3________________________
K.
R. Popper’ın Bilgi Kuramı
Yanlışlanabilirlik
Bilimsel bir
kuramı bulmak için özel bir yöntem bulunmamaktadır... Bilimsel bir hipotezin
doğruluğunu kesin olarak anlayabileceğimiz bir ispatlama yöntemi de yoktur..
Bir problemle
karşılaşırız.
Onun
güzelliğine aşık oluruz.
Onunla
evleniriz...
Daha büyüleyici
başka bir problemle karşılaşmadıkça veya ilk problemimizi çözebilecek bir
sonuca ulaşmadıkça onunla mutlu mesut ölenedek yaşarız...
|
Popper, Karl
Raimund, Realism and aim of science (Gerçekçilik ve Bilimin Amacı) önsöz
1956, s. 6,8
|
Bilgi Kuramı
1920’lere doğru dünyadaki
düşünsel gelişmeleri kısaca anımsamak, Popper’ın yanıtlamaya çalıştığı ana
soruları kavrayabilmemize yardım edecektir. Önce bilimsel gelişmelere
kısaca göz atalım.
Doğa bilimsel ve teknolojik bazı temel
buluşlar
19. yüzyılın ikinci yarısı
doğa bilimlerinin (fiziğin, biyolojinin, kimyanın, tıp biliminin) çarpıcı
gelişmeler gösterdiği bir dönemdir. Bunlardan önemli bulduklarımız kısa
başlıklarla ve kronolojik sırayla aşağıdadır:
1850--Alman fizikçi Rudolf
Clausius’un (ö: 1888) termodinamiğin 1. kanununu (enerjinin korunumu yasası)
bulması.
1859—İngiliz Charles
Darwin’in (ö: 1882) canlıların evrim
kuramını anlattığı “Türlerin Başlangıcı” kitabının çıkması.
1865—Rudolf Clausius’un
termodinamiğin 2. Kanununu (evrenin sürekli düzensizliğe doğru gittiği görüşü)
bulması.
1866- Çek Mendel’in (ö: 1884)
kalıtım kanunlarının yerel bir dergide yayımlaması.
1870’ler—İskoç fizikçi
Maxwell (ö: 1879), İngiliz Faraday’ın (ö: 1867) uzun çalışmalar yaptığı
elektrik ve manyetik alan kuramını geliştirdi: Işığın elektromanyetik dalga
yasasını buldu. Matematiksel olarak, ışık hızıyla hareket eden elektromanyetik
dalgaların olması gereğini gösterdi.
Maxwell’in bu iddialarını
Alman fizikçi Hertz (ö: 1894), deneysel (ve gözlemsel) olarak 1877’de
doğruladı.
1876— Amerikalı Graham Bell
(ö: 1922) telefonu buldu.
1895— İtalyan Marconi (ö: 1937)
telsiz sinyallerin gönderilebileceğini gösterdi (radyonun temeli).
1896— Fransız Henry
Becquerel (ö: 1908) uranyumun radyoaktivitesini buldu.
1897—İngiliz .J. Thomson (ö:
1940) elektronu keşfetti.
1898— Polonyalı Marie Curie
(ö: 1934) polonyumu buldu.
○○○
20. yüzyıla gelince:
1900—Alman Max Plank (ö: 1947
) kuantum radyasyonu iddiasını ortaya attı. Enerjinin süreklilik içeren bir
yapısı olmadığını, “kuanta” denen küçük parçalar halinde yayıldığı savını ileri
sürdü. Bu savlar ünlü kuantum kuramının başlangıcıdır.
Plank’ın kuramı, doğa
bilimlerinin (fiziğin) 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vurmasına neden
olmuştur.
20. yüzyılın ikinci yarısı
ise bir möleküler biyoloji devri olacaktır.
1905—Alman Einstein’ın (ö: 1955) üç ünlü makalesi yayımlandı (Özel
Görelilik kuramı bunlardan biri).
1907—Amerikan Ford firması
model-T otomobillerini piyasaya sürdü.
1908—Avusturyalı Sigmund
Freud (ö: 1939) enternasyonal psiko-analiz derneğini kurdu. Freud çocuklukta
bastırılmış seks dürtülerinin bilinç altında tutulmasının psikolojiik
rahatsızlıklara neden olduğunu savunuyordu. Neredeyse tüm psikozların kökeninde
bunlar yatıyordu. Yıllar süren psikoanaliz yöntemlerinin amacı bilinç altındaki
bu travmaları (darbe) bilince çıkarıp kontrol edebilmekti.
1908—İngiliz Ernest
Rutherford’un (ö: 1937) atom modelini açıklaması.
1911—Freud’un öğrencilerinden,
diğer bir Avusturyalı Alfred Adler (ö: 1937), Freud’un abartılı biçimde her
psikozu çocukluk cinselliğiyle bağlantılı göstermesini benimsemediğini gerekçe
göstererek kendi kliniğini kurdu. Adler, “baskın çıkma” arzusu ve “hayal
kırıklığını” öne çıkarıyordu. “Aşağılık kompleksi” onun öğretisinin
kavramlarındandır.
1923—Danimarkalı Niels
Bohr’un(ö: 1962) atomun kuantum modeli açıklandı.
1915—Eintein’ın Genel
Görelilik Kuramı yayımlandı
1919—Einstein’ın Genel
Göreliliği, gözlemsel olarak doğrulandı.
1923—Viyana Çevresi denen,
kendilerine “mantıkçı pozitivist” adını veren düşünürler topluluğunun
kurulması. Wittgenstein , Carnap, Schilic bu gruptandır. 1939’a kadar devam eden bu topluluğun ele
aldığı temel sorun, “bilimi metafizikten,
anlamlıyı anlamsızdan nasıl
ayırırız” sorusu idi.
○○○
1920’lerde Batı’nın
entellektüel iklimini yukarıdaki
gelişmeler şekillendirmişti.
Fizikte, Maxwell’in ışığın
elektromanyetik dalga olduğu savına, Max Plank 1990 yılında “kuantum
radyasyonuyla” yanıt vermiştir. Işığın dalgalar halinde sürekliliği olan bir yapı yerine “kuanta”adı verilen
parçacıklar halinde olduğunu göstermiştir.
Bugün her ikisi de
doğru kabul edilmektedir.
Einstein 1905 ve 1915’deki
kuramlarıyla mutlak zaman ve mekanı reddetmiş, Newton’un ünlü kütle çekimi
kanununun geçersizliğini göstermiştir (1919).
○○○
Biyolojide gelişmeler aynı derecede
baş döndürücüdür. Darwin, ilerde kısaca özetleyeceğimiz evrim kuramını 1859’da,
Alfred Wallace’la (ö: 1913) birlikte yayımlamak zorunda kalmıştı. Mutasyonun,
canlı bünyesinde rasgele olan değişikliklerin, gelecek nesillere
aktarılabildiğini savunmuştu...
Darwin, kuramını
kalıtım kanunlarından önce oluşturmuştu. Kalıtımın nasıl gerçekleştiğini Çek
bilim adamı Mendel (ö: 1884) 1866’da küçük bir yerel dergide ilan etti.
Dünyanın pek de haberdar olmadığı bu sav daha sonra Hollandalı doğabilimcisi
Vries tarafından 1900’de doğrulandı. Mendel canlıların özelliklerinin, göz
renginin, el ayak biçiminin kalıtımla geçtiğini söylüyordu. “Gen” denilen bilgi
paketlerinin her birinin organizmanın belirli özelliklerini saptadığını ileri
sürüyordu. Canlılar genlerle aktarılan bilgilere uygun olarak şekilleniyordu.
20. yüzyıla girerken ne
genin “nerede olduğu” ne de “ne olduğu” bilinmektedir... Kalıtım kuralları
bilinmekte birlikte, onun baş aracının (genler) nerede olduğu hâlâ bir sırdır…
Bu sorular bilgi
kavramının yeniden tanımlanmasına ön ayak olacak şekilde 20. yüzyılın ilk
yarısında yanıtlanacaktır.
Amerikalı ünlü genetikçi
Thomas Hunt Morgan (ö: 1945), genlerin hücre çekirdeği içinde kromozom denilen ipliksi yapılara
sarılı olduklarını 1920’lerde bulmayı başarmıştır. Morgan meyve
sineklerini deney hayvanı olarak kullanarak iddiasını ortaya koymuştur.
Genlerin yapısına ilişkin
gizemi ortadan kaldırma onuru ise Amerikalı bakteriyolog Oswald Theodore
Avery’nin (ö: 1955) oldu . Avery, zatürreye neden olan bakterilerle uğraşırken
1944’de genlerin DNA (deoksiribonükleik asit) olduğunu buldu. DNA protein benzeri uzun bir moleküldü.
Bu buluş, 20. yüzyılın
gözde bilim alanını fizikten (kuantum fiziğinden), biyolojiye (moleküler
biyolojiye) çevirmiştir.
○○○
Bütün bu gelişmeleri
yüzyılın ikinci yarısının eşiğinde iki müthiş buluş taçlandırdı.
İlki, 1946’da ilk
bilgisayarın çalışmaya başlamasıdır. Bu gelişme 35 yıldan daha az bir süre
içinde, 1980’de, kişisel bilgisayara kadar uzanacak bir hamlenin başlangıcıydı.
İkincisi ise 1953 yılında
Amerikalı James Watson ve İngiliz Francis Crick’in, 1962’de Nobel ödülünü
almalarını sağlayacak bir buluşu ilan etmeleridir. DNA’nın moleküler yapısını
bulmuşlardır. Buruk merdiven (ikili sarmal) şeklindeki upuzun organik
moleküller, A, G, T, C adı verilen (nükleotid) halkalarıyla birbirine bağlıdır.
Bu müthiş buluş, hayatın oluşum bilgilerinin yazıldığı alfabenin keşfi
demektir. Yaşamın abecesi bulunmuştur… Canlı dünyanın yapıtaşı, bilgilerinin
formatı artık bilinmektedir…
Dünya, 20. yüzyılın ikinci
yarısındaki çılgın, başdöndürücü gelişmelere hazırdır…
○○○
Üniversite Yılları
Popper’ın yeniyetmeliği
birinci büyük savaşla geçmiştir. Savaş sonrasının çökmüş Avusturya’sında kendi
sözleriyle “başka tüm ümitlerin yok
olduğu bir dönemde tek çoşku kaynağı olarak ‘öğrenmeyi’ canlı tutmaya özen
göstererek” yaşayabilmiştir.
Birinci savaş sonunda Avusturya’nın durumu
beklenebileceği gibi tam bir çöküntü halidir. Savaş kaybedilmiş
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
yıkılmıştır.
Okumuş çevrelerde “hızlı
çözüm” (devrim) savlarından geçilmemektedir.
Popper 1918’de verimli
olmadığı düşüncesiyle okulu bırakmış, kendi başına çalışmalarını sürdürmeye
başlamıştır. Babası harp sonrası oluşan enflasyonist ortamda tüm varlığını
kaybetmiştir. Çalışıp ailesine yük olmadan yaşamasının gerektiğini
düşünmektedir.
1919’da evinden ayrılıp
öğrenci yurdunda yaşamaya başlar. Amerikalı öğrencilere Viyana’yı gezdirerek,
yol işçiliği yaparak para kazanmaya çalışmaktadır. Ayrıca psikolog Alfred
Adler’in çocuk yönlendirme kliniğinde ücretsiz görev almıştır.
Bu arada Kant’ın “Saf Aklın
Eleştirisi”ni ve “Prolegomena”sını anlayıp kavrayabilmek için yoğun çaba
harcamaktadır. Ayrıca Viyana Üniversitesi’nde ilgilendiği dersleri izlemekte,
düşünsel ana çizgisini, onu gerçekten çeken ve yetenekleriyle örtüşen temel
entellektüel sorunları yakalamaya çalışmaktadır.
Fizik, matematik, psikoloji
ve müzikle ilgilidir. Ancak yeteneklerinin bu alanlarda olduğundan emin
değildir.
○○○
Komünizm ve Freud’cu psikoanaliz
1919 yılı ilginç bir yıldır Popper için. Zamanın popüler öğretilerinden biri marksizmdir. Popper da modaya uyup birkaç aylık da olsa komünist olmuştur. Ancak bu görüşler 1919 yazında katıldığı bir mitinge kadar geçerliliğini korur. Mitingde öğrencilerden ve polislerden ölenler olmuştur. Komünizmin “başkalarının hayatları pahasına” yayılması öğretisine gerekçe olarak, “kapitalizmin çok daha fazla can aldığı” savı ona hiç mantıklı gelmemiştir… Katıldığı miting, komünizm kavramını gözünde çürütmüştür.
Düşünsel ortamın diğer
yükselen değeri, Sigmund Freud’un psikoanalizidir… Freud’un öğrencilerinden
Adler’le birlikte çalışma fırsatını yakalayan Popper, böylelikle günün modası
psikoanaliz öğretilerinin yöntemlerini birinci elden tanıma olanağını
bulmuştur.
Popper, Marx, Freud ve Adler’e hayranlık duyan arkadaşlarının bu
öğretilerin ortak birtakım yaklaşımlarından etkilendiklerini fark etmiştir.
Şöyle ki:
İlgilendikleri konularda
aşağı yukarı her konuyu açıklıyabilen bu öğretileri kavramak, sanki bir
düşünsel dönüşüme, bir vahye ermeye, başkalarının ulaşamayacağı gizli
gerçekleri görebilmeye benzemektedir. Bir kere bu gerçekleri görmeyi
öğrenenler, artık her yerde iddiaları doğrulayan olayları görebilmektedir.
Dünya, kuramın söylediklerini doğrulayan, ispatlayan örneklerle doludur.[1]
Kuramın gerçekliği
apaçık ortadadır. Onlara inanmayanlar apaçık doğruları görmek istemeyenler,
görmeyi reddedenlerdir. Öğrenmeye direncin nedeni, ya gerçeklerin sınıf
çıkarlarına ters olması (marksizm), ya da henüz çözümlenmemiş, psikoanalizle
tedaviyi bekleyen çocukluk seks güdüleridir (Freud’cu psikoanaliz).
“Bir marksistin, marksizmin tarih felsefesini doğrulayan gözlemleri
okuduğu gazetenin her sayfasında bulamaması düşünülemezdi.” [2]
Benzer şekilde Freud’cular,
kuramlarının klinik gözlemlerle sürekli kanıtlandığını savunuyorlardı.
Bu konuda Popper, Adler
kliniğindeki bir deneyimini şöyle anlatmaktadır:
1919’da olacak, Popper,
Adler’e bir hastadan söz eder… Hasta Popper’a pek de Adler’in tedavi
edebileceği bir durum olarak görünmemiştir. Oysa Adler, hiç kuşku duymadan olayın “kuramına uygun
aşağılık kompleksi” anlayışıyla çözümlemesine başlayıvermiştir.
Popper şaşırıp kalır ve
Adler’e nasıl bu kadar emin olabildiğini sorar.
Yanıt daha da şaşırtıcıdır:
“Benim binlerce deneyimim sonucunda” der Adler.
Popper kabalık etmek
pahasına şöyle karşılar:
“Ve bu yeni durumla, sanıyorum ki deneyim sayınız 1001’e yükselmiştir.”[3]
○○○
Adler hiç düşünmeden önceki
deneyimleri öne sürerek tedaviye başlamıştır. Dünkü deneyimlerinin bugünkünden
farklı olabileceğini asla düşünmemektedir.
Kimsenin aksini
savunamayacağı bir yolda akıl, pervasızca, çekinmeden, korkmadan, umursamadan,
aldırış etmeden yürüyüp gitmektedir…
Her yeni durum, Adlerci
veya Freudcu herhangi bir kuram açısından yorumlanmakta ve bu böyle sürüp
gitmektedir.
Bir veya birkaç neden aksi
kanıtlanamaz biçimde herhangi bir durumun gerekçesi diye iddia edilmektedir…
Herkes sanki kendi mizacına göre “bilim
oyunu” oynamaktadır!..
Popper son olarak şu
örnekle bu tipik öğretilere kafasında noktayı koyar:
İki davranışı göz
önüne alalım… Birinde bir çocuğu göle itip boğan kötü niyetli bir kişi…
Diğerinde ise göle atlayıp boğulmak üzere olan çocuğu fedakarca kurtarmaya
çalışan erdemli bir insan bulunsun….
Bu iki durum da Freudcu veya Adlerci kuramla
kolayca açıklanır:
Freudcu kurama göre birinci
adam seks güdülerinin bastırılmasından mustariptir… Oysa ikinci adam
bastırılmış güdülerden kurtulmuş (sanıyorum psikoanalizle) ve rahatlamıştır.
Tedavi olmuş kişidir…
Adler, birinci örneği
aşağılık kompleksi olan biri olarak görebilir; suç işlemeye cesaret ederek
kendini kanıtlamaya çalışıyordur… İkinci kişi de aynı durumda diye
yorumlanabilir. Ancak bu kez iyilik yapıp çocuğu kurtararak kendini kanıtlıyor
olmalıdır. [4]
○○○
Bilimi, bilim olmayan bilgiden nasıl ayırabiliriz?
Yukarıda anlatılan
yöntemler fizikçilerin, örneğin Einstein’ın yaklaşımına hiç benzememektedir.
1919 yılı aynı zamanda bir
Einstein yılıdır. Einstein’ın 1915’de yayımladığı Genel Görelilik kuramında
ileri sürdüğü yeni kütle çekimi kuramını doğrulayan gözlemsel bir kanıt yoktu.
Yalnızca deneysel olarak sınamaya elverişli bir öndeyisi (prediction) vardı genel göreliliğin.
Gravitasyon (kütle çekimi) kavramını yeniden tanımlıyordu. Newton’un mekaniğinde gravitasyon, kütleler
arasındaki çekim gücü diye anlaşılıyordu. Gezegenleri yörüngesinde tutan güç,
kütlesi daha büyük olduğundan Güneşin çekim gücü diye açıklanıyordu.
Genel görelilik ise, bunun
nedenini, yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin, Güneş’in kütlesel etkisiyle
oluşan kavisli yapısı olarak görüyordu.[5]
Bu uzay yapısı içerisinde
yıldızlar ve gezegenler nasıl davranılması zorunlu ise öyle davranıyorlardı.
○○○
Einstein, elektromanyetik
alan kuramından esinlenerek “Gravitasyon Alanı “ diye yeni bir kavram ileri
sürüyordu. (Elektromanyetik alan kuramını geliştiren Faraday ile Maxwell’in
portrelerinin Einstein’ın çalışma odasında asılı olduğu biliniyor.[6])
Einstein, gravitasyon alanı
içinden geçen bir ışık ışınının, alanın etkisi altında sapmasını bekliyordu. Eğer, diyordu, bu sapma yoksa
benim kuramım yanlıştır... Kısaca kendi kuramının nasıl test edilmesi gerektiğini
de anlatıyordu…
Oysa diğer birtakım
kuramlar (Marksizm, Freudcu Adlerci psikoanaliz…) iddialarını test etmeye
çalışanların niyetlerinin şu veya bu nedenle bozuk olduğunu ileri sürüyor,
eleştirilerin düşmanca, kötü niyetli, çıkarlar doğrultusunda yapıldığından
dürüst olmadığını söylüyordu.
Bu kuramlar eleştiriden
kurtulmaya çalışıyordu… Eleştiriler karşısında kendilerini savunacak güçleri
yoktu…. Eleştiriden ne denli korunurlarsa o denli güvende hissediyorlardı…
○○○
Genel göreliliğin test
edilmesi için Mayıs 1919’da gerçekleşecek Güneş tutulması beklendi. Çünkü
normal aydınlıkta gravitasyon alanındaki ışık sapmasının görülebilmesi olanaklı
değildi.
Astronomların önerisiyle
Einstein’ın kuramının sınanması Afika’nın batısındaki Prens Adasında yapıldı.
İngiliz astrofizikçi Eddington başkanlığındaki bir heyet bu iş için
görevlendirildi.
Testler sonunda Einstein’ın
savlarının geçerli olduğu ortaya çıktı. Einstein artık en ünlü bilim adamları
arasında yerini almıştı.
Popper bu gelişmeleri
değerlendiriyor ve şu sonuçlara varıyordu:
-Hangi kuram için olursa
olsun, doğrulamalara bir şekilde ulaşmak oldukça kolaydır.
-Doğrulamalar kuramdan
çıkarılan riskli öndeyileri kontrol etmek için yapılırsa bir anlam ifade
ediyor. Bu tür testlerde olumsuz sonuçlar kuramı çürütüyor, geçersiz kılıyor.
-Herhangi bir olgu, gözlem
veya sınama yöntemi ile yanlışlanması mümkün olmayan kuram “bilim dışı”dır…
Yanlışlanamazlık, test edilemezlik, sağduyunun çoğu kez düşündürdüğünün aksine
hipotezin bir erdemi değil, istenmeyen bir özelliğidir.
-İyi bir bilimsel kuram bir
yasaklamadır. Bazı şeylerin oluşmasının mümkün olmadığını savunur. Bir kuram ne
kadar çok şeye izin vermez görünüyorsa o kadar iyi kuramdır. [7]
-Bir kuramın gerçek testi,
onu yanlışlamayı veya çürütmeyi amaçlayan çabalardır.
Bu akıl yürütmelerin
sonunda Popper’ın geldiği yargı şudur:
Bir
kuramın bilimselliğinin ölçüsü onun yanlışlanabilir, çürütülebilir veya
sınanabilir olduğudur. [8]
○○○
Bilimsel bilginin ölçütü:
Yanlışlanabilirlik
Bugün bile genel
kabul görmekten uzak olan bu sonuca Popper 1920’lerde ulaştı.
Oysa bilimin ne olduğu
sorusunun tarihi oldukça eskidir. Bacon’dan ( -1626) ve Descartes’dan ( -1650)
beri tartışılıp durulur. Bu süre içinde bilimsel bilgi ile diğer bilgiler
arasındaki ayrım, hep oldukça bulanık olmuştur.
Genel kabul gören görüş,
bilimin tanımlayıcı özelliğinin gözlemsel olduğu ve tümevarım (indüksiyon) ile çalıştığıdır… Sahte
bilimlerin ve de metafiziğin ise spekülatif düşünceleri oluşturduğu şeklindedir.
Aslında modern felsefenin
başlangıcı güvenilir, kesin, saygın bilgi arayışının da başlangıcıdır. Daha
önce gördüğümüz gibi Descartes, okulda öğretmenlerinden, askerlik görevi
boyunca ve seyahatleri süresince değişik çevrelerde duyduğu tutarsız
argümanlardan bıkmış ve kuşkulanmayacağı bilgiyi arama serüvenine atılmıştı.
Sürüp gitmekte olan bu
serüven gerçekte, bilimsel bilgi diye anlatılmaya çalışılan güvenilir, saygın
bilgiyi, diğerlerinden (sahte bilimler, metafizik, anlamsız sözler..) ayırt
etme çabasıdır.
Daha sonra deneycilerle
devam eden arayış deney ve gözlemden doğru bilgiye ulaşmayı hedeflemiştir.
○○○
Düşünce tarihinde
“doğrulanmış”, kesinliğine inanılmış bilgi geleneği oldukça eskidir.
Göksel varlıkların
davranışlarını inceleyen Alman bilim adamı Kepler’in (ö: 1631), İtalyan fizikçi
Galileo’un (ö: 1642) çalışmalarının sonuçlarını fizikçi Newton sonlandırmıştır.
Newton kütleçekimi
(yerçekimi) ve hareket kanunlarını bulmuştur. Bu kanunlarla hem göksel
varlıkların (yıldızların ve gezegenlerin) hareketlerini açıklayabiliyor hem de
dünyevi sıradan nesnelerin hareketlerini açıklayabiliyordu.
Newton’un kanunu,
Aristoteles’in, göksel (kutsal) varlıkların yerel dünyamızda geçerli
kurallardan değişik kanunlara tabi olduğu şeklindeki savını çürütmüş oluyordu.
Öylesine etkilenmişti ki
bilim çevreleri, Newton herkes için mutlak otorite haline gelmişti. Bilim de
mutlak bilgiler üreten bir süreç olarak akıllara (veya bilinç altına )
yerleşiyordu.
○○○
Kant bilgi kuramını Newton
kanunlarının değişmez doğruluğu ve kesinliği üzerine oturtmuştu. Kant’ın “a priori
geçerli” sözü bu gerçekleri anlatmak
için söylenmişti.
Bu denli güven toplamayı
başaran Newton kanunlarının Einstein’dan sonra yanlışlığı anlaşılmıştı.
Einstein yasası daha doğru sonuç veriyor, eski yasanın açıklayamadığı şeyleri
açıklayabiliyordu. Ancak Newton kanunları, hata yüzdesi çok düşük olduğundan ve
uygulanmasının kolaylığı nedeniyle hala kullanılmaktadır.
Bütün bunlara
ilaveten Einstein:
1 Kendi kuramının
nasıl sınanması gerektiğini de savlarına eklemişti; hatta daha ileri gidiyor ve
gelecek için bir kestirim yapıyordu:
2 Günün birinde
“birleşik alan teorisi” gibi daha doğru sonuçlar verecek bir kuramın kendi
yasasının yerini alabileceğini iddia etmişti. Son yıllarını Amerika’nın
Princeton üniversitesinde bu yeni kuramı arayarak geçirdi. Ancak başaramadı.
○○○
Newton’un çekim ve hareket kanunlarının başarısı ile Kant’ın görüşleri arasındaki ilişkinin
bir benzeri, Einstein’ın kuramları ile Popper’ın
bilim felsefesi arasında da izlenebilir. Popper, felsefesinin temelini
Einstein’ın yukarıda anlatılan yaklaşımından esinlenerek oluşturmuştur.
Düşünce
tarihinde Newton’un kuramından daha sıkı denenen ve doğruluğuna daha kuvvetle
inanılan ikinci bir teori bulabilmek olanaksız gibidir. Doğa bilimlerinde hiç
bir iddianın ondan daha güvenilir biçimde doğruluğunun kanıtlanamayacağını
ileri sürebiliriz. Eğer Newton’un kuramı sonunda yanlışlanabildi ise, hiç bir
savın doğruluğunun kanıtlanmasının mümkün olmadığını iddia edebiliriz.
Başka bir
deyişle, doğa bilimlerinde hiç bir tezin deneyle, gözlemle, öngörüleri
sınanarak doğruluğu kanıtlanamamaktadır. Einstein’ın ortaya çıkardığı
gerçek, bilimdeki tümevarım (indüksiyon) mantığının yanlış
olduğudur... Hiçbir savın, özelden, herhangi bir olgudan, gözlemden, deneyden
yola çıkılarak yapılan genellemelerle doğruluğunun kanıtlanamaz olduğudur...
○○○
Örneğin “Tüm
kuğular beyazdır” hipotezinin doğruluk derecesi gördüğümüz beyaz kuğuların
sayısı arttıkça yükselmez. Bir adet beyaz kuğu görsek de, 1000 adedini tespit
etmiş olsak da, savın doğruluğunu kanıtlamış olmayız... 1001. kuğunun başka bir
renkte olmayacağını bilmeniz mümkün değildir...
Oysa
bir adet siyah kuğu görüldüğünde, iddia kimsenin düzeltemeyeceği şekilde
çürütülmüş olacaktır.
“Tüm
kuğuların beyaz olduğunu”, gördüğümüz beyaz kuğuların sayılarını artırarak doğrulayamayız... Ama bir tanecik de olsa
siyah kuğu saptayarak bu iddiayı çürütebiliriz...
Doğrulamak,
desteklemek, doğruluğunu göstermek, ispatlamak iddianın başka bir durumda
yanlış çıkmayacağını garanti edememektedir...
Oysa yanlışlamak
kuramı tamamen çürütmektedir. Bu nedenle doğa bilimlerinde kesin doğruların olmadığını, henüz yanlışlanamadığı için doğruya en
yakın kabul edilen iddialar bulunduğunu ileri sürüyoruz.
Tümevarım
mantığıyla bir veya birkaç örnekten yola
çıkılarak genel kurallar, evrensel kanunlar, kuramlar bulabilmemiz olanaklı
değildir.
Popper’ın
sözleriyle “Basit bir buluşla tümevarım
problemini çözdüğümü sanıyorum. Nasıl tekrarlayan deneyim ve gözlemlerle
öğrenme diye bir şey söz konusu değilse, ard arda gelen gözlemlerden de genel
doğrulara ulaşamayız... Bilimin tümevarımsal yöntemi diye anlatılan aslında
(dogmatik ) deneme ve (eleştirel) hataların elenmesinden başka bir şey
değildir... Amipten Einstein’a kadar tüm
organizmaların kullandığı buluşun (yeni bilgi üretmenin,öğrenmenin) yöntemi budur...”[9]
Tümevarım yöntemi yanlıştır...
Bilimin yöntemi tümdengelimle (deduction) yanlışları bulmak, hataları ayıklamak, hatasını
bulamadığımız kuramları kullanmaya devam etmek olmalıdır.
Popper bilgi
kuramını yukarıda kısaca anlatılan bu temel üzerine kuracaktır...
○○○
Bilimin
ilerleme yolu: kestirimler ve yanlışlamalar (deneme - yanılma)
“Tümevarım yönteminin
yanlış olduğu, özelden yola çıkıp genel bir yargıya varabilmenin mantıksal
olarak veya rasyonel (akılcı) yöntemle mümkün olamayacağı” savı İngiliz düşünür
David Hume’undur ( -1776).
Hume’un savı bilim
çevrelerince pek kolayca kabul görecek bir sav olmamıştır. “İleride
deneyimleyeceğimiz olayların, yapacağımız daha değişik ve geniş kapsamlı
deneylerin, geçmişte deneyimlediklerimize benzeyeceğini asla savunamayız ve
garanti edemeyiz… Sıklıkla gözlemlediğimiz ard arda oluşan şeylerden sonra
bile, şeylerden herhangi biri için deneyimlediklediklerimiz dışında bir yargıya
varamayız”[10](Bak
Bölüm 2, Kant, Tek Başına Deneyimlerimize Neden Güvenemeyiz)
Bunun özeti,
gözlemlerimizle ve deneylerimizle hiçbir kuramı kanıtlayamayacağımızdır. Daha
önce de sözünü ettiğimiz gibi Hume’un iddiası bilim çevrelerini Popper’a
gelinceye dek gerçek bir açmaza sokmuştur.
20. yüzyılın ünlü İngiliz
filozofu Russell ( -1970), bilim dünyasının, Hume’un etkisini kolay
atlatamayacağı görüşündedir.
1783’de Kant, aynı iddialar
için “Beni dogmatik uykularımdan ilk defa
uyandıran görüşler”diye söz etmişti…[11]
○○○
Kant bilgi kuramını
oluştururken tam bir ikilem içinde kalmış olmalıdır…
Bir tarafta gözlemden yola
çıkarak kanunlarını bulduğunu savunan Newton’un kendisi…
Diğer yanda gözlemden
başlayarak tümevarımla evrensel doğrulara varılamayacağını ileri süren Hume…
Kant bu ikilemden şu
düşüncelerle sıyrılmaya çalışmıştır: “İnsan
aklı doğanın düzenini sağlayan kuralları doğadan öğrenmez, bunun yerine kendi
bulduğu kuralları doğaya empoze eder.” Böylelikle Kant tümevarımı
kullanmamış, ancak insanın her buluşunun (doğrulandığı takdirde) kesin doğru
olduğunu savunmuştur. Yani Kant bilginin yanlızca tahmini olabileceği görüşüne
ulaşamamıştır (Bak bölüm 2, Kant).
Hume ise “Kararlarımızı, deneyimlerimizde
tekrarladığını gördüğümüz olaylara bakarak (mantıksal olarak
açıklayamayacağımız bir yöntemle) verdiğimizden, tüm bilgimiz alışkanlıklarımız üstüne kurulmuş bir tür
inançtır” görüşündedir.
Bu, elbette ki tüm
bilgimizin akıldışı (irrasyonel) olması anlamına gelmektedir…[12]
○○○
Popper mantıksal
argümanlarla Hume’un bu “tümevarımın psikolojik açıklamasını” çürütmüştür: Ona
göre insanlar tekrarlayan gözlemlerin kendilerini etkilemesini beklemek yerine
daha etkin pozisyon almaktadırlar…
Gözlemlerini
yorumlamaya çalışır, benzerlikleri araştırır ve kendi icat ettikleri kuramları
kullanarak gördükleriyle yeni sonuçlara ulaşırlar. Başka bir deyişle
“önermeleri” tekrarlarla oluşsun diye beklemek yerine kendileri daha erken
davranıp yeni hükümler verirler.
Bu hükümlerin çoğu
denemeler sonunda yanlışlığı görülecek ve çöpe atılacaktır… Örneğin bir
politikacıyı ilk dinlediğimizde hemen onun görüşleriyle ilgili bir yorum
yapmaktan kendimizi alamayız. Üstelik bunu pek bilinçli olarak yapmayız.
Canlıların düşünce
süreci böyle çalışmaktadır… Algıladığımız her şeyin üstüne hemen yorum yapıp
tehlike var mı yok mu diye bir radar gibi çalışacak biçimde oluşmuştur sinir
sistemimiz…
Politikacıyı ikinci
dinlediğimizde ilk yorumumuzu test ederiz… Şöyle düşünmeyiz: “Bu
politikacıyı ilk defa dinliyorum, yorum yapmamam gerekiyor… Birkaç kez daha
dinlemeliyim ki her deneyimim arasında tekrar eden benzerlikleri bulabileyim ve
de bu politikacı üstüne bir görüşüm oluşsun!..”
○○○
Yöntem, açıkça görüldüğü
gibi, günlük alışkanlıklarla karar almak değil, basit bir deneme yanılmanın uygulanmasıdır…
Bilimin
yöntemi de farklı değildir. Her iki durumda da kararı alan kişi edilgin (pasif)
değil etkin (aktif) durumdadır... Karar
verip risk almaktadır…
Yöntemin mantığı
tutarlıdır… İrrasyonel değil rasyoneldir…
Popper bu durumu şu
çarpıcı sözleriyle anlatmaktadır:
”Bilimin
başarısı tümevarım yöntemi üzerinde yükselmez. Şansa, yaratıcılığa ve eleştirel
akıl yürütmenin dedüktif (tümdengelimsel) kurallarına bağlıdır……. Ne psikolojik karar ne de mantıksal bir tümevarımın uygulanması söz
konusudur... Olan yalnızca deneysel kanıtlardan çıkarsanan en iyi test edilmiş
kuramın kullanılmasıdır... Çıkarsama tamamen tümdengelimseldir…
Hume,
gözlem sonuçlarından bir kurama ulaşılamayacağını göstermiştir; ancak bu,
‘kuram’ın gözlem ve deneyimlerimizle çürütülebileceği gerçeğini değiştirmez…
Kuramlarla gözlemlerimiz arasındaki ilişki bu gerçeği görenlerimiz için
apaçıktır..”[13]
Popper bu argümanıyla
Hume’un ortaya attığı “tümevarım
problemini” çözmektedir.[14]
Bilimi bilim olmayandan “ayırma sorunu” ve şimdi tartıştığımız “tümevarım sorunu” Popper’ın 1934’de
yayımladığı “Bilimsel Buluşun Mantığı”
kitabının temel sorunsalıdır.
○○○
Şekil 1’de görüldüğü gibi
deneysel bilimlerle diğerlerinin ayırma ölçütü yanlışlanabilmedir. Deneysel bilimlerde kuramlar üç konuda
sınanabilmelidir:
a)
Kendi
içinde tutarlı mı,
b)
geçerli
kabul edilen diğer tezlerle bağdaşık mı,
c)
tahminlerinin
ve öndeyilerinin (prediction) sonuçları gözlemsel ve deneysel olarak sağlanıyor
mu…
○○○
Deneysel bilimlerde
ilginç olan şudur: Yukardaki üç maddeyi
birden sağlayabilen bir kuram, her an değişik bir ortamda yanlış çıkabilir… Bu
gerçek değişmemiştir…
Deneysel olarak
sağlanmış kuramları, ispatlanmış kuramlar, doğruluğu
saptanmış iddialar olarak görme yanlışlığına düşmemeliyiz…. En
azından, günün birinde onların da yanlışlanmayacağı konusunda hiçbir garantimiz
bulunmadığını kesin olarak söyleyebiliriz… Deneysel olarak sağlanmış kuram o an
için, o kosullar altında sağ çıkmış kuramdır… Her koşul altında doğru olduğunu
destekleyen en küçük bir nedenimiz olamaz… Doğru dediğimiz iddialar aslında
şimdilik elimizdekilerin en iyisi olduğunu sandığımız kuramlardır.
Deneysel bilimlerin bu
özelliğini, 20. yüzyılın ünlü teorik fizikçisi Amerikalı Richard Feynman’dan
( -1988) dinlemek daha açıklayıcı
olabilir… 1964’de Albert Einstein ödülü… 1965’de de Nobel ödülü almıştır
Richard Feynman. Çarpıcı ve renkli üslubuyla Kalifornia Teknoloji
Enstitüsü’ndeki derslerinde şöyle anlatmıştır bilimin ilerleme yöntemini:
“Size bilimin nasıl ilerlediğini şöyle anlatabilirim: Bir tahmin yapın,
sonra onun sonuçlarını hesaplayın ve en sonunda bu sonuçları deney ve gözlem
sonuçlarıyla karşılaştırın. Eğer sizin sonuçlarınızla, yaptığınız deneyler
uyuşuyorsa kuramınız hala yanlıştır! Daha değişik bir deney
ortamında yanlışlanacağına her an hazır olmalısınız!
‘Doğrularımız’ yoktur; yanlızca ‘yanlışlarımız’ vardır… Örneğin Newton’un iki yüz yıldan fazla bir süre doğru sanılan kütle
çekiminin sonunda yanlışlığı ortaya çıkmıştır. ”[15]
○○○
Deneysel
bilimler, formal bilimler, metafizik ve sahte bilimler
Olgusal bilimlerin
dışındaki bilgi türleri içinde metafiziksel bilgi (saf akıl) üzerinde biraz
duracağız.
Kant’ın dediği gibi
metafizik, insanlara epey problem yaratmış bir bilgi alanıdır. Elbette ki
metafiziksel bilginin, bilimsel bilgi yerine geçmesi beklenmemelidir.
Ancak metafiziksel bilgiyi, sahte bilimlerle bir tutmamız da yanlış olacaktır…
Bu konuda değişik görüşlerle
karşılaşabiliriz. Örneğin 1920’lerde Viyana’da gelişen bir düşünce akımı olan Viyana Çevresi filozoflarına
--Wittgenstein ( -1952), Schlick ( -1936), Carnap’ ( -1970)… -- göre, bilimle, bilim dışı ayırımı, aslında “anlamlı” ile “anlamsız”ın
ayrılmasından başka bir şey değildir. Gözlemsel olarak saptayamadığımız
şeyler saçmadır… Ve de bilimsel değildir…
Anlaşılacağı gibi, bu
yaklaşımda metafizik de anlamsızdır ve bilimsel bir işlevi yoktur…
Aslında bilgiyi tümevarımla
ulaşılmış hipotezler olarak ele almak… Kesin doğrulanmış saymak… Bilim dışı
bilgiden bu yolla ayırt edilmiş kabul etmek bu tür sonuçlara yol açmaktadır.
Oysa bilgi, insan aklının
doğaya uygulayıp sınamak üzere yaptığı tahminler, kestirimler olarak anlaşılırsa durum değişecektir…
İnsan aklının icadıdır… İnsanın gözlemlerini yorumlarken karşılaştığı
çelişkileri çözmek için yaptığı tahminlerdir bilgi. Zihin, hipotezlerini
oluştururken elinin altındaki her türlü bilgiden faydalanacaktır. Bunların
içinde genetik bilgi, öğrenilen diğer bilgiler, gelenekler, efsaneler ve de
henüz bilemediğimiz (varsa) diğer bilgiler vardır. Metafizik de, efsanelere
benzetebileceğimiz bir tür bilgi kaynağımızdır.
Doğrudur… Test edilip
sınanamıyorlar… Ancak onlardan faydalanılarak bilimsel kuramlara ulaşabilmek
olanaklıdır. Metafizik bilgiyi bilimsel bilgiye giden yolda faydalanılan
çeşitli kaynaklardan biri olarak görebiliriz… Deneysel bilimlerde, iddia
üretmenin amacını, doğruları bulmak diye tanımlamak yerine, sonuç üretebilmek,
problemlerimizi çözebilmek olarak
görürsek tüm bu kargaşanın aydınlandığını göreceğiz.
Metafiziksel bilgiyi, ne
denli saçma görülürse görülsün bir sorunu çözmeyi hedeflediği durumlarda
bilimsel diyebileceğimiz ifadeler içinde sayabiliriz. İnsanlığın büyük bilimsel
kuramlarının yaratıcılarının, diyelim Kopernik’in, Galileo’nun, Newton’un,
Faraday’ın, Berkeley’in… efsanelerden
etkilenmediğini kim savunabilir?
Bu nedenle Popper metafizik
bilgiyi sahte bilimlerden ayırmakta ve metafiziğin yerini şu benzetme ile
anlatmaya çalışmaktadır:
Deneysel (Olgusal) Bilimler
Özelliği:
○ Sınanabilir, yanlışlanabilirler, çürütülebilirler
○ İspatlanamazlar, kanıtlanamazlar
○ Yanlışlanamayanlar veya yanlış olduğu
bilindiği halde hatası önemli bulunmayanlar kullanımdadır
|
Formal Bilimler
Mantık
Matematik
Özelliği:
İspatlama ile test edilebilirler
○○○
Metafizik
Özelliği: Test edilemezler
○○○
Sahte Bilimler
►Hegelizm
►Totaliter yönetimler
►Faşizm
►Psikoanaliz(Freud, Adler, Jung)
►Astroloji
►Her türlü fal
►Batıl inanç
►Eleştiriye kapalı anlayışların
savunduğu tüm kuramlar
Özelliği:
○ Eleştirilere karşı korunmuş olduklarından test edilemezler
○ Eleştiriye karşı bağışıklık kazandırılmış, eleştiriden muaf hale
getirilmişlerdir.
○Yanlışlayan örneklerle çürütülerek değil, doğrulayan örneklerle
kanıtlanarak saygın bulunurlar… Bu yolla ispatlandıkları ve
bilimselleştirildikleri kabul edilir…
|
Şekil 1
“Olgusal
bilim” ve “diğerleri”nin ayrımı
○○○
Bilim için
kullanılan dilsel ifadelerin tümünü içine alan bir bölge (küme) olarak
düşünelim yukarıdaki dikdörtgeni... Metafizik de anlamlı ifadeler arasında
bulunmaktadır… Anlamlı dilsel ifadelerin dışına atılmış bir saçmalık değildir…[1]
Popper,
Kopernik’in Güneş merkezli sisteminin, yeni–platoncuların güneş ışınlarını
kutsal gören inanışlarından esinlenilerek geliştirilmiş olduğunun savunulabileceğini…
Atomculuğun ve ışığın tanecik kuramının da benzer şekilde çeşitli efsanelerin
etkisi altında oluşturulmuş olabileceğini ileri sürmektedir…
Kuşkusuz
efsaneler, sorunlarımızın geleneksel çözümlerinin ve açıklamalarının arandığı
farklı bir alandır…
○○○
Bilim
(Test Edilebilir)
………………………………………………
Metafizik
(Test Edilemez)
|
Şekil 2
Bilimde kullanılabilecek ifadelerin
sınıflandırılması
(Popper,
C&R, s. 257)
○○○
Ayrıca test
edemeyeceğimiz başka cümleler de vardır. Örmeğin, herhangi bir sınırlama
içermeyen varoluşsal ifadeleri sınayamayız. “ (A) vardır” biçimindeki bir
ifade test edilemez olduğu halde saçma değildir… Anlamlı dilsel ifadelerimiz arasında
sayılmaktadır…
Örneğin “kırmızı kedi yoktur” ifadesi kolayca
test edilebilir… Saptayabileceğimiz ilk kırmızı kedi o anda bu iddiayı
çürütüverir. Yasaklayıcı, engel olucu, sınır koyucu bir ifade
olarak tamı tamına bir bilimsel ifadedir.
Oysa tersi
olan “kırmızı kedi vardır”, sözü sınanamaz… Böyle bir önermenin
çürütülmesi olanaklı değildir… Kimselerin gidip bulamayacağı bir dağ başında
kırmızı bir kedinin yaşadığı her zaman savunulabilir… Her şeye karşın böyle bir
anlatım hiç de anlamsız değildir…
Şunun altını
çizerek belirtmemiz gerekiyor: “Yanlışlanabilirlik”in,
anlamlıyla saçmayı birbirinden ayırdığını
savunmuyoruz… Deneysel bilimi, diğerlerinden ayırdığını ileri sürüyoruz...
○○○
Bilgi ile sahte bilimi karşılaştırırken bir noktaya daha
dikkat çekmeliyiz. Deneycilerin etkisiyle bilginin gözlemlerden kaynaklandığı
bizlere apaçıkmış gibi görünebilir… İlginçtir… Bu tür savunmaya sahte bilimin sık
sık başvurduğunu biliriz…
Hepimizin
deneyimleri arasında bulunduğunu
sanıyorum. Yıldız falına bakanlar ne denli bilimsel olduklarını kanıtlayabilmek
için, gözlemler yaparak, yıldızların durumlarına bakarak konuştuklarını
söylerler… Anlatmak istedikleri şey, bilgilerinin gözlemlerden kaynaklandığı,
bu nedenle de güvenilir olduğudur…
Oysa
gözlemlerden çıkarılan tümevarımsal doğrulamaların bilgiye kattığı bir
güvenilirlik yoktur.
Astroloji kemikleşmiş bir yanlışlığı kullanarak
temize çıkmaya çalışmaktadır.
Buna karşın
fiziğin ünlü kuramları, örneğin Einstein’ın genel göreliliği, soyut ve
spekülatif olduğundan, onların gözlemlerden çıkarıldığını savunabilmek çok
zordur.[2]
○○○
Deneysel bilimlerde, matematikte ve mantıkta (formal
bilimlerde) doğru önermeyi nasıl ayırt edeceğimiz konusunda sanırım bir
belirsizlik bulunmamaktadır.
Deneysel
bilimlerde, olgusal olayları açıklayan önermeleri test edip sınayarak
ölçüyoruz. Çürütülemeyenler (en azından bir süre) doğru ve geçerli kalmaktadır.
Mantık ve
matematik ise ispatlama ile ayırt ediyor doğru ile yanlışı.
Metafiziksel
önermelere gelince test edemediğimize göre, bu tür bilgiyi eleştirel olarak
değerlendirme olanağımız yok mudur? Test edilemeyen bir kuram akılla
ölçülebilir mi?
Popper bu soruyu olumlu yanıtlıyor.
“Bir iddia
ister olgusal, ister metafizik (felsefi, spekülatif) olsun, belli problemlere çözüm getirmeye çabaladığı
ölçüde rasyoneldir. Bir kuramın
kavranılması ve incelenmesi, onun çözmeye çalıştığı problemin anlaşılması
demektir. Kuramın akılcı yöntemlerle tartışılması, kuramla sorun
arasındaki ilişkinin tartışılmasıdır.
Bir teoriye,
bir grup sorunun çözümü olarak bakmaya başladığımız zaman onu eleştirel olarak
tartışıyoruz demektir… Kuramın, deneysel alanın içinde test edilemez olması
durumu değiştirmeyecektir…
Çünkü, artık
şu tip soruları sorabilme olanağımız vardır: Problemi çözebiliyor mu?.. Diğer
kuramlara göre daha mı iyi?.. Yoksa, yalnızca sorunu çarpıtıp bırakıyor mu?
Önerilen çözüm (varsa) basit mi?.. Verimli mi?.. Başka problemlerin çözümünde,
birlikte kullanılması gerekebilecek diğer teorilerle çelişiyor mu?.. Bu tür
soruları sorabildiğimiz oranda, test edilemeyen felsefi kuramların
da eleştirel (akılcı, rasyonel) değerlendirmesini yapabiliyoruz demektir.”[3]
○○○
Popper, bu
iddialarını desteklemek üzere Berkeley (ö: 1753) ve Hume’un (ö: 1776) idealist
görüşlerini örnek göstermektedir. Bilindiği gibi idealistler fiziksel
cisimlerin var olmadıklarını, yalnızca zihnimizin ürünü olduklarını kabul
ederler. Popper’ın ifadesiyle onlar “Dünya benim rüyamdır “ savını
benimsemişlerdir.
İdealist
düşünürler öyle yoktan yere saçma sapan görüşleri ortaya atıverecek sıradan
eksantrik kişiler değildir… Tersine…
Herkesin çok akıllı diyebileceği, kendilerince önemli olan konularda
sürekli çalışarak zamanlarını geçiren kimselerdir… Akla ve sağduyuya uygun
çözümler bulabilmenin peşindedirler. Bu nedenle, hangi problemi çözebilmek
için, gördüklerini ”hayal” diye tanımlıyorlar?.. Araştırılması gerekir…
Bu iki
düşünürün ikisi de bilgi kuramları
nedeniyle idealist olmak durumunda kalmışlardır… Savlarının gündelik
gözlemlerimizle (sağduyu) bağdaşmadığını bilirler. Onlara göre tüm bilgimiz,
duyu-izlenimlerimize ve onların belleğimizdeki çağrışımlarına indirgenebilir
olmalıdır.. Başka türlü öğrenemeyiz…
Bu kurama
göre, diyelim ki “ağaç”la ilgili tüm bilgilerimiz ağacın zihnimizdeki
imgesinden ve onun değişik çağrışımlarıyla
kafamızda oluşan psikolojik (öznel) ilişkilerden (neden-sonuç ve ard
arda gelişlerden ) oluşmuştur…
Şimdi, bilgiyi böyle tanımlarlarsa…
Sağduyuya uygun olarak fiziksel dünyayı gerçek sayan görüşü nasıl
yorumlayacaklardır?.. İşte bu soruya
yanıt vermenin güçlüğü, içinden çıkılmazlığı nedeniyle, belki de pek istemeden,
idealist oldukları söylenebilir…
Popper bu
durumun özellikle Hume’da çok belirgin olduğunu öne sürmektedir.[4]
Bu demektir ki, duyumsal bazlı bir
“öğrenme” anlayışı yerine daha değişik (daha yeterli) bir bilgi kuramları
olabilseydi idealist olmayabilirlerdi…
Bu
çözümlemelerimiz metafiziksel bir savın eleştirilmesidir… İddiayı test
edemediğimiz halde eleştirebilmiş olduk böylece…
○○○
Metafiziksel önermeler politikacılardan sık sık duyulur…
Ünlü bir Türk politikacısının ekonomik sıkıntılar
karşısında “Yine birileri düğmeye bastı”
sözü ilk aklımıza gelebileceklerden.
Bu söz aslında, yukarda gördüğümüz örnekler gibi,
varoluşsal bir metafiziksel önermedir. “Kırmızı
kedi vardır” türünden…
“Düğmeye
basan birileri var.”
Önermeyi
test edemeyeceğimizden düğmeye basan birilerinin olup olmaması önemli değildir.
Ne kadar
aranırsa aransın, “düğmeye basanlar” bulunamasa bile… Önerme sahibi “gerektiği
gibi aranmadığından bulunamadı,” diyebilmek hakkını elinde tutacaktır!.. Test
edilemediğinden, kimse “düğmeye basanlar yok” diyemeyecektir…
Önermenin
bilgi içeriği “sıfır”dır… Yani bomboş
laftır… Hiçbir şey söylememektedir…
“Bizim
kötülüğümüzü isteyen bilinmez kimseler var ve biz onları bulabilecek güçte
ve yetenekte değiliz!”
İnsanın
aklına güveni sarsmaktan öte bir etkisi olamaz böyle iddiaların…
○○○
Dogmatikten
eleştirele, öznelden nesnele geçiş
“Öznel” ve
“nesnel” sözcüklerinin, Popper’ın görüşlerini anlayabilmek açısından büyük
önemi vardır.
Bir bakıma
Pooper’ın 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran kuramlarının temelinde
düşüncenin psikolojisinden (öznel
olandan, zihinsel olandan, kafanın içinde olandan) düşüncenin mantığına (nesnel olana, zihinde değil herkesin
görebileceği gibi hayatta olana, kafamızın dışında olana) doğru yaptığı
entellektüel değişim yatmaktadır.
Bu düşünsel
değişim bilgiyi (bilimi), kafanın içinde aramak yerine, bireylerin dışında
hayatın içinde aramamız gerektiğine işaret eden müthiş bir yenilikçi tutum
olarak algılanmalıdır. Konunun daha
somut olarak anlaşılabilmesine katkıda bulunacağı beklentisiyle, biraz aykırı
bulunma riskini göze alarak, “kafanın
içinden” “hayatın içine”,
metaforlarıyla kavranmaya çalışılmasının faydalı olacağını düşünüyoruz.
Elinizdeki
bu kitap, yalnızca subjektifle objektifin, öznelle nesnelin ayırt edilmesine
katkıda bulunabilirse, işlevini yerine getirmiş olacaktır…
Bilgiyi,
kafanın içinden alıp öylece ortalığa koyuveren Popper’ın entellektüel
yolculuğunu izlemeyi sürdüreceğiz
aşağıdaki bölümlerde.
○○○
Popper’ın müziğe ilgisi bir ara müziği meslek edinmeyi
düşünecek derecede ileri düzeyde olmuştur. Anne tarafında müzik bir aile
uğraşıdır. Annesi ileri düzeyde piyano çalmaktadır. Teyzelerinden biri ise
profesyonel piyanisttir.. Popper’a gelince keman dersi almış ancak pek
ilerleyememiştir. Schönberg’in yönettiği özel konserler veren bir müzik
topluluğuna üye olmuştur.
1920 ile 1922 yılları arasında matematik, fizik ve
marangozlukla birlikte müziği de meslek edinmeyi ciddi ciddi düşünmüştür.
Sonunda hiçbirinde yeterince iyi olmadığına karar kılmıştır.
Buna karşın doktora konularından biri müzik tarihidir.
Düşüncelerinin, bilgi kuramının ve felsefesinin
oluşmasında etkili olan bazı fikirlerin müzikten geldiğini söylemektedir.
Bunlardan biri dogmatik ve eleştirel düşüncedir. Dogmanın ve
geleneklerin önemini müzikten öğrendiğini ileri sürmektedir.
İkincisi, iki tür müzik arasında yaptığı ve çok önemli
bulduğu bir ayrımdır: Birbirinden çok
farklı olduğuna inandığı müzik türlerinden birini öznel diğerini de nesnel
müzik
diye nitelemiştir.
Popper bu fikirlerin Kant’ı yeniden yorumlamasında ve ana
entellektüel ilgisinin “buluşun
(bilginin) psikolojisinden” “buluşun
mantığına” kaymasında önemli etkisinin olduğuna inanmaktadır.[5]
○○○
Bilim gibi
çoksesli müzik de bir Batı ürünüdür. Popper çok sesli müziğin ortaya çıkış
dinamiklerini şöyle yorumlamaktadır:
Ortaçağ
kiliseleri, dogmatik denebilecek kesin ve değişmez sınırlamalarla söylenen “ana
dini melo”diyi (cantus firmus) katı bir biçimde tanımlamıştır. Kontrpuan denen
çok melodililik, ana melodinin kurallarını bozmadan yeni melodileri birlikte
söyleyebilme gibi bir zoru başarabilen müzisyenlerin ürünüdür.
Ana melodiyi
temellendiren kurallar, yaratıcı özgürlüğün kaosa düşmeden çalışmasını olanaklı
kılacak çerçeveyi, düzeni, disiplini sağlamıştır.[6]
Gelişmelerden geriye bakıldığında, katı kural “dogma”nın,
yeniliğin, yaratıcı özgürlüğün yolunu açan bir ön hazırlık, bir başlangıç
olduğu düşünülebilir. Kaosa girmeden yeni düzenler (Kozmoslar) bulabilmenin
böylelikle yolu açılmıştır.
Sağduyuyla fazla örtüşmese de, “dogma”, kaosa atılmış bir
“kozmos”
(düzen) çekirdeği oluşturmaktadır… Bu
çekirdek çevresinde yeni düzenler oluşmaktadır.
Popper’ın sözleriyle ve metaforlarıyla manzara şudur:
“Ortaçağın kilise müziği olan gregoryan
melodilerin kurallara bağlanması (ki dogmatik bir tutumdur) yeni dünyalar
kurulması için gereken çerçeveyi, daha doğrusu, yapı iskelesini sağlamıştır.
Dogma, bilinmeyen bir dünyayı, kendi içinde düzensiz karmakarışık olması
olanaklı olan bir dünyayı araştırmak, çeşitli bölgelerine düzen getirmek için
gereken koordinatları sağlamaktadır.
Müziksel ve bilimsel yaratıcılık şöyle
bir düzenekle çalışıyor görünmektedir: Dogma ve efsane, hem dünyanın bilinen
düzenleyicilerinin (kurallarının) incelenmesi hem de yeni düzenleyicilerin icat
edilmesi amacıyla bilinmeyene giden ‘insan yapısı bir yol’ olarak
kullanılmaktadır. Az çok bir ışık gördüğümüzde bulduğumuz yeni kuralları
dünyanın yeni düzenleyicileri olarak sınarız. İşe yarar bulursak artık yeni
koordinatlarımız vardır.
Aslında, bir müzik baş yapıtı (büyük
bir bilimsel kuram gibi) düzensizliğe (kaos) empoze edilen bir düzendir
(kozmostur).”[7]
Bu
düşünceden yola çıkan Popper, Kant’ın “aklımız
kanunlarını doğadan öğrenmez, tersine onları doğaya empoze eder…”[8]
sözünü şu şekilde yorumlamıştır: “Bilimsel
kuramlar insan yapısıdır, biz onları dünyaya empoze etmeye çalışırız.”[9]
○○○
Artık Popper
bilgi üretmenin temeli olacak bilgi kuramına yaklaşmaktadır. Deneycilerin
dediklerinin aksine, bilginin gözlemden çıkmadığını, gözlem sonuçlarını
yorumlayan aklın ürünü olduğunu öne sürmektedir:
“Bilgimiz, kuramlarımız (ilkel efsanelerden
bilimsel kuramlara kadar) insan yapısıdır. Onları dünyaya empoze etmeye,
uygulamaya çalışırız. Yanlış olsalar bile, eğer istersek onlara dogmatik bir
şekilde bağlanabiliriz. Yalnızca dinsel
efsanelere böyle bağlanılmıyor, gördüğümüz gibi Kant da Newton’un kanunlarına
böyle bağlanmıştı.
Başlangıçta kendi buluşumuz olan
kuramlara bağlı kalmamıza karşın (kuramlar olmadan düşünmeye bile başlayamayız,
başka yolumuz yoktur), zamanla kuramlarımıza karşı daha eleştirel bir tavır
takınabiliriz. İşe yaramadıkları yerleri görürsek daha iyileriyle (eğer
bulabilirsek) onları değiştirebiliriz.
Bu noktaya geldiğimiz takdirde,
düşüncenin gelişiminde ‘bilimsel’ denilen, ‘eleştirel’ denilen döneme giriyoruz
demektir.
Kant
bilginin, gerçekliğin (çevremizdeki fiziksel dünyanın) bir kopyası veya izlenimi
olamayacağını söylediği zaman haklı idi…
Bilginin genetik olarak veya
psikolojik olarak a priori (deney öncesi) olduğuna inanmakta da haklı idi…
Ancak haklı olmadığı nokta (doğru)
bilgiyi “a priori geçerli” (her olguya uygulanabilir kesin değişmez doğru)
olarak görmesi olmuştur.
Kuramlarımız bizim icatlarımızdır.
Ancak onlar yalnızca birer bozuk veya eksik düşünülmüş varsayımlar, cesur
kestirimler, hipotezler olabilirler.
Kuramlarımızla bir dünya yaratırız;
ancak bu ‘gerçek dünya’ değildir; kuramlarımızdan oluşan, içinde gerçek dünyayı
yakalamaya çalıştığımız ‘ağımız’dır.
Eğer bu dediklerim geçerli ise,
önceleri “buluşun psikolojisi” dediğim şeyin mantıksal bir temeli var demektir.”[10]
(Bak bölüm 2, Popper, Buluşun psikolojisinden buluşun mantığına.)
○○○
Gördüğümüz
gibi, dogmatik düşünceden yola çıkmış, iki kademeli (dogmatik ve eleştirel)
bilimsel düşünce devresine gelmiş, buradan da düşüncenin psikolojisinden çok
mantığının önemli olduğu görüşüne ulaşmıştır.
Bu akıl
yürütmeler sonunda, öznel düşünceden nesnel düşünceye geçebilmekte ve bilgiyi
gözlemlerden öğrenerek değil, gözlem sonuçlarını deney ötesinde spekülatif ve
soyut olarak özgürce yorumlayarak ürettiğimiz noktasına gelmektedir.
○○○
Öznel
ve nesnel müzik
Popper’ın öznel dediği müzik ünlü Alman besteci
Beethoven’in ( -1827), nesnel diye
nitelediği ise gene ünlü Alman müzisyen
Bach’ın ( -1750) müziğidir. Ona göre, bu iki büyük müzisyenin müziğe
yaklaşımlarındaki fark iki değişik ürün çıkarmıştır ortaya. Her iki tür de
değişik tasarım süreçleri sonunda oluşturulmuş
müziğin üst örneklerindendir.
Popper daha
sonraları bu görüşlerini oldukça abartılı bulacaktır… Ancak, bu müziksel
değerlendirmelerin, bilgiye ilişkin görüşlerini kökten etkilemiş olduğunda
ısrarlıdır.
Beethoven’ı,
müziği kendi duygularını anlatabilmek için bir araç olarak kullanan bir besteci
olarak görmektedir. Onun için belki de çaresizliklerini aşıp yaşamı
sürdürebilmenin bir yoludur müzik.
Umutsuzluğa
karşı amansızca savaşmanın, diyor Popper, daha vurucu daha çarpıcı daha
dokunaklı ürünlerini düşünemeyiz. Gözden kaçırmamamız gereken nokta, Beethoven
örneğinin, yöntem olarak müziksel kompozisyonların bu şekilde bestelenmesi
gereğini kanıtlamadığıdır.
Onu bu
yöntemle başarıya götüren, yöntemin uygun olmasından çok sahip olduğu eşşiz yaratıcı
yeteneklerdir. Aynı yöntemin başka bestecilerde de başarılı sonuç verme
olasılığı düşüktür.
○○○
Üstüne
üstlük Popper, daha da ileri gidip şöyle düşünmektedir:
“Bana öyle geliyor ki Beethoven’ın yöntemini
standart bir model yapmaktan daha büyük bir kötülük olamaz müzik için.”[11]
“Bach’a gelince, duygularını dünyaya
taşıyacak bir araç olarak müzik yazmak yerine, ‘eserlerinin içinde kendini
kaybediyor ve kendini müziğin hizmetine veriyordu.’ Elbette ki kişiliğini onlara damgalamadan
edemezdi. Bu kaçınılmazdı… Fakat, Beethoven gibi, zaman zaman bilinçli olarak
kendini ve içinde bulunduğu ruhsal durumu müziğinde anlatmıyordu... Bu nedenle
bu iki müzisyenin iki zıt kutbu temsil ettiğine inanıyordum. Bach’a göre
müziğin ortaya çıkışının amacı müzisyenin şanı ve şöhreti için ses çıkarmak
değildi… Bach’ın objektif müziğinde müzisyen bir bilim adamı gibi, müziği ile
karşılıklı etkileşim halinde, deneme-yanılma ile öğreniyordu. Eser geliştikçe
müzisyenin beğenisi, müziksel yargıları, belki de yaratıcı hayal gücü de
gelişiyordu. Elbette ki bu gelişme ortaya konan çabaya, çalışma düzeyine, esere
bağlılığa, diğer müzisyenlerin ürünlerine gösterilen duyarlılığa ve
özeleştiriye bağlı olarak değişiyordu. Artistle yapıtı arasında tek yönlü bir
verme (eserde yalnızca kişiliğin anlatılması) yerine, sürekli bir alış – veriş
söz konusu idi”.[12]
○○○
Popper için
iyi müziğin derin duyguları anlatması
gibi bir zorunluluk yoktur. Müziği müzisyenin duygularının anlatıldığı bir
“ekspresyonist “ uğraş olarak görmez. Ayrıca müziğin duygusal etkisini
kabullenmek için bu görüşleri benimsemek gerekmemektedir. Ona göre
müziğin veya sanatın bu tanımı doğru değildir…
Popper,
Platon’dan bu yana öne sürülen bu “ekspresyonist”, “duyguların anlatımı“
yaklaşımlarına karşı kendi “nesnel kuramını” ileri sürmektedir. Duyguların
açıklanmasını reddetmek şöyle
dursun… İnsanın tüm davranışlarının, duygularının anlatılaması için bir ortam
olduğunu benimsemiştir.
Popper’a göre, bir canlının yaptığı her şey, başka
amaçlarının yanında onun zihinsel durumunun ve kişiliğinin bir göstergesidir.
Derin bir kuram gibi, “Duyguların anlatımı”nı
süsleyip bezemek… Sanat etkinliklerini bununla açıklamaya çalışmak kuvvetli bir argüman değildir. Pek sıradan ve
önemsiz, yan bir açıklama olarak kabul edilmelidir…
Bestecinin
duygularının gerçek işlevi, onların
(duyguların) bestenin içine sokulması değildir…
Bunu yapan
sanatçı, eserinin bütünlüğü, tamlığını, kusursuzluğu, ölçüsünü ve genel
düzenini bozma riskini göze almış
demektir… Duyguların asıl rolüne gelince:
“Nesnel
ürünün, kompozisyonun, başarısını, uygunluğunu ve etkisini test etmekte
kullanılmasıdır. Besteci kendini bir sınama ölçütü olarak kullanabilir… Hoşnut
kalmadığı bölümleri düzeltebilir… (Beethoven’in sık sık yaptığı gibi) yeniden
yazar veya tamamını çöpe atabilir… Eserin
duygusal olup olmadığını kendi tepkisini, ‘üstün beğenisini’ kullanarak anlar.
Bu deneme- yanılma yönteminin bir başka uygulamasıdır.”[13]
○○○
Tartışmayı
özetleyecek olursak, öznelci (subjectivist) veya “kendi-anlatımcı”
ekspresyonist sanat anlayışında etkin olan adı üstünde “özne”dir. Ürün,
kusursuzluk, düzenlilik, tamlık, bütünlük, kozmos arayan bir “ana
yapılanma”dır. Bunun içine sanatçının duygusal durumunun karışması aykırı
denebilecek unsurlar oluşturacaktır…
Türkiye’de
ortaya çıkan “arabesk” müzik, öznelci müziğin çok tipik bir örneği olarak ele
alınabilir. Eğer sanat, duyguların anlatımı olarak tanımlanırsa arabesk müzik
türü ile diğer müziğin ayrımını yapabilmek güçleşecektir… Ünlü Türk klasik
müzik sanatçılarının bile “öznelci sanat” anlayışları nedeniyle (biraz da
yaygın popülist sol görüşlerin etkisiyle) “Her müzik güzel, arabesk de,
diğerleri de,” gibi yorumlar yaptıklarına tanık olabiliriz. Bunun kaynağında
“vıcık vıcık duygu bulamacı”na dönüştürülmüş ses karışımını müzik sanmak
zorunluluğunu duyan kuramın çıkmazı yatmaktadır.
Müzik
duyguların anlatımı diye tanımlanırsa arabesk müziğin de, Itri’nin, Bach’ın müziğinin yanında müzik diye
tanımlanma zorunluluğu doğacaktır…
Korkarım bestecileri Devlet Sanatcısı bile yapılacaktır. Kuşkusuz sorun
devlette değil, müziğin ve sanatın teorisi üzerinde yeterince düşünmeye zaman
ayıramayan eğitim kurumlarındadır.
Nesnelci
(objektivist) görüşde ise yapıtın bizatihi kendisi, insanı
değişik duygular içine sokabilir… Bu sanat eseri ile ilişkin bir psikolojik
olgudur…
Sanat
eserinin değerlendirilmesinin asıl ölçütü bu değildir… Sanatçının, algıladığı
düzensizlikten (kaos) ortaya çıkardığı uyumun (kozmoz) yetkinlik derecesidir…
Uyandırılan
duyguların yetkinliği değil![14]
○○○
Buluşun
psikolojisinden buluşun mantığına
Popper
“buluşun psikolojisi” üzerine başladığı doktora tezini 1928’de bitirmiştir.
Tezi sunumu ile birlikte “psikoloji”de yaptığı çalışmalara da son vermiştir.
Otobiyografisinde bunun ana nedenine azıcık dokunmuştur:
Müzikte edindiği kavrayışlar bağlamında “buluşu” doğuran düşünce üzerindeki
görüşleri kökten değişmiştir…
Popper
ayrıca, 1925’den itibaren Viyana Pedagoji enstitüsüne devam ettiğini… Burada Alman psikolog Oswald Külpe’nin (ö: 1915) kurduğu Würzburg Okulu
psikologlarından Karl Bühler (ö: 1963) ve Otto Selz (ö: 1943) ile tanıştığını… Bu iki psikoloğun
etkisinin de bu kararında etkili olduğunu yazmaktadır.[15]
Bu psikologlarla aynı görüşte olduğunu farkettiğini
söylemektedir.
Ayrıca bu
gurubun, ampiristlerin dediği gibi “imgelerle
değil, problemler ve problemlerin geçici çözümleriyle düşündüğümüzü” bulmuş olduklarını saptadığını belirtmektedir…
Özellikle
Otto Selz’in bazı bulgularını, ondan (Popper’dan) önce kavramış olduğunu
görmüştür.
Popper bu
durumun psikolojiyi bırakmasının ikincil nedenleri arasında olduğunu kabul
etmektedir.[16]
Yayınlanmayan
doktora tezine (1928) ikinci defa göz atmadığını, epeyce aceleye gelen bu
çalışmadan hiç de memnun olmadığını açıklamıştır.
Alman düşünce psikolojisi üzerinde çalışan, Hollandalı
çağdaş bilim tarihcisi Michael Ter Hark, Popper’ın pek tanınmayan Alman
psikolog ve bilgi kuramcısı Otto Selz’e oldukça borçlu olduğu tezini savunan
bir makale yayımlamıştır (1993).
İnternetteki
sitesinde, yakında yayımlanacak olan yeni kitabında Popper’ın ampirist ve
tümevarımsal bilgiden dedüktif bilgiye geçişinde Otto Selz’in önemli payı
olduğu görüşünü işlediğini bildirmektedir.
Ter Hark’a
göre Popper’ın otobiyografisi onun düşünsel gelişimini yeterli açıklıkta
anlatmamaktadır.
Bu iddialar
ne kadar gerçekleri yansıtıyor, kesin bir yargıya varmak şimdilik bizim için
olanaklı değildir.
Ter Hark’ın
kitabı, Otto Selz’in katkılarının açıklığa çıkması açısından faydalı olacaktır.
○○○
Öğrenme ve gelişme dörtlüsü
Popper’ın
kendi söylemiyle, bütün bilimsel tartışmalar bir problemle başlar (P1)…
Bu probleme
geçici bir çözüm önerilir (GÇ)…
Öneri hatası
varsa ortaya çıksın diye tartışılır ve eleştirilir… Bu süreç hataların elenmeye
çalışıldığı üçüncü aşamadır (HE).
Önerilen
geçici çözümün problemi çözebilecek güçte olduğu görülürse (geçici çözüm
yanlışlanamaz ise) yeni bir problem (P2) belirecek ve süreç yeniden
tekrarlanacaktır.
Gelişme,
sorunla başlayıp sorunla bitmektedir.
Öğrenme sürecine, günlük sıradan yaşantımızdan bile
çeşitli örnekler bulabiliriz. Bilim tarihinden ilginç bir uygulama örneğini, 3.
bölümde, “Nesnel ve mutlak doğru kavramını somutlaştıralım” alt başlığı altında
(Bak şekil 10) inceleyeceğiz.
Popper iki ana hipotezini (Yanlışlanabilirlik ve
tümevarımın geçersiz olduğu savları) 1934’de yayımladığı “Bilimsel Buluşun
Mantığı “ adlı ilk büyük çalışmasında ileri sürmüştü.
Yukardaki
öğrenme dörtlüsünü de, 1937 yılında, bilinen diyalektik üçlüyü (tez, antitez,
sentez), bir deneme yanılma yöntemi olarak yorumlamaya çalışırken
geliştirdiğini söylemektedir.
Deneme-yanılmanın bir süreç olarak
başlatılabilmesi için öncelikle geçici de olsa bir çözüme (iddiaya, sava,
hipoteze, kurama) gereksinim duyulacaktır. Bir iddiayı, ancak bir sorun
karşısında, onu çözmek amacıyla geliştirebiliyoruz.
Çözüm
denemesi mutlaka bir sorunun varlığının göstergesidir.
Popper’ın
ünlü sözüdür: “Bilim problemle başlayıp
problemle bitmektedir…”
○○○
PROBLEM (1) ►
GEÇİCİ ÇÖZÜM ► SINAMA VE HATALARIN ELENMESİ
► PROBLEM (2)
Veya
P 1 ►
GÇ ► HE
► P 2
|
Şekil 3
Öğrenme
ve Gelişme Dörtlüsü
○○○
Problem
(sorun)
Problemin, sorunun, sıkıntının, özünde bir
terslik, zıtlık, bilinene karşı durma, beklentilerin aksine hazırlıklı
olunmayan bir durumla karşılaşma vardır. Sabah hava iyi olacak beklentisi ile
yola koyulup yağmur altında kalırsak... Bu sorundur,
hazırlıksız yakalanmış oluruz!.. İki yıl için borçlandık, yeni bir araba
aldık... Ancak üç ay sonra işşiz kalırsak, hedefimiz tutmamış, beklentimiz
gerçekleşmemiştir. Bir ekonomik problemle
karşı karşıyayız demektir... Örnekleri
uzatabiliriz...
Anlatmaya
çalıştığımız şu, sorundan söz edebilmek
için öncelikle bir beklenti, amaç, hedef, iddia, sav, hipotez, tez, teori,
adına ne derseniz deyin bir ön kurgunun bulunması gerekmektedir...
Hedefimizi,
amacımızı, beklentimizi kurgulayabilmemiz, kuramlarımızı tasarlayabilmemiz ise
ancak birşeyler bilirsek olanaklıdır... Yani bilgi ile mümkündür... Hedefimize
yol alırken ayağımıza takılan taşı ise sorun diye tanımladığımız anlaşılıyor...
Kısaca, “bilgi” olmadan “sorun” da olmuyor!
Bir kademe daha
ileri gidersek diyebiliriz ki, “bilgi”nin
varlığı, karşıtı “bilgisizliğin” de
var olduğunun işaretidir.
Toplam bilgimizi bir daire içinde göstermeyi
denersek küçücük bir bölümü bilgi, geri kalan
büyük alan ise cehalet olacaktır... Bilemediklerimiz bildiklerimizden
çok daha fazla olduğuna herkesin katılacağını sanıyoruz.
Şekil 6’ da
görüldüğü gibi, “problem’i, bir ayağı
bilgide diğeri bilgisizlikte bir köprü olarak göstermenin, “sorun imgesini”
somutlaştırabilmenin etkili bir yolu olduğunu düşünüyoruz. Bu durumu şöyle yorumlayabiliriz: Bilgimiz olmazsa,
yani tüm daireyi bilgisizlik kaplarsa, hiç sorunumuz kalmayacaktır (Şekil 4).
Bunun tersi gerçekleşir de, her şeyi bileceğimiz bir dönem gelirse, tüm daireyi
bilgi kaplayacak (Şekil 5), sorun köprüsü yine yok olacaktır. Yani bilim (öğrenme) ortadan kalkacak, öğrenmenin
anlamı ve doğurduğu coşku yok olacak, herkes allame olup çıkacak ve can
sıkıntısından patlayacaktır...
○○○
Bilginin var
olmadığı bir dönemi hayal edebilir miyiz; bilgi için olmazsa olmaz koşul ne
olabilir? Düşüncelerimizi şöyle formule etmek daha açıklayıcı olacaktır:
Bilginin bir işlevinin
düşünülebilmesi için evrenin
kendiliğinden oluşan etkinlikleri dışında, özel çaba gerektiren amaçların söz
konusu olması gerekmektedir.
Bilebildiğimiz
kadarıyla, 14 milyar yıl önce oluştuğu kestirilen evrende, 3 milyar yıl
öncesine dek böylesi amaçlara sahip bir varlığın izine rastlanmamıştır. Yaşamın
başlangıcı kabul edilen tek hücrelilerin deniz diplerinde oluşmasına kadar
evrende durum budur.... Bu tarihten (3 milyar yıl öncesinden) itibaren genetik
olarak (kalıtımla) belli bilgilere sahip olan canlılar, evrenin kendiliğinden,
zorlamasız oluveren etkinliklerinin içinde yer almaya başladılar. Bu canlılar, kalıtımla edindikleri (öznel)
bilgileriyle, ve yaşamları için çok önemli bazı güdülerle doğmuşlardı. Bu
güdüler, onların yaşamsal birtakım beklentileri, yani kuramları veya amaçları, bilinçsizce
tasarlayabilmelerine olanak verecekti.
Böylelikle kurguladıkları
amaçlara ve beklentilere aykırı olan her engel onlar için bir problemdi; yaşamın öğrenme ve gelişme dörtlüsünü
başlatacak olan problemler oluşmaya başlamıştı...
Anlatmaya
çalıştığımız şudur: Problemin hayatla birlikte, 3 milyar yıl önce gezegenimizde
ortaya çıktığını, savunulabilir akla uygun bir
öneri olarak ileri sürülebiliriz. Yaşamın olmadığı dünyada problemin de
bir anlamı olamazdı. Yaşam, problemin oluşması için gereken bilgiyi genlerle
(DNA) canlılara ulaştırmaktadır.
Canlılar, sorunun
bilincine bilmem kaç milyon yıl önce (1,5 diyenler var) bilincin oluşmasıyla
vardı. Bilinç ortaya çıkıncaya dek var olan problemler tabii ki bilinç dışı
sorunlardı.
Başka bir deyişle
biyolojik (canlı) varlıklar ortaya çıkmadan, fiziksel (cansız) varlıklar
arasında “problem”den söz etmek
anlamlı değildi. Problem canlıların çevreye uyumda çektikleri sıkıntıların adı
olarak anlaşılmalıydı.
○○○
Öznel ve Nesnel
Bilgi
Öznel ve nesnel
müzik yorumlarından sonra şimdi öznel ve nesnel bilgi kavramlarını iki kademeli
olarak tartışacağız.
İlkin yaşamın
içinden örneklerle tanımaya çalışacağız bu iki farklı bilgi türünü. Öncelikle
bu sözcüklerin çağrışımlarını somutlaştırmayı deneyeceğiz... Kolay düşünülür,
elle tutulmasa bile hayal edilebilir,
göz önüne getirilebilir, tanıdık imgeler yaratmaya çaba harcayacağız...
Sorunun güçlüğü
geleneksel eğitim kurumlarında bu ayrımın yapılmamış olmasından
kaynaklanmaktadır. Çoklukla bilgi denilince, bilinçsizce de olsa, öznel bilgiyi
anlamaktayız. Öznel ve nesnel bilgi ayrımı yapma gereksinimi duymuyoruz.
Burada yapmak
istediğimiz, geleneksel kültürün bu kemikleşmiş anlayışını kırabilmek... hiç
değilse yumuşatıp diğer seçeneği de tanıtabilmekdir.
Popper konuyu
çeşitli kitap ve makalelerinde ele almıştır. Bunlardan ikisini hemen
sayabiliriz: “Bilgi ve Zihin Beden Tartışması”[17]
ve Sir John Eccles ile birlikte yazdıkları “Kendilik bilinci ve Onun Beyni”...[18]
Sırasıyla bu iki kaynağı tanıtarak bilgi türlerine açıklık getirmeye
çalışacağız.
Konunun gerçek meydan okuması şudur: Olgusal bilgiyi (deneysel bilimlerin konusu
olan bilgiyi), duygularımızla sarmaş
dolaş olmuş halden çıkarıp yaşamın içine alabilmek... Kafamızın içinden
dışarıya çıkarabilmek...
Ardından...
Bilginin insanlardan bağımsız olarak nasıl canlanıp tomurcuklandığını, gelişip
büyüdüğünü kavramaya çalışmak... Hayatın çıkar ve değer tartışmalarıyla dolu,
çoğu kez kirlenmiş bulduğumuz gerçek ortamında gelişimini incelemek...
○○○
Farkında olduğumuz veya olmadığımız, ‘özneye
bağlı’, genlerimizin içindeki, kafamızın içindeki, zihnimizdeki bilgi, öznel
bilgidir.
Kitaplardan öğrenilenler, doğuştan gelen yetenekleri geliştirerek öğrenilen
beceriler...
Hesap yapmak,
matematik formülleri kullanmak, bisiklete binmek, kayak yapmak, saz çalmak,
piyano çalmak... Hepsi öznel bilgidir.
Öznel bilgilerin başkaları tarafından kestirilmesi
olanaklı değildir. Kişinin kendisi, evirip çevirip öznel bilgisini
düzenleyebilir. Öznel bilgiler her zaman taraflıdır...
Adından da anlaşılacağı gibi “öznel”dir, subjektiftir... “Nesnel”, objektif
değildir...
Hiç kimse
tarafsız olmaya çalışarak bilgilerini nesnelleştiremez. Öznel bilgiyi nesnelleştirmenin
yolu başkalarının eleştirebileceği biçimde, ulaşılabilecek ve anlaşılabilecek
bir formatta ortaya atmaktır. Tanıtmaktır... “Buyurun lütfen eleştirin,” diye herkese davetiye çıkarmaktır...
Özneli başkalarının eleştirileri nesnelleştirecektir...
“Biliyorum, öğretmen söyledi, Dünya Güneş’in
etrafında dönüyor,” bir öznel bilgidir... Eleştirilmek için düzenlenmemiş,
konuklara sunulacak kıvamda (iddiada) düzenlenmemiştir. İnsanların eleştirmeye
değer bulabilecekleri sav olmaktan uzaktır. “Öğretmenin söylediğine göre bu böyle” (ve benzeri söylemler)
kişinin öğretmene inancı ve bağlılığıyla desteklenen bir öznel bilgidir.
“Biliyorum bu böyledir: .......” diyen
öznel bilgi zorlu eleştiri badirelerini aşabilirse: “Bilindiği gibi bu böyledir : .......” diye kabul gören
nesnel bilgiye dönüşebilecektir.
“Bilindiği gibi Dünya Güneşin etrafında döner”
(“isterseniz şu kaynaktan kontrol edebilirsiniz” anlamı saklı ) ise nesnel
bilgi sınıfındadır... Çünkü eleştirilebilir, test edilir hale
gelmiştir...
Saz
çalmayı bilmek öznel; oysa sazın nasıl öğrenileceğini anlatan bir “saz metodu”
nesnel bilgidir.
○○○
“Ahmet’i görünce sinirim bozuluyor”
kişinin psikolojisiyle ilgili bir öznel
olgudur... Düşüncenin psikolojisi ile
ilgili olup içeriğine ilişkin
değildir. Sorunları çözmeyi amaçlayarak üretilenler ise düşüncenin içeriği olan
bilgilerdir.
“Ahmet’i her görenin siniri bozulur” nesnel bilgidir. İstenirse derhal Ahmet’le tanışılarak bu iddia kontrol
edilebilir; ayrıca bunu söyleyen kişinin mutlaka size söyleyecek nedenleri
vardır. Destek açıklamalarının mantığını kontrol edip bu savı kafamızda
sınayabiliriz.
Fazıl Say’ın “Aşık Veysel” adlı piyano parçası nesneldir. Herkes eline alıp çalabilir.
Fazıl Say’ın bu bestesini notalara dökmeden önce düşündükleri ve
hissettikleri (kimbilir hangi melodileri
denedikten sonra beğendiğini yakalayabilmiş ise) öznel...
Orhan Pamuk’un
kafasındaki “Venedikli köle “ tiplemesi özneldir.
Venedikli köle
tiplemesinin yapıldığı “Beyaz Kale”
romanı nesnel... Bu romanın
insanlarda uyandırdığı değişik duygular öznel...
○○○
“Modern Araştırmacı”nın ünlü yazarları ,[19] “Deneyimli bir zekası yoksa gerçeğin
peşindeki bir tarih araştırmacısı yaşanmış olaylarla sessiz kayıtlar arasındaki
boşluğu dolduramaz,” diyor. Bu aslında nesnel bilginin çarpıcı ve parlak
bir tanımıdır...
Geçmişin sessiz
kayıtlarını şimdinin gözlem ve deneyine benzetebiliriz. Gözlem ve deneyle
gerçekler arasını doldurabilmek de aynı
beceri, çaba ve cesareti
gerektirecektir...
Bir başka tarihçi
de şöyle diyor:”Sadece belgelere dayanarak
yazıldığında tarih boş laftır...”.[20]
Sadece
gözlemleri açıklamak da bilgi üretmek değildir... Deney yapıp sonuçlarını
kaydetmektir... Deney teknisyenliğidir...
Asıl peşinden
gitmemiz gereken, kayıtlara, gözlemlere ve deneye dayanan nesnel iddialardır... Sınanabilen savlardır... Bilgimizi artıran
onlardır... Sorunlarımızı çözen de onlar... Onlar nesnel bilgidir...
○○○
Nesnel bilgi,
sahibinden bağımsız kendi özerk çizgisini izleyerek gelişme potansiyeli olan,
içeriği düşüncenin psikolojisinden bağımsız iddiadır. Dilin simgeleri içinde formule
edilmiştir.
Matematikde,
doğal sayılar ( 1,2,3,4,5,6,7,8,.....) tasarlandığında, asal sayılar (kendinden
ve birden başka hiçbir tamsayıya bölünemeyen sayılar: 2, 3, 5,7,11,13, 17,19,23...) da kendiliğinden
tanımlanmış olacaktır. Doğal sayıların mantığı içinde, biz bilsek de bilmesek
de, bilincinde olsak da olmasak da, asal
sayılar vardır. Doğal sayıları bulan, keyfi olarak bu gerçeği
değiştiremeyecektir...
Nesnel bilgi,
düşüncenin özneden bağımsız mantıksal içeriğidir...
Özerktir...
İnsanlığın ortak
mirasıdır...
○○○
Nesnel bilgiler
onları icat eden insanlardan apayrı bir sınıftır. Bu sınıfın içindeki tüm
bilgiler birbirlerine “mantık bağları”yla tutunmuş
durumdadırlar.
“Mantık bağları”
tüm zihinlerden bağımsızdır...
Kafamızda (veya
başka bir organımızda) ürettiğimiz bir bilgi, bu mantık bağlarına ters düşerse
reddedilecektir... Bilgi olarak kamuda kabul görmeyecektir...
Ancak aynı
bilgiye, sahibinin inanmaya devam edebilme özgürlüğü her zaman vardır. Bu
surette nesnel olarak kabul edilmeyen bir bilgi, öznel olarak yaşamaya devam
edecektir... İddianın doğruluğuna olan
inanç nereden gelebilir?.. Bu tartışmanın hiçbir yararı olmadığı gibi konuyla
ilgisi de yoktur!.. İnsanlarla öznel bilgileri arasında doğabilecek duygusal
(psikolojik) bağları, pekâlâ bunun nedeni olarak yorumlayabiliriz... Esas olan
günün birinde savın, nesnel olarak kabul görüp görmeyeceğidir.
Farklı kişilerin
öznel bilgileri arasında, ne bir bağ ne de bir aykırılık söz konusudur... Öznel
ve nesnel bilgi arasındaki temel ayrım buradan gelmektedir...
○○○
Canlıların öznel bilgi ile yüklü olduklarını
düşünebiliriz. Kafaları, beyinleri, bellekleri, sinir sistemleri, tüm
hücreleri.... Bilginin beyinde ve zihinde depolanmış gibi düşünülmesi bizleri
yanıltmamalıdır... Bu yalnızca sağduyunun simgesel bir kabulü olarak
algılanmalıdır.
İnsan için gerçek
meydan okuma öznel bilgilerden nesnel bilgilere ulaşabilmektir! Bunun için
öncelikle, dersin iyi çalışılması, kitap bilgisi diye genellenen, başkalarının
ürettiği nesnel bilgilerin iyice içselleştirilmesi gereklidir. Ardından yanlış
yapma riskini göze alabilecek cesaret ve eleştirilere dayanma gücü... Ve de
hatalardan ders ala ala yürüyebilmeyi olanaklı kılan önemli etken: “Duygusal
zekâ”!..
○○○
Nesnel
bilginin doğru veya yanlış olması onun nesnelliğini değiştirmeyecektir. Belki
de şöyle açıklamaya çalışmak konunun gerçek yüzünü daha iyi anlatacaktır:
Nesnel bilgi doğru veya yanlış olabilir... Üstelik nesnel bilgilerin
çoğunluğunun yanlış olması daha akla uygundur... Çünkü ‘doğru’ arayışı, çok
kişinin ulaşmak için yarıştığı, öne
çıkanların ise oldukça az olduğu bir yarışmadır...
Öznel bilgi -
nesnel bilgi ayrımı insan düşüncesinin gelişiminde yaşamsal önem taşımaktadır.
İnançlardan iddialara; izlenimlerden, duyumlardan, hislerden,
gözlemlerden, insanların özgün yorumlar
olan kuramlara geçip onları seslendiren ilk düşünür Kant ( -1804) olmuştur.
20.yüzyılın büyük akılcı düşünürlerinden Russell ( -1970) bu konuda şunları söylüyor:
“Evrensel ve insandan bağımsız bir nesnel doğru anlayışı büyük önem taşımaktadır. Yalnızca bu
anlayışın kolaylıkla kabullenildiği
çağlarda değil... Özellikle,‘anlaşamadığı insanları öldürme erkekliğinden
yoksun olanların boş bir hayali’ olarak aklın
itilip kakıldığı, reddedildiği talihsiz
dönemlerde... Akılcılık çok daha
önemlidir.”[21]
○○○
Görüşleri
için kişiyi cezalandırmanın gerçekten akıllıca olmadığını görmeye çalışmalıyız. Bırakalım akıllıca
olmamasını, üstüne üstlük amaçlanan hedefin tersine hizmet etmesi daha
olasıdır.
Bilgi içeriği sağlam olmadığından büyüyüp
tutunması beklenmeyen görüşleri savunanların cezalandırılması... Bu, toplum
için yararlı ve içeriği sağlam düşüncelerin de yeşermesini önleyecektir. Çorak
ve verimsiz bir düşünce ortamına gelinmiştir. Yasaklayıcı kendini vurmuştur...
Ayrıca çürük,
tutarsız bilgilerin savunucusu bir takım kişilerin cezalandırılmaları, onların
mağduru oynayarak hak etmedikleri bir saygınlık ve popülerliği kolay
kazanmalarına neden olacaktır. Zulme uğramak Galileo olmak için yeterli değilse
de[22],
yasak kısa süreler için bile olsa kişilere
Galileo görüntüsü verebilmektedir. Bu görüntüler yeni kuşakları (onlara
çok pahalıya patlayabilecek) yanlış yönlere özendirecektir.
Nesnel bilgiyi
yok etmeye çalışmak (yanlışlama çabaları) entellektüel olarak saygın, yaratıcı
ve akılcı bir tutumdur. Oysa görüşleri için kişileri cezalandırmak çoğu kez ölüme mahkum düşüncelere hayat
vermekle eşdeğer olabilmektedir.
○○○
Popper’ın üçlü
dünya görüşü
Deneyimlerimizle var olduğu izlenimini
edindiğimiz şeyleri gerçeklik (realite ) diye sınıflandırırız. Böyle bir
sınıflandırma, olguları açıklama çabalarımızda arka planı hazırlayarak bizlere
yardımcı olacaktır. Özellikle fiziksel dünyanın ve insanların davranışlarını
açıklayabilme isteği... Kişiyi, elinden hiçbir şey gelmezse hayal kurup
efsaneler yaratmaya zorlamaktadır.
Bunlara
metafiziksel, felsefi, spekülatif yaklaşımlar da diyebiliriz.
Yaşamı anlamanın
arka plan çalışmalarıdır bu temel kabuller... Temel önermeler...
En çok bilinen üçüne
değinip konumuzu sürdürelim.
○○○
İdealizm:
Bu
görüşe göre bizler ve çevremiz yalnız “zihin”den oluşmaktayız... Gerçek
olan tek şey, aklımız, zihnimiz ve ruhumuz... Çevremizde gördüklerimizin (masa,
sandalye, dağ, taş ,ağaç...) hepsi birer hayal... Birer rüyadır... Hiçbiri gerçek değildir.
İnsanlığın
yetiştirdiği en akıllı diyebileceğimiz kişilerin bazıları nasıl olup da,
sağduyuya bu denli aykırı düşünceleri ciddiye alıyor?.. Bunları tartıştık...
Önce bilgiyi
tanımlıyor bu kişiler... Sonra... Tanımlarına uygun olarak çevrelerinin gerçek
olup olmadığını anlamaya çalışıyorlar... Çevrelerindeki maddesel varlıkların
gerçekliğini açıklayamadıkları zaman... Tümüne hayal demek zorunda
kalıyorlar...
Gördüğümüz gibi
her işin başında bilgi geliyor...
İdealizm, ünlü
İrlandalı düşünür Berkeley’in ( -1753) felsefesidir. Çağdaşı diyebileceğimiz
İngiliz Hume da idealisttir. Popper, Hume’u kerhen
idealist olmuş biri diye tanımlamaktadır.
Tüm varlıkları
tek bir yapıda gören bu yaklaşımlara “monist” (tekçi) görüşler diyoruz.
İdealistler
arasında ünlü doğa bilimcilere, fizikçilere bile rastlıyoruz...
○○○
Maddecilik:
Diğer
bir monist gurup “maddeciler”... Onlar da, çevremizde gördüklerimizi ve
kendimizi idealistler gibi tek bir yapıda görüyorlar... Ancak, yapının “madde”
olduğunu söylüyorlar... Yalnızca bedenimiz var; zihin diyebileceğimiz bir şey
gerçek değil bu görüşlere göre...
Ne bilinç, ne de
zekâ... Yalnızca var olan zekâ gibi davranan bedendir!
“Fizikalizm”,
“köktenci davranışcılık”, modern maddeci akımlar, aşağı yukarı hep aynı kapıya
çıkıyor: Her şey maddeden oluşuyor onlar için ...
○○○
İkicilik
(Dualizm):
Descartes’ın
anlayışında ise hem bilinç hem beden bulunmaktadır. Bilinçle beden karşılıklı
etkileşim halindedir. Tek bir yapı yerine, ikili bir yapılanma
düşünülmektedir... Bu nedenle ikici
(dualist) diyoruz bu türlü
yaklaşımlara.
Hollandalı
Spinoza (ö: 1677) ise beden ve zihnin varlığını kabul etmekte, ama birbirlerini
etkilemediklerini ileri sürmektedir... Bedenle zihin Spinoza için aynı şeyin
iki ayrı yüzüdür. “Bir yumurta kabuğuna içten bakarsak konkav, dıştan bakarsak
konveks görünecektir... Benzer biçimde gerçekliğe içten bakılırsa “zihin”, dıştan bakılırsa “madde”
görmekteyiz.[23]
Spinoza’nın
görüşleri ikici olmasına karşın
Descartes’ın önerilerinden oldukça farklı olduğundan “zihin-beden paralelizmi”
diye tanımlanmaktadır.
○○○
Popper’ın, “maddeciliğe” ve “zihin-beden paralelizmine” temel bir karşı çıkışı vardır. Bu iki
anlayış, prensip olarak açıklayabileceğimiz her şeyin fiziksel dünyanın
koşullarında anlatılabileceğini savunmaktadır. Onlara göre fiziğin dünyası her
şeyin açıklanabildiği kapalı bir bütündür.
Popper üçlü dünyasını
kurarken bu noktadan yola çıkmaktadır: Fiziksel dünyanın her şeyi açıklamaya
yeterli, eksiksiz ve kapalı bir bütün oluşturduğu görüşünün doğru olmadığını ileri
sürmektedir.[24]
Var olduğuna aklımızın
yattığı şeyleri (Gerçekliği), üçe bölüyor Popper:
Dünya 1 ( D1)
► Fiziksel Dünya, Madde ve Enerji
Dünyası
(Fiziksel
Nesneler, İnsan Beyni…..)
Dünya
2 ( D2 ) ► Bilinç
Durumlarımız, Zihin
(Düşüncenin Psikolojisi,
duygular, güdüler, dürtüler, bellek….)
Dünya 3 ( D3) ► Bilgi
Dünyası, Nesnel Dünya
(Düşüncenin İçeriği,
Kuramlar, Nesnel Problemler, Eleştiriler, Dil, Sanat Yapıtları…..)
○○○
Fiziksel dünya (Dünya 1)
konumuz dışında kalıyor. Dünya 2 ile 3’ü tartışacağız…
Tartışma bir temel iddiaya
odaklanmaktadır… İnsana bağımlı olmayan bir nesnel bilgi dünyasının var olduğu…
Bu dünyanın özerk ve kendi içinde
gelişme yeteneğine sahip olduğu iddası…
Örneğin Babilliler sayı
sistemini bulmuş olmasalardı, “asal
sayılar” diye bir şey söz konusu olmazdı…[25]
Tabii ki dikkatli olup bu argümanı söylemek istemediği uçlara çekmemek
gerekmektedir. “Babilliler icat etmeden
önce sayı sisteminin var olduğu” gibi bir sav bulunmuyor yukardaki
önermede… Babilliler sayı sistemini bulmasalardı sayı sistemi nasıl gelişirdi?
Başka kimler neler bulurdu? Bu buluşlar sayılara hangi yönde bir gelişme
sağlardı?.. Hiçbirini kestirebilmemiz olanaklı değildir…
Anlatılmak istenen
sayı sisteminin özerk olarak, onu bulan
insandan bağımsız bir dinamizmaya sahip olduğudur… Canlanıp gelişebilmesi için
bir buluşun onu ateşleyip tetikliyor olması gerektiğidir…
Sayı sistemini bulanlar
olmasaydı “asal sayılar” diye bir şey olmayacaktı…
Yeni buluşlar yeni
gelişmelerin de yolunu açıyordu…
○○○
Bilgi dünyasında
birikip toplananlardan etkilenerek yeni buluşlar yapmak, nesnel bilgi dünyası
(D3) ile bilinçli dünyamız (D2) arasındaki etkileşimin, alış-verişin, tipik
göstergesidir.
“Fiziksel dünyadaki (D1) davranışlarımız ve eylemlerimizin doğrudan
bağlı olduğu şey, bilinç dünyamızda, düşüncelerimizde bilgi dünyasını nasıl kavradığımızdır... Bu nedenle insan
zihnini ve insan belleğini, bilgi dünyasını (D3) kavramadan anlayabilmek
olanaklı değildir...”[26]
Bu üçlü etkileşimi
şematik olarak şöyle gösterebiliriz:
Cansız Dünya ( D1)
(Madde – Enerji Dünyası)
|
◄►
|
Öznel Bilgi Dünyası ( D2 )
Kendi Bilincinde Olan Zihin
|
◄►
|
Nesnel Bilgi Dünyası ( D3 )
(Kuramların, Sorunların Dünyası)
|
Şekil 8
Üçlü
dünyanın karşılıklı etkileşimi
○○○
Zihnin diğer iki dünya ile
etkileşimine öğrenme sürecinde değineceğiz. Bundan önce, Popper’ın üçlü
dünyasını, beynin fizyolojisini de göz önünde tutarak inceleyen bir tıp
adamının görüşlerini anlamaya çalışacağız.
○○○
John Carew Eccles (ö:
1997), 1963 yılında tıp dalında nobel ödülünü alan Avustralyalı bir
fizyolojisttir. Popper’la sürekli yakın bir bilimsel diyalog içinde olmuştur
Eccles... Ortak yazdıkları bir de kitap bulunmaktadır.[27]
Eccles bu kitapta Popper’ın üç dünyasını ve beyin - zihin etkileşimini şematik
olarak incelemektedir… Bu şemaları aşağıda veriyoruz: Şekil 9, “Popper’ın Üçlü
Dünyasının İçeriği”…[28]
Şekil 10, “Zihin – Beden Etlileşimi”…[29]
Üçlü etkileşimi ve “öğrenme”yi anlamak açısından çok faydalı araçlar
olduklarını düşünüyoruz…
○○○
Beyin
– zihin etkileşimi ve öğrenme serüveni:
( D1 ◄► D2
◄► D3 )
Popper’ın
üçlü dünyası, yaşamın çeşitli sorunları için
yeni açıklamalar önermektedir. Bunların en önemlilerinden biri, bilginin
genel kabul görmüş, kanıksanmış, çoğunluğa apaçık görünen geleneksel kaynağını
değiştirmesidir (bir anlamda bu kaynağı kurutmasıdır)...
Geleneksel
görüş bilginin gözlemden kaynaklandığı şeklindedir…
“Eleştirel
Akılcılık” diye tanımlandığını ilerde göreceğimiz Popper’ın tanımlamasımda ise
“Bilgi, eski bilginin düzeltilmiş halidir…”
Bomboş bir
bellek ile hayata başlamayız…
Arının çiçek
çiçek dolaşıp bal üretmesi gibi… Gözlemden gözleme, deneyden deneye dolaşarak
bilgi üretmeyiz…
Yeni bilgi
üretebilmek için mutlaka (doğru veya
yanlış) bir bilgi birikimi gereklidir.
Başlangıç bilgimiz yoksa gözlem
yapabilme yeteneğimiz de olmayacaktır. Bu yargıda algılarımızın, birikimlerimizden, eski bilgilerimizden bağımsız
olmadığı kabulu vardır ki… Bu önemlidir…
Geleneksel görüş ile yeni anlayışın farkı burada yatmaktadır…
Zihin –
beden etkileşimindeki bilgi akışını gösteren Şekil 9’u kullanarak fiziksel
dünya (D1) ile zihinsel dünyamız (D2) arasındaki etkileşimi incelemeye
çalışalım:
Dış dünyanın
etkilerini biz “dış duyular”ımız olarak algılamaktayız ve “algı” diye adlandırıyoruz.
Işıklı bir uyarıcı, renkli, sesli, kokulu, hoş tat veren, acı çektiren veya
dokunma ile kolay anlatılamayan duygular
uyandıran bir etki olabilir bu.
İlginç ve
yeni olan şudur: Bu uyarıcıların
hiçbiri, eğer az da olsa bir bilgi ile
donatılmamış isek, “algı”ya dönüşemeyecektir!
○○○
Şe kil 10’un ikinci kolonuna bakalım…
D1’den (beyinden) gelen dış duyular (algılar, sinir
sisteminin yorumları, deneyimlerimiz), yeni “bilgi”ye nasıl dönüşecektir?
Bu sorunun Popperci yanıtı şudur:
Zihin
elindeki mevcut eski bilgileri kullanarak gelen dış duyu verilerini
yorumlayacaktır… Bu yorumlara “yeni bilgiler” diyoruz…
Yeni doğan
bir çocukta “eski bilgi”ler genlerle gelen yaşam bilgileridir. Bebek, karanlık
bir odada iken kapının açıldığını duyar duymaz ağlamaya başlayabilir… Doğuştan
gelen genetik bilgisine göre bu tehlike işaretidir… Bebek bunu öyle
yorumlayacak ve böylece bir “yeni bilgi” (beklenti, amaç, kuram)
oluşturmuş olacaktır… Ürettiği yeni bilgiye göre davranacak ve “ağlayarak”
tedbirini alacaktır.
Dünya
1
Fiziksel Nesneler ve Durumlar
Madde Enerji Dünyası
1.
İnorganik evrenin madde ve enerjisi
2.
Biyolojik canlıların eylemleri ve yapıları
3.
İnsan ürünleri
•
İnsan yaratıcılığının,
•
cihazların,
•
makinelerin
•
kitapların
•
sanat yapıtlarının
•
müziğin
maddi
yapıları.
|
◄►
|
Dünya
2
Bilinçli Durumlar
Öznel
Bilgi Dünyası
•
Algı
•
Düşünce
•
Duygu (duygulanım)
•
Genetik Yönelimler
•
Anımsanabilen Şeyler
•
Rüyalar ve
•
Yaratıcı Hayal Gücünün
deneyimi.
|
◄►
|
Dünya
3
Nesnel
Bilgi Dünyası
İnsan yapısı kültür dünyamızın
fiziksel dünyanın objelerine
kaydedilmiş durumu
•
Felsefi
•
Dini
•
Bilimsel
•
Tarihi
•
Edebi
•
Sanatsal
•
Teknolojik
Kuramsal
Sistemler
•
Bilimsel Problemler
•
Eleştirel Argümanlar
|
Şekil 9
Popper’ın üçlü dünyasının içeriği (Popper, Eccles, Benlik ve Onun Beyni
1977, s. 359)
○○○
BEYİN
◄► ZİHİN ETKİLEŞİMİ
Zihinsel
Dünya
( D 2 )
|
DIŞ DUYU
• Işık • Renk
• Ses
• Koku
• Tat
• Acı
• Dokunma ALGI ![]() |
İÇ DUYU
• Düşünceler
• Duygular
• Anımsanan Şeyler
• Rüyalar
• Hayaller
• Yönelimler, dürtüler, niyetler, amaçlar
|
||||||||||||||
Fiziksel
Dünya
( D 1)
|
Şekil 10
Beyin- Zihin Etkileşiminde Bilgi Akım
Şeması (Popper, Eccles, Benlik ve Onun Beyni 1977, s. 360)
Kendi olmayı
öğrenmiş, benlik bilinci gelişmiş yetişkin bir bireye gelelim… Beynin çalışması (öğrenmesi) onda da pek
farklı değildir. Farklı olan dış duyu verilerini yeni bilgiye, deneyime
çevirmekte kullanılacak “öznel bilgi”
stoğunun düzeyidir…
Yetişkin bir
zihnin öznel bilgi dünyası bebeğe göre çok zengindir. Şekil 9’daki Dünya 2’nin
içeriğinden ve Şekil 10’da görülen “iç
duyu”lardan bunu anlayabiliriz… Doğuştan gelen dürtülerden başka şunlar vardır:
Gelenekler, deneyimler, eğitim yoluyla öğrenilen çeşitli “öznel bilgiler”…
○○○
Yetişkinlerde de, bebekte olduğu gibi “dış
duyular”, zihnin çalışmaya başlamasını sağlayan bir uyarıcı, canlandırıcı,
meydan okuyucu rolündedir.
Aslında
dünya (D1), “canlı düzen makineleri”ne (yaşam) karşı her an bir tehlikenin
oluşabileceği bir ortamdır. Dikkatle izlenip kontrol altında tutulması gerekir.
Canlıların “evrim süreci”nin rolü buradadır…[1]
Fiziksel dünyadan gelebilecek tehlikelere karşı alınacak birtakım tedbirler,
hücrelere (hücre çekirdeklerindeki kromozomların içinde bulunan DNA’lara)
kodlanıp kaydedilmiştir… Çocuklar, yetişkinler ve diğer canlılar… Dış duyu
verilerini, gelen bir tehlike, bir meydan okuma olarak alırlar… Onları
yorumlayıp beklentiye, iddiaya
çevirirler…
Bu etkileşim
sürecinin ilk ve birincil işlevi, beyin bağlantı alanından zihne ulaşan dış
duyuların “yorumlanmasıdır”… İddialarımızı doğuran etkinlik budur…
Çocuklarda
da yetişkinlerde de durum aynıdır.
Şöyle de
diyebiliriz: Bilgimizin kaynağında yorumlama vardır. Çocukta bu “ben”, “ego”
henüz oluşmadan yapılabilmektedir… Çünkü yorumlama “ben”den “ego”dan önce
gelmektedir… Bu nedenle “öğrenme
yorumlamadır”… Kuram, yeni bir beklenti, iddia, beceri üretmektir
diyebiliyoruz.[2]
Yaşam
denilen uğraş, canlı kalabilmek ve genleri yeni nesillere aktarabilmek için
fiziksel dünyadan gelen dış duyuları yorumlamaktan başka bir şey değildir…
Yani yaşam
öğrenmedir…
Meydan
okuyan uyarıcıların cesaret isteyen yorumlarıdır... Öğrenmenin “reçete”den çok bir “serüven”, cesaret isteyen bir serüven
olduğunu ileri sürmemizin nedeni budur.
○○○
Canlılardaki
öğrenme düzeneğini çözümleyebilmemiz için Şekil 9 ve Şekil 10’u bir arada
incelememiz gerekecek.
Şekil 10,
Şekil 9’un birinci (D1) ve ikinci (D2) kolonunun birbirleriyle etkileşim
sürecinde oluşan bilginin akım şemasıdır.
Popper’ın
zihin-beden etkileşimi hipotezine göre, benlik (kendi, self) bilincinde olan
zihin, fiziksel dünyaya ait olan beyin ve sinir sisteminden bağımsız bir varlık
olarak kabul edilmektedir.
Beyinden
ayrı, bağımsız bir varlık olarak algılanan zihin… Beynin sol yarı-küresindeki [3]uyarılmış
modülleri sürekli etkin bir şekilde okuyarak bilince ulaştığı kabul edilen
zihin…
“Zihin, bu uyarılmış merkezlerden yalnızca
ilgilendiği konuları seçmekte ve seçimlerini bilinçli deneyimlerine her an için
bir bütünlük verecek şekilde birleştirmektedir. Aynı zamanda, uyarılmış
bölgeleri okuduktan sonra, sinir sistemine tepki verip özgün davranışlarını
oluşturacak biçimde onlara emir verecektir. Böylelikle zihin, fiziksel dünya
(D1) ile zihinsel dünyanın (D2) bağlantı alanındaki iki yönlü etkileşimiyle,
sinirsel olayları kontrol eden ve onlara yön veren bir lider rolünü
oynayabilmektedir.”[4]
○○○
Şekil 10’da
görüldüğü gibi fiziksel dünya ile etkileşim halinde olan zihnin üç ana unsuru vardır:
a)
Dış
duyular
b)
İç
duyular
c)
Benlik
(kendilik) veya ego
Zihin, bu üç
elemanı ile bir taraftan fiziksel dünya ile öbür yandan (insan yapısı) kültür
dünyası ile sürekli alış-veriş halindedir:
1. Zihin, D1
ile olan etkileşimini, duyu organlarından beyne ulaşan uyarıları, “dış duyular”
halinde “algı”layarak başlatmaktadır. Algılarına göre beyne ve kaslarına emir
vererek fiziksel dünyayı etkilemekte ve değiştirmektedir:
D1 ◄►
D2
2. Zihnin, kültür dünyası ile olan
etkileşimi ise çeşitli şekilde kodlanmış nesnel bilgilerin duyu organlarıyla
bilinçli olarak algılanmasıyla başlamaktadır. Bunların çoğunluğu dilsel
sembolizma ile anlatılmış iddialardır…
Zihin
“problemler” veya “fikirler” üstünde düşünmeye başladığında nesnel bilgi
dünyasıyla doğrudan ilişkiye girmiş olacaktır:[5]
D3 ◄►
D1 ◄► D2
veya
D2 ◄► D3
“Dış duyu”
algıları en düşük düzeyli, en az gelişmiş bilinç seviyelerinde bile
gerçekleşebilmektedir. Gelişmiş bir bilinç düzeyine gereksinim göstermemektedir.
Dış duyu algılarının oluşmasında zihinden
çok beyin etkin durumdadır. Asıl yorumlama işini “benlik”ten çok “beyin”
yüklenmektedir. Bu nedenle “özne”yi, “algılayan veya gözlemleyen “benlik”
olarak görmek (yorumlamak) pek doğru değildir.[6]
Bilinç
düzeyi ne olursa olsun tüm hayvanlarda, yeni doğmuş canlılara kadar her
organizmada “dış duyu algısı” olanaklıdır…
“İç
duyu”, kavrayışa dönük, bilişsel (kognitif) tüm deneyimleri
kapsamaktadır: Düşünceler, hayaller, duygular, rüyalar, niyetler, amaçlar…
bunlar arasındadır.
Benlik, ego,
kendilik, ruh, self, irade gibi çeşitli sözcüklerle ifade edeceğimiz “kişisel
kimlik” ve geçmiş-şimdi-gelecek sürekliliği deneyimlerimizin kaynağı
zihnin merkezinde bulunmaktadır. Kişisel kimlik, zihnin diğer
unsurlarıyla (iç duyu, dış duyu) ve beyinle sürekli alış-veriş halindedir.
Benlik
bilinci oluşmuş canlılar (insan), evrimin en üst “bilinç, beyin ve dil”
gelişim düzeyine ulaşmış organizmalardır.
○○○
İnsan yapısı bilgi ve kültür dünyası (D3) ile etkileşim
için en ileri seviyede zihinsel etkinlik (benlik bilinci olan zihin)
gerekmektedir…
Tam bir
bilinç düzeyine gelemeden de “algı”(dış duyu) gerçekleşebilmekte, organizma
biyolojik amaçlarla duyu organlarının verilerini yorumlayabilmektedir. Kendini
tehdit etme potansiyeline sahip gördüğü gelişmeleri ayırt etme çabasıdır bunlar.
Ancak, bir
bilimsel kuramın değerlendirilmesi, bir tablonun bir manzaranın estetik olarak
incelenmesi, yalnızca kendi bilincinde
olan zihinle olanaklıdır.
Kültür
dünyasının elemanlarıyla alış-veriş, etkileşim, gelişmiş bir kendilik bilinci
gerektirmektedir.
○○○
Popper’ın üçlü dünya kuramı, diğer (idealist ve maddeci)
savlar gibi sınanabilir değildir. Tümüne “metafizik” kuramlar diyebiliriz…
Ancak Popper ve Eccles’in iddiası şudur: Üçlü dünya kuramı beyin fizyolojisinin ve nörobilimin
verileriyle uygunluk içindedir… Davranışlarımızı etkileyen özgür kararlarımızı
bu verilere uygun olarak yorumlamaktadır… Bu kuram, tıp biliminin yeni
verilerine koşut olarak yorumlarını sürekli gözden geçiriyor olmalıdır… Üçlü
dünya kuramının sınanmasının tıp
verilerine uygunluğuna bakılarak yapılabileceğini sanıyoruz…
○○○
Bu anımsatmadan sonra konumuza geri dönüyoruz.
Öğrenmede yorumlama işleminin birincilliğini, “ben”den
bile önce geldiğini gördük.
Dış dünya ile bağlantımızı kuran “duyu” verileri de
elbette önemlidir… Ancak her durumda esas olan öncelikle yorumlamak, tahmin
etmek, deneme-yanılma sürecini
başlatabilmektir…
Duyu
verileri ile yorumlarımız karıştırılmamalıdır…
Aslında
başlangıçta duyumsadığımız dış dünyadan gelen “uyarılar”, “meydan okumalar” vardır yalnızca…
Duyu
verileri henüz ortada yoktur… Yorumlanacak uyarıcılar vardır. Örneğin böcek
ısırması olgusunu inceleyelim; böcek ısırma olayının kendisi çevreden gelen bir
uyarıcı, bir meydan okuma; ısırmanın acısını duyumsamamız bir dış
duyu verisidir… Algıdır…
Bu veriyi[7]
iç duyu verileriyle yorumlamamız ve
diyelim ki tehlikeli bir böcek ısırığı diye yorumlamamamız da beklenti veya kuram dediğimiz bir yorumdur…
○○○
Popper’a
göre: “Duyu verileri dediklerimiz ‘sözde
veriler’dir… Sözde veri diyorum çünkü duyu verisi diye birşey olduğunu
sanmıyorum. İnsanların duyu verisi dedikleri şeyler, aslında çok uzun, karmaşık
bir süreç sonunda ortaya çıkmaktadır… Bize dolaysız verilen şeyler değildir duyu verileri… Algı, duyu
organlarımıza (ki bunlar yorum üreten aparatlardır) ulaşan dış uyarılar ile beyin arasında etkileşimi de içeren
dolambaçlı bir süreç sonunda ortaya çıkmaktadır. Uyarıcılara “duyu verisi” denmesi ‘birincillik’ çağrışımı
yapmaktadır… Oysa bizler duyu
verisini algılamadan önce organlarımıza ulaşan meydan okuma ile beyin arasında
yüzlerce etaplık bir alış-veriş süreci, bir etkileşim gerçekleşmektedir……. Algılarımız, biz onların bilincine varmadan
önce yüzlerce belki de binlerce kez yorumlanmışlardır... Algılarımızın farkına
vardığımızda, onlar, artık bir kuram
olarak (bilinçle) yorumlanabilir durumdadır…İstersek bir hipotez
oluşturabiliriz… Hipotez deneyimlerimizden çıkardığımız kuramın dilsel
ifadesidir… Bu ifade artık toplumda tartışılabilir durumdadır.[8]
○○○
Öğrenmenin
evrimsel süreci:
Deneme-yanılma
Öğrenmenin
evrimsel süreci bütün canlılar için geçerli olan bir yöntemdir.
Popper’ın
üçlü dünyası (Bak Şekil 8 ve Şekil 9) ise en üst düzeyde gelişmiş olan, tam
bilinçli (geçmişle gelecek arasında kesintisiz zamanda ve mekanda ilişki
kurabilen) zihinler (insan ) için tasarlanmıştır.
Nesnel bilgi
dünyasının, bu tür zihinlerin gelişim süreci içinde, dil ve beyinle birlikte
evrimi sonunda oluştuğu ileri
sürülmektedir.
Hayvanlarda
buna benzer bilgi dünyasından söz edemiyoruz.
Düşünme
derken genellikle kastettiğimiz, düşüncenin psikolojik sürecidir. Kamunun
kullanımına açılan, herkesin eleştirebildiği bilgiler, düşüncenin psikolojik
sürecinde üretilmiş “sonuçlar”dır. Bu sonuçlar kişinin zihninden, kendisi
tarafından alınıp başkalarının anlayacağı biçimde formüle edilip kaydedilerek (
yazı, şekil, resim, v.s. olarak) nesnelleştirilmiştir…
Nesnelleştirilen
bu bilgilerin bir kısmı “doğruluk” açısından, aralarındaki mantıksal bağların
tutarlılığına göre test edileceklerdir. Bir bölümü ise sanatsal veya etik
alanda, insanlığın ortak beğeni
düzeyinin ve ahlak anlayışının değerleriyle sınanacaklardır…
Öznel
bilgilerin ise kişinin diğer zamanlardaki öznel bilgileriyle veya başka
kişilerin öznel bilgileriyle çelişmesi diye bir şey söz konusu değildir…
Duygular, çıkarlar, amaçlar, planlar, hayaller her an değişebilmektedir…
Değişik koşulların farklı zihinlerde farklı yansımalarının olmasının normal
karşılanması gerekmektedir… Çelişki söz konusu değildir…
Burada
konumuza küçük bir ara verip “Evrim Kuramı”nı tartışacağız. Popper’ın bilgi kuramında sürekli gönderme yaptığı
Evrim Kuramına… Canlı türlerin çeşitliliğinin nedenlerini anlatmaya çalışan bu
kuramı azıcık tanımamız, tartışmamızda
ufkumuzu açacaktır…
○○○
Evrim
kuramı
Popper bilgi
kuramını “evrimsel bilgi kuramı” diye tanımlamaktadır. Onun bilgi
kuramına göre “bilimsel buluş” yapmanın, “öğrenmenin”, hem insanlar hem de tüm
diğer organizmalar için yöntemi aynıdır…
Organizmalar, evrim kuramında olduğu
gibi aktif rol alarak, risk alıp seçim yaparak öğrenmektedir. Pasif bir tutum içinde
çevrenin onlara gözlem ve deneyimlerle bir şeyler öğretmesini beklemezler.
Etkin ve Edilgen (aktif ve pasif) bu iki yöntem, “organizmaların nasıl geliştiklerini ve
türlerin ortaya çıktığını” açıklamaya çalışan iki ayrı kurama çok
benzemektedir… İlki İngiliz Charles Darwin’in ( -1882), diğeri ise “biyoloji”
sözcüğünü ilk kez kullanan Fransız Lamarck’ın
( -1829) kuramıdır… İkisi de ünlü birer doğabilimcidir.
Birinin
kuramına sırasıyla “aktif seçimci”, diğerininkine ise ”pasif öğrenici” yaklaşım
dendiği de biliyoruz.
Bu iki kuram da canlıların gelişimini açıklayabilmek için
icat edilmişlerdir. Ancak öğrenme mekanizmalarını da bu teorilerle açıklamayı
deneyebiliriz.
Örneğin,
geleneksel öğrenim, daha çok “pasif
öğrenici”dir. Sorulardan çok yanıtlarla ilgilenir ve yanıtları bellemeye çalışır.
Popper’ın
bilgi kuramının özellikle beyin-zihin etkileşimi (Şekil 9) ve öğrenme bölümleri
“aktif seçimci” yaklaşıma çok benzemektedir.
Bu nedenle,
evrim kuramına Amerikalı ünlü zoolog Stephen Jay Gould’un ( -2002) yorumladığı
şekliyle,[9]
kısaca değinmek istiyoruz.
Darwin’den
sonra, canlılar dünyasında evrimin gerçekleştiği genel bir kabul görmüşse de
onun işleme düzeneği olarak ileri sürülen “doğal seçilim” pek anlaşılamamıştır.
Sorun, kuramın
(belki de) fazlaca basitliğinin doğurduğu (türlerin gelişimini, hep prensipte
araştırıp özele girememesi gibi) mantıksal yapısındaki bulanıklıktan
gelmektedir.
○○○
Gould’a
göre, doğal seçilimin kolaylıkla anlaşılıp kabul edilmemesinin önündeki
engel bilimsel bir tıkanıklıktan çok henüz vazgeçemediğimiz birtakım Batı
düşünce kalıpları olmalıdır…
Önce doğal seçilimin ne olduğunu görelim:
1. Değişme— Organizmalar değişmekte ve
bu değişiklikler kalıtımla sonraki
kuşaklara aktarılmaktadır. Değişikliklerin tümünün aktarıldığı söylenemez;
ancak en azından bir kısmının yavrulara geçmesi olanaklıdır.
2. Doğal seçilim ile yararlı değişiklikler
birikmektedir.— Çevre koşullarının baskılarına dayanabilecek biçimde
değişiklik gösteremiyen canlılar, yaşamlarını sürdüremez. Kalanlar, koşullara
uygun olarak değişebilmiş olanlar diye
düşünülmelidir… Ne var ki bunu bilinçli bir değişim olarak görmemeye
özen göstermeliyiz.
Doğal
seçilim denen ünlü mekanizma (düzenek) kabaca bu iki iddiasız önermeden
oluşmaktadır…
○○○
Ancak evrim kuramının savı, doğal seçilimin yalnızca uygun
olmayanları eleyen bir kontrol süreci, bir kolluk gücü olmadığıdır…
Uygunsuzluğu
elediği gibi uygunluluğu da o düzenlemektedir…
Her kuşağın en uygun değişenlerini korumakta ve kuşaklar
boyu oluşan uyumu ortaya çıkarmaktadır. Evrim kuramı bunu şöyle açıklamaya
çalışmaktadır:
a) Değişiklikler
rastgele oluşmaktadır; herhangi bir hedefe dönük değildir.
Darwin’den sonra gelişen genetik biliminin bulguları,
genetik mutasyonun (değişiklik) yönlendirilmeden, rastgele (şansa bağlı) ortaya
çıktığı konusunda evrim kuramını doğrulamaktadır.
Anlaşılan evrim, şans ve olmazsa olmazın, yani
gerekliliğin bir bileşimidir. Değişimde şans doğal seçilimde ise gereklilik rol
oynamaktadır…
Popper’ın öğrenme dörtlüsündeki “geçici çözüm” ve “hataların
elenmesi”yle karşılaştırabiliriz evrimin “değişim”ini ve “doğal
seçilim”ini... Çözümde şans,
hataların elenmesinde gereklilik bulunmaktadır…
Elbette ki,
evrimden biraz farklı olarak, “bilgi” denilen varsayımların oluşturulmasında
şansın rolünün yanında başka faktörler de etkindir: Zeka bileşimi… İşin
yeterlik (competence) gereksinimine daha uygun olmak… Doğru sorunlardan
başlamayı başarabilmek… Çözmeye çalıştığı probleme daha bağlı olmak, ve hatta
aşık olabilmek…
b) Türler
birdenbire ortaya çıkmadığına göre, kuşaklardaki değişimler, türlerde görülen
değişmelere oranla çok önemsiz ve küçük olmalıdır... Türlerin yönünü
belirleyen, ayrı ayrı değişimler değildir… Doğal seçilimin kendisi olmalıdır.
Genetik bilimi bu noktada da evrim kuramını
desteklemektedir. Kuşaklardaki
potansiyel gen değişiklikleri (mutasyon), türlerin oluşumunu
belirlemekten uzaktır.
○○○
Evrim
kuramının bu savları, pratikte, Batı düşüncesinin kemikleşmiş geleneksel
görüşlerine aykırı olan şu kabulleri içermektedir:
1. Evrimin amacının olmadığı,
bireylerin, genlerinin yaşamayı sürdürebilmesi, ve onların gelecek kuşaklara
iletilmesi uğruna çaba harcadığı ileri sürülmektedir.”Dünya bir ahenk ve düzen sergiliyorsa, bu yalnızca bireylerin kendi
çıkarlarını gözetmelerinin rastlantısal bir sonucudur… Bu yaklaşım İskoç ekonomist
Adam Smith’in ( -1790) ekonomisinin doğaya uyarlanmış biçimidir.”[10]
2. Evrimin sürekli iyiye, erdemliye,
yüceye doğru gittiğinin söylenemeyeceği öne sürülmektedir.
Organizmaların
çevreye uyumdan başkaca amacı düşünülemez. “Bir
asalağın soysuzluğu, bir ceylanın sekişi kadar kusursuzdur.”
○○○
Evrim kuramı üstüne bu kadar açıklamayı konumuz için
yeterli görüyoruz.
Bitirmeden
şunu eklememiz gerek: Kuramın tartışılması sürmektedir. Bilim çevrelerinin
üzerinde kolayca anlaşabileceği biçimde test edilebilmesi olanaklı
gözükmemektedir. Örneğin Einstein’ın kütleçekim kuramı gibi sınanabilir
değildir…
Evrim
Kuramı, a) Doğal seçilimin evrime
nasıl yön tayin edebildiğine, b)
Türlerin oluşumuna genelde prensip olarak bir açıklama verebilmektedir. Oysa
tartışmalar özelde, organizmaların organlarının, diyelim insan gözünün, nasıl
evrimleştiği gibi konularda sonuçlanmış değildir…
Kurama
Popper’ın terminolojisiyle bir bilimsel kanun demek yerine “metafizik araştırma programı” demek daha
uygundur…
Ancak evrim kuramının, sorduğu sorulara
verdiği yanıtların düzeyi açısından, bilimin üretebildiğinin en iyisi olduğunu
söyleyebiliriz…
Kuşkusuz
herkes kuram konusunda kendi görüşünü oluşturacaktır. Ancak görüş ne olursa
olsun, evrim kuramının mantığının, başka sorunlarımızın çözümlerine ışık
tutabilecek yetkinlikte olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Popper’ın
bilgi kuramı bu değişik sorunlardan yalnızca birisidir.
Evrim
kuramını tanıyabilmek amacıyla yaptığımız konudan sapmayı burada noktalayıp
asıl konumuza geri dönüyoruz.
○○○
Eleştirel
öğrenme
Canlılarda
iki öğrenme mekanizmasından söz edebiliriz:
1. Amip-Einstein karşılaştırması:
Tüm
organizmalar bir dereceye kadar çevreden gelen dış uyarıları
algılayabilmektedir. Hangi bilinç düzeyinde olursa olsun organizmanın hissettiği
“imge”, zihinden çok sinir sisteminin “yorumudur”… Zihin, gücünün yettiği kadar
bu imgelerden hızla kendi öznel yorumunu oluşturmaya çalışmaktadır.
Aynı
beyinsel algı, değişik zihinlerde farklı yorumlanabilmektedir…
Algıların
yorumuyla üretilen bilgi, bilinç düzeyi yüksek canlılarda sınanarak
eleştirilmekte ve Popper’cı öğrenme süreci çalışmaya başlamaktadır (Bak bölüm
2, Popper, Problem ve öğrenme dörtlüsü.):
P1 ►
GÇ ► HE
► P2
Bilinç
düzeyi düşük olan organizmalar ise, algılarından oluşturdukları “yorum”lara
göre hemen harekete geçerler… Bunun anlamı şudur: Yorum”larını (yeni bilgileri)
test edip sınamadan kendi üzerlerinde denerler…
Yorumları
yanlışsa bu yanlışı hayatları ile ödeyeceklerdir…
Popper bu
dramı, amip-Einstein metaforu ile çarpıcı biçimde anlatmaktadır: Amip ile Einstein arasındaki fark,
birincinin, kuramını test etmeden derhal uygulaması, Einstein’ın ise öncelikle
hatasını nasıl bulabileceğini araştırmak amacıyla test etmeye çalışmasıdır...
○○○
2. Bilinç düzeyi yüksek organizmalar
(insanlar) eleştirel öğrenme düzeyine ulaşmışlardır. Eleştirel öğrenmede dış
algılar (dış duyular) daha çok öğrenme dörtlüsünü tetikleyen meydan okumalar
rolündedir. Beklentilere, güvenilen, geçerliliğini sürdüren kuramlara aykırı
durumları gündeme getirip düşünme sürecini başlatırlar.
Zihnin,
beynin sol yarı-küresinde uyarılmış binlerce moduler merkezden yanlızca
ilgilendiği alanlardaki algıları topladığını, algının da bir seçim olduğunu
burada not etmeliyiz.
Canlılar
ilgilendikleri alanlarda “algı” üretmekte ve problemleri ortaya çıkarma
eğilimindedirler.[11]
Hayvan davranış bilimcileri (etolojistler),
tehlikeden kaçan hayvanların, çevresini “kurtuluşa giden ve gitmeyen yol” diye
ikiye ayırdığını söylemektedir… Aç kalan hayvanların da dünyayı “yenir ve yenmez” diye ikiye böldüğü iddialar
arasındadır…
Hem düşük
bilinçli örganizmaların dış duyu algılamalarında… Hem de yüksek bilinçli zihnin
(insanın) “eleştirel öğrenme” sürecinde…
“Deneme- yanılma”, “uygunluğu sınama”, “kestirme ve çürütme” mekanizması
işlemektedir…
Gözlemlerin
ve deneyimlerin eleştirel öğrenmedeki diğer görevini de anımsamalıyız. Geçici
çözümlerin test edilip sınanmasında ciddi rolleri vardır. İddiaların
geçerliliği gözlemlerle test edilebilmekte, ispatlama değilse de yanlışlama yapılabilmektedir.
○○○
Kişi ile ‘işi’nin
etkileşimi
(Ekspresyonist
görüş, Poppercı görüş)
Poppercı
eleştirel akılcılığın temel argümanlarından biri, geleneksel kültürün öznelci
yaklaşımlarını değiştirmesidir. Öznelci yaklaşım, bilgi dünyasının tüm ürünlerini
(kuramlar, problemler, eleştiriler, sanat eserleri…vs, bak Şekil 9), kişinin
kafasından geçenlerin bir anlatımı, ifadesi olarak görmektedir.
Bu tutum,
aslında ekspresyonist sanat kuramıyla örtüşmektedir. Bilindiği gibi
ekspresyonist sanat, sanatçının kendi duygularını anlatabilmesini sanatın amacı
olarak görmekte ve insanın tüm yapıtlarını ve ‘iş’lerini aynı şekilde
yorumlamaktadır.
Poppercı
öğretide ise insanla ‘işi’ arasındaki ilişkinin yorumu oldukça farklıdır:
“Bilgi dünyasının insan zihninde oluştuğu
doğrudur. Ben onun özerkliğini ve insan üzerindeki diğer etkilerini çok önemli
buluyorum,” diyor Popper ve devam ediyor:
“Zihnimiz ve benliğimiz bilgi dünyası olmadan varolamaz… Sanki zihin ve benlik o
dünyada (D3) kök salıp bağlanmışdır…
Akılcılığımızı,
eleştirel ve öz-eleştirel düşüncemizi ve davranışlarımızı, bilgi dünyası ile
etkileşimimize borçluyuz… Zihnimizin gelişebilmesinin nedeni de bu
etkileşimdir... Kendi görevimizle ve işimizle olan bu etkileşimimiz ve bu
etkileşimin bizdeki diğer etkileri, kültür dünyası ile aramızdaki ilişkinin bir parçasıdır.
Ekspresyonist
görüşe göre yeteneklerimiz, doğuştan gelen becerilerimiz ve belki de
yetiştirilme tarzımız, yani ‘tüm kişiliğimiz’ yaptıklarımızı belirlemektedir…
Ürettiğimiz sonuçların kötü veya iyi olması bizim doğuştan gelen yetenekli ve
ilginç kişilikli olup olmamamıza bağlanmaktadır…
Bu görüşe karşı çıkarak ben (Popper)
her şeyin şunlara bağlı olduğunu ileri sürüyorum:
a) Kendimizle,
ödevimiz, işimiz, sorunlarımız, bilgi dünyamız arasındaki alış – verişe
(etkileşime),
b)
Bilgi dünyasının üzerimizdeki diğer etkilerine,
c)
Kendi yaptıklarımızı kendimizin eleştirmesinin yarattığı “geribeslemeye”…
Yaptıklarımızı nesnel olarak görüp
eleştirerek ve geliştirerek, yaptıklarımız ve onların sonuçları arasındaki
etkileşimden faydalanarak yeteneklerimizi ve kendimizi aşabiliriz. (Bak
“Stratejik Öğrenme”-HI)
Çocuklarımızda
olduğu gibi, kuramlarımızda ve yaptığımız tüm işlerde ürünlerimiz önemli ölçüde
yapıcısından bağımsızdır. Çocuklarımızdan, kuramlarımızdan ve de yaptığımız
işlerden, onlara verdiklerimizden çok daha fazlasını geri almaktayız… Bu
şekilde cehaletin batağından kendimizi kurtarıp kültür dünyasına katkıda
bulunabilmekteyiz.”[12]
○○○
Etkin seçim ve sonuçları değerlendirme
Doğadaki tüm
öğrenme ve gelişim süreçlerini etkin seçim ve sonuçları sınama diye
yorumlayabiliriz. Bu süreçler şöyle özetlenebilir:
1. Dış
uyarıların sinir sisteminde ve beyinde “algı”ya dönüşme süreci…
2. Beyinde
oluşan algıdan sonuçlar (beklentiler) çıkarılması.
3. Beklentilerin
gerçekleşmemesi halinde dörtlü öğrenme sürecinin başlaması.
4.
Başkalarının bulduğu bilgilerin öğrenilme süreci (hem sorunun hem de yanıtın
öğrenmeye çalışılması).
Bu süreçleri
ve düşünebileceğimiz tüm diğer yenilikçi buluş, öğrenme, gelişme süreçlerini
bir evrimsel deneme, seçim ve hataların elenmesi olarak düşünebiliriz.
Sürecin en
çarpıcı “ortak noktası” bilinçli
zihnin, sürekli etkin bir biçimde “seçim
yapıyor”olmasıdır… Seçimin sonuçları başlangıçta düşünülenlerle
karşılaştırılır… Oluşacak olan farklılığın nedenleri araştırılır…
Öğrenme, etkin zihinler, seçim
yapabilme bilgi ve cesareti olan
yaklaşımlar istemektedir…
○○○
Her türlü
öğrenmenin aktif katılım yolu ile, seçim yapılan, karar alınan etkinlikler
gerektirdiğini gösteren ilginç ve hoş deneyi Amerikalı psikologlar Richard Held
ve Alan Hein, MIT ‘de[13]1963’de
gerçekleştirirler.[14]Bu
iki psikolog yeni doğmuş iki domuz yavrusuna ilginç bir yaşam çevresi
tasarlıyor:
İki kollu terazi benzeri bir aygıt düşünelim. Kollarına
domuz yavruları bağlanabilecek şekilde kocaman bir aygıt olsun bu… Yavrulardan
biri rahatça gezinip dolaşabilmektedir. Cihaz merkezinden oynar durumda
olduğundan, gezinen yavrunun hareketi diğer kola da aynen
aktarılabilmektedir. İkinci yavru, diğer
kola bağlanan bir iskele üstünde hareketsiz durmaktadır. İskele ile birlikte
üstündeki yavru da dolanıp durmaktadır.
Sonuçda olan
şudur: Yavrulardan biri etkin kararlarıyla istediği gibi gezinip dolaşmakta,
diğeri ise edilgin beklemekte, öbür uçtan gelen emirlere uygun olarak çevresini
izlemektedir.
Psikologların
amacı “görsel öğrenmede etkinliğin rolü”nü
araştırmaktır.
Etkin
olanla, edilgin ajan arasında “öğrenme” farkı olacak mıdır, asıl
soru budur.
İskelede
edilgin bir durumda bekleyip çevreyi gözlemleyen yavruya “görsel dünya”sını başkası
sunmaktadır. Televizyon seyircilerine televizyonun yaptığı gibi…
Cihaza
bağlanmadıkları zamanlarda yavrular annelerinin yanında karanlıkta
bırakılmaktadır.
Birkaç hafta
sonunda gelinen nokta şudur: Kendi kararıyla hareket edip çevresini tanıyabilen
“hareketli yavru”nun normal yavrular
gibi görsel çevresini rahatlıkla kullanabildiği saptanmıştır.
“İskele
yavrusu”nun ise durumu vahimdir… Hiçbir şey öğrenemediği anlaşılmaktadır.
İki yavru
yüksekçe bir raf üstüne konduğunda “hareketli yavru”, raftan her seferinde
akıllıca atlayıp kurtarabilmektedir kendini. “İskele yavrusu” ise,
seçimini tamamen rastgele (şansa
bağlı) yapmaktadır. Denemelerinin aşağı
yukarı yarısında yanlış seçim yaptığından ölümle burun buruna gelebilmektedir.
Psikologların aldığı önlemler nedeniyle canı acımadan atlatabilmektedir
vartayı…
Başkasının
kullandığı otomobilde, yolcu olan kişinin “yol” öğrenmesinin güçlüğünü hepimiz
biliriz; en iyi öğrenen otomobili kullanandır…
○○○
Zihin
nerede?
“Popper’ın
kestiriminde olduğu gibi, zihin, fiziksel ve biyolojik dünyaya ait değilse
farklı yapısal özellikler taşıyor olabilir ”, diyor John Eccles.[15]
İşlevine
bakıldığında, beyin kabuğu ile bağlantı
halinde olduğunu söyleyebiliyoruz.
Bunun
dışında neler ileri sürülebilir?.. Bu güçlük karşısında nasıl bir argümanla az
çok savunulabilir bir duruş alınabilir, John Eccles’e kulak verelim:
“ ‘Kendi bilincinde olan zihin nerededir?’ sorusu, prensip olarak yanıtlanabilir bir soru
değildir. Bu durumu zihnin bazı unsurlarını ele alıp incelediğimizde daha iyi
değerlendirebiliriz. Zihinsel değerlendirmelerde başvurabildiğimiz “sevgi”nin, “öfke”nin, “neşe”nin, “korku”nun veya “doğru”, “iyilik”, “güzellik” gibi değerlerin nerede
olduğunu sormak da anlamsızdır. Bunlar deneyimlenmişlerdir.
Soyut
kavramlardan, matematiğin de belli
bir yeri yoktur, ancak özgül örneklerle ve kanıtlamalarla daha somut olarak
kavranabilmektedir.
Aynı şekilde zihnin yeri de, onun eylemleri, beyin bağlantı alanıyla etkileşimi
sonunda ortaya çıktığında belirginleşmektedir.”[16]
○○○
(Bilgi Kuramı,
Son)
[1] Charles Darwin’in
( -1882) “Evrim Kuramı” için Bak Bölüm 2, Popper.
[2] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain( Kendilik
Bilinci ve Onun Beyni), s. 427.
|
[3] Beyin travması
geçirmiş hastaların beyin fizyolojistleri ve nöropsikologlar tarafından
gözlemlenmeleri sonunda anlaşılmıştır ki, hasta sol (beyin) yarı-küresindeki
yaralanmalar sonunda çeşitli bilinç etkinliklerini kaybetmektedir. Bu nedenle
bilincin daha çok zihnin, sol yarı-küredeki uyarılmış bölgeleri okumasıyla
ortaya çıktığı öngörülmektedir.
[4] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain(Benlik B ilinci
ve Onun Beyni), s. 355, Eccles bölümü 48.
|
[5] İbid., s. 360.
[6] İbid., s. 536.
[7] Uyarıcı ile dış
duyu verisinin oluşması arasında yarım saniyelik bir süre olduğu bilinmektedir…
[8] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain (Benlik Bilinci
ve Onun Beyni), s. 430, 431.
[10] İbid., s. II.
[11] Kişinin istediği
alan ile yetenekli olduğu alanın örtüşebilmesi önemli bir şanstır. Howard
Gardner’in “Multiple Intelligences”(Çokzekalılık) kuramı “yönetim Kültürü” için
önemlidir.
[13] MIT,
Massachussetts Institute of Technology, önde gelen bir Amerikan üniversitesi…
[15] İbid., s. 376,
Eccles Bölümü 55.
[16] İbid.
[1] Popper, Karl, Raimund, Conjectures and
Refutations (Kestirimler ve Yanlışlamalar) ;
s. 257.
[2] İbid., s. 255.
[3] İbid., s. 199.
[4] İbid.
[6] İbid., s. 58.
[7] İbid., s. 59.
[10] İbid., s. 60.
[11] İbid., s. 61.
[12] İbid., s. 63, 64.
[13] İbid., s. 67.
[14] İbid., s. 68.
[15] İbid., s. 76.
[16] İbid.
[18] Popper, Karl Raimund, and John C. Eccles, The Self and its Brain, (Kendilik
Bilinci ve Onun Beyni) New York: Springer International, 1977, xv, 597 pp,
[19]Barzun,
Jaques and Graff,Henry F., Modern Araştırmacı, Türkçesi Fatoş Dilber, Ankara:
Tübitak, 1999(1992), viii, 344 pp,
19,5 cm, s.34.
|
[20] Ibid.
[21] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its Enemies V-2 (Açık
toplum ve Düşmanları C-2); s. 212.
|
[22] Gould, Stephen Jay, Darwin ve Sonrası Doğa Üzerine Düşünceler,
Ankara: Tübitak, 2000, vii, 313 pp, 21,5 cm; s. 160.
|
[23] Popper, Karl Raimund, Knowledge And The Body Mind Problem (Bilgi
ve Vücut Zihin Problemi) , s. 109.
|
[24] Bu konu Bölüm
3’de “İndetermizm” başlığı altında tartışılmıştır.
[25] Popper, Karl Raimund, Knowledge And The Body Mind Problem (
Bilgi ve Vücut Zihin Problemi),
s. 37.
|
[26] İbid., s.142.
[28] İbid.,
s. 359.
|
[29] İbid., s. 360.
[2] İbid. s. 35.
[3] İbid.
[4] İbid., s. 35.
[6] İbid.
[9] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış)An
Intellectuel Autobiography, London, New York: Routledge, 1999(1974),
276 pp, 21,5 cm,
s. 53.
|
[13] İbid., s. 53.
[14] İbid., s. 55.
[15] BBC’nin R.
Feynman’nı tanıtmak amacıyla hazırlanan bir TV dizisinden alınmıştır. 23 Şubat 2004’le başlayan hafta içinde BBC
World’de yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder