günümüzün sinirbilim verileri akıl yürütme süreçleri için duyguların çok çok önemli olduğunu gösteriyor. Çıkmaz sokaklara sürüklendiğimiz duyguların etkisinden kurtulabilmek için onlara karşı “mantıklı hayır” argümanları seslendirmemizin faydası olmaz. Karşı argümanımızı olumsuz duygulardan daha güçlü ve etkin olumlu duygular eşliğinde yaparsak başarı sağlarız.

○○○
Popper, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde katıldığı düşünsel yarışta, bilgiyi insanlığın hizmetinde daha kolay kullanılır bir araç haline getirmeye çalıştı. Neler yapabildiğine okuyanlar karar verecek.
Batı düşüncesinin, Platon’un görüşlerinden kaynaklanarak geliştiği yolunda görüşler yaygındır.[1]  Platon’dan (ö: m.ö 347) başlayıp ardından Aristoteles (ö: m.ö 322), Fransız Descartes (ö.1650), İngiliz Locke (ö: 1704), Alman Kant (ö: 1804) ve yine Alman Hegel’in (ö: 1831) görüşlerini  aşağıda özetledik.
Herkesin tanıdığı bu düşünürler hakkında bilinenleri tekrarlamayacağız… “Bilgi” konusundaki görüşlerini Popper’ın penceresinden yorumlayacağız…
Hem düşünce tarihinde “bilgi”nin gelişimini izleyecek hem de esas konumuz olan Popper’ın görüşlerini (belki de uygulamalı olarak diyebileceğimiz bir yöntemle) göreceğiz.
2300 yılı hızlıca tarayıp 1920’lere geleceğiz... Popper 18 yaşında üniversite çağındadır. Bilimde sarsıcı, göz alıcı gelişmeler olmaktadır… Bu gelişmelerin Popper’ı nasıl etkilediğini çıkarmaya çalışacağız.

°°°

 


 

Platon (ö: m.ö.347)


Platon, Atina’nın en soylu ailelerinden birine mensuptur. Ailesi, yetiştiği çevresi ve düşünceleriyle tam anlamıyla ‘mavi kanlı’ denilen bir soyludur .
Yirmi yaşında  Socrates’le (ö: m.ö.399) tanışmış ve ölümüne kadar yanından hiç ayrılmamıştır.
Socrates öncesi düşünürler genellikle evren-insan-bilgi üçgeninin ilk ayağı ile ilgilendiler. Dünyanın nasıl var olduğu, nelerden oluştuğu üstüne kafa yordular. İnsan ve bilgi onların düşüncelerinin odağında değildi.
Milet’li Thales (ö: m.ö.546), Sisam’lı Phytagoras (ö: m.ö.497), Efes’li Herakleitos (ö: m.ö.470) bunlardan öne çıkanlardır.
Herakleitos’u, Platon’la ilgili konular bağlamında biraz daha anlatmak gerekir. O da Platon gibi bir soyludur. 6. yüzyılda zenginleşen İyonya’daki demokratik gelişmeler onu da Platon gibi etkilemiş ve değişme olgusu üzerinde odaklanmasına yol açmıştır. Aristokrasinin saltanatı sarsılmaktadır, soylular değişimden en çok sıkıntı çekenler arasındadır.
Herakleitos düşünce tarihinde  değişim fikrinden söz eden ilk kişidir. Ona göre her şey her zaman değişir. Evrendeki nesnelerin tamamı sürekli bir geçiş, akış ve değişim halindedir. Her şey ateşe benzemektedir; durağan değil, bir süreçtir.
Durağan, sağlam, güvenilir şeyler arayan insanlık için bu düşünceler çok rahatlatıcı değildir.

°°°
Socrates ise düşüncenin yönünü, dünya-insan-bilgi üçlüsünün “insan” ayağına çekmiştir. “Varlığın nasıl olduğu” sorusu yerine “İnsan nasıl yaşamalı” ile ilgilenmiştir… Onda erdem ve ahlak, iyilik ve doğruluk kavramları öne çıkmaktadır.
Socrates’in idam edilmesi Platon için tam bir travma olmuştur. İlk yazıları hep bu konuyu işlemektedir.
Platon’dan zamanımıza 20 nin üzerinde diyalog, Apologia (Socrates’in Savunması) ve mektupları kalmıştır. Yazmaya Socrates’den sonra başlamış ve 50 yıl boyunca sürdürmüştür.
İlk diyalogları Socrates’in görüşlerini yaymak amacına yöneliktir. İyilik nedir, güzellik nedir, adalet nedir sorularının yanıtlarının arandığı yazılardır bunlar.

°°°
Platon’un gençliği Peloponnes savaşlarının sıkıntıları ile geçmiştir. Atina’nın büyük devlet adamı Perikles’in vebadan öldüğü yıl dünyaya gelen Platon savaş bittiğinde 25 yaşındadır.
Geleneklerine bağlı Sparta ile demokratik Atina’nın savaşıdır bu. Aristokrat Platon ve soylu ailesi Atina’dan çok Spartaya yakındır. Değişim, aristokrasinin güç kaybetmesi rahatsızlık vermektedir soylulara.
Savaşın son yılında (m.ö. 404) demokratlara karşı mücadelede Platon iki amcasını kaybetmiştir.
Değişimi açıklamaya çalışan ve değişime karşı önlemler belirlemeye yönelik düşüncelerin Platon’un felsefesine yön verdiğini öne sürebiliriz.
Platon için sosyal değişim artık bir çürüme ve bozulmadır.
Yani değişim kötü bir şeydir.
Popper, Herakleitos gibi Platon’un da benzer koşullar altında bir tarihsel gelişim savı geliştirdiği görüşündedir.[2]
Platon, politik çürümeye ahlaki soysuzlaşmanın ve bilgi eksikliğinin neden olduğunu, ahlaki soysuzlaşmanın da ırk bozulması sonucunda oluştuğunu düşünmektedir. Ona göre evrensel çürüme yasasının insani ilişkiler alanındaki görünüşüdür bu.”[3]
Değişim sürekli bozulmaya doğru olduğundan, insanlık tarihinde geriye doğru gidildikçe orjinal kusursuz devlete doğru yaklaşılıyor olması gerekir. Tarihin başlangıcında bir yerlerde bir altın çağda yetkin bir devlet olmalıdır.
Platon zamanla devlet felsefesini oluştururken geliştirdiği mantığı “bütün şeyleri” kapsayacak şekilde genişletmiştir. Böylelikle onun ünlü Biçimler ya da İdealar kuramı oluşmuştur.

°°°
Bu kuramında Platon, dünyayı ikiye ayırır: İlki, duyularımızla algıladığımız “görülür dünya”dır. Her şeyin sürekli değişdiği, hiçbir şeyin kalıcı olmadığı, sıradan gündelik dünyamızdır bu…  Öteki ise duyularımızla ulaşamadığımız, zamanda, mekanda olmayan (nerede olduğu bilinmeyen) ideal kavramların dünyasıdır ki, burada zamanın etkisi yoktur. Her şey olduğu gibi kalır. Bu yüzden Platon’un asıl gerçeklik dediği bu dünyadadır.
Dünyadaki her nesnenin bir gözle görüleni bir de akılla görüleni vardır. Akılla görülen ‘biçim’dir ‘idea’dır. İnsan için bu iki çeşit varoluş durumu, görülür nesne ve görünmez gerçek,  sırasıyla beden ve ruhdur.
Biçimler ya da İdealar (forms or Ideas) her şeyin başlangıç noktası kabul edilmiştir. Bu yöntemle görünen dünyadaki benzerlikleri de açıklamak mümkün olmaktadır: Duyularımızla aynı renkte, diyelim yeşil gördüğümüz nesneler, ‘yeşillik’ biçim ya da ideasını taşırlar. Aynı şeyi ‘yanan’ veya ‘yüzen’ şeyler için de söyleyebiliriz. Onlar da, ‘yanma’ ve ‘suda yüzme’ biçim veya ideasına sahip nesnelerdir.

°°°
Platon, bu özellikleri, şeylerin gerçek doğası diye adlandırmaktadır.
Bugün tüm dünya dillerinde olan ‘yapısal’ ‘bünyesel’ gibi kavramların kökeni Platon’un Biçim ya da İdeasıdır. Bizler de içini pek dolduramadığımız bu kavramları kullanıp durmaktayız…
Böylelikle Socrates’in tartışmalarında, çeşitli fikirlerin (güzellik, erdem, adalet …gibi) anlamını veya özünü kavrayabilmek için kullandığı araştırma yöntemi, şeylerin doğasını, biçim ya da ideasını saptama yöntemine dönüşmüş oluyordu.[4]
Platon biçim ya da idea kuramı ile hem değişimi, çürümeyi açıklıyor hem de salt bilginin görevinin, görünen dünyanın ardında saklı gerçeği veya özü ortaya çıkarıp şeylerin gerçek doğasını betimlemek olduğunu söylüyordu.[5]
Bu iddia bilgiye yaklaşım açısından oldukça önemlidir. Çünkü Platon ve Aristoteles gibi örtük gerçek (öz) görüşünü benimseyenler (Popper bunları “özcüler” diye adlandırıyor ) aynı zamanda şu görüşleri de doğru kabul etmektedirler:

1. Özler, zihinsel sezgi ile ortaya çıkarılıp ayırt edilebilirler.
2. Her bir özün adı vardır ve bizler duyumlanabilir, görülebilir dünyada şeyleri bu adla anarız
3 .Özler sözcüklerle betimlenebilir. Bir şeyin özünün betimlenmesine ‘tanım’ denir.[6]

“Platon ve Aristoteles gibi özcülere göre bir şeyi bilmenin üç yolu vardır. Onun değişmeyen özünü bilebiliriz, özün tanımını bilebiliriz, onun adını bilebiliriz.”[7]
○○○

Yöntemsel özcülük ve yöntemsel nominalizm

Bu iki kavramı özenle anlamaya çalışmalı, anlamadan geçmemeliyiz. Anlaşılmasındaki güçlük farkında olmadan bugün bile yöntemsel özcülük denilen Platon’un (daha sonra Aristoteles’in) metodu ile düşünüyor olmamızdan ileri gelmektedir.
Bu konuya Aristoteles’i anlatırken yine döneceğiz.
Yöntemsel özcülük, bilgiye giden yolda insanların uğruna büyük bedeller ödediği yanlışların önde gelenlerinden biridir…
Eğer bilgiyi (ve de bilimi), özleri ortaya çıkarmak diye anlarsak ve bu özlerin de tanımlarla betimlenebileceğini söylersek “yöntemsel özcülüğü” benimsemiş oluruz…
Bu yöntemin karşıtı yöntemsel nominalizmdirNominalizm bir şeyin nasıl davrandığını betimlemeye çalışır. Değişik koşullar altında davranışın nasıl değiştiğini anlamak için çaba harcar… Bazı düzenleyici kuralların olup olmadığını öğrenme gayreti içindedir. Başka bir deyişle bir şeyi anlamanın yolunun, onun gerçek doğasını anlamak, gerçekten ne olduğunu ortaya çıkarmak olduğu görüşünü doğru bulmaz… Davranıştır önemli olan…

°°°
Nominalist Yönteme göre bilimin amacı deneyimlerimizin konusu olayları evrensel kabul gören kurallarla açıklamaya çalışmaktır.[8]
Onlara göre sözcükler çok da önemli olmayan yardımcı araçlardır. Önemleri ikincildir… Sözcükler şeylerin özünün ve gerçek doğasının adları değildir. Nominalistler için “ne?” sorusundan çok “nasıl?” sorusu önem taşımaktadır.
“Dil nedir?”, “Enerji nedir?”, “Madde nedir?” gibi sorular bilim için önemli değildir. Önemli olan hangi enerjiden nasıl faydalanıldığıdır, maddenin atomun nasıl davrandığıdır, eylemin nasıl gelişip sonlandığıdır.
Popper “ne” sorularını yanıtlanmadan “nasıl” sorularına kesin ve güvenilir cevaplar bulunmasının beklenemeyeceğini savunankara şöyle demektedir: “Nominalist yöntemle ulaşılacak alçakgönüllü bir kesinlik derecesi özcü yöntemle ulaşılacak gösterişli bir karışıklıktan bin defa evladır, daha iyidir.”[9]
Yöntemsel nominalizm, doğal bilimlerde oldukça yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır. Oysa sosyal bilimlerde sorunlar hala özcü yöntemle ele alınmaktadır.
Sosyal bilimlerin doğal bilimlere göre gelişmemiş olmasının ana nedenlerinden biri budur.
○○○
Platon’u tamamlamadan önce onun bilgi anlayışındaki ikiliğe değinmemiz düşüncelerini iyice kavramamıza yardımcı olacaktır.
Platon görülür dünyanın, duyumlarımızla (aklımızla değil) kavradığımız dünyanın bilgisine doxa demektedir. Görülür dünya sürekli değişen (çürüyen, bozulan) bir dünya olduğundan, onun beş duyu yoluyla algılanan nesneleriyle ilgili sanılarımız da (doxa, kanı, kanaat, opinion) gerçek anlamda bilgi değildir.
Nesneleri ideal ve değişmez olan Biçimler ya da İdealar dünyasıyla ilgili bilgilerimiz ise bilimsel(!) temellendirilmiş(!) bilgidir. Bu bilgiyi de  “Episteme”diye adlandırmıştır.
Gerçek bilginin (episteme) yanında doxa daha düşük bir bilme düzeyidir.
Episteme akıl bilgisidir. Duyularla değil düşünme ile kavranır.
Doxa ise duyu bilgisidir.

○○○
Platon’a göre naturalist (doğacı) kölelik kuramı geçerlidir.
Bazı insanlar doğaca özgür bazıları ise köledir. Buradaki “doğaca” sözcüğünün anlamının “doğuştan” “içindeki özüne göre” olduğu söylenebilir.
Anlaşılan, bazı insanların özünün, idealar dünyasında köleye karşılık geldiği savunulmaktadır. Böyle insanlar doğuştan kendilerine sahip çıkma yeteneğinden yoksundur. Bu nedenle onları başkaları gözetmelidir… Köleliğin nedeni budur. Kölelik barbar denilen yabancılara uygun bulunmuştur; onlar düşünme yeteneğinden de yoksundurlar…
Özgür kadınlarda ise az da olsa düşünme  gücü olduğu kabul edilmektedir…
Çalışan sınıflar vatandaşlık haklarından mahrum olduklarından yönetime katılmaları söz konusu değildir…    
Her türlü para kazanma uğraşı, profesyonel etkinlik, avam işi, onursuzluk olarak yorumlanmış; aşağılık bir akıl durumunun belirtisi olarak görülmüştür. Bu tip zihinlerin akıl yürütme yetisi körlendiği veya hiç olmadığı düşünülerek çalışan sınıflara vatandaşlık ve yönetme hakkı verilmemiştir.
Bu yaklaşımdaki en ilgi çekici anlayış, düşünme, akıl yürütme yeteneğinin herkesde değil filozoflarda (biçimler ya da idealar dünyasını kavrayabilenlerde) ve aristokratlarda bulunduğunun kabul edilmesidir.

°°°
Filozofların kral olması gerektiğini savunan Platon’un, filozof olan herkese yönetme hakkının verilmesini savunduğu sanılmamalıdır. Platon “Devlet” adlı diyaloğunda Socrates’in “filozof” tanımına katıldığını söyler: Filozoflar “gerçeği sevenlerdir”… Ancak Platon başka yazılarında aynı çizgide konuşmaz. Yalan  söyleyip insanları aldatmanın egemen krallık ayrıcalıklarından olduğunu ileri sürer: Şehrin (devletin) yararına olmak üzere yalan söyleyerek düşmanları ve kendi halkını kandırmak, olsa olsa, yöneticilerin işidir, bu ayrıcalığa dokunulmamalıdır.[10]
Görüldüğü gibi Platon, soyluların haklarını savunacak filozoflardan söz etmektedir.
Düşünme yetisine sahip insanları saptama ölçütleri de keyfidir.
Bu anlayışın değişmesi, tüm insanların bilme yetisine sahip olduğunun kabul edilmesi için 2000 yıla yakın bir süre, Francis Bacon’a (ö: 1626) kadar beklemek gerekecektir…

○○○
Platon’un bilgi kuramına uygun olarak toplum için talepleri iki başlık altında toplanabilir:

1. Her türlü siyasal değişim durdurulmalıdır. Değişim kötüye doğrudur; durulma ise kutsaldır. Değişim ancak şehrin (devletin) orjinal biçim ve ideasına dönülerek durdurulabilir.
2. Pratikte bunun uygulama yöntemi “doğaya dönmektir.” Atalarımızın devletine, insan doğasına uygun olarak kurulmuş olan ve bundan dolayı istikrarlı ilkel devlete, bilge azınlığın cahil çoğunluğu yönettiği doğal sınıf hükümranlığına dönmektir. [11]
○○○

 





[1]Batı felsefesi Platon felsefesinin bir dipnotudur.” A. North Whitehead (  -1947), Bertrand Russell ile birlikte “Principia Mathematica”yı yazan İngiliz matematikçisi ve düşünürü
[2] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its enemiesV-1(Açık Toplum ve Düşmanları C-1) The Spell of Plato, New Jersey: Princeton
  University Press, 1971 (1945),    xi, 361 pp, 21,5 cm, s. 19, 20;

[3] Ibid., s. 20
[4] ibid., s.30
[5] ibid.,s 31
[6] ibid.
[7] ibid.
[8] ibid., s. 32
[9] ibid.,
[10] ibid., s. 138.
[11] ibid., s. 86.










 
Aristoteles (ö: m.ö.322)

Aristoteles, hocası Platon gibi bir soylu değil, bir memur çocuğudur. Babası Makedonya Kraliyet Sarayının doktorudur.
Platon’un okulunda (Akademia) 20 yıla yakın eğitim görür. Daha sonra Atina’da kendi okulunu kurar. Makedonya Kralı Büyük İskender’in hocasıdır.
Aristoteles temelde Platon’un görüşlerini benimsemiştir. Platon’un kavrayışlarına ve zekasına karşı saygısı tamdır. Ancak onun iki dünya görüşünü (görünen dünya ile biçim veya idealar dünyası) benimsememiştir.
Ona göre tek bir dünya vardır. Platon’un dediği gibi nerede olduğu bilinmeyen, zamanın ve uzayın (mekanın) dışında bir dünya yoktur. Platon’un biçim ya da ideaları görünen dünyadaki nesnelerin içindedir. Biz deneyimlerimizle nesnelerin değişimini izlerken içlerindeki özü de kavrayabiliriz.
Aristoteles, Platon’un idealarını nesnelerle birleştirmiş ve görünen dünyaya indirmiştir. Deneyimlerimizin dünyayı bilmemizin yolu olduğuna inanmaktadır.
İlgi alanı Platon’dan çok geniştir. Mantıktan tutun biyoloji, fizik, psikoloji, metafizik, siyaset, retorik (hitabet), ahlak…uğraşı alanı içindedir.
Tükenmek bilmeyen bir enerji ile bilgiyi önce tanımlamaya çalışmış, bilginin çoğaltılmasının (öğrenmenin) yollarını araştırmış ve bu görüşlere uygun olarak neredeyse her konuda yazmıştır.
Bugün, mantığın ve bilimin çeşitli dallarında kullanılan bir çok terimi ilk ortaya atan kişi Aristoteles’dir: Töz (substance), öz (essence), enerji, tümevarım (indüksiyon), önerme, tümel, dinamik, bunlardan birkaçıdır.[1]
Doğruların birbiriyle ilişkilerini (mantığını) tanımlayan  yine odur. Mantığı dahil çeşitli yapıtları hâlâ okutulmaktadır.
Ünlü İtalyan şair Dante (ö:1321), Aristoteles’i bilginlerin öğretmeni diye nitelemiştir.[2]
°°°
Aristoteles hep deneyimlerin önemine işaret etmiş, anlayabilmek için onlardan asla vazgeçmememiz gerektiğini ısrarla anlatmıştır. Açıklayamadığımız için deneylerden vazgeçmememiz gerektiğini söyler.
Bu görüş Platon’un, asıl gerçeğin görünen dünyadan apayrı bir yerde olduğunu savunduğu idealarından oldukça farklıdır.  
Platon ve Aristoteles ile başlayan bu iki değişik çizgi insan düşüncesinde hep olagelmiştir.
17. yüzyılın büyük (spekülatif) akılcı filozofları Descartes (ö: 1650), Spinoza (ö: 1677), Leibnitz (ö: 1716), Platon’un temsil ettiği görüşlere uygun olarak, görünen dünyaya pek de itibar etmeyen düşünürlerdir… Bunlara göre duyusal deneyimlerimiz her an bizi yanıltabilir.

°°°
Ampirist denen düşünürler ise bilginin kaynağının gözlem ve deneyimlerimiz olduğunu, deneyimlerimizin nesnelerini inceleyerek bilgiye ulaştığımızı söylerler. Locke (ö: 1704), Berkeley (ö: 1753), Hume (ö: 1776) gibi filozoflar Aristoteles’e daha yakın bu görüşleri daha geçerli bulmuşlardır. 
Kuşkusuz, Aristoteles’in mantığı bularak, bilimi sınıflandırarak, ve de görünen dünyadaki duyumlarımıza önem veren gerçekçi (realist) görüşleriyle bilim serüvenine katkısı çok önemlidir.
Ancak Aristoteles geleneğinin, bugün bile bilgiye ulaşılmasının önünde ciddi engeller oluşturan yaklaşımları da bulunmaktadır.
Aristoteles’e biraz daha eleştirel bakabilmeliyiz. Bu amaçla  Popper’ın aşağıdaki görüşlerine kulak vereceğiz.
○○○

Skolastizm ve tanımlamacılık

Aristoteles’in özcü tanımlama yöntemi, yalnız Ortaçağ düşüncesini etkilemiş değildir. Günümüz  düşüncesine (aklı kullanma yöntemlerine) yerleşmiş olan boş ve lafazan skolastizmin en önemli kaynağı da odur…[3]
Bu konunun  önemli olduğunu  anımsayalım ve sürdürelim tartışmamızı.
Önce skolastizme değinelim. Skolastik denilen düşünce bin yıl boyunca (5. ve 15. yüzyıllar arasında) Batıda egemen olan düşüncedir.
Skolastizmin önemli özelliği gerçek sorunlar yerine yapay sorunlarla uğraşmak… Belirsiz, muğlak, bulanık birçok fikri, sanki açık seçikmişler, tam ve anlaşılırmışlar gibi sürekli tartışıp durmaktır…
Bu kitap içinde “skolastizm”, “skolastik düşünce”sözleri bu anlamda kullanılmıştır.
Günlük düşünce kalıplarımızın içine çokluk ayırt edilemez biçimde sinmiştir 2000 yıllık skolastizm.
Örnek vermek gerekirse, “Bu politika insanın doğasına aykırıdır” sözündeki “insan doğası”, “Her gelişme özün ortaya çıkmasıdır”cümlesindeki “öz”, bulanık kavramların temsilcileridir…
Sorunun güçlüğü Plato ve Aristoteles’den bu yana etkilerinin önyargılar halinde düşünce kalıplarımıza yerleşmiş olmasından gelmektedir.
Ne kadar tanımlanırsa tanımlansın, tartışılırsa tartışılsın ardından koşulan açıklığın, anlamın ne olduğunu kavramak olanaklı değildir.
Aristoteles’ci tanımlama sistemi kullanan her bilim dalı boş sözlerin ve kısır skolastizmin içine çakılıp kalmaktadır. Bilimler bu özcü tanımlama yönteminden kurtulmayı becerebildikleri ölçüde ilerleme sağlayabilmişilerdir.[4]

°°°

Aristoteles bilgiyi ikiye ayırır:

1. Kanıtlayıcı (demonstrative)
2. Sezgisel (intuitive)
Kanıtlayıcı bilgi adı üstünde ispat edilen sonuçlardır. Sonuçların kanıtlama yöntemi ise kıyas (tasım) denen dedüktif (tümdengelimsel) çıkarımdır. Örneğin:


        Bütün insanlar ölümlüdür          Öncül (premise)
                  
        Sokrates de insandır                Öncül                                                                                                           
           __________________________                                                                                    
        Sokrates ölümlüdür                Sonuç (inference)                         


°°°
Sezgisel bilgi, şeylerin özünü veya özsel doğasını yakalayabilmek demektir. Kanıtlamada kullanılacak temel öncüllerin bulunması sezgisel bilgi ile olanaklı olacağından, bu bilgi türü tüm bilimlerin kaynağıdır.
Aristoteles’in tanımladığı bilim, hem indüksiyonu (tümevarım), hem de dedüksiyonu (tümdengelim) kullanmaktadır. Gözlem ve deneyimlerden yola çıkılmakta, temel doğrulara, temel öncüllere ulaşıldığına inanılmaktadır.
İnsanların ölümcül olduğu tekrar tekrar gözlemleniyor, bu özel durumlardan insanlarla ölüm arasında bir genellemenin olduğu çıkarılıyor.
Bu yöntemi Aristoteles, “indüksiyon” (tümevarım), özel durumlardan genel hükümler çıkarmak, diye isimlendirmiştir. Çıkardığı bu genel hükümleri de yukarda gösterilen dedüksiyon şemasındaki öncüller olarak kullanmaktadır. Öğrenme süreci bu şekilde “indüktifden” “dedüktife” (tümevarımdan tümdengelime) sürüp gitmektedir.

°°°
Ancak bu  mutluluk zincirinin, bu hoş bilgi çoğaltma dairesinin bir yumuşak karnı vardır.
 Her kanıtlama öncüllerden sonuçlara giderek gerçekleşmektedir. Sonuç, ancak ispatlama çıkarımında kullanılan öncüllerin doğruluğunu taşımaktadır… Öncüller doğru olduğu sürece sonuçlar güvenilir kalabilecektir…
Öncüllere nasıl güveneceğiz?
Onların doğruluğunu sorguladığımızda, kuşkumuzu giderebilmek için yeni öncüller bulup aynı ispatlama sürecini tekrarlamamız gerekecektir...
Ve bu süreç böylece sürüp gidecektir…
Sonsuza kadar yeni öncüller arama durumunda kalacağız. Mantıkçıların “sonsuz gerileme” (infinite regress) dediği sevimsiz bir durumdur bu…
Aristoteles de bu çıkmazı fark etmiş; çözüm olarak, hiç kuşkulanılmayan  doğru diyebileceğimiz önermelerin bulunması gerektiğini ileri sürmüştür. Yani, öyle öncüller (hükümler) bulmamız gerekmektedir ki kanıtlamaya gereksinme duymayalım…
Aristoteles bu tip öncülleri temel öncül diye adlandırmıştır.[5]
○○○
Bu noktada şu hatırlatmayı yapıp tartışmamızı sürdürüyoruz: Aristoteles’in tanımlama sistemine getirilen bu eleştiri (Popper’ın argümanı) çağdaş düşüncedeki önemli tuzaklardan birini açıklamaktadır.
Temel öncüllerin,  Aristoteles’in bilgi kuramında yaşamsal önem taşıdığını görüyoruz.
Nasıl bulacağız temel öncülleri?
Platon gibi Aristoteles de bunların, şeylerin özünü sezgisel olarak kavrayarak bulunacağına inanmıştır…
“Bir şeyi yalnızca onun özünü bilerek anlıyabiliriz” diyen, Aristoteles’tir. Ona göre bir temel önerme şeyin özünü betimleyen bir ifadedir. Temel önermeleri “tanım” diye adlandırmaktadır. Anlaşıldığı gibi kanıtlamanın temel öncülleri tanımlardan başka bir şey değildir.[6]
○○○

Tanım dediğimiz şeyler neye benziyor diye soruyor Popper ve şöyle bir örnekle anlatmaya çalışıyor:

Enik     bir      yavru      köpektir.

Burada,
Şeyin özünün ismi = Tanımlanan = Enik
Özün betimlemesi = Tanımlayan = Yavru köpek
Tanımlayan özsel niteliklerin tamamını vermelidir(!) Örneğin hayvanın rengi, burnunun kulağının bacağının sayısı bu tanımı karşılamaz. Çünkü bu özellikleri olan başka canlılar da vardır. Ayrıca renk, her köpekde aynı değildir. Bunlar onun “özsel” özellikleri değildir; sıradan, özü tanımlamayan rastgele niteliklerdir. 
Aristoteles “özsel tanımlama”nın çerçevesini çizerken böyle akıl yürütmektedir.
Peki doğru tanımı bulduğumuzu nasıl  bileceğiz?
İmdada yine Platon yetişmektedir. Platon’a göre bir çeşit şaşmaz ve yanılmaz düşünsel sezgiyle ideaları kavrayabiliriz. Bu, bir çeşit akılla görme, aklın gözüyle bakabilme yetisidir. Duyularımızı dışarda bırakan ve yalnızca zihni kullanan bir bilme yöntemidir sözünü ettiğimiz.[7]
Aristoteles ise yukarda da belirttiğimiz gibi gözlemlerle tanımlara ulaştığımızı ileri sürmektedir. Bununla birlikte, bir taraftan da duyu deneyimlerimizle “özün” tam kavranamayacağını da kabul etmiştir.

°°°
Aristoteles’in argümanlarındaki çelişikmiş gibi görünen bu tutumu Popper şöyle açıklamaktadır:  “Kuşku götürmeyen doğruların”, yani “şeylerin özünün”, zihinsel yetilerimizle, düşünsel sezgilerimizle kavrandığını kabul ediyor; fakat bunu açıkça söylemiyor…
Açıkça Aristoteles, düşünce çizgisindeki açmazdan  hocasının yaklaşımıyla kurtulmayı denemekte, gözlemlerini terkederek Platon gibi aklın gözüyle görmeye çalışmaktadır…
Bir yanda akıl ve sezgi, diğer yanda duyu verilerimiz ve gözlem… Bu karşıtlık hep süregelmiştir düşünce tarihinde. Karşıtmış gibi duran bu iki kutbu birleştirmeye çalışan ilk büyük düşünürün Kant (  -1804) olduğunu söyleyebiliriz. 20. yüzyılda Popper, Kant’ın yaklaşımlarındaki öznel öğeleri ayıklayarak kendi bilgi kuramını ve eleştirel akılcılığı oluşturmuştur.

○○○
Sonuçda, Aristoteles’in geliştirmeye çalıştığı “öğrenme” sürecine geri dönersek şunu görürüz. Tam ve kusursuz bilgiye ulaşma yolunda ne kadar çok kuşku duymadığımız, tam güvenilir tanım bulabilirsek o denli güçlü oluruz.
Bilimin ilerlemesi demek bilgi hanemizdeki tanım sayısının artırılması demektir… Bilgi bir toplama ve yığma süreci ile çoğalır… Öğrenme sürekli tanım sayısının artırılmasıdır…
Görüldüğü gibi Aristoteles’in özcü görüşleri modern bilimin hiç girmediği bir sokağa çıkmıştır…
Bilim,  doğruluğu öznel olarak garantiye alınmış bir tanımsal toplam asla değildir… Olgusal modern bilimde, ileride göreceğimiz gibi, doğruluğu kanıtlanmış bilgi yoktur... Bütün gücümüzle çabalarız doğruya yaklaşmaya, ancak doğruyu bulup bulamadığımızdan emin olamayız… Elimizdekinin en iyisiyle yetinmekten başka çaremiz yoktur…
Bilim, “özsel” bilgilerin stoklanmasıyla değil, yeni devrimci “iddia”ların ortaya çıkması, ve bu durumda kendini savunamayan kuramların çöpe atılmasıyla ilerlemektedir…
○○○

Anlam ve Bilimsel Yaklaşım

Aristoteles’in düşüncesinde tanımların ne kadar yaşamsal önemde olduğunu gördük. Tüm bilgi sistemi onların üstünde durmaktadır.
Aristoteles ayrıca “tanımlananı” betimleyerek onun anlamını da açıklamış olduğumuzu iddia etmektedir. Yani “enik bir yavru köpektir” tanımında “yavru köpek” hem enik teriminin işaret ettiği özün betimlemesidir, hem de enik teriminin anlamını açıklamaktadır.
Şöyle de diyebiliriz. Tanım,  hem “Enik nedir?” sorusunu, hem de “Enik ne anlama gelir?” sorusunu yanıtlamaktadır.
Birinci soru enik sözünün ne olduğunu soruşturur. Diğeri ise “Enik” teriminin (özü işaret eden terimin) ne anlama geldiğini.[8]
Şöyle ki, her iki soru da “tanımlanandan” doğan sorulardır… Her ikisini de tanımlayan yanıtlamaya çalışmaktadır…
Özcü görüşlerin bir özelliği olan bu durumun bilimsel yöntemdeki tanımlama anlayışı ile taban tabana zıt olduğunu göreceğiz.
Bilimsel yaklaşımda tanımlar, yukarıdaki durumun tersine, sağdan sola doğru okunmaktadır. Önce tanımlayandan başlanır ve ona kısa bir ad bulmaya çalışılır.
Bu yaklaşımda  “Enik bir yavru köpektir” “Yavru köpeğe ne ad verelim ?“ sorusunun yanıtıdır. Asla, özcü görüşte olduğu gibi “enik” sözcüğünün tanımı değildir.

°°°
Popper’ın Aristoteles’in tanımlama yöntemine getirdiği bu eleştirilerin amacı, “ne?” sorularını yanıtlamaya çalışan “özsel” tanımlamaların sonuçlarını ortaya koymaktır… Buna harcanan çabaların, aslında “entellektüel enerjinin boşa harcanması” olduğunu göstermeye çalışmaktır… Bilimsel yöntemde bu tanımların bir işlevi yoktur. Aristoteles’in “özcü yorum”u bu açmazın kaynağıdır…
Modern bilimde yalnızca nominalist yaklaşım vardır. Tanımların amacı kısaltıcı adlar bulup dile yerleştirmek ve uzun bir tanımı kısaca anlatmaktır…
Bu tutumun bilginin niteliği açısından bir önemi yoktur. Kısaltıcı simgeler her an başkalarıyla değiştirilebilir veya yerlerine temsil ettikleri uzun açıklamalar konabilir. Bu durum asla bilgi kaybına neden olmayacaktır. Bu yalnızca bir dil sorunudur.
Burada Popper’ın altını çizdiği nokta nominalist tanımların, özcü tanımların aksine, ne bilgi, ne kanaat, ne sanı, hiçbir şey taşımadıklarıdır.
Aristoteles’ci “tanım”, “anlam” ve “öz” tartışmaları aslında insanları gerçek sorunlardan uzaklaştıran bir bakıma yapay problemlerdir.

○○○

Lafebeliği, Lafazanlık

Aristoteles’in bilgi kuramını geliştirirken fark ettiği gibi, tüm ifadelerimizi kanıtlayabilmemiz söz konusu olamaz. Birini ispatladık derken önümüze diğeri gelecek ve bu süreç sonsuza kadar devam edecektir…  Burada da tanımların “sonsuz gerilemesi” söz konusudur.[9] (Aristoteles daha önce değindiğimiz gibi, bu gidişi durdurabilmek için ispatlamaya gerek duyulmayacak temel öncüller önermişti.)
Mutlaka anımsarız, şu tip iddialar, diyaloglar hiçbirimize yabancı değildir:
“Tartışmaya başlamadan önce bazı tanımlamaları açıklığa kavuşturmamız, kesinleştirmemiz gerek. Böylelikle birbirimizi daha iyi anlayabiliriz, sağlıklı bir iletişim oluşabilir aramızda…”
Ve bu tartışma asıl konuya gelemeden bir” tanımlar tartışması” olarak sürüp gidecektir. İyi iletişim kurabilmek için konudan sapılmıştır.
Bu noktada, 20. yüzyılın ünlü Avusturyalı düşünürü Wittgenstein’ın da bir yorumunu hatırlamak konumuza açıklık getirecektir: “Çoklukla sonuç getirmeyen, boş yere vakit harcadığımız tartışmaların nedeni herkesin kafasında kullandığı sözcüklere ilişkin yalnızca bulanık bazı anlamların olması ve karşıdakilerin de onları aynı anlamda kullandıklarını öngörmeleridir.”[10]Wittgenstein devamla günümüzde propoganda denilen olgunun, önemli ölçüde sözcüklerin anlamlarını karıştırmak olduğunu ileri sürer. Ayrıca politikacılara yasal olarak kullandıkları terimleri tanımlama zorunluluğu getirilmesi halinde daha kısa konuşacaklarını ve de anlaşmazlıkların çoğunun tamamen sözel olduğunun ortaya çıkacağını iddia eder. 

°°°
Büyük bir çoğunluğun bu tür yaklaşımları akla yatkın bulduğunu söyleyebiliriz.
Oysa tartıştığımız gibi kullandığımız tüm terimleri tanımlayabilme olanağımız yoktur… Üstelik bu pratik bir yaklaşım da değildir…
Popper’a göre, bu tür yaklaşımlarımız ve  Wittgenstein’ın savları, Aristoteles’e borçlu olduğumuz tipik önyargılardır. Bu önyargılarımız bizi öyle inandırmıştır ki dilin tanımlar kullanılarak daha tam ve kesin hale getirilmesinin olanaklı olduğunu apaçık ortada bir “doğru” olarak algılarız…
Popper bunun olanaklı olmadığını anlatır… Her şeyden önce, bir tanımın, herhangi bir terimin anlamını kanıtlayamayacağını, bu yöntemin mantıksal çıkarsamadan daha güvenilir olamayacağını ileri sürer... Her iki yöntemin de yalnızca (sonsuza kadar) problemi geriye attığını iddia eder… Kendi sözlerinden dinlersek:
Bir kanıt öncüllerden yola çıkar ve sonuca ulaşır. Bir tanım ise (sağdan sola doğru okursak ) tanımlayan terimlerden hareket eder ve tanımlanan terime varır. Bir çıkarsama öncüllerin doğruluğunu bilmemiz koşuluyla bizi doğruya götürür. Tanımlayan terimlerin anlamını biliyorsak, tanımlanan terimin anlamına ulaşabiliriz. Yani çıkarsama ‘doğruluk problemini’ öncüllere geri atar… Tek başına sorunu çözmeyi beceremez... Aynı şekilde tanım da “anlam problemini” tanımlayan terimlere  geri yollar… Tek başına hiçbir zaman çözemez…[11]

°°°
Bu tartışmayı biraz daha sürdüreceğiz; düşüncemizden birtakım önyargıların temizlenmesine yardım edeceğini umuyoruz.
Şöyle düşünülebilir: Tamam, sonuna kadar her sözcüğü, terimi tanımlamaya kalkmayalım. Ancak özellikle birtakım sıklıkla yanlış kullanılan terimlerin anlamlarını açıklığa kavuşturmak için tanımlanmalarını istemek çok faydalı olabilir. Biliyoruz ki tüm terimlerimizi tanımlayamayız; ama bazı terimleri tanımlayıp bir iki etap gidip orada durabilir, biraz olsun anlamı berraklaştırabilir, az da olsa bulanıklığı hafifletebiliriz. Örneğin “demokrasi”, “laiklik”, “görev”, “sorumluluk”, “din”, “özgürlük”…. gibi sözcükler… Bunları tanımlanmaya çalışabiliriz.
 Popper’ın görüşü, bu tür taleplerin bile açıklık getirmek bir yana,  durumu daha da karıştırıp konuları geliştirmek yerine  suları daha bulanıklaştıracağı yolundadır.
Her türlü özcü tanımlama, bir defacık bile yapılsa konuşmalarımızı daha uzatacak, kısa açıklamalar yerine daha uzunlarını getirecektir.
Bu çabalar karışıklığı daha da artırıp konuları daha içinden çıkılmaz hale getirecektir. En basit haliyle tanımı yapıp orada durmak entellektüel enerjinin en verimli kullanımını sağlar. Sözcükler, tanımlar üstüne boş ve kısır tartışmalardan bizi koruyacaktır.
Aristoteles’in özcü yaklaşımlarının güvenilir iletişim amaçlarken düştüğü çıkmazları gördük… Peki, nominalist görüş bu işi nasıl başarıyor?

○○○
Nominalist görüş, karışıklıklardan kurtularak açık seçik konuşup yazabilme sorununu nasıl çözecektir?
Her şeyden önce, bu yaklaşımda sonsuz gerileme söz konusu olmaz. Bilim, “anlamı” bulmak için “tanımları”  kullanmaz… Yalnızca kısa karşılık bulmak için tanımlara başvurur…
Bilimin kullandığı terimler tanımlanmamış terimlerdir. Tanımlanmamış terimlerle, nasıl olup da bilim, kullandığı terimlerin anlamından emin olabilmektedir?
Bu soruya Popper’ın yanıtı çok çarpıcıdır. Onun üslubundan dinleyelim:
Aristoteles’ci ve ilgili felsefeler,  çok uzun zaman, terimlerin hassas anlamlarının çıkarılmasının ne denli önemli olduğunu anlattı... Bizler de dinleye dinleye bunlara inanmaya teşne bir duruma geldik… İki bin yıldır, terimlerin anlamı konusunda çok titiz davranan felsefelerin laf ebeliğiyle dolu olması bir yana… Şaşkınlık yaratacak düzeyde bulanık ve belirsizlikler içinde olmaları gerçeği karşısında bile onlara inanmaya devam ettik… Diğer yanda, terimler ve onların anlamını neredeyse hiç dert etmeyen, yalnızca düşünen ve olgulara önem veren bilim var… Örneğin fizik, büyük kesinliklere ulaştı… Bu gösteriyor ki, Aristoteles’in etkisiyle terimlerin anlamlarının önemi çok abartıldı. Anlam problemi üzerinde yoğunlaşmak yalnızca kesinliğe ulaşmayı önlemiyor; bizatihi kendisi anlaşmazlığın, karışıklığın ve bulanıklığın ana kaynağı oluyor.……
Bilimde öne süreceğimiz yargıların, kullandığımız terimlerin anlamına bağımlı olmamalarına dikkat ederiz…….
Bu nedenle terimler pek sorun olmaz... Onlara taşıyamayacakları ağırlıkları yüklemeyiz…….
Anlamlarına fazlaca önem vermeyiz... Her zaman biraz bulanık anlamlı olduklarını biliriz. Açıklığı, onları çevreleyen bulanık anlamlılık halesini azaltarak değil, o halenin içinde kalarak ararız… Cümlelerimizi öyle kurmaya çalışırız ki, terimlerde olabilecek anlam kaymaları pek önemli olmasın…
Böylelikle sözcüklerle oynamaktan ve onları tartışmaktan kurtulmuş oluruz”.[12]

°°°
Buraya dek, daha çok Popper’ın yorumlarıyla anlatmaya çalıştığımız Aristoteles’ciliğin  bilgi anlayışını bir cümle ile özetlemek istersek şöyle diyebiliriz: Bilgiye ulaşmanın yolu kanıtlama ve tanımlamadır…
Ortaçağ denen bin yıllık süre, Batıda benzer yöntemlerle bilgiye ulaşmak isteyen sayısız ispat denemelerinin yapıldığı dönemdir.
Bu tür çabaların tümüne skolastizm diyoruz…
Aristoteles’in “tanım öğretisi” önce kılı kırk yaran çabalara neden oldu. Ancak zaman geçtikçe felsefeciler, tanımlar üzerine tartışılamayacağını düşünmeye başladılar. Özcülük yalnızca laf ebeliğini teşvik etmemiş aynı zamanda akıldan umut kesilmesine yol açmıştır.
Platon’un ve Aristoteles’in özcülüğü, skolastizm denen karmaşaya ve bunun sonucunda akıldan umudunu kesen insanların başka yollar aramasına neden olmuştur.
Mistisizm ve romantizm bunlardan  ikisidir…

○○○



Sezgi

Popper’ın Aristoteles üstüne yorumlarını bitirmeden önce sezgi sorununa değinmeden edemeyiz.
Platon ve Aristoteles öğretisinde, bildiğimiz gibi, özlerin tanımlamalarının, entellektüel sezgi yetisi kullanılarak kesinleştirilebildiği öngörülür.
Aklın  gözünde özün canlandırılabileceği  ve doğru  tanımların  açık seçik kavranabileceği  sanılır. Modern özcü düşünürlerin çoğu aynı görüştedir.
Kant ( -1804), Aristoteles’in ispatcı yöntemine karşı çıkmış, sezgi gibi bir yetimiz olmadığında ısrarcı olmuştur…
Popper ise, hepimizin rahatça deneyimleyebileceği gibi, bazen bir fikir veya bir görüş yönünde bir duyguya kapılabileceğimizi, “sezgi” deyince bunu anlamamız gerektiğini ileri sürmektedir. Böyle hallerde sanki konu apaçık ortada imiş gibi hissedebiliriz.
 Sezgi, Popper için pek  beklenilmeyen bir doğruluk duygusunun ortaya çıkıverdiği düşünsel bir deneyimdir.
Hepimizin böyle deneyimleri olmuştur. Ancak doğruluğu konusundaki hissiyatımız ne denli kuvvetli olursa olsun, sezgilerimiz herhangi bir  savın doğruluğunu kanıtlamaya yaramaz.
Sezgiler bize yön gösterebilir, o yönü deneyerek sonucunu görmek de isteyebiliriz, ancak kendi başlarına bir argüman olarak ciddiye alınmamalıdırlar.
Popper, argüman, bir çeşit akıl yürütme olarak ileri sürülen sezgilere örnek olarak  İngiliz düşünür Francis Bacon’un ( -1626) savını gösterir. Bilindiği gibi Bacon , kendisi için apaçık doğru olan “Güneşin ve yıldızların Dünya’nın etrafında döndüğü gerçeği”ne (!) inanmayanları küçümsemiş ve onlarla alay etmiştir…
Sezgi arada bir başarıya, çoğu kez de yanılgıya sürüklemektedir…

○○○
Popper’ın, Platon ve Aristoteles yorumları onun kendi bilgi kuramının anlaşılabilmesi için önemlidir. Bu nedenle oldukça ayrıntılı biçimde işlemeye özen gösterdik bu konuları. Artık yeniçağa geçebiliriz.

○○○





[1] Magee, Bryan, Felsefenin Öyküsü, Türkçesi Bahadır Sina Şener,  Anklara: Dost, 2000(1998), 240 pp, 28 cm, s. 34.

[2] ibid.
[3] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its enemiesV-2 (Açık Toplum ve Düşmanları C-2), The High Tide of Prophecy: Hegel,
 Marx,    and the Aftermath, New  Jersey: Princeton University Press, 1971 (1945), v, 420 pp, 23,5 cm;  s. 9.

[4] İbid.
[5] İbid., s. 10.
[6] İbid.
[7] İbid., s.11.
[8] İbid., s.13.
[9] İbid., s. 16.
[10] İbid., s. 16, 17.
[11] İbid., s. 294.
[12] İbid., s. 18, 19.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder