K. R. POPPER - (Bilgi Kuramı-Yanlışlanabilirlik)









3________________________

K. R. Popper’ın Bilgi Kuramı  

Yanlışlanabilirlik






Bilimsel bir kuramı bulmak için özel bir yöntem bulunmamaktadır... Bilimsel bir hipotezin doğruluğunu kesin olarak anlayabileceğimiz bir ispatlama yöntemi de yoktur..
Bir problemle karşılaşırız.
Onun güzelliğine aşık oluruz.
Onunla evleniriz...
Daha büyüleyici başka bir problemle karşılaşmadıkça veya ilk problemimizi çözebilecek bir sonuca ulaşmadıkça onunla mutlu mesut ölenedek yaşarız...

Popper, Karl Raimund, Realism and aim of science (Gerçekçilik ve Bilimin Amacı) önsöz 1956, s. 6,8






Bilgi Kuramı


1920’lere doğru dünyadaki düşünsel gelişmeleri kısaca anımsamak, Popper’ın yanıtlamaya çalıştığı ana soruları  kavrayabilmemize  yardım edecektir. Önce bilimsel gelişmelere kısaca göz atalım.

Doğa bilimsel ve teknolojik bazı temel buluşlar

19. yüzyılın ikinci yarısı doğa bilimlerinin (fiziğin, biyolojinin, kimyanın, tıp biliminin) çarpıcı gelişmeler gösterdiği bir dönemdir. Bunlardan önemli bulduklarımız kısa başlıklarla ve kronolojik sırayla aşağıdadır:
1850--Alman fizikçi Rudolf Clausius’un (ö: 1888) termodinamiğin 1. kanununu (enerjinin korunumu yasası) bulması.
1859—İngiliz Charles Darwin’in (ö: 1882)  canlıların evrim kuramını anlattığı “Türlerin Başlangıcı” kitabının çıkması.
1865—Rudolf Clausius’un termodinamiğin 2. Kanununu (evrenin sürekli düzensizliğe doğru gittiği görüşü) bulması.
1866- Çek Mendel’in (ö: 1884) kalıtım kanunlarının yerel bir dergide yayımlaması.
1870’ler—İskoç fizikçi Maxwell (ö: 1879), İngiliz Faraday’ın (ö: 1867) uzun çalışmalar yaptığı elektrik ve manyetik alan kuramını geliştirdi: Işığın elektromanyetik dalga yasasını buldu. Matematiksel olarak, ışık hızıyla hareket eden elektromanyetik dalgaların olması gereğini gösterdi.
Maxwell’in bu iddialarını Alman fizikçi Hertz (ö: 1894), deneysel (ve gözlemsel) olarak 1877’de doğruladı.
1876— Amerikalı Graham Bell (ö: 1922) telefonu buldu.
1895— İtalyan Marconi (ö: 1937) telsiz sinyallerin gönderilebileceğini gösterdi (radyonun temeli).
1896— Fransız Henry Becquerel (ö: 1908) uranyumun radyoaktivitesini buldu.
1897—İngiliz .J. Thomson (ö: 1940) elektronu keşfetti.
1898— Polonyalı Marie Curie (ö: 1934) polonyumu buldu.

○○○
20. yüzyıla gelince:
1900—Alman Max Plank (ö: 1947 ) kuantum radyasyonu iddiasını ortaya attı. Enerjinin süreklilik içeren bir yapısı olmadığını, “kuanta” denen küçük parçalar halinde yayıldığı savını ileri sürdü. Bu savlar ünlü kuantum kuramının başlangıcıdır.
Plank’ın kuramı, doğa bilimlerinin (fiziğin) 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vurmasına neden olmuştur.
20. yüzyılın ikinci yarısı ise bir möleküler biyoloji devri olacaktır.
1905—Alman Einstein’ın  (ö: 1955) üç ünlü makalesi yayımlandı (Özel Görelilik kuramı bunlardan biri).
1907—Amerikan Ford firması model-T otomobillerini piyasaya sürdü.
1908—Avusturyalı Sigmund Freud (ö: 1939) enternasyonal psiko-analiz derneğini kurdu. Freud çocuklukta bastırılmış seks dürtülerinin bilinç altında tutulmasının psikolojiik rahatsızlıklara neden olduğunu savunuyordu. Neredeyse tüm psikozların kökeninde bunlar yatıyordu. Yıllar süren psikoanaliz yöntemlerinin amacı bilinç altındaki bu travmaları (darbe) bilince çıkarıp kontrol edebilmekti.
1908—İngiliz Ernest Rutherford’un (ö: 1937) atom modelini açıklaması.
1911—Freud’un öğrencilerinden, diğer bir Avusturyalı Alfred Adler (ö: 1937), Freud’un abartılı biçimde her psikozu çocukluk cinselliğiyle bağlantılı göstermesini benimsemediğini gerekçe göstererek kendi kliniğini kurdu. Adler, “baskın çıkma” arzusu ve “hayal kırıklığını” öne çıkarıyordu. “Aşağılık kompleksi” onun öğretisinin kavramlarındandır.
1923—Danimarkalı Niels Bohr’un(ö: 1962) atomun kuantum modeli açıklandı.
1915—Eintein’ın Genel Görelilik Kuramı yayımlandı
1919—Einstein’ın Genel Göreliliği, gözlemsel olarak doğrulandı.
1923—Viyana Çevresi denen, kendilerine “mantıkçı pozitivist” adını veren düşünürler topluluğunun kurulması. Wittgenstein , Carnap, Schilic bu gruptandır. 1939’a kadar devam eden bu topluluğun ele aldığı temel sorun, “bilimi metafizikten, anlamlıyı anlamsızdan nasıl ayırırız” sorusu idi.

○○○
1920’lerde Batı’nın entellektüel iklimini yukarıdaki  gelişmeler şekillendirmişti.
Fizikte, Maxwell’in ışığın elektromanyetik dalga olduğu savına, Max Plank 1990 yılında “kuantum radyasyonuyla” yanıt vermiştir. Işığın dalgalar halinde sürekliliği  olan bir yapı yerine “kuanta”adı verilen parçacıklar halinde olduğunu göstermiştir.
Bugün her ikisi de doğru kabul edilmektedir.
Einstein 1905 ve 1915’deki kuramlarıyla mutlak zaman ve mekanı reddetmiş, Newton’un ünlü kütle çekimi kanununun geçersizliğini göstermiştir (1919).

○○○
Biyolojide gelişmeler aynı derecede baş döndürücüdür. Darwin, ilerde kısaca özetleyeceğimiz evrim kuramını 1859’da, Alfred Wallace’la (ö: 1913) birlikte yayımlamak zorunda kalmıştı. Mutasyonun, canlı bünyesinde rasgele olan değişikliklerin, gelecek nesillere aktarılabildiğini savunmuştu...
Darwin, kuramını kalıtım kanunlarından önce oluşturmuştu. Kalıtımın nasıl gerçekleştiğini Çek bilim adamı Mendel (ö: 1884) 1866’da küçük bir yerel dergide ilan etti. Dünyanın pek de haberdar olmadığı bu sav daha sonra Hollandalı doğabilimcisi Vries tarafından 1900’de doğrulandı. Mendel canlıların özelliklerinin, göz renginin, el ayak biçiminin kalıtımla geçtiğini söylüyordu. “Gen” denilen bilgi paketlerinin her birinin organizmanın belirli özelliklerini saptadığını ileri sürüyordu. Canlılar genlerle aktarılan bilgilere uygun olarak şekilleniyordu.
20. yüzyıla girerken ne genin “nerede olduğu” ne de “ne olduğu” bilinmektedir... Kalıtım kuralları bilinmekte birlikte, onun baş aracının (genler) nerede olduğu  hâlâ bir sırdır…
Bu sorular bilgi kavramının yeniden tanımlanmasına ön ayak olacak şekilde 20. yüzyılın ilk yarısında yanıtlanacaktır.
Amerikalı ünlü genetikçi Thomas Hunt Morgan (ö: 1945), genlerin hücre çekirdeği içinde kromozom denilen ipliksi yapılara sarılı olduklarını 1920’lerde bulmayı başarmıştır. Morgan  meyve sineklerini deney hayvanı olarak kullanarak iddiasını ortaya koymuştur.
Genlerin yapısına ilişkin gizemi ortadan kaldırma onuru ise Amerikalı bakteriyolog Oswald Theodore Avery’nin (ö: 1955) oldu . Avery, zatürreye neden olan bakterilerle uğraşırken 1944’de genlerin DNA (deoksiribonükleik asit) olduğunu buldu.  DNA protein benzeri uzun bir moleküldü.
Bu buluş, 20. yüzyılın gözde bilim alanını fizikten (kuantum fiziğinden), biyolojiye (moleküler biyolojiye) çevirmiştir.

○○○
Bütün bu gelişmeleri yüzyılın ikinci yarısının eşiğinde iki müthiş buluş taçlandırdı.
İlki, 1946’da ilk bilgisayarın çalışmaya başlamasıdır. Bu gelişme 35 yıldan daha az bir süre içinde, 1980’de, kişisel bilgisayara kadar uzanacak bir hamlenin başlangıcıydı.
İkincisi ise 1953 yılında Amerikalı James Watson ve İngiliz Francis Crick’in, 1962’de Nobel ödülünü almalarını sağlayacak bir buluşu ilan etmeleridir. DNA’nın moleküler yapısını bulmuşlardır. Buruk merdiven (ikili sarmal) şeklindeki upuzun organik moleküller, A, G, T, C adı verilen (nükleotid) halkalarıyla birbirine bağlıdır. Bu müthiş buluş, hayatın oluşum bilgilerinin yazıldığı alfabenin keşfi demektir. Yaşamın abecesi bulunmuştur… Canlı dünyanın yapıtaşı, bilgilerinin formatı artık bilinmektedir…
Dünya, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki çılgın, başdöndürücü gelişmelere hazırdır…

○○○

Üniversite Yılları

Popper’ın yeniyetmeliği birinci büyük savaşla geçmiştir. Savaş sonrasının çökmüş Avusturya’sında kendi sözleriyle “başka tüm ümitlerin yok olduğu bir dönemde tek çoşku kaynağı olarak ‘öğrenmeyi’ canlı tutmaya özen göstererek” yaşayabilmiştir.
 Birinci savaş sonunda Avusturya’nın durumu beklenebileceği gibi tam bir çöküntü halidir. Savaş kaybedilmiş Avusturya-Macaristan İmparatorluğu  yıkılmıştır.
Okumuş çevrelerde “hızlı çözüm” (devrim) savlarından geçilmemektedir.
Popper 1918’de verimli olmadığı düşüncesiyle okulu bırakmış, kendi başına çalışmalarını sürdürmeye başlamıştır. Babası harp sonrası oluşan enflasyonist ortamda tüm varlığını kaybetmiştir. Çalışıp ailesine yük olmadan yaşamasının gerektiğini düşünmektedir.
1919’da evinden ayrılıp öğrenci yurdunda yaşamaya başlar. Amerikalı öğrencilere Viyana’yı gezdirerek, yol işçiliği yaparak para kazanmaya çalışmaktadır. Ayrıca psikolog Alfred Adler’in çocuk yönlendirme kliniğinde ücretsiz görev almıştır.
Bu arada Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”ni ve “Prolegomena”sını anlayıp kavrayabilmek için yoğun çaba harcamaktadır. Ayrıca Viyana Üniversitesi’nde ilgilendiği dersleri izlemekte, düşünsel ana çizgisini, onu gerçekten çeken ve yetenekleriyle örtüşen temel entellektüel sorunları yakalamaya çalışmaktadır.
Fizik, matematik, psikoloji ve müzikle ilgilidir. Ancak yeteneklerinin bu alanlarda olduğundan emin değildir.

○○○
Komünizm ve Freud’cu psikoanaliz

1919 yılı ilginç bir yıldır Popper için. Zamanın popüler öğretilerinden biri marksizmdir. Popper da modaya uyup birkaç aylık da olsa komünist olmuştur. Ancak bu görüşler 1919 yazında katıldığı bir mitinge kadar geçerliliğini korur. Mitingde öğrencilerden ve polislerden ölenler olmuştur. Komünizmin “başkalarının hayatları pahasına” yayılması öğretisine gerekçe olarak, “kapitalizmin çok daha fazla can aldığı” savı ona hiç mantıklı gelmemiştir… Katıldığı miting, komünizm kavramını gözünde çürütmüştür.
Düşünsel ortamın diğer yükselen değeri, Sigmund Freud’un psikoanalizidir… Freud’un öğrencilerinden Adler’le birlikte çalışma fırsatını yakalayan Popper, böylelikle günün modası psikoanaliz öğretilerinin yöntemlerini birinci elden tanıma olanağını bulmuştur.
Popper, Marx, Freud ve  Adler’e hayranlık duyan arkadaşlarının bu öğretilerin ortak birtakım yaklaşımlarından etkilendiklerini fark etmiştir. Şöyle ki:
İlgilendikleri konularda aşağı yukarı her konuyu açıklıyabilen bu öğretileri kavramak, sanki bir düşünsel dönüşüme, bir vahye ermeye, başkalarının ulaşamayacağı gizli gerçekleri görebilmeye benzemektedir. Bir kere bu gerçekleri görmeyi öğrenenler, artık her yerde iddiaları doğrulayan olayları görebilmektedir. Dünya, kuramın söylediklerini doğrulayan, ispatlayan örneklerle doludur.[1]
Kuramın gerçekliği apaçık ortadadır. Onlara inanmayanlar apaçık doğruları görmek istemeyenler, görmeyi reddedenlerdir. Öğrenmeye direncin nedeni, ya gerçeklerin sınıf çıkarlarına ters olması (marksizm), ya da henüz çözümlenmemiş, psikoanalizle tedaviyi bekleyen çocukluk seks güdüleridir (Freud’cu psikoanaliz).
Bir marksistin, marksizmin tarih felsefesini doğrulayan gözlemleri okuduğu gazetenin her sayfasında bulamaması düşünülemezdi.” [2]
Benzer şekilde Freud’cular, kuramlarının klinik gözlemlerle sürekli kanıtlandığını savunuyorlardı.
Bu konuda Popper, Adler kliniğindeki bir deneyimini şöyle anlatmaktadır:
1919’da olacak, Popper, Adler’e bir hastadan söz eder… Hasta Popper’a pek de Adler’in tedavi edebileceği bir durum olarak görünmemiştir. Oysa Adler,  hiç kuşku duymadan olayın “kuramına uygun aşağılık kompleksi” anlayışıyla çözümlemesine başlayıvermiştir.
Popper şaşırıp kalır ve Adler’e nasıl bu kadar emin olabildiğini sorar.
Yanıt daha da şaşırtıcıdır:
Benim binlerce deneyimim sonucunda” der Adler.
Popper kabalık etmek pahasına şöyle karşılar:
Ve bu yeni durumla, sanıyorum ki deneyim sayınız 1001’e yükselmiştir.”[3]

○○○
Adler hiç düşünmeden önceki deneyimleri öne sürerek tedaviye başlamıştır. Dünkü deneyimlerinin bugünkünden farklı olabileceğini asla düşünmemektedir.
Kimsenin aksini savunamayacağı bir yolda akıl, pervasızca, çekinmeden, korkmadan, umursamadan, aldırış etmeden yürüyüp gitmektedir…
Her yeni durum, Adlerci veya Freudcu herhangi bir kuram açısından yorumlanmakta ve bu böyle sürüp gitmektedir.
Bir veya birkaç neden aksi kanıtlanamaz biçimde herhangi bir durumun gerekçesi diye iddia edilmektedir… Herkes sanki kendi mizacına göre “bilim oyunu” oynamaktadır!..
Popper son olarak şu örnekle bu tipik öğretilere kafasında noktayı koyar:
İki davranışı göz önüne alalım… Birinde bir çocuğu göle itip boğan kötü niyetli bir kişi… Diğerinde ise göle atlayıp boğulmak üzere olan çocuğu fedakarca kurtarmaya çalışan erdemli bir insan bulunsun….
 Bu iki durum da Freudcu veya Adlerci kuramla kolayca açıklanır:
Freudcu kurama göre birinci adam seks güdülerinin bastırılmasından mustariptir… Oysa ikinci adam bastırılmış güdülerden kurtulmuş (sanıyorum psikoanalizle) ve rahatlamıştır. Tedavi olmuş kişidir…
Adler, birinci örneği aşağılık kompleksi olan biri olarak görebilir; suç işlemeye cesaret ederek kendini kanıtlamaya çalışıyordur… İkinci kişi de aynı durumda diye yorumlanabilir. Ancak bu kez iyilik yapıp çocuğu kurtararak kendini kanıtlıyor olmalıdır. [4]

○○○



Bilimi, bilim  olmayan bilgiden nasıl ayırabiliriz?

Yukarıda anlatılan yöntemler fizikçilerin, örneğin Einstein’ın yaklaşımına hiç benzememektedir.
1919 yılı aynı zamanda bir Einstein yılıdır. Einstein’ın 1915’de yayımladığı Genel Görelilik kuramında ileri sürdüğü yeni kütle çekimi kuramını doğrulayan gözlemsel bir kanıt yoktu. Yalnızca deneysel olarak sınamaya elverişli bir öndeyisi  (prediction) vardı genel göreliliğin. Gravitasyon (kütle çekimi) kavramını yeniden tanımlıyordu.  Newton’un mekaniğinde gravitasyon, kütleler arasındaki çekim gücü diye anlaşılıyordu. Gezegenleri yörüngesinde tutan güç, kütlesi daha büyük olduğundan Güneşin çekim gücü diye açıklanıyordu. 
Genel görelilik ise, bunun nedenini, yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin, Güneş’in kütlesel etkisiyle oluşan kavisli yapısı olarak görüyordu.[5]
Bu uzay yapısı içerisinde yıldızlar ve gezegenler nasıl davranılması zorunlu ise öyle davranıyorlardı.

○○○
Einstein, elektromanyetik alan kuramından esinlenerek “Gravitasyon Alanı “ diye yeni bir kavram ileri sürüyordu. (Elektromanyetik alan kuramını geliştiren Faraday ile Maxwell’in portrelerinin Einstein’ın çalışma odasında asılı olduğu biliniyor.[6])
Einstein, gravitasyon alanı içinden geçen bir ışık ışınının, alanın etkisi altında sapmasını  bekliyordu. Eğer, diyordu, bu sapma yoksa benim kuramım yanlıştır... Kısaca kendi kuramının nasıl test edilmesi gerektiğini de anlatıyordu…
Oysa diğer birtakım kuramlar (Marksizm, Freudcu Adlerci psikoanaliz…) iddialarını test etmeye çalışanların niyetlerinin şu veya bu nedenle bozuk olduğunu ileri sürüyor, eleştirilerin düşmanca, kötü niyetli, çıkarlar doğrultusunda yapıldığından dürüst olmadığını söylüyordu.
Bu kuramlar eleştiriden kurtulmaya çalışıyordu… Eleştiriler karşısında kendilerini savunacak güçleri yoktu…. Eleştiriden ne denli korunurlarsa o denli güvende hissediyorlardı…

○○○
Genel göreliliğin test edilmesi için Mayıs 1919’da gerçekleşecek Güneş tutulması beklendi. Çünkü normal aydınlıkta gravitasyon alanındaki ışık sapmasının görülebilmesi olanaklı değildi.
Astronomların önerisiyle Einstein’ın kuramının sınanması Afika’nın batısındaki Prens Adasında yapıldı. İngiliz astrofizikçi Eddington başkanlığındaki bir heyet bu iş için görevlendirildi.
Testler sonunda Einstein’ın savlarının geçerli olduğu ortaya çıktı. Einstein artık en ünlü bilim adamları arasında yerini almıştı.
Popper bu gelişmeleri değerlendiriyor ve şu sonuçlara varıyordu:
-Hangi kuram için olursa olsun, doğrulamalara bir şekilde ulaşmak oldukça kolaydır.
-Doğrulamalar kuramdan çıkarılan riskli öndeyileri kontrol etmek için yapılırsa bir anlam ifade ediyor. Bu tür testlerde olumsuz sonuçlar kuramı çürütüyor, geçersiz kılıyor.
-Herhangi bir olgu, gözlem veya sınama yöntemi ile yanlışlanması mümkün olmayan kuram “bilim dışı”dır… Yanlışlanamazlık, test edilemezlik, sağduyunun çoğu kez düşündürdüğünün aksine hipotezin bir erdemi değil, istenmeyen bir özelliğidir.
-İyi bir bilimsel kuram bir yasaklamadır. Bazı şeylerin oluşmasının mümkün olmadığını savunur. Bir kuram ne kadar çok şeye izin vermez görünüyorsa o kadar iyi kuramdır. [7]
-Bir kuramın gerçek testi, onu yanlışlamayı veya çürütmeyi amaçlayan çabalardır.
Bu akıl yürütmelerin sonunda Popper’ın geldiği yargı şudur:
Bir kuramın bilimselliğinin ölçüsü onun yanlışlanabilir, çürütülebilir veya sınanabilir olduğudur. [8]

○○○




Bilimsel bilginin ölçütü: Yanlışlanabilirlik

Bugün bile genel kabul görmekten uzak olan bu sonuca Popper 1920’lerde ulaştı.
Oysa bilimin ne olduğu sorusunun tarihi oldukça eskidir. Bacon’dan ( -1626) ve Descartes’dan ( -1650) beri tartışılıp durulur. Bu süre içinde bilimsel bilgi ile diğer bilgiler arasındaki ayrım, hep oldukça bulanık olmuştur.
Genel kabul gören görüş, bilimin tanımlayıcı özelliğinin gözlemsel olduğu ve tümevarım  (indüksiyon) ile çalıştığıdır… Sahte bilimlerin ve de metafiziğin ise spekülatif düşünceleri  oluşturduğu şeklindedir.
Aslında modern felsefenin başlangıcı güvenilir, kesin, saygın bilgi arayışının da başlangıcıdır. Daha önce gördüğümüz gibi Descartes, okulda öğretmenlerinden, askerlik görevi boyunca ve seyahatleri süresince değişik çevrelerde duyduğu tutarsız argümanlardan bıkmış ve kuşkulanmayacağı bilgiyi arama serüvenine atılmıştı.
Sürüp gitmekte olan bu serüven gerçekte, bilimsel bilgi diye anlatılmaya çalışılan güvenilir, saygın bilgiyi, diğerlerinden (sahte bilimler, metafizik, anlamsız sözler..) ayırt etme çabasıdır.
Daha sonra deneycilerle devam eden arayış deney ve gözlemden doğru bilgiye ulaşmayı hedeflemiştir.
○○○
Düşünce tarihinde “doğrulanmış”, kesinliğine inanılmış bilgi geleneği oldukça eskidir.
Göksel varlıkların davranışlarını inceleyen Alman bilim adamı Kepler’in (ö: 1631), İtalyan fizikçi Galileo’un (ö: 1642) çalışmalarının sonuçlarını fizikçi Newton sonlandırmıştır.
Newton kütleçekimi (yerçekimi) ve hareket kanunlarını bulmuştur. Bu kanunlarla hem göksel varlıkların (yıldızların ve gezegenlerin) hareketlerini açıklayabiliyor hem de dünyevi sıradan nesnelerin hareketlerini açıklayabiliyordu.
Newton’un kanunu, Aristoteles’in, göksel (kutsal) varlıkların yerel dünyamızda geçerli kurallardan değişik kanunlara tabi olduğu şeklindeki savını çürütmüş oluyordu.
Öylesine etkilenmişti ki bilim çevreleri, Newton herkes için mutlak otorite haline gelmişti. Bilim de mutlak bilgiler üreten bir süreç olarak akıllara (veya bilinç altına ) yerleşiyordu.

○○○
Kant bilgi kuramını Newton kanunlarının değişmez doğruluğu ve kesinliği üzerine oturtmuştu. Kant’ın “a priori geçerli” sözü  bu gerçekleri anlatmak için söylenmişti.
Bu denli güven toplamayı başaran Newton kanunlarının Einstein’dan sonra yanlışlığı anlaşılmıştı. Einstein yasası daha doğru sonuç veriyor, eski yasanın açıklayamadığı şeyleri açıklayabiliyordu. Ancak Newton kanunları, hata yüzdesi çok düşük olduğundan ve uygulanmasının kolaylığı nedeniyle hala kullanılmaktadır.
Bütün bunlara ilaveten Einstein:

1 Kendi kuramının nasıl sınanması gerektiğini de savlarına eklemişti; hatta daha ileri gidiyor ve gelecek için bir kestirim yapıyordu:
2 Günün birinde “birleşik alan teorisi” gibi daha doğru sonuçlar verecek bir kuramın kendi yasasının yerini alabileceğini iddia etmişti. Son yıllarını Amerika’nın Princeton üniversitesinde bu yeni kuramı arayarak  geçirdi. Ancak başaramadı.

○○○
Newton’un çekim ve hareket kanunlarının başarısı ile Kant’ın görüşleri arasındaki ilişkinin bir benzeri, Einstein’ın kuramları ile Popper’ın bilim felsefesi arasında da izlenebilir. Popper, felsefesinin temelini Einstein’ın yukarıda anlatılan yaklaşımından esinlenerek oluşturmuştur.
Düşünce tarihinde Newton’un kuramından daha sıkı denenen ve doğruluğuna daha kuvvetle inanılan ikinci bir teori bulabilmek olanaksız gibidir. Doğa bilimlerinde hiç bir iddianın ondan daha güvenilir biçimde doğruluğunun kanıtlanamayacağını ileri sürebiliriz. Eğer Newton’un kuramı sonunda yanlışlanabildi ise, hiç bir savın doğruluğunun kanıtlanmasının mümkün olmadığını iddia edebiliriz.
Başka bir deyişle, doğa bilimlerinde hiç bir tezin deneyle, gözlemle, öngörüleri sınanarak doğruluğu kanıtlanamamaktadır. Einstein’ın ortaya çıkardığı gerçek, bilimdeki tümevarım (indüksiyon) mantığının yanlış olduğudur... Hiçbir savın, özelden, herhangi bir olgudan, gözlemden, deneyden yola çıkılarak yapılan genellemelerle doğruluğunun kanıtlanamaz olduğudur...

○○○
Örneğin “Tüm kuğular beyazdır” hipotezinin doğruluk derecesi gördüğümüz beyaz kuğuların sayısı arttıkça yükselmez. Bir adet beyaz kuğu görsek de, 1000 adedini tespit etmiş olsak da, savın doğruluğunu kanıtlamış olmayız... 1001. kuğunun başka bir renkte olmayacağını bilmeniz mümkün değildir...
Oysa bir adet siyah kuğu görüldüğünde, iddia kimsenin düzeltemeyeceği şekilde çürütülmüş olacaktır.
“Tüm kuğuların beyaz olduğunu”, gördüğümüz beyaz kuğuların sayılarını artırarak  doğrulayamayız... Ama bir tanecik de olsa siyah kuğu saptayarak bu iddiayı çürütebiliriz...
Doğrulamak, desteklemek, doğruluğunu göstermek, ispatlamak iddianın başka bir durumda yanlış çıkmayacağını garanti edememektedir...
Oysa yanlışlamak kuramı tamamen çürütmektedir. Bu nedenle doğa bilimlerinde kesin doğruların olmadığını, henüz yanlışlanamadığı için doğruya en yakın kabul edilen iddialar bulunduğunu ileri sürüyoruz.
Tümevarım mantığıyla  bir veya birkaç örnekten yola çıkılarak genel kurallar, evrensel kanunlar, kuramlar bulabilmemiz olanaklı değildir.
Popper’ın sözleriyle “Basit bir buluşla tümevarım problemini çözdüğümü sanıyorum. Nasıl tekrarlayan deneyim ve gözlemlerle öğrenme diye bir şey söz konusu değilse, ard arda gelen gözlemlerden de genel doğrulara ulaşamayız... Bilimin tümevarımsal yöntemi diye anlatılan aslında (dogmatik ) deneme ve (eleştirel) hataların elenmesinden başka bir şey değildir... Amipten Einstein’a kadar  tüm organizmaların kullandığı  buluşun (yeni bilgi üretmenin,öğrenmenin)   yöntemi budur...[9]
Tümevarım yöntemi yanlıştır...
Bilimin yöntemi tümdengelimle (deduction) yanlışları bulmak, hataları ayıklamak, hatasını bulamadığımız kuramları kullanmaya devam etmek olmalıdır.
Popper bilgi kuramını yukarıda kısaca anlatılan bu temel üzerine kuracaktır...
○○○



Bilimin ilerleme yolu: kestirimler ve yanlışlamalar (deneme - yanılma)

“Tümevarım yönteminin yanlış olduğu, özelden yola çıkıp genel bir yargıya varabilmenin mantıksal olarak veya rasyonel (akılcı) yöntemle mümkün olamayacağı” savı İngiliz düşünür David Hume’undur ( -1776).
Hume’un savı bilim çevrelerince pek kolayca kabul görecek bir sav olmamıştır. “İleride deneyimleyeceğimiz olayların, yapacağımız daha değişik ve geniş kapsamlı deneylerin, geçmişte deneyimlediklerimize benzeyeceğini asla savunamayız ve garanti edemeyiz… Sıklıkla gözlemlediğimiz ard arda oluşan şeylerden sonra bile, şeylerden herhangi biri için deneyimlediklediklerimiz dışında bir yargıya varamayız”[10](Bak Bölüm 2, Kant, Tek Başına Deneyimlerimize Neden Güvenemeyiz)
Bunun özeti, gözlemlerimizle ve deneylerimizle hiçbir kuramı kanıtlayamayacağımızdır. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi Hume’un iddiası bilim çevrelerini Popper’a gelinceye dek gerçek bir açmaza sokmuştur.
20. yüzyılın ünlü İngiliz filozofu Russell ( -1970), bilim dünyasının, Hume’un etkisini kolay atlatamayacağı görüşündedir.
1783’de Kant, aynı iddialar için “Beni dogmatik uykularımdan ilk defa uyandıran görüşler”diye söz etmişti…[11]

○○○
Kant bilgi kuramını oluştururken tam bir ikilem içinde kalmış olmalıdır…
Bir tarafta gözlemden yola çıkarak kanunlarını bulduğunu savunan Newton’un kendisi…
Diğer yanda gözlemden başlayarak tümevarımla evrensel doğrulara varılamayacağını ileri süren   Hume…
Kant bu ikilemden şu düşüncelerle sıyrılmaya çalışmıştır: “İnsan aklı doğanın düzenini sağlayan kuralları doğadan öğrenmez, bunun yerine kendi bulduğu kuralları doğaya empoze eder.” Böylelikle Kant tümevarımı kullanmamış, ancak insanın her buluşunun (doğrulandığı takdirde) kesin doğru olduğunu savunmuştur. Yani Kant bilginin yanlızca tahmini olabileceği görüşüne ulaşamamıştır (Bak bölüm 2, Kant).
Hume ise “Kararlarımızı, deneyimlerimizde tekrarladığını gördüğümüz olaylara bakarak (mantıksal olarak açıklayamayacağımız bir yöntemle) verdiğimizden, tüm bilgimiz  alışkanlıklarımız üstüne kurulmuş bir tür inançtır” görüşündedir.
Bu, elbette ki tüm bilgimizin akıldışı (irrasyonel) olması anlamına gelmektedir…[12]
○○○
Popper mantıksal argümanlarla Hume’un bu “tümevarımın psikolojik açıklamasını” çürütmüştür: Ona göre insanlar tekrarlayan gözlemlerin kendilerini etkilemesini beklemek yerine daha etkin  pozisyon almaktadırlar…
Gözlemlerini yorumlamaya çalışır, benzerlikleri araştırır ve kendi icat ettikleri kuramları kullanarak gördükleriyle yeni sonuçlara ulaşırlar. Başka bir deyişle “önermeleri” tekrarlarla oluşsun diye beklemek yerine kendileri daha erken davranıp yeni hükümler verirler.
Bu hükümlerin çoğu denemeler sonunda yanlışlığı görülecek ve çöpe atılacaktır… Örneğin bir politikacıyı ilk dinlediğimizde hemen onun görüşleriyle ilgili bir yorum yapmaktan kendimizi alamayız. Üstelik bunu pek bilinçli olarak yapmayız.
Canlıların düşünce süreci böyle çalışmaktadır… Algıladığımız her şeyin üstüne hemen yorum yapıp tehlike var mı yok mu diye bir radar gibi çalışacak biçimde oluşmuştur sinir sistemimiz…
Politikacıyı ikinci dinlediğimizde ilk yorumumuzu test ederiz… Şöyle düşünmeyiz: “Bu politikacıyı ilk defa dinliyorum, yorum yapmamam gerekiyor… Birkaç kez daha dinlemeliyim ki her deneyimim arasında tekrar eden benzerlikleri bulabileyim ve de bu politikacı üstüne bir görüşüm oluşsun!..”

○○○
Yöntem, açıkça görüldüğü gibi, günlük alışkanlıklarla karar almak değil, basit bir deneme yanılmanın uygulanmasıdır…
Bilimin yöntemi de farklı değildir. Her iki durumda da kararı alan kişi edilgin (pasif) değil  etkin (aktif) durumdadır... Karar verip risk almaktadır…
Yöntemin mantığı tutarlıdır… İrrasyonel değil rasyoneldir…
Popper bu durumu şu çarpıcı sözleriyle anlatmaktadır:
”Bilimin başarısı tümevarım yöntemi üzerinde yükselmez. Şansa, yaratıcılığa ve eleştirel akıl yürütmenin dedüktif (tümdengelimsel) kurallarına bağlıdır……. Ne psikolojik karar ne de mantıksal bir tümevarımın uygulanması söz konusudur... Olan yalnızca deneysel kanıtlardan çıkarsanan en iyi test edilmiş kuramın kullanılmasıdır... Çıkarsama tamamen tümdengelimseldir…
Hume, gözlem sonuçlarından bir kurama ulaşılamayacağını göstermiştir; ancak bu, ‘kuram’ın gözlem ve deneyimlerimizle çürütülebileceği gerçeğini değiştirmez… Kuramlarla gözlemlerimiz arasındaki ilişki bu gerçeği görenlerimiz için apaçıktır..”[13]
Popper bu argümanıyla Hume’un ortaya attığı “tümevarım problemini” çözmektedir.[14]
Bilimi bilim olmayandan “ayırma sorunu” ve şimdi tartıştığımız “tümevarım sorunu” Popper’ın 1934’de yayımladığı “Bilimsel Buluşun Mantığı” kitabının temel sorunsalıdır.

○○○
Şekil 1’de görüldüğü gibi deneysel bilimlerle diğerlerinin ayırma ölçütü yanlışlanabilmedir. Deneysel bilimlerde kuramlar üç konuda sınanabilmelidir:
a)           Kendi içinde tutarlı mı,
b)           geçerli kabul edilen diğer tezlerle bağdaşık mı, 
c)           tahminlerinin ve öndeyilerinin (prediction) sonuçları gözlemsel ve deneysel olarak sağlanıyor mu…

○○○
Deneysel bilimlerde ilginç olan şudur:  Yukardaki üç maddeyi birden sağlayabilen bir kuram, her an değişik bir ortamda yanlış çıkabilir… Bu gerçek değişmemiştir…
Deneysel olarak sağlanmış kuramları, ispatlanmış kuramlar, doğruluğu saptanmış iddialar olarak görme yanlışlığına düşmemeliyiz…. En azından, günün birinde onların da yanlışlanmayacağı konusunda hiçbir garantimiz bulunmadığını kesin olarak söyleyebiliriz… Deneysel olarak sağlanmış kuram o an için, o kosullar altında sağ çıkmış kuramdır… Her koşul altında doğru olduğunu destekleyen en küçük bir nedenimiz olamaz… Doğru dediğimiz iddialar aslında şimdilik elimizdekilerin en iyisi olduğunu sandığımız kuramlardır.
Deneysel bilimlerin bu özelliğini, 20. yüzyılın ünlü teorik fizikçisi Amerikalı Richard Feynman’dan (  -1988) dinlemek daha açıklayıcı olabilir… 1964’de Albert Einstein ödülü… 1965’de de Nobel ödülü almıştır Richard Feynman. Çarpıcı ve renkli üslubuyla Kalifornia Teknoloji Enstitüsü’ndeki derslerinde şöyle anlatmıştır bilimin ilerleme yöntemini:
Size bilimin nasıl ilerlediğini şöyle anlatabilirim: Bir tahmin yapın, sonra onun sonuçlarını hesaplayın ve en sonunda bu sonuçları deney ve gözlem sonuçlarıyla karşılaştırın. Eğer sizin sonuçlarınızla, yaptığınız deneyler uyuşuyorsa  kuramınız hala yanlıştır! Daha değişik bir deney ortamında yanlışlanacağına her an hazır olmalısınız!
‘Doğrularımız’  yoktur; yanlızca ‘yanlışlarımız’ vardır… Örneğin Newton’un iki yüz yıldan fazla bir süre doğru sanılan kütle çekiminin sonunda yanlışlığı ortaya çıkmıştır.[15]
○○○



Deneysel bilimler, formal bilimler, metafizik ve sahte bilimler

Olgusal bilimlerin dışındaki bilgi türleri içinde metafiziksel bilgi (saf akıl) üzerinde biraz duracağız.
Kant’ın dediği gibi metafizik, insanlara epey problem yaratmış bir bilgi alanıdır. Elbette ki metafiziksel bilginin, bilimsel bilgi yerine geçmesi beklenmemelidir. Ancak metafiziksel bilgiyi, sahte bilimlerle bir tutmamız da yanlış olacaktır…
    Bu konuda değişik görüşlerle karşılaşabiliriz. Örneğin 1920’lerde Viyana’da gelişen bir düşünce  akımı olan Viyana Çevresi filozoflarına --Wittgenstein ( -1952), Schlick ( -1936), Carnap’ ( -1970)… --  göre, bilimle, bilim dışı  ayırımı, aslında “anlamlı” ile “anlamsız”ın ayrılmasından başka bir şey değildir. Gözlemsel olarak saptayamadığımız şeyler saçmadır… Ve de bilimsel değildir…
Anlaşılacağı gibi, bu yaklaşımda metafizik de anlamsızdır ve bilimsel bir işlevi yoktur…
Aslında bilgiyi tümevarımla ulaşılmış hipotezler olarak ele almak… Kesin doğrulanmış saymak… Bilim dışı bilgiden bu yolla ayırt edilmiş kabul etmek bu tür sonuçlara yol açmaktadır.
Oysa bilgi, insan aklının doğaya uygulayıp sınamak üzere yaptığı tahminler, kestirimler olarak   anlaşılırsa durum değişecektir…
    İnsan aklının icadıdır… İnsanın gözlemlerini yorumlarken karşılaştığı çelişkileri çözmek için yaptığı tahminlerdir bilgi. Zihin, hipotezlerini oluştururken elinin altındaki her türlü bilgiden faydalanacaktır. Bunların içinde genetik bilgi, öğrenilen diğer bilgiler, gelenekler, efsaneler ve de henüz bilemediğimiz (varsa) diğer bilgiler vardır. Metafizik de, efsanelere benzetebileceğimiz bir tür bilgi kaynağımızdır.
Doğrudur… Test edilip sınanamıyorlar… Ancak onlardan faydalanılarak bilimsel kuramlara ulaşabilmek olanaklıdır. Metafizik bilgiyi bilimsel bilgiye giden yolda faydalanılan çeşitli kaynaklardan biri olarak görebiliriz… Deneysel bilimlerde, iddia üretmenin amacını, doğruları bulmak diye tanımlamak yerine, sonuç üretebilmek, problemlerimizi çözebilmek olarak  görürsek tüm bu kargaşanın aydınlandığını göreceğiz.
Metafiziksel bilgiyi, ne denli saçma görülürse görülsün bir sorunu çözmeyi hedeflediği durumlarda bilimsel diyebileceğimiz ifadeler içinde sayabiliriz. İnsanlığın büyük bilimsel kuramlarının yaratıcılarının, diyelim Kopernik’in, Galileo’nun, Newton’un, Faraday’ın, Berkeley’in…  efsanelerden etkilenmediğini kim savunabilir?   
Bu nedenle Popper metafizik bilgiyi sahte bilimlerden ayırmakta ve metafiziğin yerini şu benzetme ile anlatmaya çalışmaktadır:








Deneysel (Olgusal) Bilimler

        Özelliği:

 ○ Sınanabilir, yanlışlanabilirler,        çürütülebilirler

 ○ İspatlanamazlar, kanıtlanamazlar

 ○ Yanlışlanamayanlar veya yanlış olduğu bilindiği halde hatası önemli bulunmayanlar kullanımdadır














Formal Bilimler

       Mantık
       Matematik

      Özelliği:  İspatlama ile test edilebilirler
○○○

Metafizik
  
    Özelliği: Test edilemezler

○○○

Sahte Bilimler

          ►Hegelizm
          ►Totaliter yönetimler
          ►Faşizm
          ►Psikoanaliz(Freud, Adler, Jung)
          ►Astroloji   
          ►Her türlü fal 
          ►Batıl inanç
          ►Eleştiriye kapalı anlayışların savunduğu tüm kuramlar

   Özelliği:
  ○ Eleştirilere karşı korunmuş olduklarından test edilemezler
 
  ○ Eleştiriye karşı bağışıklık kazandırılmış, eleştiriden muaf hale getirilmişlerdir.

  ○Yanlışlayan örneklerle çürütülerek değil, doğrulayan örneklerle kanıtlanarak saygın bulunurlar… Bu yolla ispatlandıkları ve bilimselleştirildikleri kabul edilir…





Şekil 1
“Olgusal bilim” ve “diğerleri”nin ayrımı

○○○



     
Bilim için kullanılan dilsel ifadelerin tümünü içine alan bir bölge (küme) olarak düşünelim yukarıdaki dikdörtgeni... Metafizik de anlamlı ifadeler arasında bulunmaktadır… Anlamlı dilsel ifadelerin dışına atılmış bir saçmalık değildir…[1]
Popper, Kopernik’in Güneş merkezli sisteminin, yeni–platoncuların güneş ışınlarını kutsal gören inanışlarından esinlenilerek geliştirilmiş olduğunun savunulabileceğini… Atomculuğun ve ışığın tanecik kuramının da benzer şekilde çeşitli efsanelerin etkisi altında oluşturulmuş olabileceğini ileri sürmektedir…
Kuşkusuz efsaneler, sorunlarımızın geleneksel çözümlerinin ve açıklamalarının arandığı farklı bir alandır…

○○○









                   
Bilim
(Test Edilebilir)

………………………………………………

Metafizik
(Test Edilemez)


                                                                            
Şekil 2
                              Bilimde kullanılabilecek ifadelerin sınıflandırılması
                                                      (Popper, C&R, s. 257)


                                                                       ○○○
Ayrıca test edemeyeceğimiz başka cümleler de vardır. Örmeğin, herhangi bir sınırlama içermeyen varoluşsal ifadeleri sınayamayız. “ (A) vardır” biçimindeki bir ifade test edilemez olduğu halde saçma değildir…  Anlamlı dilsel ifadelerimiz arasında sayılmaktadır…
Örneğin “kırmızı kedi yoktur” ifadesi kolayca test edilebilir… Saptayabileceğimiz ilk kırmızı kedi o anda bu iddiayı çürütüverir. Yasaklayıcı, engel olucu, sınır koyucu bir ifade olarak tamı tamına bir bilimsel ifadedir.
Oysa tersi olan “kırmızı kedi vardır”, sözü sınanamaz… Böyle bir önermenin çürütülmesi olanaklı değildir… Kimselerin gidip bulamayacağı bir dağ başında kırmızı bir kedinin yaşadığı her zaman savunulabilir… Her şeye karşın böyle bir anlatım hiç de anlamsız değildir…
Şunun altını çizerek belirtmemiz gerekiyor: “Yanlışlanabilirlik”in, anlamlıyla saçmayı birbirinden ayırdığını savunmuyoruz… Deneysel bilimi, diğerlerinden ayırdığını ileri sürüyoruz...

○○○
Bilgi ile sahte bilimi karşılaştırırken bir noktaya daha dikkat çekmeliyiz. Deneycilerin etkisiyle bilginin gözlemlerden kaynaklandığı bizlere apaçıkmış  gibi görünebilir…  İlginçtir… Bu tür savunmaya sahte bilimin sık sık başvurduğunu biliriz…
Hepimizin deneyimleri arasında  bulunduğunu sanıyorum. Yıldız falına bakanlar ne denli bilimsel olduklarını kanıtlayabilmek için, gözlemler yaparak, yıldızların durumlarına bakarak konuştuklarını söylerler… Anlatmak istedikleri şey, bilgilerinin gözlemlerden kaynaklandığı, bu nedenle de güvenilir olduğudur…
Oysa gözlemlerden çıkarılan tümevarımsal doğrulamaların bilgiye kattığı bir güvenilirlik yoktur.
Astroloji kemikleşmiş bir yanlışlığı kullanarak temize çıkmaya çalışmaktadır.
Buna karşın fiziğin ünlü kuramları, örneğin Einstein’ın genel göreliliği, soyut ve spekülatif olduğundan, onların gözlemlerden çıkarıldığını savunabilmek çok zordur.[2]

○○○
Deneysel bilimlerde, matematikte ve mantıkta (formal bilimlerde) doğru önermeyi nasıl ayırt edeceğimiz konusunda sanırım bir belirsizlik bulunmamaktadır.
Deneysel bilimlerde, olgusal olayları açıklayan önermeleri test edip sınayarak ölçüyoruz. Çürütülemeyenler (en azından bir süre) doğru ve geçerli  kalmaktadır.
Mantık ve matematik ise ispatlama ile ayırt ediyor doğru ile yanlışı.
Metafiziksel önermelere gelince test edemediğimize göre, bu tür bilgiyi eleştirel olarak değerlendirme olanağımız yok mudur? Test edilemeyen bir kuram akılla ölçülebilir mi?
 Popper bu soruyu olumlu yanıtlıyor.
“Bir iddia ister olgusal, ister metafizik (felsefi, spekülatif) olsun, belli problemlere çözüm getirmeye çabaladığı ölçüde rasyoneldir. Bir kuramın kavranılması ve incelenmesi, onun çözmeye çalıştığı problemin anlaşılması demektir. Kuramın akılcı yöntemlerle tartışılması, kuramla sorun arasındaki  ilişkinin tartışılmasıdır.
Bir teoriye, bir grup sorunun çözümü olarak bakmaya başladığımız zaman onu eleştirel olarak tartışıyoruz demektir… Kuramın, deneysel alanın içinde test edilemez olması durumu değiştirmeyecektir…
Çünkü, artık şu tip soruları sorabilme olanağımız vardır: Problemi çözebiliyor mu?.. Diğer kuramlara göre daha mı iyi?.. Yoksa, yalnızca sorunu çarpıtıp bırakıyor mu? Önerilen çözüm (varsa) basit mi?.. Verimli mi?.. Başka problemlerin çözümünde, birlikte kullanılması gerekebilecek diğer teorilerle çelişiyor mu?.. Bu tür soruları sorabildiğimiz oranda, test edilemeyen felsefi kuramların da eleştirel (akılcı, rasyonel) değerlendirmesini yapabiliyoruz demektir.”[3]

○○○
Popper, bu iddialarını desteklemek üzere Berkeley (ö: 1753) ve Hume’un (ö: 1776) idealist görüşlerini örnek göstermektedir. Bilindiği gibi idealistler fiziksel cisimlerin var olmadıklarını, yalnızca zihnimizin ürünü olduklarını kabul ederler. Popper’ın ifadesiyle onlar “Dünya benim rüyamdır “ savını benimsemişlerdir.
İdealist düşünürler öyle yoktan yere saçma sapan görüşleri ortaya atıverecek sıradan eksantrik kişiler değildir… Tersine…  Herkesin çok akıllı diyebileceği, kendilerince önemli olan konularda sürekli çalışarak zamanlarını geçiren kimselerdir… Akla ve sağduyuya uygun çözümler bulabilmenin peşindedirler. Bu nedenle, hangi problemi çözebilmek için, gördüklerini ”hayal” diye tanımlıyorlar?.. Araştırılması gerekir…
Bu iki düşünürün ikisi de bilgi kuramları nedeniyle idealist olmak durumunda kalmışlardır… Savlarının gündelik gözlemlerimizle (sağduyu) bağdaşmadığını bilirler. Onlara göre tüm bilgimiz, duyu-izlenimlerimize ve onların belleğimizdeki çağrışımlarına indirgenebilir olmalıdır.. Başka türlü öğrenemeyiz…
Bu kurama göre, diyelim ki “ağaç”la ilgili tüm bilgilerimiz ağacın zihnimizdeki imgesinden ve onun değişik çağrışımlarıyla  kafamızda oluşan psikolojik (öznel) ilişkilerden (neden-sonuç ve ard arda gelişlerden ) oluşmuştur…
Şimdi, bilgiyi böyle tanımlarlarsa… Sağduyuya uygun olarak fiziksel dünyayı gerçek sayan görüşü nasıl yorumlayacaklardır?..  İşte bu soruya yanıt vermenin güçlüğü, içinden çıkılmazlığı nedeniyle, belki de pek istemeden, idealist oldukları söylenebilir…
Popper bu durumun özellikle Hume’da çok belirgin olduğunu öne sürmektedir.[4]
Bu demektir ki, duyumsal bazlı bir “öğrenme” anlayışı yerine daha değişik (daha yeterli) bir bilgi kuramları olabilseydi idealist olmayabilirlerdi…
Bu çözümlemelerimiz metafiziksel bir savın eleştirilmesidir… İddiayı test edemediğimiz halde eleştirebilmiş olduk böylece…

○○○
Metafiziksel önermeler politikacılardan sık sık duyulur…
Ünlü bir Türk politikacısının ekonomik sıkıntılar karşısında “Yine birileri düğmeye bastı” sözü ilk aklımıza gelebileceklerden.
Bu söz aslında, yukarda gördüğümüz örnekler gibi, varoluşsal bir metafiziksel önermedir. “Kırmızı kedi vardır” türünden…
“Düğmeye basan birileri var.”
Önermeyi test edemeyeceğimizden düğmeye basan birilerinin olup olmaması önemli değildir.
Ne kadar aranırsa aransın, “düğmeye basanlar” bulunamasa bile… Önerme sahibi “gerektiği gibi aranmadığından bulunamadı,” diyebilmek hakkını elinde tutacaktır!.. Test edilemediğinden, kimse “düğmeye basanlar yok” diyemeyecektir…
Önermenin bilgi içeriği  “sıfır”dır… Yani bomboş laftır… Hiçbir şey söylememektedir…
“Bizim kötülüğümüzü isteyen bilinmez kimseler var ve biz onları bulabilecek güçte ve  yetenekte  değiliz!”
İnsanın aklına güveni sarsmaktan öte bir etkisi olamaz böyle iddiaların…

○○○



Dogmatikten eleştirele, öznelden nesnele geçiş

“Öznel” ve “nesnel” sözcüklerinin, Popper’ın görüşlerini anlayabilmek açısından büyük önemi vardır.
Bir bakıma Pooper’ın 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran kuramlarının temelinde düşüncenin psikolojisinden (öznel olandan, zihinsel olandan, kafanın içinde olandan) düşüncenin mantığına (nesnel olana, zihinde değil herkesin görebileceği gibi hayatta olana, kafamızın dışında olana) doğru yaptığı entellektüel değişim yatmaktadır.
Bu düşünsel değişim bilgiyi (bilimi), kafanın içinde aramak yerine, bireylerin dışında hayatın içinde aramamız gerektiğine işaret eden müthiş bir yenilikçi tutum olarak algılanmalıdır. Konunun  daha somut olarak anlaşılabilmesine katkıda bulunacağı beklentisiyle, biraz aykırı bulunma riskini göze alarak, “kafanın içinden” “hayatın içine”, metaforlarıyla kavranmaya çalışılmasının faydalı olacağını düşünüyoruz.
Elinizdeki bu kitap, yalnızca subjektifle objektifin, öznelle nesnelin ayırt edilmesine katkıda bulunabilirse, işlevini yerine getirmiş olacaktır…
Bilgiyi, kafanın içinden alıp öylece ortalığa koyuveren Popper’ın entellektüel yolculuğunu izlemeyi sürdüreceğiz  aşağıdaki bölümlerde.
○○○
Popper’ın müziğe ilgisi bir ara müziği meslek edinmeyi düşünecek derecede ileri düzeyde olmuştur. Anne tarafında müzik bir aile uğraşıdır. Annesi ileri düzeyde piyano çalmaktadır. Teyzelerinden biri ise profesyonel piyanisttir.. Popper’a gelince keman dersi almış ancak pek ilerleyememiştir. Schönberg’in yönettiği özel konserler veren bir müzik topluluğuna üye olmuştur.
1920 ile 1922 yılları arasında matematik, fizik ve marangozlukla birlikte müziği de meslek edinmeyi ciddi ciddi düşünmüştür. Sonunda hiçbirinde yeterince iyi olmadığına karar kılmıştır.
Buna karşın doktora konularından biri müzik tarihidir.
Düşüncelerinin, bilgi kuramının ve felsefesinin oluşmasında etkili olan bazı fikirlerin müzikten geldiğini söylemektedir. Bunlardan biri dogmatik ve eleştirel düşüncedir. Dogmanın ve geleneklerin önemini müzikten öğrendiğini ileri sürmektedir.
İkincisi, iki tür müzik arasında yaptığı ve çok önemli bulduğu bir ayrımdır: Birbirinden çok farklı olduğuna inandığı müzik türlerinden birini öznel diğerini de nesnel müzik diye nitelemiştir.
Popper bu fikirlerin Kant’ı yeniden yorumlamasında ve ana entellektüel ilgisinin “buluşun (bilginin) psikolojisinden” “buluşun mantığına” kaymasında önemli etkisinin olduğuna inanmaktadır.[5]

○○○
Bilim gibi çoksesli müzik de bir Batı ürünüdür. Popper çok sesli müziğin ortaya çıkış dinamiklerini şöyle yorumlamaktadır:
Ortaçağ kiliseleri, dogmatik denebilecek kesin ve değişmez sınırlamalarla söylenen “ana dini melo”diyi (cantus firmus) katı bir biçimde tanımlamıştır. Kontrpuan denen çok melodililik, ana melodinin kurallarını bozmadan yeni melodileri birlikte söyleyebilme gibi bir zoru başarabilen müzisyenlerin ürünüdür.
Ana melodiyi temellendiren kurallar, yaratıcı özgürlüğün kaosa düşmeden çalışmasını olanaklı kılacak çerçeveyi, düzeni, disiplini sağlamıştır.[6]
Gelişmelerden geriye bakıldığında, katı kural “dogma”nın, yeniliğin, yaratıcı özgürlüğün yolunu açan bir ön hazırlık, bir başlangıç olduğu düşünülebilir. Kaosa girmeden yeni düzenler (Kozmoslar) bulabilmenin böylelikle yolu açılmıştır.
Sağduyuyla fazla örtüşmese de, “dogma”, kaosa atılmış bir “kozmos” (düzen) çekirdeği oluşturmaktadır… Bu çekirdek çevresinde yeni düzenler oluşmaktadır.
Popper’ın sözleriyle ve metaforlarıyla manzara şudur:
Ortaçağın kilise müziği olan gregoryan melodilerin kurallara bağlanması (ki dogmatik bir tutumdur) yeni dünyalar kurulması için gereken çerçeveyi, daha doğrusu, yapı iskelesini sağlamıştır. Dogma, bilinmeyen bir dünyayı, kendi içinde düzensiz karmakarışık olması olanaklı olan bir dünyayı araştırmak, çeşitli bölgelerine düzen getirmek için gereken koordinatları sağlamaktadır.
Müziksel ve bilimsel yaratıcılık şöyle bir düzenekle çalışıyor görünmektedir: Dogma ve efsane, hem dünyanın bilinen düzenleyicilerinin (kurallarının) incelenmesi hem de yeni düzenleyicilerin icat edilmesi amacıyla bilinmeyene giden ‘insan yapısı bir yol’ olarak kullanılmaktadır. Az çok bir ışık gördüğümüzde bulduğumuz yeni kuralları dünyanın yeni düzenleyicileri olarak sınarız. İşe yarar bulursak artık yeni koordinatlarımız vardır.
Aslında, bir müzik baş yapıtı (büyük bir bilimsel kuram gibi) düzensizliğe (kaos) empoze edilen bir düzendir (kozmostur).[7]
Bu düşünceden yola çıkan Popper, Kant’ın “aklımız kanunlarını doğadan öğrenmez, tersine onları doğaya empoze eder…[8] sözünü şu şekilde yorumlamıştır: “Bilimsel kuramlar insan yapısıdır, biz onları dünyaya empoze etmeye çalışırız.[9]

○○○
Artık Popper bilgi üretmenin temeli olacak bilgi kuramına yaklaşmaktadır. Deneycilerin dediklerinin aksine, bilginin gözlemden çıkmadığını, gözlem sonuçlarını yorumlayan aklın ürünü olduğunu öne sürmektedir:
Bilgimiz, kuramlarımız (ilkel efsanelerden bilimsel kuramlara kadar) insan yapısıdır. Onları dünyaya empoze etmeye, uygulamaya çalışırız. Yanlış olsalar bile, eğer istersek onlara dogmatik bir şekilde bağlanabiliriz. Yalnızca dinsel efsanelere böyle bağlanılmıyor, gördüğümüz gibi Kant da Newton’un kanunlarına böyle bağlanmıştı.
Başlangıçta kendi buluşumuz olan kuramlara bağlı kalmamıza karşın (kuramlar olmadan düşünmeye bile başlayamayız, başka yolumuz yoktur), zamanla kuramlarımıza karşı daha eleştirel bir tavır takınabiliriz. İşe yaramadıkları yerleri görürsek daha iyileriyle (eğer bulabilirsek) onları değiştirebiliriz.
Bu noktaya geldiğimiz takdirde, düşüncenin gelişiminde ‘bilimsel’ denilen, ‘eleştirel’ denilen döneme giriyoruz demektir.
Kant bilginin, gerçekliğin (çevremizdeki fiziksel dünyanın) bir kopyası veya izlenimi olamayacağını söylediği zaman haklı idi…
Bilginin genetik olarak veya psikolojik olarak a priori (deney öncesi) olduğuna inanmakta da haklı idi…
Ancak haklı olmadığı nokta (doğru) bilgiyi “a priori geçerli” (her olguya uygulanabilir kesin değişmez doğru) olarak görmesi olmuştur.
Kuramlarımız bizim icatlarımızdır. Ancak onlar yalnızca birer bozuk veya eksik düşünülmüş varsayımlar, cesur kestirimler, hipotezler olabilirler.
Kuramlarımızla bir dünya yaratırız; ancak bu ‘gerçek dünya’ değildir; kuramlarımızdan oluşan, içinde gerçek dünyayı yakalamaya çalıştığımız ‘ağımız’dır.
Eğer bu dediklerim geçerli ise, önceleri “buluşun psikolojisi” dediğim şeyin mantıksal bir temeli var demektir.”[10] (Bak bölüm 2, Popper, Buluşun psikolojisinden buluşun mantığına.)

○○○
Gördüğümüz gibi, dogmatik düşünceden yola çıkmış, iki kademeli (dogmatik ve eleştirel) bilimsel düşünce devresine gelmiş, buradan da düşüncenin psikolojisinden çok mantığının önemli olduğu görüşüne ulaşmıştır.
Bu akıl yürütmeler sonunda, öznel düşünceden nesnel düşünceye geçebilmekte ve bilgiyi gözlemlerden öğrenerek değil, gözlem sonuçlarını deney ötesinde spekülatif ve soyut olarak özgürce yorumlayarak ürettiğimiz noktasına gelmektedir.
○○○



Öznel ve nesnel müzik

Popper’ın öznel dediği müzik ünlü Alman besteci Beethoven’in ( -1827), nesnel diye nitelediği ise  gene ünlü Alman müzisyen Bach’ın ( -1750) müziğidir. Ona göre, bu iki büyük müzisyenin müziğe yaklaşımlarındaki fark iki değişik ürün çıkarmıştır ortaya. Her iki tür de değişik tasarım süreçleri sonunda oluşturulmuş  müziğin üst örneklerindendir.
Popper daha sonraları bu görüşlerini oldukça abartılı bulacaktır… Ancak, bu müziksel değerlendirmelerin, bilgiye ilişkin görüşlerini kökten etkilemiş olduğunda ısrarlıdır.
Beethoven’ı, müziği kendi duygularını anlatabilmek için bir araç olarak kullanan bir besteci olarak görmektedir. Onun için belki de çaresizliklerini aşıp yaşamı sürdürebilmenin bir yoludur  müzik.
Umutsuzluğa karşı amansızca savaşmanın, diyor Popper, daha vurucu daha çarpıcı daha dokunaklı ürünlerini düşünemeyiz. Gözden kaçırmamamız gereken nokta, Beethoven örneğinin, yöntem olarak müziksel kompozisyonların bu şekilde bestelenmesi gereğini kanıtlamadığıdır.
Onu bu yöntemle başarıya götüren, yöntemin uygun olmasından çok sahip olduğu eşşiz yaratıcı yeteneklerdir. Aynı yöntemin başka bestecilerde de başarılı sonuç verme olasılığı düşüktür.

○○○
Üstüne üstlük Popper, daha da ileri gidip şöyle düşünmektedir:
Bana öyle geliyor ki Beethoven’ın yöntemini standart bir model yapmaktan daha büyük bir kötülük olamaz müzik için.[11]
Bach’a gelince, duygularını dünyaya taşıyacak bir araç olarak müzik yazmak yerine, ‘eserlerinin içinde kendini kaybediyor ve kendini müziğin hizmetine veriyordu.’  Elbette ki kişiliğini onlara damgalamadan edemezdi. Bu kaçınılmazdı… Fakat, Beethoven gibi, zaman zaman bilinçli olarak kendini ve içinde bulunduğu ruhsal durumu müziğinde anlatmıyordu... Bu nedenle bu iki müzisyenin iki zıt kutbu temsil ettiğine inanıyordum. Bach’a göre müziğin ortaya çıkışının amacı müzisyenin şanı ve şöhreti için ses çıkarmak değildi… Bach’ın objektif müziğinde müzisyen bir bilim adamı gibi, müziği ile karşılıklı etkileşim halinde, deneme-yanılma ile öğreniyordu. Eser geliştikçe müzisyenin beğenisi, müziksel yargıları, belki de yaratıcı hayal gücü de gelişiyordu. Elbette ki bu gelişme ortaya konan çabaya, çalışma düzeyine, esere bağlılığa, diğer müzisyenlerin ürünlerine gösterilen duyarlılığa ve özeleştiriye bağlı olarak değişiyordu. Artistle yapıtı arasında tek yönlü bir verme (eserde yalnızca kişiliğin anlatılması) yerine, sürekli bir alış – veriş söz konusu idi”.[12]

○○○
Popper için iyi müziğin  derin duyguları anlatması gibi bir zorunluluk yoktur. Müziği müzisyenin duygularının anlatıldığı bir “ekspresyonist “ uğraş olarak görmez. Ayrıca müziğin duygusal etkisini kabullenmek için bu görüşleri benimsemek gerekmemektedir. Ona göre müziğin veya sanatın bu tanımı doğru değildir…
Popper, Platon’dan bu yana öne sürülen bu “ekspresyonist”, “duyguların anlatımı“ yaklaşımlarına karşı kendi “nesnel kuramını” ileri sürmektedir. Duyguların açıklanmasını  reddetmek şöyle dursun…  İnsanın tüm davranışlarının, duygularının anlatılaması için bir ortam olduğunu benimsemiştir.
Popper’a göre, bir canlının yaptığı her şey, başka amaçlarının yanında onun zihinsel durumunun ve kişiliğinin bir göstergesidir.
Derin bir kuram gibi, “Duyguların anlatımı”nı süsleyip bezemek… Sanat etkinliklerini bununla açıklamaya çalışmak  kuvvetli bir argüman değildir. Pek sıradan ve önemsiz, yan bir açıklama olarak kabul edilmelidir…
Bestecinin duygularının gerçek işlevi,  onların (duyguların) bestenin içine sokulması değildir…
Bunu yapan sanatçı, eserinin bütünlüğü, tamlığını, kusursuzluğu, ölçüsünü ve genel düzenini  bozma riskini göze almış demektir… Duyguların asıl rolüne gelince:
 “Nesnel ürünün, kompozisyonun, başarısını, uygunluğunu ve etkisini test etmekte kullanılmasıdır. Besteci kendini bir sınama ölçütü olarak kullanabilir… Hoşnut kalmadığı bölümleri düzeltebilir… (Beethoven’in sık sık yaptığı gibi) yeniden yazar veya tamamını çöpe atabilir… Eserin duygusal olup olmadığını kendi tepkisini, ‘üstün beğenisini’ kullanarak anlar. Bu deneme- yanılma yönteminin bir başka uygulamasıdır.[13]

○○○
Tartışmayı özetleyecek olursak, öznelci (subjectivist) veya “kendi-anlatımcı” ekspresyonist sanat anlayışında etkin olan adı üstünde “özne”dir. Ürün, kusursuzluk, düzenlilik, tamlık, bütünlük, kozmos arayan bir “ana yapılanma”dır. Bunun içine sanatçının duygusal durumunun karışması aykırı denebilecek unsurlar oluşturacaktır…
Türkiye’de ortaya çıkan “arabesk” müzik, öznelci müziğin çok tipik bir örneği olarak ele alınabilir. Eğer sanat, duyguların anlatımı olarak tanımlanırsa arabesk müzik türü ile diğer müziğin ayrımını yapabilmek güçleşecektir… Ünlü Türk klasik müzik sanatçılarının bile “öznelci sanat” anlayışları nedeniyle (biraz da yaygın popülist sol görüşlerin etkisiyle) “Her müzik güzel, arabesk de, diğerleri de,” gibi yorumlar yaptıklarına tanık olabiliriz. Bunun kaynağında “vıcık vıcık duygu bulamacı”na dönüştürülmüş ses karışımını müzik sanmak zorunluluğunu duyan kuramın çıkmazı yatmaktadır.
Müzik duyguların anlatımı diye tanımlanırsa arabesk müziğin de, Itri’nin,  Bach’ın müziğinin yanında müzik diye tanımlanma  zorunluluğu doğacaktır… Korkarım bestecileri Devlet Sanatcısı bile yapılacaktır. Kuşkusuz sorun devlette değil, müziğin ve sanatın teorisi üzerinde yeterince düşünmeye zaman ayıramayan eğitim kurumlarındadır.
Nesnelci (objektivist) görüşde ise yapıtın bizatihi kendisi, insanı değişik duygular içine sokabilir… Bu sanat eseri ile ilişkin bir psikolojik olgudur…
Sanat eserinin değerlendirilmesinin asıl ölçütü bu değildir… Sanatçının, algıladığı düzensizlikten (kaos) ortaya çıkardığı uyumun (kozmoz) yetkinlik derecesidir…
Uyandırılan duyguların yetkinliği değil![14]

○○○



Buluşun psikolojisinden buluşun mantığına

Popper “buluşun psikolojisi” üzerine başladığı doktora tezini 1928’de bitirmiştir. Tezi sunumu ile birlikte “psikoloji”de yaptığı çalışmalara da son vermiştir.
Otobiyografisinde bunun ana nedenine azıcık dokunmuştur: Müzikte edindiği kavrayışlar bağlamında “buluşu” doğuran düşünce üzerindeki görüşleri kökten değişmiştir…
Popper ayrıca, 1925’den itibaren Viyana Pedagoji enstitüsüne devam ettiğini…  Burada Alman psikolog Oswald Külpe’nin  (ö: 1915) kurduğu Würzburg Okulu psikologlarından Karl Bühler (ö: 1963) ve Otto Selz  (ö: 1943) ile tanıştığını… Bu iki psikoloğun etkisinin de bu kararında etkili olduğunu yazmaktadır.[15]
Bu psikologlarla aynı görüşte olduğunu farkettiğini söylemektedir.
Ayrıca bu gurubun, ampiristlerin dediği gibi “imgelerle değil, problemler ve problemlerin geçici çözümleriyle düşündüğümüzü”  bulmuş olduklarını saptadığını belirtmektedir…
Özellikle Otto Selz’in bazı bulgularını, ondan (Popper’dan) önce kavramış olduğunu görmüştür.
Popper bu durumun psikolojiyi bırakmasının ikincil nedenleri arasında olduğunu kabul etmektedir.[16]
Yayınlanmayan doktora tezine (1928) ikinci defa göz atmadığını, epeyce aceleye gelen bu çalışmadan hiç de memnun olmadığını açıklamıştır.
Alman düşünce psikolojisi üzerinde çalışan, Hollandalı çağdaş bilim tarihcisi Michael Ter Hark, Popper’ın pek tanınmayan Alman psikolog ve bilgi kuramcısı Otto Selz’e oldukça borçlu olduğu tezini savunan bir makale yayımlamıştır (1993).
İnternetteki sitesinde, yakında yayımlanacak olan yeni kitabında Popper’ın ampirist ve tümevarımsal bilgiden dedüktif bilgiye geçişinde Otto Selz’in önemli payı olduğu görüşünü işlediğini bildirmektedir.
Ter Hark’a göre Popper’ın otobiyografisi onun düşünsel gelişimini yeterli açıklıkta anlatmamaktadır.
Bu iddialar ne kadar gerçekleri yansıtıyor, kesin bir yargıya varmak şimdilik bizim için olanaklı değildir.
Ter Hark’ın kitabı, Otto Selz’in katkılarının açıklığa çıkması açısından faydalı olacaktır.

○○○



 Öğrenme ve gelişme dörtlüsü

Popper’ın kendi söylemiyle, bütün bilimsel tartışmalar bir problemle başlar (P1)…
Bu probleme geçici bir çözüm önerilir (GÇ)…
Öneri hatası varsa ortaya çıksın diye tartışılır ve eleştirilir… Bu süreç hataların elenmeye çalışıldığı üçüncü aşamadır (HE).
Önerilen geçici çözümün problemi çözebilecek güçte olduğu görülürse (geçici çözüm yanlışlanamaz ise) yeni bir problem (P2) belirecek ve süreç yeniden tekrarlanacaktır.
Gelişme, sorunla başlayıp sorunla bitmektedir.
Öğrenme sürecine, günlük sıradan yaşantımızdan bile çeşitli örnekler bulabiliriz. Bilim tarihinden ilginç bir uygulama örneğini, 3. bölümde, “Nesnel ve mutlak doğru kavramını somutlaştıralım” alt başlığı altında (Bak şekil 10) inceleyeceğiz.
Popper iki ana hipotezini (Yanlışlanabilirlik ve tümevarımın geçersiz olduğu savları) 1934’de yayımladığı “Bilimsel Buluşun Mantığı “ adlı ilk büyük çalışmasında ileri sürmüştü.
Yukardaki öğrenme dörtlüsünü de, 1937 yılında, bilinen diyalektik üçlüyü (tez, antitez, sentez), bir deneme yanılma yöntemi olarak yorumlamaya çalışırken geliştirdiğini söylemektedir.
 Deneme-yanılmanın bir süreç olarak başlatılabilmesi için öncelikle geçici de olsa bir çözüme (iddiaya, sava, hipoteze, kurama) gereksinim duyulacaktır. Bir iddiayı, ancak bir sorun karşısında, onu çözmek amacıyla geliştirebiliyoruz.
Çözüm denemesi mutlaka bir sorunun varlığının göstergesidir.
Popper’ın ünlü sözüdür: “Bilim problemle başlayıp problemle bitmektedir…”

○○○





PROBLEM (1)   ►   GEÇİCİ ÇÖZÜM   ►   SINAMA VE HATALARIN   ELENMESİ   ►   PROBLEM (2)



Veya



P 1     ►     GÇ     ►      HE      ►      P 2


                                                                         
Şekil 3
Öğrenme ve Gelişme Dörtlüsü


○○○

Problem (sorun)

 Problemin, sorunun, sıkıntının, özünde bir terslik, zıtlık, bilinene karşı durma, beklentilerin aksine hazırlıklı olunmayan bir durumla karşılaşma vardır. Sabah hava iyi olacak beklentisi ile yola koyulup yağmur altında kalırsak... Bu sorundur, hazırlıksız yakalanmış oluruz!.. İki yıl için borçlandık, yeni bir araba aldık... Ancak üç ay sonra işşiz kalırsak, hedefimiz tutmamış, beklentimiz gerçekleşmemiştir. Bir ekonomik problemle karşı karşıyayız demektir...  Örnekleri uzatabiliriz...
Anlatmaya çalıştığımız şu, sorundan söz edebilmek için öncelikle bir beklenti, amaç, hedef, iddia, sav, hipotez, tez, teori, adına ne derseniz deyin bir ön kurgunun bulunması gerekmektedir...
Hedefimizi, amacımızı, beklentimizi kurgulayabilmemiz, kuramlarımızı tasarlayabilmemiz ise ancak birşeyler bilirsek olanaklıdır... Yani bilgi ile mümkündür... Hedefimize yol alırken ayağımıza takılan taşı ise sorun diye tanımladığımız anlaşılıyor...
Kısaca, “bilgi” olmadan “sorun” da olmuyor!
Bir kademe daha ileri gidersek diyebiliriz ki, “bilgi”nin varlığı, karşıtı “bilgisizliğin” de var olduğunun işaretidir.
 Toplam bilgimizi bir daire içinde göstermeyi denersek küçücük bir bölümü bilgi, geri kalan   büyük alan ise cehalet olacaktır... Bilemediklerimiz bildiklerimizden çok daha fazla olduğuna herkesin katılacağını sanıyoruz.
Şekil 6’ da görüldüğü gibi, “problem’i, bir ayağı bilgide diğeri bilgisizlikte bir köprü olarak göstermenin, “sorun imgesini” somutlaştırabilmenin etkili bir yolu olduğunu düşünüyoruz. Bu durumu  şöyle yorumlayabiliriz: Bilgimiz olmazsa, yani tüm daireyi bilgisizlik kaplarsa, hiç sorunumuz kalmayacaktır (Şekil 4). Bunun tersi gerçekleşir de, her şeyi bileceğimiz bir dönem gelirse, tüm daireyi bilgi kaplayacak (Şekil 5), sorun köprüsü yine yok olacaktır. Yani  bilim (öğrenme) ortadan kalkacak, öğrenmenin anlamı ve doğurduğu coşku yok olacak, herkes allame olup çıkacak ve can sıkıntısından patlayacaktır...

○○○
Bilginin var olmadığı bir dönemi hayal edebilir miyiz; bilgi için olmazsa olmaz koşul ne olabilir? Düşüncelerimizi şöyle formule etmek daha açıklayıcı olacaktır: Bilginin bir  işlevinin düşünülebilmesi  için evrenin kendiliğinden oluşan etkinlikleri dışında, özel çaba gerektiren amaçların söz konusu olması gerekmektedir.
Bilebildiğimiz kadarıyla, 14 milyar yıl önce oluştuğu kestirilen evrende, 3 milyar yıl öncesine dek böylesi amaçlara sahip bir varlığın izine rastlanmamıştır. Yaşamın başlangıcı kabul edilen tek hücrelilerin deniz diplerinde oluşmasına kadar evrende durum budur.... Bu tarihten (3 milyar yıl öncesinden) itibaren genetik olarak (kalıtımla) belli bilgilere sahip olan canlılar, evrenin kendiliğinden, zorlamasız oluveren etkinliklerinin içinde yer almaya başladılar. Bu canlılar, kalıtımla edindikleri (öznel) bilgileriyle, ve yaşamları için çok önemli bazı güdülerle doğmuşlardı. Bu güdüler, onların yaşamsal birtakım beklentileri, yani kuramları  veya amaçları, bilinçsizce tasarlayabilmelerine olanak verecekti.
Böylelikle kurguladıkları amaçlara ve beklentilere aykırı olan her engel onlar için bir problemdi;  yaşamın öğrenme ve gelişme dörtlüsünü başlatacak olan problemler oluşmaya başlamıştı...
Anlatmaya çalıştığımız şudur: Problemin hayatla birlikte, 3 milyar yıl önce gezegenimizde ortaya çıktığını, savunulabilir akla uygun bir  öneri olarak ileri sürülebiliriz. Yaşamın olmadığı dünyada problemin de bir anlamı olamazdı. Yaşam, problemin oluşması için gereken bilgiyi genlerle (DNA) canlılara ulaştırmaktadır.
Canlılar, sorunun bilincine bilmem kaç milyon yıl önce (1,5 diyenler var) bilincin oluşmasıyla vardı. Bilinç ortaya çıkıncaya dek var olan problemler tabii ki bilinç dışı sorunlardı.
Başka bir deyişle biyolojik (canlı) varlıklar ortaya çıkmadan, fiziksel (cansız) varlıklar arasında “problem”den söz etmek anlamlı değildi. Problem canlıların çevreye uyumda çektikleri sıkıntıların adı olarak anlaşılmalıydı.

○○○



Öznel ve Nesnel Bilgi

Öznel ve nesnel müzik yorumlarından sonra şimdi öznel ve nesnel bilgi kavramlarını iki kademeli olarak tartışacağız.
İlkin yaşamın içinden örneklerle tanımaya çalışacağız bu iki farklı bilgi türünü. Öncelikle bu sözcüklerin çağrışımlarını somutlaştırmayı deneyeceğiz... Kolay düşünülür, elle tutulmasa bile  hayal edilebilir, göz önüne getirilebilir, tanıdık imgeler yaratmaya çaba harcayacağız...
Sorunun güçlüğü geleneksel eğitim kurumlarında bu ayrımın yapılmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Çoklukla bilgi denilince, bilinçsizce de olsa, öznel bilgiyi anlamaktayız. Öznel ve nesnel bilgi ayrımı yapma gereksinimi duymuyoruz.
Burada yapmak istediğimiz, geleneksel kültürün bu kemikleşmiş anlayışını kırabilmek... hiç değilse yumuşatıp diğer seçeneği de tanıtabilmekdir.
Popper konuyu çeşitli kitap ve makalelerinde ele almıştır. Bunlardan ikisini hemen sayabiliriz: “Bilgi ve Zihin Beden Tartışması”[17] ve Sir John Eccles ile birlikte yazdıkları “Kendilik bilinci ve Onun Beyni”...[18] Sırasıyla bu iki kaynağı tanıtarak bilgi türlerine açıklık getirmeye çalışacağız.
Konunun  gerçek meydan okuması şudur:  Olgusal bilgiyi (deneysel bilimlerin konusu olan bilgiyi),  duygularımızla sarmaş dolaş olmuş halden çıkarıp yaşamın içine alabilmek... Kafamızın içinden dışarıya çıkarabilmek...
Ardından... Bilginin insanlardan bağımsız olarak nasıl canlanıp tomurcuklandığını, gelişip büyüdüğünü kavramaya çalışmak... Hayatın çıkar ve değer tartışmalarıyla dolu, çoğu kez kirlenmiş bulduğumuz gerçek ortamında gelişimini incelemek...

○○○
   Farkında olduğumuz veya olmadığımız, ‘özneye bağlı’, genlerimizin içindeki, kafamızın içindeki, zihnimizdeki bilgi, öznel bilgidir. Kitaplardan öğrenilenler, doğuştan gelen yetenekleri geliştirerek öğrenilen beceriler...
Hesap yapmak, matematik formülleri kullanmak, bisiklete binmek, kayak yapmak, saz çalmak, piyano çalmak... Hepsi öznel bilgidir.
Öznel bilgilerin başkaları tarafından kestirilmesi olanaklı değildir. Kişinin kendisi, evirip çevirip öznel bilgisini düzenleyebilir. Öznel bilgiler her zaman taraflıdır... Adından da anlaşılacağı gibi “öznel”dir, subjektiftir... “Nesnel”, objektif değildir...
Hiç kimse tarafsız olmaya çalışarak bilgilerini nesnelleştiremez. Öznel bilgiyi nesnelleştirmenin yolu başkalarının eleştirebileceği biçimde, ulaşılabilecek ve anlaşılabilecek bir formatta ortaya atmaktır. Tanıtmaktır... “Buyurun lütfen eleştirin,” diye herkese davetiye çıkarmaktır... Özneli başkalarının eleştirileri nesnelleştirecektir...
Biliyorum, öğretmen söyledi, Dünya Güneş’in etrafında dönüyor,” bir öznel bilgidir... Eleştirilmek için düzenlenmemiş, konuklara sunulacak kıvamda (iddiada) düzenlenmemiştir. İnsanların eleştirmeye değer bulabilecekleri sav olmaktan uzaktır. “Öğretmenin söylediğine göre bu böyle” (ve benzeri söylemler) kişinin öğretmene inancı ve bağlılığıyla desteklenen bir öznel bilgidir.
Biliyorum bu böyledir: .......” diyen öznel bilgi zorlu eleştiri badirelerini aşabilirse: “Bilindiği gibi bu böyledir : .......” diye  kabul gören  nesnel bilgiye dönüşebilecektir.
Bilindiği gibi Dünya Güneşin etrafında döner” (“isterseniz şu kaynaktan kontrol edebilirsiniz” anlamı saklı ) ise nesnel bilgi sınıfındadır... Çünkü eleştirilebilir, test edilir hale gelmiştir...
Saz çalmayı bilmek öznel; oysa sazın nasıl öğrenileceğini anlatan bir “saz metodu” nesnel bilgidir.
○○○

Ahmet’i görünce sinirim bozuluyor” kişinin psikolojisiyle ilgili bir öznel olgudur... Düşüncenin psikolojisi ile ilgili olup içeriğine ilişkin değildir. Sorunları çözmeyi amaçlayarak üretilenler ise düşüncenin içeriği olan bilgilerdir.
Ahmet’i her görenin siniri bozulurnesnel bilgidir. İstenirse derhal  Ahmet’le tanışılarak bu iddia kontrol edilebilir; ayrıca bunu söyleyen kişinin mutlaka size söyleyecek nedenleri vardır. Destek açıklamalarının mantığını kontrol edip bu savı kafamızda sınayabiliriz.
Fazıl Say’ın “Aşık Veysel” adlı piyano parçası nesneldir. Herkes eline alıp çalabilir.
Fazıl Say’ın bu bestesini notalara dökmeden önce düşündükleri ve hissettikleri  (kimbilir hangi melodileri denedikten sonra beğendiğini yakalayabilmiş ise) öznel...
Orhan Pamuk’un  kafasındaki  “Venedikli köle “ tiplemesi özneldir.
Venedikli köle tiplemesinin yapıldığı “Beyaz Kale” romanı nesnel... Bu romanın insanlarda uyandırdığı değişik duygular öznel...

○○○
Modern Araştırmacı”nın ünlü yazarları ,[19]Deneyimli bir zekası yoksa gerçeğin peşindeki bir tarih araştırmacısı yaşanmış olaylarla sessiz kayıtlar arasındaki boşluğu dolduramaz,” diyor. Bu aslında nesnel bilginin çarpıcı ve parlak bir tanımıdır...
Geçmişin sessiz kayıtlarını şimdinin gözlem ve deneyine benzetebiliriz. Gözlem ve deneyle gerçekler arasını doldurabilmek de  aynı beceri, çaba ve  cesareti gerektirecektir...
Bir başka tarihçi de şöyle diyor:”Sadece belgelere dayanarak yazıldığında tarih boş laftır...”.[20]
Sadece gözlemleri açıklamak da bilgi üretmek değildir... Deney yapıp sonuçlarını kaydetmektir... Deney teknisyenliğidir... 
Asıl peşinden gitmemiz gereken, kayıtlara, gözlemlere ve deneye dayanan nesnel iddialardır...  Sınanabilen savlardır... Bilgimizi artıran onlardır... Sorunlarımızı çözen de onlar... Onlar nesnel bilgidir...

○○○
Nesnel bilgi, sahibinden bağımsız kendi özerk çizgisini izleyerek gelişme potansiyeli olan, içeriği düşüncenin psikolojisinden bağımsız  iddiadır. Dilin simgeleri içinde formule edilmiştir.
Matematikde, doğal sayılar ( 1,2,3,4,5,6,7,8,.....) tasarlandığında, asal sayılar (kendinden ve birden başka hiçbir tamsayıya bölünemeyen sayılar: 2,  3, 5,7,11,13, 17,19,23...) da kendiliğinden tanımlanmış olacaktır. Doğal sayıların mantığı içinde, biz bilsek de bilmesek de, bilincinde olsak da olmasak da,  asal sayılar vardır. Doğal sayıları bulan, keyfi olarak bu gerçeği değiştiremeyecektir...
Nesnel bilgi, düşüncenin özneden bağımsız mantıksal içeriğidir...
Özerktir...
İnsanlığın ortak mirasıdır...

○○○
Nesnel bilgiler onları icat eden insanlardan apayrı bir sınıftır. Bu sınıfın içindeki tüm bilgiler birbirlerine “mantık bağları”yla tutunmuş durumdadırlar.
“Mantık bağları” tüm zihinlerden bağımsızdır...
Kafamızda (veya başka bir organımızda) ürettiğimiz bir bilgi, bu mantık bağlarına ters düşerse reddedilecektir... Bilgi olarak kamuda kabul görmeyecektir...
Ancak aynı bilgiye, sahibinin inanmaya devam edebilme özgürlüğü her zaman vardır. Bu surette nesnel olarak kabul edilmeyen bir bilgi, öznel olarak yaşamaya devam edecektir... İddianın  doğruluğuna olan inanç nereden gelebilir?.. Bu tartışmanın hiçbir yararı olmadığı gibi konuyla ilgisi de yoktur!.. İnsanlarla öznel bilgileri arasında doğabilecek duygusal (psikolojik) bağları, pekâlâ bunun nedeni olarak yorumlayabiliriz... Esas olan günün birinde savın, nesnel olarak kabul görüp görmeyeceğidir.
Farklı kişilerin öznel bilgileri arasında, ne bir bağ ne de bir aykırılık söz konusudur... Öznel ve nesnel bilgi arasındaki temel ayrım buradan gelmektedir...

○○○
 Canlıların öznel bilgi ile yüklü olduklarını düşünebiliriz. Kafaları, beyinleri, bellekleri, sinir sistemleri, tüm hücreleri.... Bilginin beyinde ve zihinde depolanmış gibi düşünülmesi bizleri yanıltmamalıdır... Bu yalnızca sağduyunun simgesel bir kabulü olarak algılanmalıdır.
İnsan için gerçek meydan okuma öznel bilgilerden nesnel bilgilere ulaşabilmektir! Bunun için öncelikle, dersin iyi çalışılması, kitap bilgisi diye genellenen, başkalarının ürettiği nesnel bilgilerin iyice içselleştirilmesi gereklidir. Ardından yanlış yapma riskini göze alabilecek cesaret ve eleştirilere dayanma gücü... Ve de hatalardan ders ala ala yürüyebilmeyi olanaklı kılan önemli etken: “Duygusal zekâ”!..

○○○
Nesnel bilginin doğru veya yanlış olması onun nesnelliğini değiştirmeyecektir. Belki de şöyle açıklamaya çalışmak konunun gerçek yüzünü daha iyi anlatacaktır: Nesnel bilgi doğru veya yanlış olabilir... Üstelik nesnel bilgilerin çoğunluğunun yanlış olması daha akla uygundur... Çünkü ‘doğru’ arayışı, çok kişinin ulaşmak için  yarıştığı, öne çıkanların ise oldukça az olduğu bir yarışmadır...
Öznel bilgi - nesnel bilgi ayrımı insan düşüncesinin gelişiminde yaşamsal önem taşımaktadır. İnançlardan iddialara; izlenimlerden, duyumlardan, hislerden, gözlemlerden,  insanların özgün yorumlar olan kuramlara geçip onları seslendiren ilk düşünür Kant ( -1804) olmuştur. 20.yüzyılın büyük akılcı düşünürlerinden Russell ( -1970) bu konuda şunları söylüyor:
“Evrensel ve insandan bağımsız bir nesnel doğru anlayışı büyük önem taşımaktadır. Yalnızca bu anlayışın  kolaylıkla kabullenildiği çağlarda değil... Özellikle,‘anlaşamadığı insanları öldürme erkekliğinden yoksun olanların boş bir hayali’ olarak aklın itilip kakıldığı, reddedildiği  talihsiz dönemlerde...  Akılcılık  çok daha önemlidir.”[21]

○○○
Görüşleri için kişiyi cezalandırmanın gerçekten akıllıca olmadığını  görmeye çalışmalıyız. Bırakalım akıllıca olmamasını, üstüne üstlük amaçlanan hedefin tersine hizmet etmesi daha olasıdır.
 Bilgi içeriği sağlam olmadığından büyüyüp tutunması beklenmeyen görüşleri savunanların cezalandırılması... Bu, toplum için yararlı ve içeriği sağlam düşüncelerin de yeşermesini önleyecektir. Çorak ve verimsiz bir düşünce ortamına gelinmiştir. Yasaklayıcı kendini vurmuştur...
Ayrıca çürük, tutarsız bilgilerin savunucusu bir takım kişilerin cezalandırılmaları, onların mağduru oynayarak hak etmedikleri bir saygınlık ve popülerliği kolay kazanmalarına neden olacaktır. Zulme uğramak Galileo olmak için yeterli değilse de[22], yasak kısa süreler için bile olsa kişilere  Galileo görüntüsü verebilmektedir. Bu görüntüler yeni kuşakları (onlara çok pahalıya patlayabilecek) yanlış yönlere özendirecektir.
Nesnel bilgiyi yok etmeye çalışmak (yanlışlama çabaları) entellektüel olarak saygın, yaratıcı ve akılcı bir tutumdur. Oysa görüşleri için kişileri cezalandırmak  çoğu kez ölüme mahkum düşüncelere hayat vermekle eşdeğer olabilmektedir.
○○○


Popper’ın üçlü dünya görüşü

 Deneyimlerimizle var olduğu izlenimini edindiğimiz şeyleri gerçeklik (realite ) diye sınıflandırırız. Böyle bir sınıflandırma, olguları açıklama çabalarımızda arka planı hazırlayarak bizlere yardımcı olacaktır. Özellikle fiziksel dünyanın ve insanların davranışlarını açıklayabilme isteği... Kişiyi, elinden hiçbir şey gelmezse hayal kurup efsaneler yaratmaya zorlamaktadır.
Bunlara metafiziksel, felsefi, spekülatif yaklaşımlar da diyebiliriz.
Yaşamı anlamanın arka plan çalışmalarıdır bu temel kabuller... Temel önermeler...
En çok bilinen üçüne değinip konumuzu sürdürelim.

○○○


İdealizm:

Bu görüşe göre bizler ve çevremiz yalnız “zihin”den oluşmaktayız... Gerçek olan tek şey, aklımız, zihnimiz ve ruhumuz... Çevremizde gördüklerimizin (masa, sandalye, dağ, taş ,ağaç...) hepsi birer hayal...  Birer rüyadır... Hiçbiri gerçek değildir.
İnsanlığın yetiştirdiği en akıllı diyebileceğimiz kişilerin bazıları nasıl olup da, sağduyuya bu denli aykırı düşünceleri ciddiye alıyor?.. Bunları tartıştık... Önce bilgiyi tanımlıyor bu kişiler... Sonra... Tanımlarına uygun olarak çevrelerinin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar... Çevrelerindeki maddesel varlıkların gerçekliğini açıklayamadıkları zaman... Tümüne hayal demek zorunda kalıyorlar...
Gördüğümüz gibi her işin başında bilgi geliyor...
İdealizm, ünlü İrlandalı düşünür Berkeley’in ( -1753) felsefesidir. Çağdaşı diyebileceğimiz İngiliz Hume da idealisttir. Popper, Hume’u kerhen idealist olmuş biri diye tanımlamaktadır.
Tüm varlıkları tek bir yapıda gören bu yaklaşımlara “monist” (tekçi) görüşler diyoruz.
İdealistler arasında ünlü doğa bilimcilere, fizikçilere bile rastlıyoruz...

○○○


Maddecilik: 

Diğer bir monist gurup “maddeciler”... Onlar da, çevremizde gördüklerimizi ve kendimizi idealistler gibi tek bir yapıda görüyorlar... Ancak, yapının “madde” olduğunu söylüyorlar... Yalnızca bedenimiz var; zihin diyebileceğimiz bir şey gerçek değil bu görüşlere göre...
Ne bilinç, ne de zekâ... Yalnızca var olan zekâ gibi davranan bedendir!
“Fizikalizm”, “köktenci davranışcılık”, modern maddeci akımlar, aşağı yukarı hep aynı kapıya çıkıyor: Her şey maddeden oluşuyor onlar için ...

○○○


İkicilik (Dualizm):

Descartes’ın anlayışında ise hem bilinç hem beden bulunmaktadır. Bilinçle beden karşılıklı etkileşim halindedir. Tek bir yapı yerine, ikili bir yapılanma düşünülmektedir... Bu nedenle ikici (dualist) diyoruz  bu türlü yaklaşımlara.
Hollandalı Spinoza (ö: 1677) ise beden ve zihnin varlığını kabul etmekte, ama birbirlerini etkilemediklerini ileri sürmektedir... Bedenle zihin Spinoza için aynı şeyin iki ayrı yüzüdür. “Bir yumurta kabuğuna içten bakarsak konkav, dıştan bakarsak konveks görünecektir... Benzer biçimde gerçekliğe içten bakılırsa  “zihin”, dıştan bakılırsa “madde” görmekteyiz.[23]
Spinoza’nın görüşleri ikici olmasına karşın Descartes’ın önerilerinden oldukça farklı olduğundan “zihin-beden paralelizmi” diye tanımlanmaktadır.

○○○
Popper’ın, “maddeciliğe” ve “zihin-beden paralelizmine” temel bir karşı çıkışı vardır. Bu iki anlayış, prensip olarak açıklayabileceğimiz her şeyin fiziksel dünyanın koşullarında anlatılabileceğini savunmaktadır. Onlara göre fiziğin dünyası her şeyin açıklanabildiği kapalı bir bütündür.
Popper üçlü dünyasını kurarken bu noktadan yola çıkmaktadır: Fiziksel dünyanın her şeyi açıklamaya yeterli, eksiksiz ve kapalı bir bütün oluşturduğu görüşünün doğru olmadığını ileri sürmektedir.[24]
Var olduğuna aklımızın yattığı şeyleri (Gerçekliği), üçe bölüyor Popper:

                              
                
Dünya 1  ( D1)    ► Fiziksel Dünya, Madde ve Enerji Dünyası
                                                           (Fiziksel Nesneler, İnsan Beyni…..)
                  
                        Dünya 2  ( D2 )   ►             Bilinç Durumlarımız, Zihin
(Düşüncenin Psikolojisi, duygular, güdüler, dürtüler, bellek….)

Dünya 3   ( D3)           ►     Bilgi Dünyası, Nesnel Dünya
(Düşüncenin İçeriği, Kuramlar, Nesnel Problemler, Eleştiriler, Dil, Sanat Yapıtları…..)



○○○
Fiziksel dünya (Dünya 1) konumuz dışında kalıyor. Dünya 2 ile 3’ü tartışacağız…
Tartışma bir temel iddiaya odaklanmaktadır… İnsana bağımlı olmayan bir nesnel bilgi dünyasının var olduğu… Bu dünyanın özerk ve  kendi içinde gelişme yeteneğine sahip olduğu  iddası…
Örneğin Babilliler sayı sistemini bulmuş olmasalardı, “asal sayılar” diye bir şey söz konusu olmazdı…[25] Tabii ki dikkatli olup bu argümanı söylemek istemediği uçlara çekmemek gerekmektedir. “Babilliler icat etmeden önce sayı sisteminin var olduğu” gibi bir sav bulunmuyor yukardaki önermede… Babilliler sayı sistemini bulmasalardı sayı sistemi nasıl gelişirdi? Başka kimler neler bulurdu? Bu buluşlar sayılara hangi yönde bir gelişme sağlardı?.. Hiçbirini kestirebilmemiz olanaklı değildir…
Anlatılmak istenen sayı  sisteminin özerk olarak, onu bulan insandan bağımsız bir dinamizmaya sahip olduğudur… Canlanıp gelişebilmesi için bir buluşun onu ateşleyip tetikliyor olması gerektiğidir…
Sayı sistemini bulanlar olmasaydı “asal sayılar” diye bir şey olmayacaktı…
Yeni buluşlar yeni gelişmelerin de yolunu açıyordu…

○○○
Bilgi dünyasında birikip toplananlardan etkilenerek yeni buluşlar yapmak, nesnel bilgi dünyası (D3) ile bilinçli dünyamız (D2) arasındaki etkileşimin, alış-verişin, tipik göstergesidir.
Fiziksel dünyadaki (D1) davranışlarımız ve eylemlerimizin doğrudan bağlı olduğu şey, bilinç dünyamızda, düşüncelerimizde bilgi dünyasını  nasıl kavradığımızdır... Bu nedenle insan zihnini ve insan belleğini, bilgi dünyasını (D3) kavramadan anlayabilmek olanaklı değildir...”[26]
Bu üçlü etkileşimi şematik olarak şöyle gösterebiliriz:





Cansız Dünya ( D1)
(Madde – Enerji Dünyası)




◄►




Öznel Bilgi Dünyası ( D2 )
Kendi Bilincinde Olan Zihin


◄►




Nesnel Bilgi Dünyası ( D3 )
(Kuramların, Sorunların Dünyası)

                                                                Şekil  8
                                               Üçlü dünyanın karşılıklı etkileşimi




○○○
Zihnin diğer iki dünya ile etkileşimine öğrenme sürecinde değineceğiz. Bundan önce, Popper’ın üçlü dünyasını, beynin fizyolojisini de göz önünde tutarak inceleyen bir tıp adamının görüşlerini anlamaya çalışacağız.

○○○
John Carew Eccles (ö: 1997), 1963 yılında tıp dalında nobel ödülünü alan Avustralyalı bir fizyolojisttir. Popper’la sürekli yakın bir bilimsel diyalog içinde olmuştur Eccles... Ortak yazdıkları bir de kitap bulunmaktadır.[27] Eccles bu kitapta Popper’ın üç dünyasını ve beyin - zihin etkileşimini şematik olarak incelemektedir… Bu şemaları aşağıda veriyoruz: Şekil 9, “Popper’ın Üçlü Dünyasının İçeriği”…[28] Şekil 10, “Zihin – Beden Etlileşimi”…[29] Üçlü etkileşimi ve “öğrenme”yi anlamak açısından çok faydalı araçlar olduklarını düşünüyoruz…

○○○




Beyin – zihin etkileşimi ve öğrenme serüveni: 
( D1  ◄►  D2  ◄►  D3 )

Popper’ın üçlü dünyası, yaşamın çeşitli sorunları için  yeni açıklamalar önermektedir. Bunların en önemlilerinden biri, bilginin genel kabul görmüş, kanıksanmış, çoğunluğa apaçık görünen geleneksel kaynağını değiştirmesidir (bir anlamda bu kaynağı kurutmasıdır)...
Geleneksel görüş bilginin gözlemden kaynaklandığı şeklindedir…
“Eleştirel Akılcılık” diye tanımlandığını ilerde göreceğimiz Popper’ın tanımlamasımda ise “Bilgi, eski bilginin düzeltilmiş halidir…”
Bomboş bir bellek ile hayata başlamayız…
Arının çiçek çiçek dolaşıp bal üretmesi gibi… Gözlemden gözleme, deneyden deneye dolaşarak bilgi üretmeyiz…
Yeni bilgi üretebilmek için mutlaka (doğru veya  yanlış) bir bilgi birikimi gereklidir.
Başlangıç bilgimiz yoksa gözlem yapabilme yeteneğimiz de olmayacaktır. Bu yargıda algılarımızın, birikimlerimizden, eski bilgilerimizden bağımsız olmadığı kabulu vardır ki… Bu önemlidir…  Geleneksel görüş ile yeni anlayışın farkı burada yatmaktadır…
Zihin – beden etkileşimindeki bilgi akışını gösteren Şekil 9’u kullanarak fiziksel dünya (D1) ile zihinsel dünyamız (D2) arasındaki etkileşimi incelemeye çalışalım:
Dış dünyanın etkilerini biz “dış duyular”ımız olarak algılamaktayız ve “algı” diye adlandırıyoruz. Işıklı bir uyarıcı, renkli, sesli, kokulu, hoş tat veren, acı çektiren veya dokunma  ile kolay anlatılamayan duygular uyandıran bir etki olabilir bu.
İlginç ve yeni olan şudur: Bu uyarıcıların hiçbiri,  eğer az da olsa bir bilgi ile donatılmamış isek, “algı”ya dönüşemeyecektir!

○○○
Şe kil 10’un ikinci kolonuna bakalım…
D1’den (beyinden) gelen dış duyular (algılar, sinir sisteminin yorumları, deneyimlerimiz), yeni “bilgi”ye nasıl dönüşecektir?
Bu sorunun Popperci yanıtı şudur:
Zihin elindeki mevcut eski bilgileri kullanarak gelen dış duyu verilerini yorumlayacaktır… Bu yorumlara “yeni bilgiler” diyoruz…
Yeni doğan bir çocukta “eski bilgi”ler genlerle gelen yaşam bilgileridir. Bebek, karanlık bir odada iken kapının açıldığını duyar duymaz ağlamaya başlayabilir… Doğuştan gelen genetik bilgisine göre bu tehlike işaretidir… Bebek bunu öyle yorumlayacak ve böylece bir “yeni bilgi” (beklenti, amaç, kuram) oluşturmuş olacaktır… Ürettiği yeni bilgiye göre davranacak ve “ağlayarak” tedbirini alacaktır.


  







Dünya 1

Fiziksel Nesneler ve Durumlar

Madde Enerji Dünyası

1. İnorganik evrenin madde ve enerjisi

2. Biyolojik canlıların eylemleri ve yapıları

3. İnsan ürünleri

• İnsan yaratıcılığının,
• cihazların,
• makinelerin
• kitapların
• sanat yapıtlarının
• müziğin
maddi yapıları.
      

◄►




Dünya 2

Bilinçli Durumlar


Öznel Bilgi Dünyası




• Algı
• Düşünce
• Duygu (duygulanım)
• Genetik Yönelimler
• Anımsanabilen Şeyler
• Rüyalar ve
• Yaratıcı Hayal Gücünün
   deneyimi.


◄►


Dünya 3




Nesnel Bilgi Dünyası

İnsan yapısı kültür dünyamızın
fiziksel dünyanın objelerine kaydedilmiş durumu
• Felsefi
• Dini
• Bilimsel
• Tarihi
• Edebi
• Sanatsal
• Teknolojik

Kuramsal Sistemler
• Bilimsel Problemler
• Eleştirel Argümanlar



Şekil  9
Popper’ın üçlü dünyasının  içeriği (Popper, Eccles, Benlik ve Onun Beyni 1977, s. 359)
                                                                                                                               
                       
○○○
            


BEYİN   ◄►   ZİHİN   ETKİLEŞİMİ







Zihinsel

Dünya

( D 2 )

DIŞ  DUYU

 



     • Işık

     • Renk
     • Ses
     • Koku
     • Tat
     • Acı



 

     • Dokunma



          ALGI


 






İÇ  DUYU

     • Düşünceler
     • Duygular
     • Anımsanan Şeyler
     • Rüyalar
     • Hayaller
     • Yönelimler, dürtüler, niyetler, amaçlar

    



 







                    
Fiziksel
Dünya
( D 1)
                                        
                                     








Şekil  10
Beyin- Zihin Etkileşiminde Bilgi Akım Şeması (Popper, Eccles, Benlik ve Onun Beyni 1977, s. 360)




Kendi olmayı öğrenmiş, benlik bilinci gelişmiş yetişkin bir bireye gelelim…  Beynin çalışması (öğrenmesi) onda da pek farklı değildir. Farklı olan dış duyu verilerini yeni bilgiye, deneyime çevirmekte kullanılacak  “öznel bilgi” stoğunun düzeyidir…
Yetişkin bir zihnin öznel bilgi dünyası bebeğe göre çok zengindir. Şekil 9’daki Dünya 2’nin içeriğinden ve Şekil 10’da  görülen “iç duyu”lardan bunu anlayabiliriz… Doğuştan gelen dürtülerden başka şunlar vardır: Gelenekler, deneyimler, eğitim yoluyla öğrenilen çeşitli “öznel bilgiler”…

○○○
 Yetişkinlerde de, bebekte olduğu gibi “dış duyular”, zihnin çalışmaya başlamasını sağlayan bir uyarıcı, canlandırıcı, meydan okuyucu rolündedir.
Aslında dünya (D1), “canlı düzen makineleri”ne (yaşam) karşı her an bir tehlikenin oluşabileceği bir ortamdır. Dikkatle izlenip kontrol altında tutulması gerekir. Canlıların “evrim süreci”nin rolü buradadır…[1] Fiziksel dünyadan gelebilecek tehlikelere karşı alınacak birtakım tedbirler, hücrelere (hücre çekirdeklerindeki kromozomların içinde bulunan DNA’lara) kodlanıp kaydedilmiştir… Çocuklar, yetişkinler ve diğer canlılar… Dış duyu verilerini, gelen bir tehlike, bir meydan okuma olarak alırlar… Onları yorumlayıp beklentiye, iddiaya çevirirler… 
Bu etkileşim sürecinin ilk ve birincil işlevi, beyin bağlantı alanından zihne ulaşan dış duyuların “yorumlanmasıdır”… İddialarımızı doğuran etkinlik budur…
Çocuklarda da yetişkinlerde de durum aynıdır.
Şöyle de diyebiliriz: Bilgimizin kaynağında yorumlama vardır. Çocukta bu “ben”, “ego” henüz oluşmadan yapılabilmektedir… Çünkü yorumlama “ben”den “ego”dan önce gelmektedir… Bu nedenle “öğrenme yorumlamadır”… Kuram, yeni bir beklenti, iddia, beceri üretmektir diyebiliyoruz.[2]
Yaşam denilen uğraş, canlı kalabilmek ve genleri yeni nesillere aktarabilmek için fiziksel dünyadan gelen dış duyuları yorumlamaktan başka bir şey değildir…
Yani yaşam öğrenmedir…
Meydan okuyan uyarıcıların cesaret isteyen yorumlarıdır... Öğrenmenin  “reçete”den çok  bir “serüven”, cesaret isteyen bir serüven olduğunu ileri sürmemizin nedeni budur.

○○○
Canlılardaki öğrenme düzeneğini çözümleyebilmemiz için Şekil 9 ve Şekil 10’u bir arada incelememiz gerekecek.
Şekil 10, Şekil 9’un birinci (D1) ve ikinci (D2) kolonunun birbirleriyle etkileşim sürecinde oluşan bilginin akım şemasıdır.
Popper’ın zihin-beden etkileşimi hipotezine göre, benlik (kendi, self) bilincinde olan zihin, fiziksel dünyaya ait olan beyin ve sinir sisteminden bağımsız bir varlık olarak kabul edilmektedir.
Beyinden ayrı, bağımsız bir varlık olarak algılanan zihin… Beynin sol yarı-küresindeki [3]uyarılmış modülleri sürekli etkin bir şekilde okuyarak bilince ulaştığı kabul edilen zihin…
Zihin, bu uyarılmış merkezlerden yalnızca ilgilendiği konuları seçmekte ve seçimlerini bilinçli deneyimlerine her an için bir bütünlük verecek şekilde birleştirmektedir. Aynı zamanda, uyarılmış bölgeleri okuduktan sonra, sinir sistemine tepki verip özgün davranışlarını oluşturacak biçimde onlara emir verecektir. Böylelikle zihin, fiziksel dünya (D1) ile zihinsel dünyanın (D2) bağlantı alanındaki iki yönlü etkileşimiyle, sinirsel olayları kontrol eden ve onlara yön veren bir lider rolünü oynayabilmektedir.[4]

○○○
Şekil 10’da görüldüğü gibi fiziksel dünya ile etkileşim halinde olan zihnin  üç ana unsuru vardır:
a)    Dış duyular
b)    İç duyular
c)    Benlik (kendilik) veya ego
Zihin, bu üç elemanı ile bir taraftan fiziksel dünya ile öbür yandan (insan yapısı) kültür dünyası ile sürekli alış-veriş halindedir:

1. Zihin, D1 ile olan etkileşimini, duyu organlarından beyne ulaşan uyarıları, “dış duyular” halinde “algı”layarak başlatmaktadır. Algılarına göre beyne ve kaslarına emir vererek fiziksel dünyayı etkilemekte ve değiştirmektedir:

D1   ◄►   D2


2. Zihnin, kültür dünyası ile olan etkileşimi ise çeşitli şekilde kodlanmış nesnel bilgilerin duyu organlarıyla bilinçli olarak algılanmasıyla başlamaktadır. Bunların çoğunluğu dilsel sembolizma ile anlatılmış iddialardır…
Zihin “problemler” veya “fikirler” üstünde düşünmeye başladığında nesnel bilgi dünyasıyla doğrudan ilişkiye girmiş olacaktır:[5]

D3   ◄►   D1   ◄►   D2         veya

D2   ◄►   D3


“Dış duyu” algıları en düşük düzeyli, en az gelişmiş bilinç seviyelerinde bile gerçekleşebilmektedir. Gelişmiş bir bilinç düzeyine gereksinim göstermemektedir. Dış duyu algılarının oluşmasında zihinden çok beyin etkin durumdadır. Asıl yorumlama işini “benlik”ten çok “beyin” yüklenmektedir. Bu nedenle “özne”yi, “algılayan veya gözlemleyen “benlik” olarak görmek (yorumlamak) pek doğru değildir.[6]
Bilinç düzeyi ne olursa olsun tüm hayvanlarda, yeni doğmuş canlılara kadar her organizmada “dış duyu algısı” olanaklıdır…
İç duyu”, kavrayışa dönük, bilişsel (kognitif) tüm deneyimleri kapsamaktadır: Düşünceler, hayaller, duygular, rüyalar, niyetler, amaçlar… bunlar arasındadır.
Benlik, ego, kendilik, ruh, self, irade gibi çeşitli sözcüklerle ifade edeceğimiz “kişisel kimlik” ve geçmiş-şimdi-gelecek sürekliliği deneyimlerimizin kaynağı zihnin merkezinde bulunmaktadır. Kişisel kimlik, zihnin diğer unsurlarıyla (iç duyu, dış duyu) ve beyinle sürekli alış-veriş halindedir.
Benlik bilinci oluşmuş canlılar (insan), evrimin en üst “bilinç, beyin ve dil” gelişim düzeyine ulaşmış organizmalardır.

○○○
İnsan yapısı bilgi ve kültür dünyası (D3) ile etkileşim için en ileri seviyede zihinsel etkinlik (benlik bilinci olan zihin) gerekmektedir…
Tam bir bilinç düzeyine gelemeden de “algı”(dış duyu) gerçekleşebilmekte, organizma biyolojik amaçlarla duyu organlarının verilerini yorumlayabilmektedir. Kendini tehdit etme potansiyeline sahip gördüğü gelişmeleri  ayırt etme çabasıdır bunlar.
Ancak, bir bilimsel kuramın değerlendirilmesi, bir tablonun bir manzaranın estetik olarak incelenmesi, yalnızca kendi bilincinde  olan zihinle olanaklıdır.
Kültür dünyasının elemanlarıyla alış-veriş, etkileşim, gelişmiş bir kendilik bilinci gerektirmektedir.

○○○
Popper’ın üçlü dünya kuramı, diğer (idealist ve maddeci) savlar gibi sınanabilir değildir. Tümüne “metafizik” kuramlar diyebiliriz… Ancak Popper ve Eccles’in iddiası şudur: Üçlü dünya  kuramı beyin fizyolojisinin ve nörobilimin verileriyle uygunluk içindedir… Davranışlarımızı etkileyen özgür kararlarımızı bu verilere uygun olarak yorumlamaktadır… Bu kuram, tıp biliminin yeni verilerine koşut olarak yorumlarını sürekli gözden geçiriyor olmalıdır… Üçlü dünya kuramının sınanmasının  tıp verilerine uygunluğuna bakılarak yapılabileceğini sanıyoruz…

○○○
Bu anımsatmadan sonra konumuza geri dönüyoruz.
Öğrenmede yorumlama işleminin birincilliğini, “ben”den bile önce geldiğini gördük.
Dış dünya ile bağlantımızı kuran “duyu” verileri de elbette önemlidir… Ancak her durumda esas olan öncelikle yorumlamak, tahmin etmek,  deneme-yanılma sürecini başlatabilmektir…
Duyu verileri ile yorumlarımız karıştırılmamalıdır…
Aslında başlangıçta duyumsadığımız dış dünyadan gelen “uyarılar”, “meydan okumalar” vardır yalnızca…
Duyu verileri henüz ortada yoktur… Yorumlanacak uyarıcılar vardır. Örneğin böcek ısırması olgusunu inceleyelim; böcek ısırma olayının kendisi çevreden gelen bir uyarıcı, bir meydan okuma; ısırmanın acısını duyumsamamız bir dış duyu verisidir… Algıdır…
Bu veriyi[7] iç duyu verileriyle yorumlamamız ve  diyelim ki tehlikeli bir böcek ısırığı diye yorumlamamamız da   beklenti veya  kuram dediğimiz bir yorumdur

○○○
Popper’a göre:  “Duyu verileri dediklerimiz ‘sözde veriler’dir… Sözde veri diyorum çünkü duyu verisi diye birşey olduğunu sanmıyorum. İnsanların duyu verisi dedikleri şeyler, aslında çok uzun, karmaşık bir süreç sonunda ortaya çıkmaktadır… Bize dolaysız verilen  şeyler değildir duyu verileri… Algı, duyu organlarımıza (ki bunlar yorum üreten aparatlardır) ulaşan dış uyarılar  ile beyin arasında etkileşimi de içeren dolambaçlı bir süreç sonunda ortaya çıkmaktadırUyarıcılara “duyu  verisi” denmesi ‘birincillik’ çağrışımı yapmaktadır… Oysa bizler duyu verisini algılamadan önce organlarımıza ulaşan meydan okuma ile beyin arasında yüzlerce etaplık bir alış-veriş süreci, bir etkileşim gerçekleşmektedir……. Algılarımız, biz onların bilincine varmadan önce yüzlerce belki de binlerce kez yorumlanmışlardır... Algılarımızın farkına vardığımızda, onlar, artık bir kuram  olarak (bilinçle) yorumlanabilir durumdadır…İstersek bir hipotez oluşturabiliriz… Hipotez deneyimlerimizden çıkardığımız kuramın dilsel ifadesidir… Bu ifade artık toplumda tartışılabilir durumdadır.[8]
○○○



Öğrenmenin evrimsel süreci:  
Deneme-yanılma

Öğrenmenin evrimsel süreci bütün canlılar için geçerli olan bir yöntemdir.
Popper’ın üçlü dünyası (Bak Şekil 8 ve Şekil 9) ise en üst düzeyde gelişmiş olan, tam bilinçli (geçmişle gelecek arasında kesintisiz zamanda ve mekanda ilişki kurabilen) zihinler (insan ) için tasarlanmıştır.
Nesnel bilgi dünyasının, bu tür zihinlerin gelişim süreci içinde, dil ve beyinle birlikte evrimi  sonunda oluştuğu ileri sürülmektedir.
Hayvanlarda buna benzer bilgi dünyasından söz edemiyoruz.
Düşünme derken genellikle kastettiğimiz, düşüncenin psikolojik sürecidir. Kamunun kullanımına açılan, herkesin eleştirebildiği bilgiler, düşüncenin psikolojik sürecinde üretilmiş “sonuçlar”dır. Bu sonuçlar kişinin zihninden, kendisi tarafından alınıp başkalarının anlayacağı biçimde formüle edilip kaydedilerek ( yazı, şekil, resim, v.s. olarak) nesnelleştirilmiştir…
Nesnelleştirilen bu bilgilerin bir kısmı “doğruluk” açısından, aralarındaki mantıksal bağların tutarlılığına göre test edileceklerdir. Bir bölümü ise sanatsal veya etik alanda,  insanlığın ortak beğeni düzeyinin ve ahlak anlayışının değerleriyle sınanacaklardır…
Öznel bilgilerin ise kişinin diğer zamanlardaki öznel bilgileriyle veya başka kişilerin öznel bilgileriyle çelişmesi diye bir şey söz konusu değildir… Duygular, çıkarlar, amaçlar, planlar, hayaller her an değişebilmektedir… Değişik koşulların farklı zihinlerde farklı yansımalarının olmasının normal karşılanması gerekmektedir… Çelişki söz konusu değildir…
Burada konumuza küçük bir ara verip “Evrim Kuramı”nı tartışacağız. Popper’ın  bilgi kuramında sürekli gönderme yaptığı Evrim Kuramına… Canlı türlerin çeşitliliğinin nedenlerini anlatmaya çalışan bu kuramı azıcık tanımamız,  tartışmamızda ufkumuzu açacaktır…

○○○



Evrim kuramı

Popper bilgi kuramını “evrimsel bilgi kuramı” diye tanımlamaktadır. Onun bilgi kuramına göre “bilimsel buluş” yapmanın, “öğrenmenin”, hem insanlar hem de tüm diğer organizmalar için yöntemi aynıdır…
Organizmalar, evrim kuramında olduğu gibi aktif rol alarak, risk alıp seçim yaparak öğrenmektedir. Pasif bir tutum içinde çevrenin onlara gözlem ve deneyimlerle bir şeyler öğretmesini beklemezler.
Etkin ve Edilgen (aktif ve pasif) bu iki yöntem, “organizmaların nasıl geliştiklerini ve türlerin ortaya çıktığını” açıklamaya çalışan iki ayrı kurama çok benzemektedir… İlki İngiliz Charles Darwin’in ( -1882), diğeri ise “biyoloji” sözcüğünü ilk kez kullanan Fransız Lamarck’ın  ( -1829) kuramıdır… İkisi de ünlü birer doğabilimcidir.
Birinin kuramına sırasıyla “aktif seçimci”, diğerininkine ise ”pasif öğrenici” yaklaşım dendiği de biliyoruz.
Bu iki kuram da canlıların gelişimini açıklayabilmek için icat edilmişlerdir. Ancak öğrenme mekanizmalarını da bu teorilerle açıklamayı deneyebiliriz.
Örneğin, geleneksel öğrenim, daha çok “pasif öğrenici”dir. Sorulardan çok yanıtlarla ilgilenir ve yanıtları  bellemeye çalışır. 
Popper’ın bilgi kuramının özellikle beyin-zihin etkileşimi (Şekil 9) ve öğrenme bölümleri “aktif seçimci” yaklaşıma çok benzemektedir.
Bu nedenle, evrim kuramına Amerikalı ünlü zoolog Stephen Jay Gould’un ( -2002) yorumladığı şekliyle,[9] kısaca değinmek istiyoruz.
Darwin’den sonra, canlılar dünyasında evrimin gerçekleştiği genel bir kabul görmüşse de onun işleme düzeneği olarak ileri sürülen “doğal seçilim” pek anlaşılamamıştır.
Sorun,  kuramın (belki de) fazlaca basitliğinin doğurduğu (türlerin gelişimini, hep prensipte araştırıp özele girememesi gibi) mantıksal yapısındaki bulanıklıktan gelmektedir.

○○○
Gould’a göre, doğal seçilimin kolaylıkla anlaşılıp kabul edilmemesinin önündeki engel bilimsel bir tıkanıklıktan çok henüz vazgeçemediğimiz birtakım Batı düşünce kalıpları olmalıdır…
Önce doğal seçilimin ne olduğunu görelim:

1. Değişme— Organizmalar değişmekte ve bu değişiklikler kalıtımla  sonraki kuşaklara aktarılmaktadır. Değişikliklerin tümünün aktarıldığı söylenemez; ancak en azından bir kısmının yavrulara geçmesi olanaklıdır.

2. Doğal seçilim ile yararlı değişiklikler birikmektedir.— Çevre koşullarının baskılarına dayanabilecek biçimde değişiklik gösteremiyen canlılar, yaşamlarını sürdüremez. Kalanlar, koşullara uygun olarak değişebilmiş  olanlar diye düşünülmelidir… Ne var ki bunu bilinçli bir değişim olarak görmemeye özen göstermeliyiz.
Doğal seçilim denen ünlü mekanizma (düzenek) kabaca bu iki iddiasız önermeden oluşmaktadır…

○○○
Ancak evrim kuramının savı, doğal seçilimin yalnızca uygun olmayanları eleyen bir kontrol süreci, bir kolluk gücü olmadığıdır…
Uygunsuzluğu elediği gibi uygunluluğu da o düzenlemektedir…
Her kuşağın en uygun değişenlerini korumakta ve kuşaklar boyu oluşan uyumu ortaya çıkarmaktadır. Evrim kuramı bunu şöyle açıklamaya çalışmaktadır:

a) Değişiklikler rastgele oluşmaktadır; herhangi bir hedefe dönük değildir.
Darwin’den sonra gelişen genetik biliminin bulguları, genetik mutasyonun (değişiklik) yönlendirilmeden, rastgele (şansa bağlı) ortaya çıktığı konusunda evrim kuramını doğrulamaktadır.
Anlaşılan  evrim, şans ve olmazsa olmazın, yani gerekliliğin bir bileşimidir. Değişimde şans doğal seçilimde ise gereklilik rol oynamaktadır…
Popper’ın öğrenme dörtlüsündeki “geçici çözüm” ve “hataların elenmesi”yle karşılaştırabiliriz evrimin “değişim”ini ve “doğal seçilim”ini...  Çözümde şans, hataların elenmesinde gereklilik bulunmaktadır…
Elbette ki, evrimden biraz farklı olarak, “bilgi” denilen varsayımların oluşturulmasında şansın rolünün yanında başka faktörler de etkindir: Zeka bileşimi… İşin yeterlik (competence) gereksinimine daha uygun olmak… Doğru sorunlardan başlamayı başarabilmek… Çözmeye çalıştığı probleme daha bağlı olmak, ve hatta aşık olabilmek…
b) Türler birdenbire ortaya çıkmadığına göre, kuşaklardaki değişimler, türlerde görülen değişmelere oranla çok önemsiz ve küçük olmalıdır... Türlerin yönünü belirleyen, ayrı ayrı değişimler değildir… Doğal seçilimin kendisi olmalıdır.
Genetik bilimi bu noktada da evrim kuramını desteklemektedir. Kuşaklardaki  potansiyel gen değişiklikleri (mutasyon), türlerin oluşumunu belirlemekten uzaktır.

○○○
Evrim kuramının bu savları, pratikte, Batı düşüncesinin kemikleşmiş geleneksel görüşlerine aykırı olan şu kabulleri içermektedir:

1. Evrimin amacının olmadığı, bireylerin, genlerinin yaşamayı sürdürebilmesi, ve onların gelecek kuşaklara iletilmesi uğruna çaba harcadığı ileri sürülmektedir.”Dünya bir ahenk ve düzen sergiliyorsa, bu yalnızca bireylerin kendi çıkarlarını gözetmelerinin rastlantısal bir sonucudur… Bu yaklaşım İskoç ekonomist Adam Smith’in ( -1790) ekonomisinin doğaya uyarlanmış biçimidir.[10]

2. Evrimin sürekli iyiye, erdemliye, yüceye doğru gittiğinin söylenemeyeceği öne sürülmektedir.
Organizmaların çevreye uyumdan başkaca amacı düşünülemez. “Bir asalağın soysuzluğu, bir ceylanın sekişi kadar kusursuzdur.”

○○○
Evrim kuramı üstüne bu kadar açıklamayı konumuz için yeterli görüyoruz.
Bitirmeden şunu eklememiz gerek: Kuramın tartışılması sürmektedir. Bilim çevrelerinin üzerinde kolayca anlaşabileceği biçimde test edilebilmesi olanaklı gözükmemektedir. Örneğin Einstein’ın kütleçekim kuramı gibi sınanabilir değildir…
Evrim Kuramı, a) Doğal seçilimin evrime nasıl yön tayin edebildiğine, b) Türlerin oluşumuna genelde prensip olarak bir açıklama verebilmektedir. Oysa tartışmalar özelde, organizmaların organlarının, diyelim insan gözünün, nasıl evrimleştiği gibi konularda sonuçlanmış değildir…
Kurama Popper’ın terminolojisiyle bir bilimsel kanun demek yerine “metafizik araştırma programı” demek daha uygundur…
 Ancak evrim kuramının, sorduğu sorulara verdiği yanıtların düzeyi açısından, bilimin üretebildiğinin en iyisi olduğunu söyleyebiliriz…
Kuşkusuz herkes kuram konusunda kendi görüşünü oluşturacaktır. Ancak görüş ne olursa olsun, evrim kuramının mantığının, başka sorunlarımızın çözümlerine ışık tutabilecek yetkinlikte olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Popper’ın bilgi kuramı bu değişik sorunlardan yalnızca birisidir.
Evrim kuramını tanıyabilmek amacıyla yaptığımız konudan sapmayı burada noktalayıp asıl konumuza geri dönüyoruz.

○○○



Eleştirel öğrenme

Canlılarda iki öğrenme mekanizmasından söz edebiliriz:

1. Amip-Einstein karşılaştırması:
Tüm organizmalar bir dereceye kadar çevreden gelen dış uyarıları algılayabilmektedir. Hangi bilinç düzeyinde olursa olsun organizmanın hissettiği “imge”, zihinden çok sinir sisteminin “yorumudur”… Zihin, gücünün yettiği kadar bu imgelerden hızla kendi öznel yorumunu oluşturmaya çalışmaktadır.
Aynı beyinsel algı, değişik zihinlerde farklı yorumlanabilmektedir…
Algıların yorumuyla üretilen bilgi, bilinç düzeyi yüksek canlılarda sınanarak eleştirilmekte ve Popper’cı öğrenme süreci çalışmaya başlamaktadır (Bak bölüm 2, Popper, Problem ve öğrenme dörtlüsü.):


P1   ►   GÇ    ►   HE   ►   P2

Bilinç düzeyi düşük olan organizmalar ise, algılarından oluşturdukları “yorum”lara göre hemen harekete geçerler… Bunun anlamı şudur: Yorum”larını (yeni bilgileri) test edip sınamadan kendi üzerlerinde denerler…
Yorumları yanlışsa bu yanlışı hayatları ile ödeyeceklerdir…
Popper bu dramı, amip-Einstein metaforu ile çarpıcı biçimde anlatmaktadır: Amip ile Einstein arasındaki fark, birincinin, kuramını test etmeden derhal uygulaması, Einstein’ın ise öncelikle hatasını nasıl bulabileceğini araştırmak amacıyla test etmeye çalışmasıdır...
○○○
2. Bilinç düzeyi yüksek organizmalar (insanlar) eleştirel öğrenme düzeyine ulaşmışlardır. Eleştirel öğrenmede dış algılar (dış duyular) daha çok öğrenme dörtlüsünü tetikleyen meydan okumalar rolündedir. Beklentilere, güvenilen, geçerliliğini sürdüren kuramlara aykırı durumları gündeme getirip düşünme sürecini başlatırlar.
Zihnin, beynin sol yarı-küresinde uyarılmış binlerce moduler merkezden yanlızca ilgilendiği alanlardaki algıları topladığını, algının da bir seçim olduğunu burada not etmeliyiz.
Canlılar ilgilendikleri alanlarda “algı” üretmekte ve problemleri ortaya çıkarma eğilimindedirler.[11]
 Hayvan davranış bilimcileri (etolojistler), tehlikeden kaçan hayvanların, çevresini “kurtuluşa giden ve gitmeyen yol” diye ikiye ayırdığını söylemektedir… Aç kalan hayvanların da dünyayı “yenir ve  yenmez” diye ikiye böldüğü iddialar arasındadır…
Hem düşük bilinçli örganizmaların dış duyu algılamalarında… Hem de yüksek bilinçli zihnin (insanın) “eleştirel öğrenme” sürecinde…  “Deneme- yanılma”, “uygunluğu sınama”, “kestirme ve çürütme” mekanizması işlemektedir…
Gözlemlerin ve deneyimlerin eleştirel öğrenmedeki diğer görevini de anımsamalıyız. Geçici çözümlerin test edilip sınanmasında ciddi rolleri vardır. İddiaların geçerliliği gözlemlerle test edilebilmekte, ispatlama değilse de yanlışlama yapılabilmektedir.

○○○



Kişi ile ‘işi’nin etkileşimi  
(Ekspresyonist görüş, Poppercı görüş)

Poppercı eleştirel akılcılığın temel argümanlarından biri, geleneksel kültürün öznelci yaklaşımlarını değiştirmesidir. Öznelci yaklaşım, bilgi dünyasının tüm ürünlerini (kuramlar, problemler, eleştiriler, sanat eserleri…vs, bak Şekil 9), kişinin kafasından geçenlerin bir anlatımı, ifadesi olarak görmektedir.
Bu tutum, aslında ekspresyonist sanat kuramıyla örtüşmektedir. Bilindiği gibi ekspresyonist sanat, sanatçının kendi duygularını anlatabilmesini sanatın amacı olarak görmekte ve insanın tüm yapıtlarını ve ‘iş’lerini aynı şekilde yorumlamaktadır.
Poppercı öğretide ise insanla ‘işi’ arasındaki ilişkinin yorumu oldukça farklıdır:
Bilgi dünyasının insan zihninde oluştuğu doğrudur. Ben onun özerkliğini ve insan üzerindeki diğer etkilerini çok önemli buluyorum,” diyor Popper ve devam ediyor:  “Zihnimiz  ve benliğimiz bilgi dünyası  olmadan varolamaz… Sanki zihin ve benlik o dünyada (D3) kök salıp bağlanmışdır…
Akılcılığımızı, eleştirel ve öz-eleştirel düşüncemizi ve davranışlarımızı, bilgi dünyası ile etkileşimimize borçluyuz… Zihnimizin gelişebilmesinin nedeni de bu etkileşimdir... Kendi görevimizle ve işimizle olan bu etkileşimimiz ve bu etkileşimin bizdeki diğer etkileri, kültür dünyası ile aramızdaki  ilişkinin bir parçasıdır.
Ekspresyonist görüşe göre yeteneklerimiz, doğuştan gelen becerilerimiz ve belki de yetiştirilme tarzımız, yani ‘tüm kişiliğimiz’ yaptıklarımızı belirlemektedir… Ürettiğimiz sonuçların kötü veya iyi olması bizim doğuştan gelen yetenekli ve ilginç kişilikli olup olmamamıza bağlanmaktadır…
Bu görüşe karşı çıkarak ben (Popper) her şeyin şunlara bağlı olduğunu ileri sürüyorum:
 a) Kendimizle, ödevimiz, işimiz, sorunlarımız, bilgi dünyamız arasındaki alış – verişe (etkileşime),
b) Bilgi dünyasının üzerimizdeki diğer etkilerine,
c) Kendi yaptıklarımızı kendimizin eleştirmesinin yarattığı “geribeslemeye”…
Yaptıklarımızı nesnel olarak görüp eleştirerek ve geliştirerek, yaptıklarımız ve onların sonuçları arasındaki etkileşimden faydalanarak yeteneklerimizi ve kendimizi aşabiliriz. (Bak “Stratejik Öğrenme”-HI)
Çocuklarımızda olduğu gibi, kuramlarımızda ve yaptığımız tüm işlerde ürünlerimiz önemli ölçüde yapıcısından bağımsızdır. Çocuklarımızdan, kuramlarımızdan ve de yaptığımız işlerden, onlara verdiklerimizden çok daha fazlasını geri almaktayız… Bu şekilde cehaletin batağından kendimizi kurtarıp kültür dünyasına katkıda bulunabilmekteyiz.[12]

○○○



Etkin  seçim ve sonuçları değerlendirme

Doğadaki tüm öğrenme ve gelişim süreçlerini etkin seçim ve sonuçları sınama diye yorumlayabiliriz. Bu süreçler şöyle özetlenebilir:
1. Dış uyarıların sinir sisteminde ve beyinde “algı”ya dönüşme süreci…
2. Beyinde oluşan algıdan sonuçlar (beklentiler) çıkarılması.
3. Beklentilerin gerçekleşmemesi halinde dörtlü öğrenme sürecinin başlaması.
4. Başkalarının bulduğu bilgilerin öğrenilme süreci (hem sorunun hem de yanıtın öğrenmeye çalışılması).
Bu süreçleri ve düşünebileceğimiz tüm diğer yenilikçi buluş, öğrenme, gelişme süreçlerini bir evrimsel deneme, seçim ve hataların elenmesi olarak düşünebiliriz.
Sürecin en çarpıcı “ortak noktası” bilinçli zihnin, sürekli etkin bir biçimde “seçim yapıyor”olmasıdır… Seçimin sonuçları başlangıçta düşünülenlerle karşılaştırılır… Oluşacak olan farklılığın nedenleri araştırılır…
Öğrenme, etkin zihinler, seçim yapabilme  bilgi ve cesareti olan yaklaşımlar istemektedir…

○○○
Her türlü öğrenmenin aktif katılım yolu ile, seçim yapılan, karar alınan etkinlikler gerektirdiğini gösteren ilginç ve hoş deneyi Amerikalı psikologlar Richard Held ve Alan Hein, MIT ‘de[13]1963’de gerçekleştirirler.[14]Bu iki psikolog yeni doğmuş iki domuz yavrusuna ilginç bir yaşam çevresi tasarlıyor:
İki kollu terazi benzeri bir aygıt düşünelim. Kollarına domuz yavruları bağlanabilecek şekilde kocaman bir aygıt olsun bu… Yavrulardan biri rahatça gezinip dolaşabilmektedir. Cihaz merkezinden oynar durumda olduğundan, gezinen yavrunun hareketi diğer kola da aynen aktarılabilmektedir.  İkinci yavru, diğer kola bağlanan bir iskele üstünde hareketsiz durmaktadır. İskele ile birlikte üstündeki yavru da dolanıp durmaktadır.
Sonuçda olan şudur: Yavrulardan biri etkin kararlarıyla istediği gibi gezinip dolaşmakta, diğeri ise edilgin beklemekte, öbür uçtan gelen emirlere uygun olarak çevresini izlemektedir.
Psikologların amacı  “görsel öğrenmede etkinliğin rolü”nü araştırmaktır.
Etkin olanla, edilgin ajan arasında “öğrenme” farkı olacak mıdır, asıl soru budur.
İskelede edilgin bir durumda bekleyip çevreyi gözlemleyen yavruya “görsel dünya”sını başkası sunmaktadır. Televizyon seyircilerine televizyonun yaptığı gibi…
Cihaza bağlanmadıkları zamanlarda yavrular annelerinin yanında karanlıkta bırakılmaktadır. 
Birkaç hafta sonunda gelinen nokta şudur: Kendi kararıyla hareket edip çevresini tanıyabilen “hareketli yavru”nun  normal yavrular gibi görsel çevresini rahatlıkla kullanabildiği saptanmıştır.
“İskele yavrusu”nun ise durumu vahimdir… Hiçbir şey öğrenemediği anlaşılmaktadır.
İki yavru yüksekçe bir raf üstüne konduğunda “hareketli yavru”, raftan her seferinde akıllıca atlayıp kurtarabilmektedir kendini. “İskele yavrusu” ise, seçimini  tamamen rastgele (şansa bağlı)  yapmaktadır. Denemelerinin aşağı yukarı yarısında yanlış seçim yaptığından ölümle burun buruna gelebilmektedir. Psikologların aldığı önlemler nedeniyle canı acımadan atlatabilmektedir vartayı…
Başkasının kullandığı otomobilde, yolcu olan kişinin “yol” öğrenmesinin güçlüğünü hepimiz biliriz; en iyi öğrenen otomobili kullanandır…
○○○



Zihin nerede?

Popper’ın kestiriminde olduğu gibi, zihin, fiziksel ve biyolojik dünyaya ait değilse farklı yapısal özellikler taşıyor olabilir ”, diyor John Eccles.[15]
İşlevine bakıldığında,  beyin kabuğu ile bağlantı halinde olduğunu söyleyebiliyoruz.
Bunun dışında neler ileri sürülebilir?.. Bu güçlük karşısında nasıl bir argümanla az çok savunulabilir bir duruş alınabilir, John Eccles’e kulak verelim:
‘Kendi bilincinde olan zihin nerededir?’ sorusu, prensip olarak yanıtlanabilir bir soru değildir. Bu durumu zihnin bazı unsurlarını ele alıp incelediğimizde daha iyi değerlendirebiliriz. Zihinsel değerlendirmelerde başvurabildiğimiz “sevgi”nin, “öfke”nin, “neşe”nin, “korku”nun veya “doğru”, “iyilik”, “güzellik” gibi değerlerin nerede olduğunu sormak da anlamsızdır. Bunlar deneyimlenmişlerdir.
Soyut kavramlardan, matematiğin de belli bir yeri yoktur, ancak özgül örneklerle ve kanıtlamalarla daha somut olarak kavranabilmektedir.
Aynı şekilde zihnin yeri de, onun eylemleri, beyin bağlantı alanıyla etkileşimi sonunda ortaya çıktığında belirginleşmektedir.[16]

 ○○○

(Bilgi Kuramı, Son)




[1] Charles Darwin’in ( -1882) “Evrim Kuramı” için Bak Bölüm 2, Popper.
[2] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain( Kendilik Bilinci ve Onun Beyni),  s. 427.

[3] Beyin travması geçirmiş hastaların beyin fizyolojistleri ve nöropsikologlar tarafından gözlemlenmeleri sonunda anlaşılmıştır ki, hasta sol (beyin) yarı-küresindeki yaralanmalar sonunda çeşitli bilinç etkinliklerini kaybetmektedir. Bu nedenle bilincin daha çok zihnin, sol yarı-küredeki uyarılmış bölgeleri okumasıyla ortaya çıktığı öngörülmektedir.
[4] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain(Benlik B ilinci ve Onun Beyni),  s.  355, Eccles bölümü 48.

[5] İbid.,  s. 360.
[6] İbid.,  s. 536.
[7] Uyarıcı ile dış duyu verisinin oluşması arasında yarım saniyelik bir süre olduğu bilinmektedir…
[8] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain (Benlik Bilinci ve Onun Beyni),  s. 430, 431.
[9] Gould, Stephen Jay, Darwin ve Sonrası Doğa Üzerine Düşünceler,  s. I, Önsöz.

[10] İbid.,  s. II.
[11] Kişinin istediği alan ile yetenekli olduğu alanın örtüşebilmesi önemli bir şanstır. Howard Gardner’in “Multiple Intelligences”(Çokzekalılık) kuramı “yönetim Kültürü” için önemlidir.
[12] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış);   s.196.

[13] MIT, Massachussetts Institute of Technology, önde gelen bir Amerikan üniversitesi…
125 Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain (Kendilik Bilinci ve Onun Beyni); s. 404, 405, Eccles Bölümü 65.

[15] İbid.,  s. 376,  Eccles Bölümü 55.
[16] İbid.



[1] Popper, Karl, Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler ve Yanlışlamalar) ;  s. 257.
[2] İbid.,  s. 255.
[3] İbid.,  s. 199.
[4] İbid.
[5] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Yarış);  s. 55.

[6] İbid.,  s. 58.
[7] İbid.,  s. 59.
[8] Kant, İmmanuel, Prolegomena   s. 67.

[9] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış);  s. 59.

[10] İbid.,  s. 60.
[11] İbid.,  s. 61.
[12] İbid.,  s. 63, 64.
[13] İbid.,  s. 67.
[14] İbid.,  s. 68.
[15] İbid.,  s. 76.
[16] İbid.
35 Popper, Karl Raimund, Knowledge And The Body Mind Problem (Bilgi ve Vücut Zihin Problemi) In Defence Of Interaction, Edited By
 M. A. Notturno, London and New York: Routledge, 1996(1994), viii, 158 pp

[18] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain, (Kendilik Bilinci ve Onun Beyni) New York: Springer International, 1977,  xv, 597 pp,
[19]Barzun, Jaques and Graff,Henry F., Modern Araştırmacı, Türkçesi Fatoş Dilber, Ankara: Tübitak, 1999(1992), viii, 344 pp,
   19,5 cm, s.34.

[20] Ibid.
[21] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its Enemies V-2 (Açık toplum ve Düşmanları C-2);  s. 212.

[22] Gould, Stephen Jay, Darwin ve Sonrası Doğa Üzerine Düşünceler, Ankara: Tübitak, 2000, vii, 313 pp, 21,5 cm; s. 160.

[23] Popper, Karl Raimund, Knowledge And The Body Mind Problem (Bilgi ve Vücut Zihin Problemi) ,  s. 109.

[24] Bu konu Bölüm 3’de “İndetermizm” başlığı altında tartışılmıştır.
[25] Popper, Karl Raimund, Knowledge And The Body Mind Problem ( Bilgi ve Vücut Zihin Problemi),   s. 37.

[26] İbid.,  s.142.
[27] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain( Benlik ve Onun Beyni).
[28]  İbid.,  s. 359.

[29] İbid.,  s. 360.






















[1] Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler ve Yanlışlamalar) s. 34.

[2] İbid. s. 35.
[3] İbid.
[4] İbid., s. 35.
[5] Yıldırım, Cemal, Bilimin Öncüleri, Ankara: Tübitak, 1999, 218 pp, 18 cm.

[6] İbid.
[7] Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations(Kestirimler ve Yanlışlamalar),  s. 255.
[8] İbid., s. 36.

[9] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış)An Intellectuel Autobiography, London, New York: Routledge, 1999(1974),
276 pp, 21,5 cm,  s. 53.

[10] Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler ve Yanlışlamalar);  s. 42.

[11] Kant, İmmanuel, Prolegomena ,  s. 8.

[12] Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler ve Yanlışlamalar),  s. 45.

[13] İbid.,  s. 53.
[14] İbid.,  s. 55.
[15] BBC’nin R. Feynman’nı tanıtmak amacıyla hazırlanan bir TV dizisinden alınmıştır.  23 Şubat 2004’le başlayan hafta içinde BBC World’de yayımlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder