AŞK DAĞDAN İNMEZ - (Roman; Bölümler: 6-7-8)




19.11.2017


__6__





                                                                                                                            
                                                                   














Her insanın tek ve biricik olması, hem sıkı gözetim altındaki hapishanemiz, hem de göz ucuyla baktığımız cennetimizdir. Varolmamızın değil, yaşamamızın nedenidir.
John FOWLES (ö. 2005)


Kunduz’da güz rüzgârları, yayla ‘bozumunu’ ve otellerin müşteri profilindeki dramatik değişimi başlatan bayrak işareti gibidir. Yaylalar bozulup insanlar ovaya inmeye başlayınca, otel misafirlerinin yaşam tarzları, yelpazenin geleneksel ucundan  karşı uca, ‘moderne’, dönüşmeye başlar. Oteller sanki deri değiştiriyordur. Dağ’da hayat kışa göre yeniden tasarlanır.  Şehrin sıcağından kaçan yaz müşterilerinin büyük bölümü kışın ormana ayağını atmaz. Otel sahipleri hizmetlerinin çeşidini ve düzeyini yeni müşterilere göre değiştirir.
Kenan ilk altı ayın ardından bölgenin yerlisi gibi hissediyordur. Kış hazırlıklarını tamamlamıştır. Kabanları, botları, başlıkları, atkıları… Acemiliğinden olsa gerek, yaklaşan bir savaşa hazırlanır gibidir.  
Hacer’in hikâyelerinden heveslenip çeşitli yönetim dergilerine yolladığı yazılar reddedildi. Söylenen: “… Okurlarımızın gereksinimleriyle daha fazla örtüşen yeni yazılarınızı bekler…”
Uzmanlık gerektiren alanlar akademik kariyer yapanlara tahsisli gibidir… Bu düşüncelerle, birkaç hafta önce yönünü romana çevirmiştir. Öykü bir ara kafasına girer gibi olmuş ancak çabuk vazgeçmişti, hem daha zor hem de basım ve satış olanakları çok daha sınırlıydı… Profesyonel diyebileceği edebiyatçılara yakışıyordu hikâye.
Hacer geçen ay Kunduz Otel’e özel bir taleple gitmiş, her ay en az iki hafta Dağ’da kalacağını söylemişti. Leman böylesine bir müşteriyi kaçırmak istememiş uygun bir fiyat vermişti. Kocasının ailesiyle mahkemesi sürdüğünden olabildiğince Şehir’den uzakta kalmayı tercih ediyor.


-2-

Akşamları yemekten sonra bilgisayarda işini bitirip de elinde kitabıyla yeni aldığı kanepeye geçince, anında zıplayıp yanına çöker Mars, diz dize birlikte otururlar. Bazı akşamlar masadaki işi uzar ve kanepeye geçişi gecikirse, dizine ön ayaklarıyla uzanır, diker bakışlarını Kenan’ın gözlerine:
“Hadi kanepeye… Ben de yanına…” Kenan kıramaz neyi varsa bırakır geçer Mars’ın yanına.
Kapı çaldığında yine yan yanadırlar. Hava çoktan kararmıştır. Bir anlam veremez Kenan, bu saatte telefon bile değil, kapı! İri vücudu, güleç yüzüyle Dağ Otel’in bekçisi Hamza kapıdadır. Hamza’yla dostlukları özellikle Hacer’den duyduklarından sonra iyice pekişmiş, abi kardeş ilişkisine dönmüştür.
“Abi, nasılsın? Bir emrin var mı?” Hamza her zaman bu sözlerle girer konuşmasına. Kenan’dan epey büyük olmasına karşın abi demekten vazgeçmemiş, Kenan da kabullenmiştir. Hacer’e göre o derviş ruhuyla doğmuş biridir. Ne dervişi bilir, ne de kendinin ona benzediğini, hayatı gelişine, içinden geldiği gibi yaşıyordur. Şikâyet ettiğini kimse duymamıştır, oysa çok sınırlı imkânları içinde kıt kanaat ayakta durur.
Ölümle yaşamak arasında pek bir fark görmeyenleri anlamak suya dalmadan yüzme öğrenmek gibi bir şeydir.
“İyiyim Hamza, ters bir şey yok ya?”
“Yok abi Allah’a şükür… Hacer Abla, bizim otelde, benim köye geldiğimi duyunca sana söylememi istedi, telefonu yokmuş yanında…”
“Kötü bir şey?”
“Başka bir şey söylemedi, ama gözlerinde acı yoktu.”
Mars’ın da girebileceği gibi tenhaymış otel… Hızla çıkarlar evden. Işık sızmayan karanlık denizlere dalar gibi girerler geceye. Dağ Otel gecenin karanlığında kaybolan ormanın eksikliğiyle epey bir kasvet yüklenmiştir. Belki de gönlümün hüznü diye düşünür Kenan. Hacer diğer müşterilerden olabildiğince uzak bir masa seçmiştir. Mars’ı görünce yanındaki sandalyeyi çekiştirerek yer açar.  Masanın altına avını gözetleyen kaplan gibi uzanır Mars. 
Çayla kek söyler kendisine. Hacer’e döner. “Nasılsın bakalım?” diye hatır sorar, “sen, ne istersin, kahve, tatlı? Yemek yedin mi?”
“Yedim, bana bir Türk kahvesi, şekersiz...” Servise gelmiş olan Cemale bakar, duydum anlamında başını sallıyor.
Hacer’in her zamanki kaderciliği üzerindedir, yine içinde koca bir boşlukla dolaştığını anlar Kenan; ama sormanın zarif bir yolunu keşfedememiştir. İnsan gece kafasını yastığa koyduğunda önüne bir ayna gelir, hesaplaşır kendiyle. Hesap bulanıksa kendisi açılmak zorundadır, sormaya gelmez ona… 
Son bir ay içinde Hacer’le yakın dost olmuşlardır. Handiyse bir iki saat sohbet etmedikleri –Hacer’in Kunduz’da olduğu- bir gün yok gibidir. Bunlara tartışma, fikir alış verişi demek belki daha yerinde olur. Edebiyattır değişmeyen gündem; biricik insan tekinin içine düştüğü ailesinin ve toplumun içinde savrulma serüveni, kafasını dışarda tutmaya uğraşma, nefes alma, sağ kalma ve varolma çabalarının coşkulu ve bir o kadar kederli yolculuğu… Kenan çok söz etmiştir kendinden, oğlunun ölümünü, Kunduz’a gelişini, işinden ayrılışını… Hacer hep dinlemiş küçücük bir soruyla olsun katılmamıştır. Önceleri onun anlayamadığı tuhaflıklarından biri deyip geçmişti, ama daha sonra bunun planlı bir duruş olduğunu görür. Kendisiyle ilgili neredeyse sevdiği yemeklerin dışında bir şey söylememeye büyük özen gösteriyordur. Bu denli ketumluk elbette Kenan’ı tedirgin etmişti. Zaman içinde Kenan da kendinden söz etmeyi kesti, arkadaşlıkları, savaş zamanlarında mevcut tüm imkânların orduya ayrıldığı her bakımdan kısıtlı sivil yaşama benzemişti. Kendinden hiç söz etmek istemeyen iki kişinin dostluğu her yanı mayınlı arazide saklambaç oynamak gibi bir şeydi.
Durumun garipliğini ikisi de görür; polisin ikisini de sorgulaması an meselesidir ve Hacer’i ailesi aforoz etmiştir.  
“Artık bazı şeyleri bilmelisin…”
Hacer içinde kaybolmuş gibi bakıyor önündeki kahveye, Kenan kekini kesmemiş bile çay bardağının beline elini dolamış, avcunun içine emdiği ısı vücuduna yayıldıkça kayısı renkli bir kadın tenine dokunmanın kaybolmuşluğunu hissediyor. Cemal yerine dönüyor, birkaç adım uzaklaşmış, elinde tepsi, omuzları adımlarıyla eşzamanlı bir sağa bir sola düşüyor; bilmeyen biri böyle arkadan görse serkeşin, kabadayının biri sanır. Yarı karanlık bu lokanta, gecenin ormanı kara deliğe döndürmesiyle, gönlünüzdeki rüzgâr ne yana esiyorsa huzurlu bir aşk yuvası da olabilir, umutsuzluk tütsülerinin eksik olmadığı izbe bir taşra oteli de.
Zamanı geldi de geçti bile diye düşünür... İlk kez o gece, iki ay kadar önce, ne olduğunu anlayamamış, bir anlam verememişti. Evine ilk defa geliyordu Kenan’ın. Küçücük iki parça hediye getirmişti, biri Mars’a diğeri ona: Bir köpek yağmurluğu bir de üzerinde harita bulunan ışıklı bir dünya küresi. Çocuklar gibi sevinmişti hatırlıyor. İstediğin an ışığı açıp bakabiliyorsun, nereye istersen Afrika’daki bir şehre, Büyük okyanustaki bir adaya… Böyle bir şeyin varlığından bile haberi yoktu. Şaka yaptı, “O kadar güzel ki, bir de bunun insan içini göstereni olsa…” Bir şeyler söylemek ister gibi yapmış suskun kalmıştı Hacer. Anlatıp kurtulmak istediği zehirli hikâyeleri varmış gibi... Bir türlü başlayamıyordu. Leylak rengi bluzu yuvarlak omuzlarından baygın bir inişle kollarına dökülüyor, bileklerine akıyordu. Bol pilili gri etekliği dizlerinin tam üzerinde bitiyor, uyumlu ve biçimli bacaklarını daha güzelini gördünüz mü, der gibi ortaya çıkarıyordu. İncecik ayak bilekleri, uzun boynuna dökülen düz, parlak, açık kumral saçları… Başı dönmüştü Kenan’ın, yüzüne iyice yerleşen şefkatli ve sıcacık bir gülümsemeyle yaklaştı Hacer’e, omuzlarından tuttu.
“Ne kadar zarif, ne kadar ince, ne kadar güzelsin…” Yanağından öpmek üzere eğildi, kollarını bluzunun altında hissedebiliyordu. Ne olduysa o sırada olmuştu. Hacer öğürerek midesini tutup tuvalete merdivenlerden alt kata zor atmıştı kendisini. Kapıyı kilitlediğinden Kenan içeri de giremiyordu. Midesindekilerin tümünü atıncaya dek kustu. Tüm ısrarlarına karşın Kenanı içeri almadı. Önemli değil, dedi, merak etme, birazdan geçer, sen işine bak… Bir süre sonra, -bu süre yarım saati bulmuştu- çıktı tuvaletten, bakışları donuklaşmış, gözlerinin ışığı sönmüştü. Hiçbir şey olmamış gibi bıraktıkları yerden sürdürmeye özel çaba gösterdiler. Kenan sormadı, Hacer anlatmadı. O günden bu yana dostlukları ilerledi, ama bir erkekle bir kadın gibi olmak bir yana, arkadaşlıkları iki erkek veya iki kadın gibi bile değildi. İki nötr, cinsiyetsiz veya kısırlaştırılmış canlı gibiydiler. Tensel bir temas olmadığı gibi, her ikisi de hayatta seks diye bir şey var olmamış gibi davranıyordu. Aileler hakkında soru sormanın bile tabular arasında olduğunu sezmişti Kenan, o bölge de tekinsizdi. Üstüne gitmiyordu. 
Reddedilen yazılarını tartışıyorlar, yapıtları geri çevrilmiş olan ünlüleri birbirlerine anlatıp hayal kırıklıklarının ateşini söndürüyorlardı. Büyük yazarlara bile oluyorsa, yapılacak şey denemeyi sürdürmek heyecanı kaybetmemekti.


-3-

“Kim bilir neler duydun, herkesin hakkımda değişik bir hikâye anlattığını sanıyorum.” Mars’ın masanın altından gelen kıpırtılarından başka ses duyulmaz.
“Abi, bir isteğiniz?” Cemal müşterilerini dolaşıyor.
Eliyle sağ ol, der. Başını masaya çevirdiğinde Hacer’in suratının düştüğünü, renginin attığını fark eder.
“Neyin var Hacer?”
“Bir şeyim yok… Yapamam, söyleyeceklerimi yüz yüze söyleyemem…”
“Yürüyebiliriz istersen; ama rüzgâr sert, üşümeyesin?”
“Kabanım sağlam, başlığım bile var.”
Rüzgâr şiddetini artırmış, gece Ovacık Yaylası’na katlanılmaz vicdan sızısı gibi yapışmış, kapkara bir balçık sanki sıvaşmış yere göğe… Orman Kafe’den sızan ölgün sarı ışık yamaçlardan sarkan çam ve kayın dallarında kırılıyor, çaresizlikten kendini bilinmez uzaklara atanların delirmiş umutları gibi ormanın derin karanlıklarında kayboluyor… Anlatıyor Hacer gözlerini geceye dikerek… Kendini kurmaca karakterlerinden birinin yerine koymuş, başka birinin hikâyesini anlatır gibi… Kenan bakamıyor, görmüyor; sanki düşman bombardımanından kaçmış, sığınakta uçakların çekilmesini bekliyor.


-4-

Erken çocukluğundan oldukça mutlu günler anımsıyordu Hacer. İlkokulda başarılı ve neşeli bir öğrenciydi, güzelliğinin ciddi bir üstünlüğü olduğunu hissediyordu. Derslerinde, arkadaşlarıyla olan oyunlarında bu üstünlüğünün ne denli önemli olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Babasının o küçükken öldüğünü söylemişti annesi, baba diye bildiği bıyıklı adam aslında onun gerçek babası değildi, ancak bunu duymaktan hoşlanmıyordu. Durumları fena değildi, ne iş yaptığını hâlâ bilmiyordu adamın, bilmek de istemiyordu.
Bir gece bacaklarında bir şeylerin gezindiğini hissederek uyandı. Gözlerini açtığında burnunun dibinde salyası akan, açık bir ağız gördü. Bıyıklıydı, terliyordu. Üstündeki yorgan açılmış, geceliği yukarı çekilmişti. Kocaman, nasırlı, terli bir el narin bacaklarında zehirli bir akrep gibi geziniyordu. Adam hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Gözünü açmasıyla kapaması bir oldu. On iki yaşının aklıyla ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Tepesinde salyaları akarak sırnaşan, elini ayak bileklerinden baldırlarını okşayarak  dizlerinin üstünden bacaklarının yukarısına, kasıklarının arasına sokmaya çalışan babasıydı, daha doğrusu, annesinin kocası… İradesi dışında ağlamaya başladı, avazı çıktığı kadar bağırarak. İşte ne olduysa o anda oldu, sol yanağının üstünde balyoz gibi bir tokat patladı.
“Ağzını açarsan ananı da seni de gebertirim!”
Adam sarhoştu, gözü bir şey görmüyordu. Annesi diğer odada uyuyor olmalıydı. Öylesine korkmuştu ki, hıçkırıkları göğsünde düğümlenip kaldı. Donmuştu; duyuları susmuş, gözleri görmemiş, kasıklarında gezen eli duymaz olmuş, adamın ter, alkol ve rezillik saçan derisinden yayılan aşağılık insan kokularını burnu reddetmişti… Bu geceden en son hatırladığı, kasıklarının arasında duyduğu keskin bir acı ile birlikte, o adamın kısa, kesik kesik kasılmaları…
Ertesi sabah uyandığında eski Hacer bir daha dönmemek üzere kayıplara karışmıştı. O gün okula gitmedi. Annesinin ısrarlı sorularını yanıtsız bıraktı. Bunu niçin yaptığını bilmiyordu, korkudandı belki, evde olay çıksın istememiş olabilirdi.
Bir hafta okula gitmedi, rapor aldılar.
Aynı şey bir hafta sonra tekrarladı. Bu defa daha geç vakitti, belki de gece yarısından sonra. Gene sarhoş, vıcık vıcık, kızarmış bir surat. Gene, “sesini çıkarırsan ikinizi de…” Gene kasıklarının arasında bir sızı, kasılmalar, titremeler; ardından gelen donmuşluk…
Bu durum altı ay kadar sürdü. Üçüncü müydü, dördüncü mü hatırlayamıyordu, kusma başlamıştı Hacer’de; ne zaman midesinin ağzına geleceğini bilemiyordu. Bazen adam bacaklarında gezinirken, bazen eli döl yolunu karıştırırken, bazen de bu olanları anımsadığında kusuyordu. Annesi doktora götürdü bir iki kez, mahallelerinde bir doktor vardı, olanlardan hiç bahsetmeden bulantıyı anlatıyorlardı. Bir sürü ilaç verdi doktor, hiçbiri kusmayı kesemedi.
Hâlâ bilmediği, annesinin olanlardan son ana kadar haberi olup olmadığıydı. Altı ay boyunca annesiyle bir şey konuşmadı, o da bir şey sormamıştı. İnanamıyordu. Bunca gürültü, kusma, tuvalete koşma, babası olacak kırmızı yüzlünün odasına girip çıkması. Bugün bile annesine soramıyordu olanları bilip bilmediğini. Ne fark ederdi? Bilse ne olur, bilmese ne olurdu? Bu sorular normal dünyanın normal insanları için anlamlıydı. Sonunda nasıl olsa öğrenecekti annesi de, boş veriyordu.
Neden buna tahammül etmişti, niçin kaçıp gitmemişti birilerine; öğretmenlerine, polise anlatmamıştı? Bunlara cevabı yoktu. Küçücük aklında neler geçmişti? Çıkaramıyordu. Anneye güvenememenin, ona bir zarar gelmesin endişesinin, utanmanın, yok olmak isteğinin, dünyaya yanlışlıkla sıvaşmış bir pislik gibi kazınıp atılmak isteğinin insana neler yaptırabileceğini az çok düşünebilse de, nasıl olup da kendini öldürmediğine inanamıyordu.
Okuldan almışlardı Hacer’i. Soranlara hastalandı, diyorlardı. Yalan değildi.


-5-

Sanki yapayalnız, karanlığa anlatıyor bunları. Gözü kimseyi görmüyor Hacer’in.  Öylesine rahatlamıştır ki, şaşırır Kenan. Mars’ın tasmasını sonuna kadar açmış yanlarından uzaklaştırmıştır.  Araya girmez, soru sormaz, kesmek istemez, serbest kalsın, bir hamlede kusabildiği kadarını kussun, rahatlasın ister.
Ovacık çayı boyunca bir aşağı bir yukarı turlarlar. Bazen dakikalarca susar Hacer, Mars’ın ıslak çimlerdeki ayak sesleri kuzeyden esen hafif esintiye birlikte gecenin karanlığına karışır. Sert güney rüzgârları Hacer’in anlattıklarına dayanamamış geri çekilmiştir.
“Altı ay sürmüş olmalı bu işkence, belki biraz daha fazla. Sonunda…” Durur, başını yukarı kaldırır. “Şu anda karanlığı delip yıldızsız bu gecede eriyip yok olabilmeyi ne kadar çok istediğimi asla bilemezsin; başka kimsem yok, yalnızca sen biliyorsun.  Seni de kaybedersem ölürüm, dediğimi falan sanma. Kendimi zaten yaşıyor saymıyorum…”
Kenan omuzlarından tutup teselli etmek ister, ama sadece bakışlarıyla, bu lacivert karanlığa onun sesinden başkası karışsın istemez. Sezgileri böyle söyler ona. Hacer kurtulur Kenan’dan, birkaç adım ilerler, çömelir, ince, derin, fısıltı şeklindeki küçücük hıçkırıklarla gözyaşlarına boğulur. Bir süre öylece kalır, belki beş belki on dakika.
“Sonunda… Sonunda deyip duruyorum, ne oldu? Adam giderek her akşam beni ziyaret etmeye başladı. Giderek çok daha içkili ve sarhoş geliyordu ve birinde bana tecavüz etti, doya doya…”
Susar, biraz açılır uzaklaşır Kenan’dan. Mars’ın yanına gidip uzun uzun sever, başını okşar öper. “Şimdi beni bunlar ayakta tutuyor.” Mars’ı işaret eder. “Doğa, ağaçlar…  Kendim ne yazık ki alamıyorum eve, kendim sığamıyorum ki bir yerlere… Ne zaman insanlardan bunalsam köpeklere, sokak köpeklerine, şu bildiğimiz, çevremizde dolaşanlar, canlı olmayı yakıştıramadıklarımıza sığınıyorum… O zamanlar köpeklerle tanışmamıştım tabii, ağaçlarla da; Kunduz’a gelince tanıştım onlarla… Neden ölmedim, yaşamayı sürdürebildim? Tahmin bile edemezsin…”
Kenan’ın yanına gelir koşarak, omuzlarından tutarak sarsar onu. Kafasını sallar Kenan iki yana.
“Bilmiyorum…”
“Aklına bile gelmez… Hikâyelerim, yanımda taşıdığım defterlerime kaydettiğim küçük hikâyelerimin kahramanları… Onları düşünürdüm, adamın eli kasıklarımın arasında gezinirken, onlar bana kendilerini anlatırdı, onların çekimi kasıklarımda dolaşan akrebi boğardı, duyurmazdı bana, sen yeni selamlaşıyorsun öyküyle, henüz gözlerin kamaşmış değil, beni onlar yaşattı, belki de kötü ettiler, ölsem daha az acı çekerdim…”
Koşar Marsın yanına, yere oturur, kucağına alıp öpmeye başlar.
“Sen babası ırzına geçerken bir taraftan ağlayıp bir taraftan hikâyesinin kahramanlarıyla sohbet eden bir aşüfte duydun mu? Önce hikâyelerim vardı, ardından sokaktaki köpekler, ormandaki ağaçlar benim oldu… En sonunda da sen geldin… Yoksa alınıyor musun beni köpeklerle bir tutuyor diye, benim için onlardan daha değerli çok az şey var… ”
Uzun uzun gözlerinin arasından öptükten sonra Mars’ı bırakır kucağından.  Hadi, der, koş, benim gibi sıkışma.”
“O geceden sonra ortadan kayboldu sevgili babamız. Annem teyzemi de yanına alarak beni kadın doğum doktoruna götürdü. Doktorla benden önce gizlice görüştüler. Ne anlattılar bilmiyorum; ama beni babamızın becerdiğini söylemediler, o kadarını biliyorum. Bir hafta oldu olmadı, polis çaldı kapımızı. İş yaptığı şehirlerden birinde bir orospunun üzerinde iş tutarken kalp krizinden ölmüştü... Gelin, cenazenizi alın dediler. Annem, teyzem ve eniştem gittiler, cenazeyi gizlice defnettiler.”


-6-

Esinti kesilmiş, bal gibi bir hava var Ovacık’ta. Hacer, ağlayarak, kusarak, koşarak, Mars’ı severek, karanlığa seslenerek Kenan’a haykırarak anlattığı hikâyesinin ardından durulur. Kunduz’un esintileri çekilirken onun artık zor katlandığı acılarının zehrini de almıştır. Hacer yüzünü güneye ormana çevirmiş, derinlerden yükselen inlemeleri ve uğultuları yüreğine işleyen bir uzun hava gibi dinliyordur.
Kenan yaklaşır, “Hadi, artık git oteline dinlen…”
Hacer karanlıkta bakışlarını yakalamaya çalışır Kenan’ın, bir süre böyle kalır, suskun, dingin:
“Hayır, hayır bu akşam bitmeli, daha var, neler var bende, böyle bir karanlığı hem de bunca ıssızını bir daha zor bulurum, söylemek istediğim her şeyi söyleyebilmeliyim. Biraz daha katlan bana…”
Cevap vermez Kenan, peki der gibi susmuş, içinden yükselen hangi duyguya söz geçireceğini bilemez olmuştur. Çaresizlik, tüm duyguların üstünde, kınından sıyrılmış bir kılıç gibi sallanıyordur. Lacivert gece kararmış, kömür siyahına dönmüştür.
“Kendimize yetecek kıt kanaat bir gelirimiz vardı. Annem ve ben, birbirimizin gözüne bakmadan, günlük hayatı sürdürmemiz için elzem sözcüklerden bir fazlasını zinhar kullanmadan, yaşamaktan duyduğumuz utancı bile paylaşmadan, bir iki yıl geçirdik. Okuldan ayrılmıştım. Yiyor, tuvalete gidiyor, uyuyorduk. Niçin yaşadığımız hakkında ikimizin de bir fikri yoktu. Ben o zaman anladım içimizde birinin sürekli bize ‘yaşa’ diye seslendiğini. İnsan bu dünyaya gelmeyi kendi seçmediği gibi gitmeyi seçebilmesi de öyle kolay değil. Anlamsızca, amaçsızca, ezik ve bitmiş ama gene de yaşamın tarafındaydık.”
Susar, sesi çatallaşmıştır; çantasından çıkardığı küçük su şişesinden birkaç yudum içer, genzinden tuhaf sesler çıkararak sesini kontrol eder. Oteline dönmesini nasıl sağlayabilirim, diye düşünür Kenan. Rüzgâr yeniden sertleşmiş Orman Kafe boşalmıştır. Mars bile huysuzlanmaya başlar. Hacer öylesine bir coşkuyla kaldığı yerden sürdürür ki kesemez.

-7-

Babasının ölümünden iki yıl sonra teyzesi birkaç gün kalmaya ablasının yanına gelmişti. Evlerinde hava biraz olsun değişir diye sevindi Hacer. Kadıncağız, ablasına bu durumda nasıl yardım edebileceği konusunda aklına düşen birkaç parça fikir kırıntısını bizimle paylaşmak istiyordu. Kuyunun dibinde atılıp unutulmuş birine, günün birinde yukardan bir el uzanmasıydı teyzesinin ziyareti. Annesi de mutluydu elbette ancak göstermiyordu, daha doğrusu göstermekten, gülümsemekten utanç duyuyor olmalıydı. Karşılıklı susup oturdukları günlerde kinlendiği oluyordu annesine, sonra unutuyor yeni yaralar açmak istemiyordu. Başka kimi vardı? Aslında bu görüşlerin eski Hacer’in mi, yoksa bunları anlatan şimdikinin mi olduğu pek açık değildi.
Teyzesinin önerilerinden birisi onlara yakın bir muhite taşınmalarıydı. Niçin olduğunu bilmediği halde içinde bir takım umutlar yeşertmişti taşınmak. Teyzesi ablasının böyle bir kararı düşünecek ve uygulayacak durumda olmadığını anladı. Hacer’in istediğini gördüğünden bayrağı eline aldı. “Tamam, hadi bakalım karar verildi. Anlaştık.” Ablası konuşmadı pencereden bulutlara baktı.  “Anlaştık, anlaştık…” derken yüz çizgileri iki yıldır ilk kez değişti Hacer’in, dudaklarının kenarında belli belirsiz yaşam çizgileri oluştu. Teyzesi zamanla gülmeyi de becerecektir diye geçirdi içinden. Epey ev aradılar, altı ay kadar; sonunda teyzesinin çabalarıyla evlerini satıp onların mahallesine yakın bir eve taşındılar. Annesi pek konuşmuyordu ama Hacer kahreden anılarından kurtulmaktan neredeyse göklere uçuyor, ancak bu yüzüne minik gülücük çizgileri gibi yansıyordu. Teyzesi durumun ayırdındaydı, mutluydu, doğru yapmışlardı.
Tüm çabalarına karşın bundan fazla sürdüremez Hacer. Bitkinlik çökmüştür üstüne. Park Kafe’ye yürüyüp biraz nefeslenirler. Kapanmak üzere olduğundan bir şeyler içme şansları yoktur.


-8-

Kunduz Otel’in kapısında ayrılır Hacer.
“İyi geceler…”  derken bakışlarını Kenan’dan alıp yıldızsız derin karanlıklara dikmiştir. “Bu gece biraz olsun on bir yaşındaki Hacer’i sezer gibi oldum. Bunun benim için ne demek olduğunu kimse anlayamaz. Paylaşmak iyi gelmiş olmalı.” Eğilip Mars’ı öper burnunun üstünden. Telaşlı adımlarla çifte kanatlı dış kapıdan otelin güvenli yarı aydınlığına atar kendini.
Leman’ın oteli dar, basık koridorları, oldukça alçak tavanı, sıkışık odalarıyla ilk görüşte epeyce iticidir; ama bir iki gün içinde güvendiğiniz ve sevdiğiniz dostlarınızın evindeymiş gibi hissedersiniz. Öbür otellerden farkı kadın eli değmiş olması. Hacer ilk kez girişteki daracık basamakları koşarak çıkar, hızla tıklatır odanın kapısını. Annesi açar kapıyı, her zamanki gibi donuk bakışları yere dönüktür.   
Her yanı ağrıyordur ama uykusu yoktur. Anlatmayı sürdürecek, yazacaktır. Gripten yüksek ateşle titrediği, yorganın altında büzüştüğü zamanlarda aldığı mazoşist keyfe benzetir bu durumunu. “Sen yat anne!” Doğrudan masasına yürür. “Yazmak istiyorum bir süre...” Bilgisayarını açar. Bu gece tükenmeden, her şeyi paylaşabilmeliyim. İçimde ne varsa çıkmalı, atmalıyım avuyu!
Üstünde kabanıyla oturduğunu fark eder, çıkarır atar, geceliğini giyer, banyoya geçip yüzünü yıkar, aynada gördüğü yüze utanmadan bakabiliyordur, belki de yirmi yıldır ilk kez… Neredeyse koşarak gider su ısıtıcısının yanına kendine büyük su bardaklarından birinde sallama çay yapar. İki eliyle kavrar sıcak bardağı, masaya taşır, ellerinin yanmasına aldırmaz. Oturur, bilgisayarda yeni doğmuş bir bebek gibi umutlu boş bir sayfa açar, ağız dolusu bir yudum alır sıcak çaydan, yanan damaklarında ilk kez hissettiği egzotik hazlarla yazmaya koyulur. Kenan’a geceyi onu dinleyerek geçirdiği için nasıl teşekkür edeceğini bilemediğini ilettikten sonra taşınmalarından sonraki günlerini anlatır…
Yattığında sabah olmak üzeredir, ama bir türlü uyuyamaz; bıçak sırtı bir sınavdan çıkar çıkmaz uyumaya çalışıyor gibidir. Bitkindir. Bir müddet sonra nazarlık gözü gibi koca çakıllı yeşil mavi bir denizin serin sularına kendini bırakırcasına uykuya gömülür.
∘∘∘































_7_







Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (1)





                                                              






Kitle iletişim araçları herkes tarafından kabul edilecek klişeleri yayar dünyaya. Bunların arkasında zamanın ruhu gizlenir. Bu ruh romanın ruhuna aykırıdır. Romanın ruhu karışıklıkların ruhudur. Her roman okuyucuya şöyle der: “Durum senin bildiğinden karışık.”
Basit ve hızlı cevapların patırtısı içinde sesini daha az duyurmaktadır roman.
Milan KUNDERA (d. 1929)


 Şirket’te on yılın üzerinde çalıştım. İşe başladığımda öylesi naif görüşler içindeydim ki, bu denli cehalet eğitimle bile olmaz diyesim geliyor. Çok iyi okullarda okumuştum. Bayağı isim yapmış bir devlet lisesini birincilikle bitirmiş, yabancı dille eğitim yapan bir üniversitede okumuştum –yabancı dile olumlu bir anlam yükleyeceğinizi sanıyorum, ben öyle düşünmüyorum.
Bana iyi yetişmiş diyorlardı.
Üniversiteyle tanışamamış bir aileden geliyorum; ne öğreneceksem öğrenecek, sözü geçen –paralı- biri olacaktım, herkes benden bunları bekliyordu. Bütün derslerimi başarıyla geçtiğim için çoğunlukla bir sürü insan bana bir şeyler danışmaya gelirdi. Böyle olunca ben de kendimi ‘hayat uzmanı’ sanmaya başlamıştım…
 Tuhaf bir huyum vardı –şimdi değişti mi, bilemiyorum-; gözümün tuttuğu birisi, örneğin lisedeki hocalardan biri bir şey söylediğinde inanıyordum. Ailemde diplomalı birisi bulunmadığından benim güvendiğim insanların hemen hemen tümü lise hocalarımdan oluşmuştu. Bazıları gerçekten çok bilgiliydi, özellikle onlara çok güvenirdim, adları hâlâ aklımdadır. Ama bizlerin nasıl bir yaşam cahili olduğumuzu kimse anlamamıştı. Örneğin biz lise son sınıfta, meslek seçmeden önce, ne bir doktorla, ne bir mühendisle, ne bir başka deneyimli biriyle, ne bir üniversite profesörüyle –hangi alanda olursa olsun-, aklınıza gelebilecek herhangi bir meslek sahibiyle iki laf edemeden seçimimizi yaptık.
Bu konu gündemimizde ilk yüze bile girmekte zorlanırdı, ciddi söylüyorum… Hem biz öğrencilerin, hem okul yönetiminin, hem de öğretmenlerimizin gözünde sıradan, küçük bir kuşkuya bile yer olmayan rutin bir işti yapmamız gereken: Gidip çok para getireceğine inandığımız dalları işaretleyecektik… Yönetimin en önemli işi bizim gibi yatılı öğrencilere, okula, yatakhaneye, etüde, yemeğe birkaç dakika geç gelince ceza kesmekti. 
Bize yol göstermek gibi bayağı(!) şeylere ayıracak zamanları yoktu.
Her neyse, aramızdan dersleri iyi olanların çoğu mühendis, bir kısmı da doktor, ekonomist… oldu.
 Yönümüzü şaşırmış çölde vaha arayan acemi bedeviler gibi çaresizce ‘Hayat Bilgisi’ dersi arıyor olmalıydık, ama susuzluğumuzdan haberimiz yoktu…
Yabancı dilde eğitim yapan bir üniversitenin sınavlarını kazandım, burs da verdiler.  İlk birkaç yıl İngilizcem yeterli olmadığından konulara pek derinlemesine giremedim; derslerdeki tartışmalara katılabilmek daha da güçtü. Belli bir zekânın adamı olduğumdan sınavlarda bir yolunu bulup geçer not almayı başarıyordum. Son sınıfta biraz olsun rahatladım ancak okul bitmişti. Bugün beni kimse anadilim dışında eğitim yapılan bir okula yollayamaz! Dil mi öğreneceksin, yurt dışında lisansüstü eğitimle birlikte… Başkasının diliyle eğitim, yabancı akılla düşünmek gibi bir budalalık; nasıl oluyor da anne-babalar, devletler bu tuzağa isteyerek dalıyor, anlamak güç... Yeterli ders kitapları mı yok, yabancı dilde kitap kullanılmasını bile anlayabilirim; ama mutlaka ve mutlaka kendi dilimde hocamla tartışabilmeliyim, başka türlü bilimsel kavramları sindirmek nasıl olabilir ki?
Canım boş ver para kazanmak için kavrama mavrama gerek mi var, derseniz, gene de iyi düşünün derim. Aslında biraz olsun yaratıcılık gerekiyorsa para kazanmanız için, o da zora girer…


-2-

Lisedeki –üstün başarı ile bitirmeme karşın- aymazlığım, üniversitedeki dil engelli körebe oyunum geçmişte kalmıştı. Artık anlamak istiyordum, hem yaptığım işi hem de bir parçası olduğumuz hayatı. Şirket’te çalışmaya başladığımda böyle düşünüyordum. Şeyda’ya söz ettim bu düşüncelerimden, ne dediğini pek anımsamıyorum, sanırım başka bir şeyle meşguldü.
Para kazanmak güzeldi. İlk yıl yapmam gerekenleri benden istendiği şekilde yapmaya büyük özen gösterdim; bana mantıklı gelmeyen şeyler olduğunda da pek çıkıntılık yapmadım. Bir gün, müdür çağıyor dedi bölüm sekreteri. Sanırım dördüncü yılımın sonuna doğruydu.
“Kenan, gel bakalım,” dedi Genel Müdür’ümüz.  Severdim onu aslında aklı başında kafası çalışan birisiydi. Önündeki dosyayı göstererek, “Bu işte fiyatlandırmaya itiraz etmişsin, nedir, bir şeyler söylediler ama, anlatsana…”
Geldiğimden beri çeşitli bölümlerde çalışmıştım. Önce üretimde, sonra satışta, şimdi de pazarlamada… Sonunda amirin ve sen karşılıklı değerlendirerek asıl görevini belirliyordunuz. Herhangi bir aşamada şirketin ‘bize yaramazsın’ deme hakkı vardı. Güzel bir uygulamaydı, çok şey öğrenmiştim.
“Ahmet Bey, bakın, böyle fiyatlandırma ayağımıza kurşun sıkmak, hayali maliyetler uyduruyor, işi pahalı gösterip kendimize tuzak kuruyoruz! 
“Peki, onlar ne diyor?”
“Ne olacak abi –müdürümüzle o kadar samimiyetimiz vardı- eski köye yeni adet getirme, diyorlar, şimdiye kadar hep böyle yapılıyormuş…” Baktım bizim Müdür Bey’in alın çizgilerindeki derinlik aynen duruyor, pek anlamış görünmüyor. Sürdürdüm. “Hani var ya, ‘şöyle diyorlar, böyle diyorlar…’ dediklerinde ‘kim diyor bunları ?’ derseniz yanıt alamazsınız, onun gibi bir şey bu da…”
Ahmet Bey’in bakışlarında değişiklik yoktu. Sesini çıkarmadı. Sonra duydum ki benim karşı çıktığım hesaplar üzerinden teklifi vermişler. İhaleye katılan firmalar anlaşmış fiyatları şişirmişler anlayacağınız… Öylesine ciddi bir kâr vardı ki işte, maliyetleri doğru hesaplamışsın , yanlış hesaplamışsın hiç önemi kalmıyor, sistem akıllı olanlardan çok gözü kara olanlara prim veriyordu. Kazanmanın, canlıların dünyaya gelmesiyle keşfedilen en ilkel ancak en emin yolu! Ben pişmiş aşa su katan biri rolündeydim... Ahmet Bey, “Olsun, biz senden memnunuz, moralini bozma…” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Kendimi gereksiz ve anlamsız hissettim, ne işim vardı burada…
Doğru düşündüğümden kuşkum olmamasına karşın kendime güvenim azalmıştı.
Duydum ki bizim büyük patron benim için “Zamanla ‘daha gerçekçi’ olacaktır, aslında iyi bir eleman!” demiş. Ben sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Okulda ‘Devlet! Devlet!’ deyip üste çıkmaya çalışan solculara karşı savunurdum serbest piyasayı… Patronun işaret ettiği ‘gerçekçilik’ serbest piyasa gerçekliği olmalıydı… Hâlâ çok mu saftım,  belki de kâr’a en kolay, en kısa yoldan ulaşmak işin can damarıydı, kitapların arasından bir türlü çıkamıyordum, ne bileyim… Neden kitaplar bunları yazmazdı, yani okuldaki ders kitapları. Belki de işletme fakültelerinde okutulanlarda vardı… Biz işletmeyi falan pek bilimden saymazdık… ‘Yoğurdu nasıl satarsın, gazozu nasıl beğendirirsin’in bilimi mi olurmuş… Onlar da bize ‘rakam hastası’ derdi… Biz ölçüp biçip standartlarını bulmadan gerdeğe bile giremezmişiz, Almanlara benziyormuşuz…
Aslında ben biraz böyleyim, geleceğe hep olasılıkları kestirmeye çalışarak bakarım. Bir kız gördüm mü, bu kız derim, yüzde otuz şöyledir. Bu müthiş, yüzde yüz evlenilir. Şeyda’yı gördüğümde de benzer bir şey söylemiştim. Kesin yüzde yüz… Kaçmaz anlamında…
Ne oldu? Ne olacak, sürpriz yapıp fos çıktım… Beceriksiz birinin rastgele seçtiği karpuz gibi…


-3-

Satışta çalışmayı istemedim, üretim de çok tekdüzeydi. Marketingde çalışacaktım, planlama, fiyatlama falan… Şimdiye dek şirketin gelişimi için önerdiklerimin çoğunu reddetmelerine rağmen bu teklif onlardan geldi. Ben de kabul etmek durumunda kaldım, çünkü istediğim bir yer bulamadım. Aslında şirketlerin fazla totaliter olduğunu ve yalnızca kârla ilgilendiklerini  düşünmeye –patronlar açısından bakınca haklılar, çünkü işin raconu bu- ve burası bana göre değil, demeye başlamıştım…
Takıldığım bir yer de şuydu, Şirket’te bir sürü önde gelen üniversiteleri bitirmiş genç vardı, onlar nasıl oluyor rahatsız görünmüyordu? Birkaçıyla yemekte konuşmaya çalıştım, Şeyda gibi sorumu bile anlamadılar. İaşe meselesi öne çıkıyordu tabii ki, benim için de öyle, aksi halde hemen ayrılırdım. Ama onlar bir şekilde durumu daha kolay sindirmiş görünüyorlardı. Ellerindeki projelerin kârlı olabilmesi için yaptıkları etik, hukuki, ahlaki, teknik cambazlıkları dinlerken bunları düşünürdüm.
Başımdan geçen bir olayda benim de onlardan farksız olduğum ortaya çıktı. Şirket’te sekiz yılı devirmiştim, artık oldukça deneyimli sayılırdım, Uzun zamandır üzerinde çalıştığım büyük bir ihale proje vardı. Çeşitli mühendislik dallarının iç içe geçtiği, artık benim adımla özdeşleşmiş, çocuğum gibi hissettiğim bir iş… Her bölüme uzun uzun anlatmıştım, hepsinin az çok rolü vardı… Yurt dışından alınması gerekli özel birimler için aylardır bir firmayla görüşüyorduk. İhalenin son ayında adamları çağırdık, geldiler, son teknik dökümanları bize verecekler, biz de kesin fiyatımızı belirleyeceğiz…
Tuhaf bir çalım geldi adamlardan. “Kusura bakmayın, biz daha önce konuştuğumuz fiyatlarımızı artırmak zorunda kaldık… Nedenlerimiz şunlar… -ister ye, ister yeme-, anlaşamazsak işi sürdüremeyiz…”
Buyurun buradan yakın diyorlar argoda…  Aynen öyle bir durum… Patronlara durumu bildirdim. Toplantılar, tartışmalar bir şey çıkmıyor… Başka bir şirket bulup anlaşmaya vakit kalmamış. Onca zamandır harcadığım tüm çabalar uçup gidecek, ihaleye bile katılamayacağız… Canım burnumda gözüm bir şey görmüyor… 
Bizim patron başkanlarını aradı ve işi oradan bağlamaya çalıştı. Tekrar aralarında görüşüp makul bir öneriyle döneceklerine dair söz aldığını söyledi; ancak bunlara güvenmenin hata olacağını, bizim işimizi sağlam kazığa bağlamamız gerektiğini de eklemeyi unutmadı. Ne yazık ki bunu nasıl yapacağımız konusunda küçücük bir ipucu bile göstermedi. Fırtınayı gösteriyor, başının çaresine bak yoksa ölürsün diyordu…
Eksik olma, pek makbule geçti…
Biraz rahatladıysak da ben bu uyanık firmayla işin yürüyeceğine inanmıyordum. Kuzuların sessizliği içindeydik, gözüme uyku girmiyordu. Birlikte çalıştığımız arkadaşımı çağırdım.
“Sen öğle yemeğine çıkar ekibi, yalnız iki saatten önce gelme; götürebileceğin en uzak lokantaya gidin… Lokantadan çıkmadan önce de beni mutlaka ara ve bildir…”
“Niye ki abi?”
“Sonra konuşuruz, sen dediğimi yap!”
Çıkmalarının ardından aradım.
“Neredesiniz?”
“Otobana çıktık, on beş yirmi dakika sonra lokantada oluruz…”
Sekreterimiz Şükran Hanım yeni işe başlamış, hoş bir kızdı, ona söylemiş, fotokopi odasını boşaltmıştım. Bütün işleri bırakmış bizi bekliyordu. Adamların çantaları ve bavulları bizim ofisteydi. Bütün teknik dosyaları çıkarttım, kopya edilmesi için götürdüm fotokopiye. Dosyalar elimdeydi, kopyalanan her dökümanı dikkatlice eski yerine koyuyordum. Şükran Hanım da yenilerini bizim için düzenlice başka bir klasöre dosyalıyordu. İki saate yakın çalıştık, gelenleri geri çeviriyor, kısa küçük cümlelerle konuşuyorduk; banka soyguncularının kasanın şifresini çözmeye çalışan arkadaşlarını beklerkenki gergin tedirginlik vardı üzerimizde. Şükran Hanım’a söz vermiştim biz de akşam gidecektik yemeğe.
İşimiz bitince dosyaları geri taşıdık yerlerine yerleştirdik; rahat bir nefes almıştık. Şükran’la aramızda adı konmamış bir yakınlaşma yaratmıştı bu hırsızlık. Artık ortak bir sırrımız vardı; ortak suç, kabahat aynı düşmana karşı savaşanların yakınlaşmasını sağlıyor olmalıydı. Ona karşı daha sıcak ve dostane duygular hissetmeye başlamıştım.
Bu arada telefon geldi. Lokantadan çıkıyorlardı.
Aynı akşam yabancılar ülkelerine döndü, yemekten mutlu olmuşlardı. Ben bizim ekibi yemeğe çıkardım, söz verdiğim gibi. Farklı bölümlerden iki mühendis, sekreterimiz Şükran ve ben gerçekten şık ve havalı bir İtalyan lokantasına gittik. Görevimizi tam anlamıyla yerine getirdiğimize inanıyordum. Yabancılar son anda kaypaklık ederek etik davranmamıştı, ben de onların cezasını vermiştim! Şimdi –umuyordum ki- onlarsız da teklif verebilecek durumdaydık… Biraz teknik yardıma gereksinim duyabilirdik; onu da zamanı geldiğinde düşünecektik…
Yemek keyifli geçti. Tüm ekibin morali, kendine güveni, enerjisi yerine gelmişti; uçurumun kenarından dönmüştük, tüm emeklerimiz heba olabilirdi, kara talihimizi küçük bir manevrayla çevirmiştik… Yemeğin sonunda ertesi sabah saat on birde buluşup yeni bilgileri incelemek üzere ayrıldık…
Şükran’ı evine ben bırakacaktım, evi yolumun üzerindeydi; diğer arkadaşlara iyi geceler dileyip ayrıldık.  Şarabın etkisiyle olacak bana bir rehavet çökmüştü. Direksiyonda kafama hiç düşünmediğim tuhaf düşünceler akın ediyordu. Yaptığımız düpedüz hırsızlıktı. Ve biz soygun akşamı banka soyguncularının filmlerde yaptığı gibi kutluyorduk… Arabayı biraz ilerdeki park alanına sokup stop ettim.  Şükran’a bakarak konuşuyor aslında onu görmüyordum.
“Şükran, saçmaladık biz, benim şimdi aklım başıma geliyor, başarabilme heyecanıyla gözlerim kararmış olmalı, adamların alçakça manevrasına öylesine canım sıkıldı ki, sanki intikam alır gibi, ne yaptığımı bilemedim… “
“Şirket için yaptınız, Kenan Bey…”
Titriyordum ve midem bulanıyordu. Bir iki dakika dinlenmek istediğimi söyleyerek dışarı çıktım. Açık hava iyi gelmişti ancak titremem durmak bilmiyordu. Baktım Şükran da çıkmış yanıma geliyor.
“İyi değilsiniz, evim çok yakın, hemen ilerde… Kahve yaparım, dinlenirsiniz…”
Yok daha neler! Şükran’la birlikte arabaya döndük, on dakika kadar gittik, sağdaki blokları işaret etti, park yerinde hemen girişte bir yer bulduk.
“Şükran, bu iş canımı sıktı, midem de kötü, bu saatte…” Geveledim.
“Canım saati var mı? Kendinize gelin…”
Çıktık. Nisan’ın başları olacak, hava epey serindi. Birkaç dakika sonra Şükran’ın küçük salonunda koltuğa gömülüp ayaklarımı uzattım karşı sehpaya; üzerime bir battaniye istedim, gözlerimi kapadım. 
“Bu migren olmalı Şükran, bana arada bir uğrar, özellikle üşüyünce ve de stres altında canlanır. Galiba biraz soğuk da aldım…”
“Ben şimdi ıhlamur yaparım, bir de ağrı kesici tamamdır…”
On, on- beş dakika sonra gözüm açıldı, kendime gelmiştim.
“Ben artık gideyim…”
İçerden seslendi. “Geliyorum Kenan Bey!”
Bluzunu değiştirmiş, makyajını tazelemiş, dirilmiş, canlanmış ve güzelleşmişti. Açık yakasından kurtulup yayılan beyaz teninin çekimine giriverdiğimi anımsıyorum. Damarlarımdaki kan kaynamaya başlamıştı. Gelip yanıma oturdu.
“Merak etmeyin şimdi bir şeyiniz kalmaz…” derken, eğilip elini kanepeye uzattığım elimin üzerine şefkatle güvercin kanadı yumuşaklığında bıraktı. Sanki bir kor yanıyordu elimin üstünde, ancak tatlı bir sarsıntıdan başka bir şey duymuyordum; bir anda sarhoş edici bir teslim olma duygusuna kapıldım; bana doğru eğilince neredeyse tümüyle açılmış mini eteğinin altından yayılan beyazlık beynimi esir etmişti, hücrelerimin dokunmak ve içinde yitip gitmek arzusuyla yandığını hissediyordum. Kafamı kaldırınca bakışlarını yakaladım, ela gözlerinin okyanusunda kaybolmuş, her şeyimle bırakmıştım kendimi… Zamanın nasıl akacağını bilemediği bir an geçti, eğilip bıçağını karnına dayamış harakiri yapan bir Japon’un saplamadan önceki donmuş birkaç saniyesi gibi. Ardından serseri, başıboş, dalgalarla boğuşulan saatler…
Yatakta uzanmış yatıyorduk… Saate baktım neredeyse iki saattir buradayım… Bugün tam suçla, kabahatle, günahla -adına ne derseniz deyin-, sıvanma günümdü.
Huzurla yatıyordu Şükran, aldırmış görünmüyordu; kim bilebilir kafasındakileri… Niye yaptık ki şimdi bunu, diye düşündüğünü sanıyorum. Hoş kızdı, ne diyeceğimi bilemedim. Hızla bir banyo yapıp yanaklarından öptüm ve ayrıldım. Tuhaf bir yakınlık duydum Şükran’a, çevremdeki beni anlayan tek kişi diye düşündüm. Cesur ve gözü kara bir kız.
Geldiğimde Şeyda uyuyordu. Sabah dokuzda uyandım, çoktan işe gitmişti.


-4-

Proje ekibi zamanında toplandı, bilgileri paylaştırdık ilgili bölümlere. Üç gün çalıştılar. Kimseye gereksinim duymadan ihaleye girebilecek durumdaydık. Bunun dışındaki idari ve hukuksal zorunlulukları halletmek çocuk oyuncağıydı.
Patron’dan randevu aldım, olanları ayrıntılarıyla bilsin istiyordum. Tek bir soru sormadan yarım saate yakın dinledi. Sonra ayağa kalktı, büyükçe bir apartman dairesi kadar geniş olan odasını bir süre turladı, kafasını yerden kaldırmadan. Sonra bana bulutlu gözlerle baktı, “Keşke,” dedi “bana önceden bildirseydin…” Biraz daha düşündü, karşı duvarlarda gözlerini gezdirerek, önünde kanlar içinde yatan avının çevresinde dolanıp duran aslanlara benziyordu. Vazgeçmeyeceği kesindi, sorun neresinden parçalamaya başlayacağıydı.   “Ama olan olmuş ne yapalım, gerçekçi olmak zorundayız. Bekleyelim bakalım, nasıl bir fiyat verecekler, ona göre bir yön belirleriz…”
Ben bu gündelik hayatın ‘gerçekçi’ yaklaşımlarına hayrandım!
Bir hafta sonra haber çıktı firmadan, fiyatta önemli bir değişiklik yapmamışlardı. Birlikte yürümemizin piyasa mantığı yoktu. Nereden baksan yine aynı fahiş fiyatları çakmışlardı. Asıl maç şimdi başlıyordu. Patron herkesi topladı: Ben, mekanik ve elektrik bölümün başı,  işi yürütecek projenin müstakbel müdürü, Şirket’in genel müdürü.
Elimde kalem, önümdeki sayfaya anlamsız işaretlerle çiziktirip duruyorum. Vicdanımda küçük de olsa bir çizik yok değil. Bak küçücük çiziklerden söz ediyorum, alışıyorum defolu vicdan taşımaya galiba. Benim için de “hayatın gerçekleri” arasına giriyor olmalı, çifte inançlarla, uyumsuz düşüncelerle aynı yatağı paylaşmak… Aslında masada gururla oturduğumu bile söyleyebilirim. Ne de olsa bu masada bir iş olasılığından söz edebiliyorsak benim beceri gücüm sayesinde; biliyorums pek bir entelektüel başarı sayılmaz, ama yine de hemen pes etmeyeceğim, direniyorum. İşlerin değeri sonuçlarla ölçülmüyor mu, sonuç dediğimiz nedir? Kâr, doğru değil mi? Kim karşı çıkabilir? Kanunlar karşısında şuçumuz? Var sayılmaz, üstelik biraz eğip bükersem işi “ülkem için faydalı bir şey yaptım”a bile götürüp bağlayabilirim. Kabul ediyorum bu olayda iri ufak bir vicdan hesaplaşması var…  ona da alışıyorum, her geçen gün biraz daha yükü hafifliyor… Dudak bükmeyin, sizin sokağınızın dili daha mı püriten, her gün işlediklerinizi Kur’an’la mı ayet ayet kontrol ediyor ve tutmayanları ertesi gün geri çekiyorsunuz? Seküler ahlakçılar, Kant’ın ahlak metafiziğiyle mi yatıp kalkıyorsunuz sizler? Ben de sizin gibi yapıyorum işte; bir biçimde kendimi gündelik yaşantımda beni pek üzmeyecek şeylere inandırıyorum… Hayır buna “kandırma” demiyorum ben… İşte burada yapmaya çalıştığım gibi bir şey yaptıklarım.
Patron –Şirket’in üç ortağından bu işle ilgili olanı- önce her bölüm sorumlusundan görüş istedi, elimizde yeterli bilgi olduğuna emin olmak istiyordu. Teknik bölümler olumlu görüş bildirdi, işletme sırasında bazı eksiklerimiz olabilirdi, onları da Avrupa’nın çeşitli kuruluşlarından bulmamız mümkündü. Patron teşekkür ederek onları gönderdi. Proje müdürüne döndü, kaşlarını yukarı kaldırarak sıranın ona geldiğini işaret etti. O da benimle ayrıntıları görüşmüştü, bazı güçlükler vardı ama altından kalkılamayacak şeyler değildi.  Genel Müdür de benzer yaklaşımlarla tek başımıza yürüyebileceğimiz görüşündeydi; yabancılara istedikleri o büyük paraların ödenmesinin mantığı yoktu.
“Pekâlâ…” Bir yudum su içip genzini temizledi Patron. “Böyle yürüyoruz, pazarlığı kesiyoruz yabancılarla. Şirket bu riskleri alarak buralara geldi. Bilmenizi isterim, bu iş şimdiye dek aldığımız, sorumluluğunu tek başımıza üstlendiğimiz en büyük iş, hepinizin bunun bilincinde olmanızı isterim.”
Odaya temkinli bir kendine güven iklimi yayılmıştı. Patron’un övgü dolu bakışları bana döndü.
“Biliyoruz,  Proje ekibinin üstün çabaları sayesinde bu noktadayız, uygulama grubunun bunu gözden kaçırmaması ve anlayışlı davranmasını özellikle istiyorum…” Son cümleyle birlikte bakışları işi yürütecek olan yeni Proje müdürünü işaret etti.
Teşekkür ettim. Duygularımı birkaç dakikada paylaşmak istediğimi söyledim. Biraz şaşırmış olduğunu gizleyemeyen gözlerini irice açarak başıyla onayladı. Genel Müdür sekreterinden çay göndermesini istedi. Garson gelinceye dek şirket kültürünün belkemiği, futbol maçları konuşuldu, hafta sonundaki büyüklerin karşılaşmaları.
Çayımdan ilk yudumu aldım.
 “Bu işe çok zaman ve çaba harcadık. İki yıl var, yazıyoruz çiziyoruz, sonunda iş çıkmaza giriverince ne yapacağımızı bilemedik, bir anda tüm emeklerimiz uçup gidecekti… Neredeyse bir refleksti son kararımız; ne yazık ki oynadığımız oyunun ölçütü kâr, ona da yalnızca hukuki, kanuni ve ahlaki yollardan gidilmiyor… Çaresiz, ezik, sıkışmış hissettiğimden, kapana kısıldığımdan canımızı kurtarmak isteğiyle… Bunları söylerken, çok pişman oldum, yapmamalıydım falan dediğimi sanmayın, öyle düşünsem yapmazdık, bizi kimse zorlamadı… Ancak...”
Garson bardakları almaya içeri girmiş, toplamaya başlamıştı. Genel Müdür sekretere kızdığını mırıldanarak gösterdi, “Sekreterlerimiz işini yapsa böyle kesilmez… Toplantılar… Oğlum, acele et biraz.” Patronun suratı asılmıştı, benim işi neye bağlayacağımı bekliyor olmalıydı.
“…ancak sonuç almak için böyle manevraların işe yarayabileceği bu tür işlerde rol almamaya karar verdim. Bu son olsun istiyorum. Görevi bırakacağım… Bunları sizlerle neden paylaşmak istedim, pek açık seçik üzerinde düşünmeye vaktim olmadı, yalnızca arzumun şiddetini iyi biliyorum, bunu yapmaya beni iten. Belki bu duygularımı Şirket’in duymaya hakkı olduğunu, ilerdeki stratejilerini şekillendirecek unsurlardan biri olabileceğini düşünmem; belki de, acaba yanlış mı yapıyorum duygusuyla birilerinin beni eleştirmesini bekliyor olmam… Evet, sanırım bu kadar söyleyeceklerim, teşekkür ederim…”
Pişmiş aşa şu katmak diye buna denirdi. Hava birden bire ılıman, güneşliden limoniye dönüvermişti. Bir süre kimseden ses çıkmadı, patronu bekliyor olmalıydılar. Yavaşça ayağa kalktı Patron.
 “Herkes söyleyeceğini söyledi, artık dağılabiliriz…” Konuyu burada tartışmak istememişti.
∘∘∘










                                                                                         

_8_





















Sonra her şey değişti
Yolum bir ormana düştü
Gür otlar, çalı, ceylan
Vurulan ben oldum, bu onun resmi.

Bunlar da ellerim yazgı çizgi
Derken tenha bahçe
Biraz dinleneyim dedim
Kovulduğumun resmi.

Behçet NECATİGİL (ö. 1979)


Toplumun çarklarından biri olmaya çalıştığı zamanlardaki boşluğun rahatlığı hafızasında hâlâ diridir… Tek rizikonun can sıkıntısı olduğu boğucu, reksiz, güvenli boşluk… Baştan çıkarıcı bu hayat zehri incecik bir cam tüp içinde kafasında dolaşıp durur Kenan’ın. Tüp kırılabilir mi acaba? Bu boşluktan kendini kurtarmış, Kunduz’a atmıştır… Doğrunun bir yanıdır bu… Diğer yanı ise, yetenekleriyle, yapabildikleriyle gerçekten kendisi olabileceği bir kimlik üretmek zorunluluğu… Eğlenceli olsa da çok riskli… Renklidir, çekicidir, çünkü kendisiyle ilgili hakiki sezgileri izliyordur. Ancak içine bu sezgileri, duyguları dolduran Tanrı’nın  uygun yetenekleri de koymuş olduğu konusunda elinde bir delil yoktur… Sahte ve uydurma bir kimlikle yaşamak istemiyorum, diyorsa bu dağa tırmanmak zorundadır.
Gemileri yakmalı, dönüş yollarını dinamitlemelidir. “Ya yapamazsam?” sorusunu zihninden söküp atmalıdır… Becerebildim deyinceye dek,  gün gelecek, bu lanetli soru başına üşüşecek, kanını emecektir; bilir. 
Kenan, “ya yapamazsam?” sorusunun cevabının, “yapamazsam yaşamak istemiyorum…” olduğunu derinlerde bir yerde hissediyor, ancak kendine bile açık edemiyordur. Yaşamdan “kapıyı vurup çıkmanın” o denli kolay olmadığının farkındadır. 
Sert, soğuk sonbahar akşamı kararmak üzeredir. Emine Hanım’a uğrar, pişirmesini istediği yemekleri söyleyecektir. Soğuk esintiler kış rüzgârlarına dönüşmektedir, üstündeki eşofmanları değiştirmesinin gerektiğini düşünür. Kapıyı elinin arkasıyla hızlıca tıklatır. Yaşının üstünde gösteren, kara kuru, delik deşik edilmişçesine çizgili güleç yüzüyle görünür kapıda Emine Hanım.
“İyi ki geldin, buyurun, ben de size uğrayacaktım…”
“Sağ ol girmeyelim, yürümek istiyorum,” der Kenan ve istediği yemekleri söyler.
“Çay demleseydim, kırkta bir gelmişsin…” Tuhaf bir tedirginlik içindedir Emine Hanım.
“Bir şey mi diyecektin?”
Emine Hanım kapana kısılmışmış kuş gibi panikler. Ayaküstü konuşulmazmış diyecekleri. Biliyormuş ya Kenan, tanıyormuş şu Dağ Otel’in bekçisi Hamza’yı, eski pehlivan, onun bir sıkıntısı varmış, ama öyle bugünden yarına acelesi yokmuş. Nasıl olsa iki gün sonra gelecekmiş o zaman oturup konuşurlarmış.
“Olur, nasıl istersen. Kolay gelsin…” deyip ayrılır Kenan. “Hadi bakalım Mars, gidiyoruz.”
Dönüp Ovacık yoluna girerler. Kışa yalnız gireceğim diye geçirir içinden. Hacer gitti, kolayından geri dönmez… O uzun gecenin ardından, ertesi gün haber bile vermeden ayrıldı Kunduz’dan. Önümüzdeki bahara daha donanımlı girmeliyim, bir yıl olacak o zaman, elimde kendime hak vermemi kolaylaştıracak bir şeyler olmalı. Kışı iyi kullanmalıyım, yolum açılmalı, yazmayı sürdürmem için yeterli nedenim olmalı artık. Kendi gözüme girebilen, elle tutulur, işe yarar şeyler… 
Telefon.
 “Sen aramazsın, bundan sonra gör bakalım…” Leman’ın deli dolu sesi coşku yükler yaşam akülerine Kenan’ın.
“Ne hoş sürpriz, beni biliyorsun işte, utandırıp durma!”
“Nerelerdesin bakalım, gelsene çaya!”
“Ovacık’ı bekliyorum, büyük keyifle. Benim eski otelin önündeyim birazdan orada olurum.”
Leman saçlarını uzatıp arkadan bağlamış, bakımlı, birinci sınıf bir yerde özenle dikildiği hemen anlaşılan camgöbeği bir döpiyes içinde, gözlerinde hiç eksik olmayan pırıltı alev olmuş yanıyor.
“Anlat bakalım, nerelere kayboldun?” Öpüşürler.
“Hep sende olacak değil ya, bu kez bende…”
“Neymiş onlar?”
Leman patroniçeler gibi sandalyesinin arkalığına iyice yaslanır:
 “Nişanlanıyorum…”
Bu haber öylesine rahatlatır ki Kenan’ı, sevincini abartıp Leman’ı gücendirmekten çekinir.  Dengeli tepki vermeye özen gösterir.
 “Harika! Kutlarım, tebrikler…”
Yanlarında başka birisi olsa fark eder miydi bilinmez, ama Leman’ın hafiften burulduğunu kaçırmaz Kenan. Narin bir hüznün yalnızca dikkatli gözlerin ağına takılan durdurucu, dindirici, yatıştırıcı etkisi Leman’ın gözlerindeki pırıltıyı kaçırmıştır. Susarlar. Epey zaman alan birkaç dakika geçirirler.
 “Senden önce vardı bu olasılık, bir süre kesintiye uğradı.”
Leman suskunluğunu bozmuştur, ancak hâlâ tedirgindir.
 “Elbisenin çok yakıştığını söylemeye vakit olmadı,” der Kenan.
“Teşekkür ederim… Ee anlat bakalım aylar oldu, ne yapıyorsun?” Başıyla garsonu çağırır, çay, kurabiye, börek ister Leman ve keyifli bir coşkuyla sürdürür: “Seni de kendim gibi deli gördüğümden olacak, bana heyecan veriyorsun,  neler yapacağını merakla bekliyorum. İki deli birlikte çekilmezdik, birimiz yeteriz bulunduğumuz yere. Dostluk için üçüncü kişi fazla derler ya, ben aşkta bile bazen iki kişinin fazla geleceğini düşünüyorum. Al ikimizi hangi aşkın ipi çeker bizi… Ama sen uyandırdın, ben gene dalardım bodoslamadan… Her neyse, bunları bil istedim.”
Alev kırmızısı demli çaylar masaya yerleşti. Patrona özel haşhaşlı çörekler, tel tel açılmış su börekleri, unlu kurabiyeler, Osmanlı’nın başlı başına bir uygarlık olan mutfağının seçkin ürünleri…
Leman’ın dostluğunun onun için ne anlama geldiğini anlatmak kolay değil. “İkiyüzlü mü davranıyorum?” diye geçirir içinden Kenan. Hayır, kendine haksızlık ediyordur; bu adil bir tutum değil kendine yatığı bir acımasızlıktır. Yeni bir dünyanın ve yaşamın başında, kıvrak zekâsıyla gündelik hayatla bir yandan dalgasını geçerken diğer yandan bunaltan gerçeklikle kol kola girecek denli yakın olabilen güzel bir kadının sıcak dostluğu, “Benim gibi çılgın birisin…” diyen sıcaklık… 
Leman’ın vücut dilinin keskinleşmesinden keyfinin yerine geldiğini anlar.
“Bu kış ilerlemeliyim, önümde birkaç yılım var…”
Manyak ulan bu adam, der gibi bakar Leman.  Konuyu bildiği dile çevirir.
“Epeydir aklımda, sana söylemek istiyorum bir türlü fırsat olmadı; istersen Kasaba’daki yüksekokulda sana ders ayarlayabilirim…” Kısa bir sessizlik gelir, ardından devam eder. “Hani o gece var ya… senin evde… Birlikte tatlı yediğimiz, hatırlıyor musun?” Evet, diye başını sallar Kenan. “O gece de aklımdaydı… ‘İyi bir haberim var’  demiştim…”
“Evet, evet çok iyi anımsadım…” Leman’ın içtenliğinden etkilenmiştir Kenan. “Sağ ol çok zarifsin, ancak henüz düşünmüyorum; istediğim zaman seni mutlaka ararım, teşekkür ederim.” 
“Sen bilirsin, ben söyleyeyim, kulağının bir kenarında bulunsun…” Arkasını dönüp çayları tazelemelerini işaret eder; kızmıştır garsonlara.
“Bak değil mi? Yok aldırmazlar, İlla sen söyleyeceksin…”
Elimi sürmeyeyim diyorum ama yine de dayanamıyorum diyerek büyükçe bir dilim su böreği takar çatalına.
“Efendim, iyi günler diliyorum…” Arkadan yaklaşan İsmet ikisine de selam verir, ellerini sıkar. “Kusura bakmayın bir görüşmem var, sizin otelde kalıyor Leman Hanım, katılamayacağım size.”
“İsmet’i görünce, sen Semih’le yakındın değil mi? Nerelerde bu adam, çok mu meşgul?”
“İsmet’e sordum geçenlerde, en az birkaç kez görüşüyorlarmış haftada; ama beni aramıyor…”  Bu durumu gerçekten anlamadığı okunur gözlerinden Kenan’ın.
“Semih kesmeyeceği koyuna ot vermez, onun dilini ben iyi anlarım; yine pis bir işi vardır…”


-2-

Eve geldiklerinde temizlik bitmek üzeredir. Emine hanım çaydanlığı kaynatmış, iyice ısınan porselen demliğin içine dört yüklü tatlı kaşığı Çaykur filiz çayını koymuş ve üstüne kaynamış sudan kararınca çekmiş. Evin yüksük kadar mutfak-salonunu demlenmemiş çayın ham meyve burukluğundaki kekremsi  kokusu tutmuş. Demli çayın baygın aromasının gelmekte olduğunu bildiren bir bayrak gibidir bu koku. Emine Hanım’ın korkusuna Mars’ın ayaklarını iki kez yıkar Kenan.
Kabanını, atkısını, başlığını çıkarıp girişteki küçük portmantoya asar. Saate bakar zamandır. Akşam olmak üzere… Erken vakitte damlarlarsakızdırırlar Emine Hanım’ı. Temizliğin orta yerinde kimse ayaklarına dolansın istemez.
“Zamansız gelmedik ya?”
“Bitti bitecek, çayı demledim…”
“Kurabiye kokusu alamıyorum?”
“Onsuz gelir miyim…”
Temizlik sonunda kurabiye-çay İngilizlerin beş çayı gibi gelenekselleşmiştir. Çayı beklerken otururlar küçük yuvarlak masaya, taze kurabiyelerden bir öbek vardır masada. Kenan bekleyemez alır bir tane.
“Emine Hanım, söyle bakalım, nedir Hamza’nın meselesi?”
“Hamza seninle özel konuşmak istermiş ama yüzü tutmazmış…” Başındaki eşarbı düzeltip saçlarını içine sokar. “Benden aracı olmamı istedi…”
“Nedir ki böyle aracılı falan, pek hayırlı değil gibi, ne dersin?”
“Ben yalan yanlış şeyler söylemeyeyim, kendisi gelsin…”
Köy yerinde aracılı konuşmanın söylenemeyenlerin habercisi olduğunu Kenan’ın da bildiğini düşünür Emine Hanım.
“Bu akşam, ne zaman isterse...”
Emine Hanım Köy’deki dedikodulardan konuşur. Gündemin başında Hacer… Ormanda cirit atan güzel bir hanım konuşulmayacak da ne konuşulacak. Dikkatli ol demeye getirir lafı, biraz ağzına gözüne bulaştırsa bile anlar Kenan.
“Bu köyde Hamza ve sen, her şeyimle kefil olurum,  Allah korusun…”
“Merak etme, bildiğiniz gibi değil aslında…”
Kenan’ın camiye gidip dua ettiğini bilmeyen yoktur. Emine Hanım gittiği her yerde gururla anlatır. Hacer’in böyle bir insana pek yakışmadığını usulünce dillendirmeye çalışır. Hamza’ya gelince, camiyle pek işi olmaz, bilir; ama onun Allah’ın evliya kullarından olduğuna inanır…
“Şu deli pehlivanın da kulağını çeksen, senin sözünden çıkmaz. ”
Gülerek şefkatle omzuna vurur Kenan. 
“Hamza’yı  hemen yollayayım…” Telaş içinde çıkar Emine Hanım.
Hamza, geniş omuzları, yapılı kolları, tepesindeki saçsız bozkırın hızla genişlemeye yüz tuttuğu toparlak başı, ısıtan içten gülümsemesiyle görünür. Kapının içinde birkaç boy küçük bir çerçeveye güç bela sıkıştırılmış kötü bir sulu boya tabloyu andırır, acemi bir ressam elinden çıkmış.
“Hoş geldin Hamza, çay doldur bakalım kendine, sonra gel otur.”
Sandalyelerden birini açarak yer gösterir Kenan. Hamza küçük mutfakta züccaciyecideki fil gibidir, birkaç numara büyük gelmiştir eve. Omuzları neredeyse tüm rafları kaplar. Çayını kapar gelir, çevresini kırıp dökmeden sağlam tutmaya aşırı özen gösterdiği her halinden bellidir.
“Kenan abi, ben bu dünyaya pek yakışmam, biraz fazlaca düşünürüm…”
“Bırak abiyi benim büyüğümsün…”
“Kenan… “ deyip arkasını getiremez Hamza.
 “Kenan Bey diyebilirsin, mesela.”
“Biraz böyleyim. Senelerce önce karakucak güreşiyorum… Muhtar vardı, Allah Rahmet eylesin, geldi bir bahar bana. Yeğeniyle güreşecektim, ben yeterince adam yenmiştim. O genç toyun biriydi ve çok hevesliydi, ona biraz anlayışlı davranıp yenilir miydim? Ben nasıl olsa daha çok adam yenerdim. Bunda kötülük görmedim. Sonunda birileri şikâyet etmiş, durum ortaya çıktı. Bana iki yıl güreşmeyi yasakladılar… Böyleyim…”
 Susar. Kenan konuya gelsin ister.
“Biliyorum nasıl biri olduğunu… Söyle dinliyorum…”
Hamza görünen safdillik perdesinin altındaki işlenmemiş zekâsıyla ondan isteneni anlamıştır. Başını eğer önündeki soğumuş çaya ve dokunamadığı taze kurabiyeye dikilir gözleri. Çayı hapazlayıp bir koca yudumda yok eder. Bardağı indirir.
Suskunluk.
“Ben çaylarımızı tazeleyeyim… ” Kenan ayaklanır, mutfağa yönelir.
Hamza’nın kürek gibi ellerinde kaybolur bardak. Bakışlarına Kenan’dan başka hedefler arayarak başlar tekrar anlatmaya. Beş yıl kadar önce tuhaf ağrılarını gidermek için Kasaba’ya hastaneye başvurmuş. Doktor epey bir bakıp ettikten sonra gitmiş, bir iki doktor daha çağırmış, hep birlikte konuşmuşlar. Sonunda ilk doktor onu almış yanına bir sürü şey anlatmış. Ama nasıl anlasın bu kalabalık laflardan pehlivan… Aval aval bakmış adamın yüzüne. Doktor bu kez işini kısa tutmuş, bir balta darbesiyle işini bitirmek isteyen oduncu hoyratlığında konuşmuş.
“Bak pehlivan, bu kötü hastalık. İlacı pek yok. Arada bir gelip bizde yatacaksın… Ama, işte, Allah’tan ümit…”
Anlamış Hamza, aptal değil ya! Doktorun beklediğinin tersine pek dert ediyor görünmemiş. Biz, demiş, Mevlam ne verdiyse onu yaşadık. Şimdi böylesini münasip görüyorsa bize ne düşer ki boyun eğmekten başka. Arkasından saatler süren bir yarım dakika beklemiş… Sonra koskoca gövde, kürek sapı gibi omuzlar arasında yapıştırılmış gibi duran tostoparlak kafasıyla sarsıla sarsıla hıçkırıklara gömülmez mi? Doktorun eli ayağına karışmış, atsa atamaz, tutsa tutamaz, kaldırsa gücü yetmez! Şaşkın.
“Yapma be! Koskoca pehlivan… Olur mu? Hem ne oldu ki birden? Durdun durdun, sonra…”
Hamza’nın aklına son anda düşen Dut’muş… Onun on yıl önce uğruna köyünü, ablasının evini terk ettiği köpeği… Tuğla kırmızısı tüylü, kahverengi gözlü, birlikte yediği, birlikte gezdiği, birlikte uyuduğu köpeği… Zaten yaşlanmış artık. Ona kim bakacakmış… Onu on yıl önce birkaç aylıkken köyde yalaktan su içmeye çalışırken bulmuş. Boyu yetişmiyormuş, kocaman avucunun içinde kaybolmuş su içirmek için kaldırdığında. Doya doya su içirmiş sonra bırakmış yere. Tam gidecek, minicik kahverengi gözleriyle vadinin dibinden dumanlı dağların tepesine fırlatır gibi bir bakışını yakalamış. Hamza’nın dağ gibi cüssesi erimiş bu gözlerin ışığında. Tekrar kucağına almış onu. O anda çeşmenin yanı başındaki kocamış dut ağacına ilişmiş gözü. Hamza’nın bu ağaca anlayamadığı bir bağı varmış. Geniş gürbüz yaprakları içini açarmış. İpek böceğinden soyu mu varmış, nedir?  O zamandan bu yana adı Dut’muş, kahverengi gözleri alev gibi yanan ufaklığın. Ablası Dut’u evine kabul etmek istememiş, o da evi terk edip Dağ Otel’deki bu işe talip olmuş. Hatta biricik yeğeni Osman bile hüngür hüngür ağlamış Dut’un ardından. Ama kime anlatacaksın? Annesiyle babası Nuh demiş, peygamber dememiş. Son aylara dek Osman’a Köy’e gelip Dut’u sevmesi için bile izin vermemişler. İlk kez iki ay önce gelebilmiş.
İşte bu Dut’muş Hamza’nın esas ağladığı. Yaşlanmış artık çok, ona kim bakacakmış şu günlerinde. Doktor bunu duyunca, ağlamasına pek hak vermese de daha bir anlayışlı görünmüş. Hayatta uzun boylu gözü olmadığı halde, Dut için yaşayabildiği kadar yaşamak istediğini söylemiş doktora.
O zamandan bu yana zaman geçmiş, şimdi ne öğrensin Hamza, yenilerde... Dut’u da çekip almak istemiyor mu kudretine kurban olduğu Mevla?
“Her şeyi bitirmiş, bizimle uğraşıyor sanki!” Artık Dut ağrı sızı içinde inleye sızlaya geçiriyormuş günlerini. Uyutalım diyormuş veteriner.
Kenan, sıcak çay iyi gelir bahanesiyle kalkıp karşısındaki tuvalete atar kendini, gözlerinden başıboş, serseri hayatlar gibi zamansız iniveren yaşları saklayabilmek için. Hamza’nın karşısında neden ağlayamadığını bilemez. Ne bok bir sahte büyüklenmedir bu! Buraya kadar değil mi bütün numaran, tık deyince bitmiyor mu her şey?
Tuvaletten çıktığında kaçamak bir göz gezdirir minik salonuna. İri gövdesi yumruklarının üzerinde yürümekten yorulmuş, dinlenen, gümüş sırtlı bir erkek gorili andırır Hamza. Arkası mutfağa dönük, ağarmış tellerin belirginleştiği kızıl kahve düz saçları kulaklarına dökülmüş, anlattıklarını yalanlayan güleç yüzü, bahara dönen vakitlerin erken açmış şeftali çiçekleri kadar korumasız ve umutlu. Oturduğu sandalyenin arkalığı sırtında denizdeki martı gibi duruyor. Bir şey söylemiş olmak için konuşur.
“Hamza, ne gelirse elimizden, gücümüz nereye kadarsa…” Söylediklerine inandığından kuşkulanılsın istemediği için iyi rol yapması gerektiğinin ayırdındadır.
“Kenan Bey, neden sana geldim bilir misin, aklında bir kuşku kalsın istemem…”
“Neden gelirsen gel!”
“Yok, ondan değil, şu ki, iki sebepten… Önce, sen Allah’ı lillahı bilirsin, camide alnın yere değmiştir, hem de ne bileyim, okumuş, belli ki öğrenmişsin bizim bilmediklerimizi… Hem de köpeğin var, böyle olunca ben sana danışmaya... Başkasına değil sana… bundan, yoksa başka şeyden belleme.” Ara verir Hamza bir süre sonra tekrar başlar bıraktığı yerden:
“Biz artık gidelim, deriz, karar verdik Dut’la; oturduk konuştuk, yeter dedik, durduğumuz kadar durduk, yediğimiz kadar yedik…”
Kenan bir yandan dinlerken diğer yandan neler yapabileceğini düşünüyordur. Son cümlede bir şeyleri kaçırdığını fark eder.
“Nereye Hamza, senin memleketin değil mi burası?”
“Öyle olur olmasına da, göçelim istiyoruz be Kenan Bey, güzel Allah’ımın bizi çağırdığı yere; bizi yanına istiyor, görünen o, hem de ikimizi birden… İyi de ediyor, biliyor ki biz ayrı yaşayamayız…”
Kenan birkaç zavallı kelimeyi devreye sokarak durumu idare etmeyi düşünür, ama bunu, kaybeden generalin yılışarak durumu kurtarmaya çalışması gibi, ucuz ve sakil bulur. Sessizliğe sığınır. En azından Hamza kadar bilge olabilmelidir… Biraz önce yorgun bir erkek gorile benzettiği Hamza, şimdi gözünde gündelik hayatın pespaye çırpınışlarından insanları kurtarmaya çalışan bir evliyaya dönüşmüştür. Ocağında yanan kütüğün çıkardığı alevler, Itri’nin müziğini andıran çıtırtıların eşliğinde karşı duvara dev bir silüetini aksettirmiştir. O artık o silüete dönüşmüştür.
Suskunluğu Hamza bozar.
“Sana geldim, şu iki ricamı demek için. Bu dediklerim dinen uygun düşmezmiş, öyle söylediler; bana camiye gitmek nasip olmadı pek, biliyor musun, Allah günah yazmıştır mutlaka. Ona buna sordum ancak… Sen, diyorum, güvendiğin hocalara danışsan da, belki kendin bile bilirsin ya… Dinimizin yazdıklarına ters düşer mi bu iş?”
 Kurtuluş gibi bir sessizlik çöker. Kenan’ın gözleri karşısındaki ablak yüzü delip geçer, bakışları erir. Hamza’ya bakınca, sonsuzluğa yürüyen kümeler benzeri şekiller görüyordur.
“İkincisi, çok mu sıktım, kusura bakma, hemen deyip giderim... Bana bir şey olursa Dut’umu sen uyutur musun diyecektim, bir veterinere götürüp? Bana olabildiğince yakın bir yere gömüverirsin. Yanı başıma gömebilsen daha sevinirim, ama hocalar müsaade etmezler…
“Başka diyeceğim, bu kadar, Kenan Bey…”
∘∘∘




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder