_4_
Sanki düğün olmuştur
Sevmiş, sevilmiş, yenmiş, yenilmiş
Çekmiş, çektirmiş
Oyun hüzün olmuştur.
Behçet NECATİGİL (ö. 1979)
Şeyda kocasının evden ayrıldığı ilk günlerde kimseyle konuşmaz... Ne
ailesiyle, ne arkadaşlarıyla paylaşabileceği -aklına yatan- bir hikâyesi
vardır. Kenan’ın uğruna seni terk ettiği
sevgilisi mi vardı, diye sormazlar mı? Yoksa niye çıktı gitti evinden? Sıkışırsa, “Ne sevgilisi vardı, ne de bir
sorunumuz!” mu diyecektir?
İnsanların inanmayan, kocaman açılmış gözlerini görür gibi olur.
Diyelim ki bir sevgilisi vardı, hiç mi anlamazdı, hissetmezdi, bir kadın
olarak başka biriyle ilişkisi olan kocasının davranışlarından, bakışlarından,
konuşmalarından hiç mi pirelenmezdi? Kendi hikâyelerini bir başka çift için
anlatsalar, tereddüt etmeden, “Adam başkasını bulmuş,” der geçerdi; ancak Kenan
cins adamın biriydi, söyledikleri gerçek olabilirdi.
Mahallelerde, çocukların kurulmuş oyununu durup dururken bozmaktan hoşlanan
ve bundan tuhaf keyifler alan şirret yaramazlar gibi sohbete zehir salar, her
söylenene sataşmadan edemez, her şeye bir kulp takardı. Bazen kocasının
söylediklerini havalı bulurdu. Çoklukla eleştirilerin başkalarına yöneldiğini
varsayıp üstüne alınmazdı. Kimi zaman da
alınıp gücenir, surat asar otururdu. Kocasının züppelik sınırlarını zorladığını
düşünür, hatasını anlamasını beklerdi. Evliliklerinin ilk yıllarında sonu
gelmeyen tartışmalara saplanır kalırlardı böyle durumlarda, onu ikna etmeye
çalışırdı Kenan; sonraları bu değişmiş, karşılıklı salvolardan sonra dağılır
olmuşlardı.
Aklına ilk gelen isim elbette ki Semih’tir. Kocasının ne yaptığından onun
mutlaka bilgisi vardır. Okuldan tanırdı onu, ancak onunla konuşmaya henüz
istekli değildir.
Ertesi gün öğle yemeğinde Melek’e meseleyi açar. Senelerdir birlikte
çalışıyorlardır, akıllı ve dürüst bir kızdır, biraz fazla konuşur ama umurunda
değildir. Şaşırır Melek, Kenan’ın böyle bir şey yapacağı aklının ucundan
geçmezmiş, hele hele başka biriyle karısını aldatıyor olmasını hiç konduramazmış
ona. Gelip geçici bir bunalım olabilirmiş bu; onu uzaktan izletmenin bir yolunu
mutlaka bulmalıymış Şeyda. Kararını o zaman daha kolay verebilirmiş. Asıl sorun,
elbette ki bu durumda hâlâ kocasını isteyip istemediğiymiş.
Kafası daha da karışır. Kenan’ın doğru söyleyip söylemediğini merak etmeye
başlar. Belki öğrenebilir bunu; ancak, bir şey değişir mi? Biriyle paylaşmak çözüm getirmese de
rahatlatıyor. Öfkesi biraz olsun yatışmıştır.
-2-
Otele doğru yürürken hâlâ inanamıyordur Şeyda ile görüşeceğine… İki gün
önce telefon etmiş, ortak arkadaşları bir avukatla konuştuğunu, boşanmak için
mahkemeye başvuracağını, bazı konuları
konuşmaları gerektiğini, bu nedenle Kunduz’a geleceğini bildirmişti. Telefon
ekranında karısının adını gördüğünde gözlerine inanamamıştı, bunca zaman sonra
-dört aydan fazla olmuştu- bir yanlışlık vardır diye düşünmüş, yanlışlıkla
aradıysa kapatmaya vakti olsun diye beklemişti.
Otelin önüne arabayı park ederken ilk sınavına giren öğrenci gibidir.
Kendini bu denli az tanımasına hayret eder; evliliğini dondurmuş olduğunu,
aylardır hiç düşünmediğini aklından geçirir. Çözemeyince dondurmak aklın bir
savunma mekanizması olmalıdır... Arka koltuktan Mars’ı çıkarır, götürür otelin
önündeki ağaca bağlar. Başını okşar, güzel güzel beklemesini, birazdan
geleceğini, çimenli yola dolaşmaya gideceklerini söyler ona. ‘Güzel güzel’
sözü, Mars’a sevmediği şeyleri söylerken işe yaradığına inandığı psikolojik bir yatıştırıcıdır.
Şeyda hem ormanı hem de otelin merdivenlerinin önündeki taşlık yolu ve
küçük çam ağaçlarını gören bir masaya oturmuştur.
“Hoş geldin, Şeyda…”
“Benden kolay kurtulamazsın…” Şaka gibi söyler, ancak yüzündeki acıklı
gülümseme onu yalanlıyordur. Sözünün yersizliğini anlamış olacak ki düzeltir.
“Prosedürün tamamlanması gerekiyor…” Mimikleri doğal ve içtendir, yüzünde
zoraki gülücüklerin acıklı çizgileri yerine dünyaya bilgece bakan, sıcak,
sarmalayan, umut yayan hatlar gelmiştir.
Lokantaya geçer, dışarda pek rüzgâr almayan bir masaya otururlar. Çorba
söyler, ardından bölge yemeklerinden tadarız, diye anlaşırlar... Hüzünlü ve
şaşkın bakışlarla süzer Kenan Şeyda’yı. Güzelliğinden bir şey kaybetmeyecek
kolay kolay…
“Hep güzeldin, yine öylesin.”
“Nereden çıktı şimdi… Buraya gelmen… yani beklediklerini bulabildin mi?”
Ne diyeceğini bilemez Kenan. Hep aynı yerdedirler… Ona anlatamamıştı uzun
yıllar düşüncelerini, duygularını; sormamıştı ki Şeyda. Hiçbir şey öğrenmediyse
bu kıçı kırık hayatında, sormayan birine dert anlatmaya çalışmanın
beyhudeliğini öğrenmişti. Keşke insanın bakış açısı, yazarların karakterlerini
çiziktiriverdiği ucuz romanlardaki gibi kolayca değişseydi. Neyi nasıl göreceği
insanın kişiliği demekti.
Hayat pek nitelikli olmasa bile bir romandı… Basit, yüzeysel, sığ ve yavan
bir hikâyeye dönüştürüyordu onu güvenlik arayan insan, cansızlaştırıyordu.
Sağduyu bunların üzerinde temelleniyordu.
“Beklediğini buldun mu kıvamındaki sorulara ne diyebilirim? Hiç sormadın, ben
anlattığımda da dinlemedin. İstedim anlatmayı. Böyle şeyler insanın eve
gelirken yağmura nasıl tutulduğunu anlattığı gibi ulu orta anlatılmıyor…” diye
içini döker Kenan.
“Beni bilirsin, fazla derin düşünmem…”
“Seni suçlamıyorum, anlıyorum, biz
değişik geliştik… Yok canım, aslında laf bunlar, biz başından beri farklı
insanlardık… Ben senin çekimine kapılıp değişik gösterdim kendimi. On yıl kadar
da dayandım, ama işte o kadar…”
Kenan, defalarca oynadığı oyunu tekrarlayan bir aktör rahatlığında
anlatır: Ana sahne sokaklar, şirketler, çeşitli ticari kurumlardır… Buralardaki
oyun kurgusu “ gurur ve çıkar” üstüne bina edilir.
Kâr ve güç; ve de statü, pozisyon…
Araçları da deneyim ve sağduyu, yani geçmişte çalıştığı, işe yaradığı düşünülen
araçlar. Yeni bir şey denemek için onun eskiden işe yaradığını göstermek
zorundasın. Mantığı da, dün işe yarayanın bugün de çalışacağıdır… Buralarda
düşünme ve anlamaya çalışma pek rağbette değildir; uygulamadır öne çıkan. Buna
sokağın raconu der, Kenan, sokağın dili birbirini boğazlayarak sağ kalmaya
çalışan canlıların güdülerini kullanır. Oyuncular herkesde olan, standart
–default, fabrika ayarlarındaki gibi- donanımlarla çalışıyordur. Uyum sağlamak
özel bir çaba istemez, herkesin genlerinde ne varsa onu gönlünce ortaya dökmesi
yeterlidir. Bu nedenle büyümede ve mal üretmede iyi sonuçlar alıp oldukça
başarılı olabilir gündelik denen gerçek yaşam.
Bunun bedeline iyi bakmak gerekir.
Kenan mecbur kaldığı için katlanabilmiştir bu dile… Bazıları böyle bir
mecburiyeti hissetmeyebilir, onlara bir diyeceği yoktur…
İki yol görmüştür önünde, ya
benimsemediğin halde bu durumu ekmek parası deyip sineye çekecek, yakınmayı
sürdürerek çekilmez biri olacak –bunun örnekleri epey yaygındır- ya da kendine
özel, üzerinde yalnızca senin yürüyebileceğin bir patika açacak…
Kenan ikinci yolu seçmiştir.
-3-
Şeyda hiç tepki vermeden dinlemiştir ilk kez… Kafasını kaldırmadan yemeğini
yiyordur. Yemeklerini beğendiğinden mi, yoksa dinlediği budalaca lafları ancak
Dağ Otel’in güzel yemekleriyle birlikte sindirebildiği için mi, bilemez, iştahı
açılmıştır. Bir ara başını kaldırır.
“Bana kırmızı şarap söyler misin?”
Biri kulak misafiri olsa, bu kadın adamın anlattıklarından bir tek sözcük
bile dinlememiş derdi. Kunduz’a tatile gelmiş mutlu aile görüntüsü verirler. Şarap
kadehleri masayı, şarap da içlerindeki havayı ısıtmıştır.
“Umarım başarırsın…” Kadehini kaldırır Şeyda.
Gerilmiş yüz hatlarını rahatlatan sahte bir gülücükle bir yudum alır
şarabından Kenan. “Yanımda senin de olmanı elbette isterdim; ancak hayatta
‘keşkelere’ yer yok, bunun hayal olduğunu biliyorum. ”
Şeyda rahatlayıp kendini bulmuştur. “Anlayamadığım bir nokta var; nasıl
oluyor da bu senin ‘sokakta’ çalışan bunca insan bu yanılgıların farkına
varamıyor da bir tek sen…”
Kenan’ın yüz çizgilerinde öfke kıvılcımları sezilir: “Yine aynı şey…
Söylediklerimi hayal diye geri çevirmenin nedeni de bu; her şeyi kalabalıkların
testinden geçirerek anlamaya çalışıyorsun… Söylenenlerin, herkesin davranış
kalıplarından bağımsız olarak, sağduyunun tahakkümünden kurtularak, tutarlı
olup olmadığına bakmak bile istemiyorsun. Bu nedenle hayallerimde sana yer açamıyorum.
Seni ikna etmeye çalıştığımı sanma, işe yaramıyor biliyorum. Ateşin
kendiliğinden tutuşması gerekiyor, çünkü fırtına şiddetli ve uzun süreli…”
Kasvetli kış günlerinde erken bastıran akşamların hüzünlü karanlığı gibi
bir sessizlik çöker. Karşılarındaki ormanın derinliklerinden gelen sert, serin
bir esintiyle ürperir Şeyda.
“İstersen evde içelim kahvemizi, hem evimi de görmek istersin sanırım,” diye
önerir Kenan. Dışardan dolaşıp otelin ön kapısına gelirler. Resepsiyonun
önünden geçerlerken Cemal seslenir, bir grup yeni misafirin girişini yapıyordur
keyifle.
“Kenan Abi, sabah yoktun, Leman abla aradı, aradım bulamadım seni, haberin
olsun.” Kenan cebine el atar, telefonu evde unutmuştur. Merdivenlerin ortasına
geldiklerinde Şeyda sitem eder.
“Anladığım kadarıyla burada pek ‘abla’ sıkıntısı çekmiyorsun…”
Söylenenleri önce duymak istemez Kenan.
Birkaç adım daha inip park yerine girerler. Arabayı açar, gider Mars’ı
alır, arka koltuğa yerleştirir; Şeyda’nın kapısını açar ve arabanın önünden
dolaşarak yerine geçer. Arabayı çalıştırırken Şeyda’yı sessizce yanıtlar:
“Bu tartışma zamansız.”
Eve girdiklerinde Şeyda biraz rahatlamış, yüzündeki sevmediği bir filmi
zorla seyrediyormuş havası biraz olsun dağılmıştır.
“Yukarı çıkalım, kahveleri ben yapar getiririm,” der Kenan.
Ormana bakan pencereye karşı yan yana otururlar. Manzaradan etkilendiği
belli olur Şeyda’nın. Kenan kahveleri masaya bırakır.
“Televizyon göremiyorum?”
“Ben istemedim…”
Kalkıp üstü kitaplarla kaplı masaya yönelir Şeyda. Masanın üstünde
kendilerine zar zor yer bulabilmiş kahvelerden birini alır. Kitaplar, kâğıtlar,
not defterleri, kurşun kalemler, tükenmezler, renkli kalemlerden gözükmüyordur
masa. Oturur. Kahvelerini içerler.
Ormanı işaret eder Kenan. “İstersen biraz yürüyebiliriz, Mars’ın da gezinti
vakti geldi.”
“Mars?”
“Köpeğim.”
“Köpeklere düşkün olduğunu bilmiyordum!”
Yatağının üstünden kabanını alır Kenan. “Kunduz’da ilk keşfettiğim bu
oldu.”
-4-
Mars Şeyda’ya çabuk ısınır, çevresinde dönüp durur, hayvanlardan çok sanki insanlarla ilişki
kurmak derdindedir. Pek konuşmadan
epeyce yürürler yaylanın ortasındaki çimenli yolda. Şeyda kararsız adımlarla
çimleri incitmekten korkuyormuş gibidir. Yuvasını terk eden kuş sanki Kenan
değil de odur. Buraya avukatın verdiği evrakları imzalatmak için gelmiştir.
Avukat imzaları almaya gideceğini söyleyince aniden karar vermiş, kendisi gelmek
istemiştir. Kenan’ı son bir kez daha görmek istemiş olabilir mi, boşanmadan
önce?
Orman Çaybahçesi’nin – nedense kapalı bölümüne kafe, dışardaki kısmına ise
çay bahçesi deniyordur- önüne geldiklerini geldiklerinde Şeyda oturmak ister.
“Burada biraz oturalım, şu evrakları imzala.”
Çantasından çıkardığı dosyayı masaya koyar. Çay söylerler. Kenan okumadan
ne varsa imzalar. Değişik bir şeyler hissetmediğine şaşırmıştır.
Şeyda dosyayı çantasına koyup kalkar.
“Avukatı tanıyorsun, ondan bilgi alabilirsin, gerekirse seninle onun
vasıtasıyla haberleşiriz. Başka bir diyaloğa ihtiyaç olacağını sanmam.”
Rüzgârın dağıttığı saçlarını düzeltirken başını iyice arkaya atar, ormanın
üstünü kutsal bir şemsiye gibi örten parçalı gri bulutlu gökyüzüyle yüz yüze
gelir. Boşlukta eridiğini hisseder, ne orman, ne ağaç, ne Kenan, ne Mars vardır
o an dünyasında…
“Hemen gidersem iyi olur, erken
uçağı yakalarım…”
Dağ Otel’in önüne hızla yürürler.
Şeyda arabasının arka koltuğuna çantasını atar, ön kapıyı açıp Kenan’a döner.
İlişkileri epeyce limoni iki devlet temsilcisi gibi acıklı gülücükler eşliğinde
tokalaşırlar.
“Hoşça kal.” Mars’ın başını okşarken, belli ki her şey sıradan bir rutinin
parçasıymış gibi görünsün istiyordur. Arabasını çalıştırır, arkasına bakmadan
hızla uzaklaşır.
Mars’ın uzaktan geçen bir köpeğe havlamasıyla gözleri uzaklaşan otomobilin
çekiminden kopar Kenan’ın; sarıçamlar gökyüzünü kaplayan gri beyaz bulutlara el
eder gibi salınıyordur. Bazen anlayışsız oluyor bu ağaçlar, sonların hüznüne
aldırmadan hep başlangıçları selamlıyorlar…
∘∘∘
_5_
Via Negativa (Olumsuzla, Yanlışla yol bulma)
Negatif (olumsuzu,
yanlışı bildiren) bilgi,
positif (olumluyu, doğruyu bildiren) bilgiden daha
önemlidir.
Öyle
durumlar var ki, diye düşünür Kenan, eşlerin mutluluklarını severek birlikte
yaptıkları şeyler değil, ortaklaşa vazgeçtikleri sevimsiz şeyler belirliyor.
Eşinizin hoşlandıklarını sizin de sevmeniz veya anlayışla karşılamanız
yetmiyor; hoşlanmadıklarına da ‘kötü’ deyip içinize sindirebilmeniz, hatta
mantığını tutarlı bulup vazgeçmeniz gerekiyor.
Bir yıl oldu,
bebeklerini yanlış bir tanı yüzünden kaybettiler. Hem de çok güvenilen pahalı
bir hastanede. Doktorun hatası apaçıktı. Kenan iyi bir avukat aradı. Çalıştığı
şirketin avukatlarına danıştı. Üniversiteden mezun olduğundan beri bir
mühendislik şirketinde çalışıyor.
Anlattılar
her şeyi uzun uzun. Avukat notlar aldı, düşündü, elindeki kalemini bırakıp
saçlarını çekiştirdi, şakaklarını kaşıdı. Bir ara odadan çıktı. Kenan’la karısı
Şeyda gerilmiş bekledi, rahatsız koltuklarda, para kokan iç karartıcı bir
büroda. Kenan homurdanmaya başladı:
“Canım ne
olacak işte, avukat bürosu…” .
Sonunda
geldi avukat yandaki odadan, epey bir dosya karıştırdıktan sonra. Sandalyesine
iyice yerleşti ve gözlerini onlardan kaçırdı.
“Bakın, bu
tür davaları kazanmak kolay değil, biz elimizden geleni yaparız, epey de
masraflıdır…”
Kenan daha da
gerildi. “Yani?”
Avukat
kendinden emindi. “Şansımız fazla değil!”
Davayı
açtılar, bir sürü para harcadılar, sonunda kaybettiler. Şeyda açtı ağzını yumdu
gözünü avukata, kanunlara, kadere...
Hak verdi
avukat Şeyda’ya. “Kanunlar doktorları koruyor, öyle yapılmış bir kere…” ‘Ben
söylemiştim’i ima etmeyi unutmadı.
Kenan sustu,
tek kelime çıkmadı ağzından. O günden sonra karısıyla tartışmadılar, sanki
aralarında gizli bir anlaşma vardı. İkisi de konuşmanın bir şeyi çözmeyeceğinde
anlaşmış gibiydi.
-2-
Umut’un
ölümünden sonra hiç aşina olmadığı tuhaf bir düşünceyi kafasından atamaz olur
Kenan: Onun yerine kararlarını hep başkaları alıyordur! Başkalarıyla birlikte
yürüyor, ama kafayı takmıyordur. Üniversitede edebiyat bölümünden bir seçme
ders aldığında, yolunu kaybettiği yuvasına tekrar kavuşmuş bir kuş gibi sevinç
dolmuştu; ama hocası mutlaka bölüm değiştirmesini önerdiğinde üstünde bile
durmamıştı. Şimdi inanamıyor aymazlığın böylesine… Başkalarına benzemeden
yapabilecek, günün modasına uymadan yürüyebilecek ne cesareti, ne görgüsü, ne
de birikimi vardı demek ki!
Kazanç
kapısı, diye bugünkü işinde çalışan ‘kendisi’ değil, sahtesi, düzmecesidir...
Sahte doktor ne kadar işe yarıyorsa ben de o kadar işe yarıyorum...
Geçen yıl
durum değişti. Katlanmak zorundayım dediği gündelik hayatın yükü oğlunu kaybettiğinde öylesine ağırlaştı ki,
aynı minvalde gittiği takdirde takatinin tükeneceğinin sezgisi çırılçıplak bir
ışık çakması gibi gözlerini aldı. Hayatının kara deliği sanki apaçık önüne
serilmişti. Sahte kişiliği giderek ağırlaşan yükün altında, yandıkça tükenen
mumlar gibi azalıyordu…
Kurtulmalıdır!
Ama nasıl? Şeyda, evliliği, işi? Kafası karışıyordur...
Evdeki
kütüphanesini yeniden düzenler ve depodaki kitapların büyük bir bölümünü
odasına taşır. Üniversitenin kütüphanesini sık sık ziyaret etmeye başlar. Umut’u
kaybetmenin karanlığını kitapların ışığıyla mı aydınlatmaya çalışıyordur? Ne ahmağım ben, kitaplara dönmek için oğlumu
yitirmem mi gerekiyordu?
-3-
Sonunda zor
da olsa kararını verir: Hayata nereden bağlanacağını yeniden keşfetmelidir.
İşini bırakacaktır… Çalışmayı sürdürdüğü sürece dializ makinesine bağlı böbrek
hastaları gibi kımıldayamıyordur. Her sabah içine doğduğu günleri elinin ucuyla
eğreti tuttuğundan, durumunu yaptıklarından haz almaya çalışan sahte bir
doktor kadar marazi ve hüzün verici buluyordur.
Lisede
düşünmesi gereken konulara ancak şimdi sıra geliyordur, yirmi yıllık
gecikmeyle… Oğlunu kaybetmese gecikme belki kırk yılı bulacak, emekliliğine dek
gündelik hayatın içinde debelenecekti. Yeni bir başlangıç için vakit hiçbir zaman
geç değil, diye düşünür. Neyi istemediğinden adı gibi emindir, sınayıp
görmüştür; elindeki okun menzili yetersizdir. Yerine ne koyacağı konusunda
denenmeye muhtaç sezgilerinden başka şeyi yoktur.
Temkinli olmaktan, dikkatli davranmaktan yorulmuştur. Bir türlü
kurtulamadığı gündelik hayat hapishanesine çıkan yolun sağduyunun ve ölçülü
tutumların taşlarıyla döşeli olduğuna inanıyordur… Bu yollarda tutkuyla
istediğini bildiği hiçbir şeyi denemeyi göze alamamış, kendi kişiliğinin
yeşereceği toprakları sulama cesaretini bir türlü bulamamıştır. Ne için
yapıldığını bulmak, nasıl biri olduğunu biraz geç bile olsa anlamak zorundadır.
Başaramadığı takdirde, kaybetmesinin mazereti olarak mermisinin bittiğini
söylemesi üzerine Napolyon’un, “Tamam gerisine gerek yok!” diye terslediği
generale dönmek istemiyordur. Hayatın
tıkıştırdığı yerden kurtulmayı başaramazsa bir gün gelecek alışacaktır
hapishanesine, ufak tefek haz da
alacaktır… İşkencecisini sevmeye başlayan mahkûmlar gibi… Şeytana uymanın daha
kutsanmış başka bir yolu var mıdır?
Sokaklar bu saçmalıklar içinde görünüşü kurtarıp ayakta durmaya çalışan
-aslında ölü- kurbanlarla doludur. ‘Ölü Canlar’ -veya heveslileri- ile
‘Tutunamayanlar’ –pek heveslisi olmuyor bunun- her yerdedir… Hangi grubun
içindeyim diye düşünür, hiçbirini
kendisine yakıştıramaz. Bunca kitaptan nice sayfalar çevirmiştir; hepsine karşı
büyük ayıp ettiğini düşünüyor, içi sıkışıyordur... ‘İş’ tuzağından hayata geri
dönmeyi becerebilmelidir. O ‘anlamak’ istiyordur… Oysa ‘iş’, “başkalarının hayatı yanlış anlaması için
çabalayıp durmak,” yaşam tablosunu kâr edebilmeyi sağlayacak biçimde
çarpıtmaktır…
Para kazandırıyor; ama ‘doğruya’ aldırmadan yanlışı öğretmekte bir sakınca
görmüyordur. Parasız bir şey olmadığı doğrudur; gelgelelim bu durumu
değiştirmiyordur…
Bu resmin içinde ne yapıp edip kendine bir siper kazabilmelidir.
Nietzsche’nin sözü aklından çıkmaz...
Hayat dediğin nedir ki, bir ucu
hayvana diğer ucu üstün insana bağlı bir ip, altı ise uçurum… Üstat
hayvanlara haksızlık ediyor ama konu o değil.
Belki de insan uçuruma düşme riskini göze almadan ne olduğunun farkına
varamıyor, diye düşünür. Üstün insanlıktan geçtim; gereksiz risk almayayım,
akıllı olayım diye insanlığımdan da çıkıyor gibiyim. Bizim akıl dediğimiz şeyin
çoğu, başkalarına bakıp kalabalıkla uygun adıma geçmek. Beni zehirli bir ‘akıl’
bitiriyor…
-4-
Bu konuları karısıyla hiç konuşamaz. Yıllar önce, işten iyice
bunaldığı, kendine bir çıkış araması
gerektiğinin iyiden iyiye aklına yatmaya başladığı günlerdi. Bir hafta sonu
kahvaltıda içini açtı.
“Şeyda, bu saçmalıkları çekemiyorum… Yolun sonuna geldim…”
Bir şaşkın sessizlik kaplamıştı
sofrayı. Kaşık, çatal sesleri, bardak çınlamaları duyuldu yalnızca, müziği
kesilmiş yavaş çekim film kareleri gibi.
Sonunda karısı duyduğuna dair bir belirti verdi. Kâğıt peçeteyi aldı, uzun uzun ağzını
temizledi. Zaman kazanmaya çalıştığı belliydi. Pencereden dışarı bakarak
konuştu.
“Ben epeydir psikoloğa gitmen gerektiğini düşünüyorum…”
Şaşırdı, ne halt söylemesi
gerekiyordu yanıt olarak? Düşününce Şeyda’nın yanıtının sürpriz olmadığı
kararına vardı. Yaşam heyecanlarını öylesine değişik insani durumlarda
buluyorlardı ki... Karısının onu anlamasını beklemek boşunaydı.
Konu kapandı. Belli ki düşünceleri henüz onunla paylaşılabilecek kıvama
gelmemişti. Ne yapmak istediğine yalnız başına karar vermeli, ardından Şeyda’ya
anlatmayı denemeliydi.
Bu denli farklı insanların ortak bir yaşam kurmaya çalışmalarını komik
bulur. Okulda tanıştıkları günü düşünür, dünyayı, hayatı ve karşı cinsi
birlikte öğrendikleri o günlerin sıcak anılarından süzülüp gelen duyguları onu hâlâ
etkiliyordur.
Şeyda, pratik zekâsı üst düzeyde, olaylara hızla göz gezdirip üstten
bakarak görünen bağlantıları çabucak kavrayan, bırakın daha derinlemesine
düşünmeye çalışmayı, bunu yapanları gırgıra alıp eleştiren, tam bir –gündelik-
hayat insanıdır. Hem klasik güzel hem de
alımlı denen o tılsımlı kadınlardan…
Burçları kimliğin bir parçası sayacak kadar ciddiye alır. İnsanların
adından önce burcunu anımsar. Kenan gülüp geçer bunlara, çoktandır
eleştirmekten de vazgeçmiştir. Arkadaş ziyaretlerinde çoklukla aşk
dedikoduları, burçların insanları tanımlamadaki mucizevi başarısı gibi derin(!)
konular konuşulur, herkes çocuklarının nasıl bir üstün zekâ olduğunun
belirtilerini keyifle anlatırdı. Nasıl oluyor da insanlar bu konuları hiçbir
zaman anlayamadığı bir tükenmeyen bir heyecanla tartışabiliyor? Evrim ne
inanılmaz, aynı türden bunca değişik tipler çıkarabiliyor…
Baygınlıklar geçirir, depresyona girerdi böyle gecelerin sonunda.
“İzninle bir yarım saatcik intihar edeyim, sonra görüşürüz!”
Odasına çekilir kitaplarına kapanırdı. Karısı ‘bir bunalım müziği’ koyup
şiir kitaplarına dalacağını bilir, gözlerini tavana dikerek yakınırdı.
“Gene asosyalliğin tuttu, çekil! Ben mazoşist miyim dersin?” Osmanlı’nın
müziği ile klasik müzik, özellikle de Wagnerien olanları, bir bunalımdı onun için…
Değişik insanlardır, ama ondan ayrılmayı hiç düşünmemiştir, Şeyda’nın da
onu sevdiğini sanıyordur.
5
Yüzünde
sıcak ve güven veren bir gülücükle karşılar Semih. Kısa boylu tıknaz, yapılı vücudu ve tombul yanaklarıyla
insanlara “sizleri her an kucaklayabilirim” izlenimi veriyordur.
“Buyur
patron…”
‘Patron’
diyorlar birbirlerine epey bir zamandır. Evin kapısında bir süre duralar Kenan,
bakışları Semih’in yayvan ve sakin yüzüne takılıp kalmıştır. Buraya gelmenin o
kadar da iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başlar. Üniversitede aynı
yatakhanede kalmışlardır senelerce. Ceplerindekileri üst üste koyup nasıl yapıp
da bir akşam yemeği denkleştireceklerini düşündükleri çok olmuştur. Bu
ziyaretin pek hayra alamet olmadığını hisseder Semih. Aralarında sınıf
arkadaşlığının ötesinde bir bağ vardır. Ne zaman başları sıkışsa birbirlerini
ararlar; bu kez işin rengi daha değişiktir.
Kapıda
kucaklaşırlar.
Kenan
girişteki geniş koltuğa bırakır kendini. Çay gelir. Evde kimseler yoktur. Kız
arkadaşını evden yollamıştır Semih. Servisi kendi yapar. Kısa bir hoşbeşin
ardından konuya girer Kenan. Danışmadan çok haber verme tonunda konuşuyordur. Bu
söylem tuhaf gelir Semih’e, sorgulamaz, yalnızca dinler.
“Senden bir
ricam olacak…”
“Estağfurullah
patron.”
“Senin otel
var ya Kasaba’da, neydi müdürünün adı… ”
“İsmet.”
“Evet,
hatırladım… Beyefendi biriydi, aklımda öyle kalmış. Burada tanışmıştık…”
“Öyle…”
Sıkıldığını,
bu konuyu çabucak geçmek istediğini belli eder Kenan. “Orada bana bir oda
ayarlar mısın, bir süre orada kalmak istiyorum.”
Semih her
zaman yüzünü örten ışıklı gülücüğünü saklar, pek anlamamıştır. “Ayıp ettin, ne
zaman istersen…”
“Zamanını
daha sonra bildiririm.” Kenan üstünden yükü atmış rahatlamıştır. Kalkar bir iki
turlar odanın içinde, camdan dışarıyı süzer. İsteğini iletmiştir, artık bu
konuyu kapamalıdır.
Semih, “Dur
birer çay daha içelim,” diye mutfağa yönelir. Kenan’ın bugün dinlemek için
değil anlatmak için geldiğini anlamıştır.
Son
çaylarını iş dedikodusu yaparak içerler. Semih işinden söz eder. Bilgisayar ve
yazılım danışmanlığı yapıyordur. Patronların ne denli uçuk canlılar olduğunu göz
alıcı örneklerle hep anlatır, isim vermeden...
Geç vakit
öpüşerek ayrılırlar.
Semih
nedenini düşünmek istemediği bir coşku tomurcuğunun, ruhunun en gizli kapaklı
derinliklerinde peydahlandığını hisseder, hafifçe yüzü kızarmıştır. Kenan bu
ayrıntıyı yakalayacak durumda değildir.
-6-
Şeyda işinde
mutludur; ekonomi okumuş, çalıştığı şirkette onu finansmancı yapmışlardır.
Büyükçe, iyi kâr eden bir şirkettedir işi, yaşam onun için yeterince
sürükleyicidir. Daha iyi bir evde oturmak, daha büyük bir arabaya binebilmek
heyecan vericidir… Kişiliğinden aldığı doyumla kendine güveniyor, bankacılarla
yaşadığı küçük –bazen büyük- itişmelerle eğleniyordur.
Umut’un
ölümünün ardından kocasıyla farklı şeritlere savrulduklarını görüyor ama
kafasına takmıyordur. “Merhaba”, “hoşça kal”, “nasılsın?”gibi birkaç kelimelik
diyalogların dışına çıkmadan haftalar geçirdikleri oluyordur. Bunların normal olduğunu düşünüyor işi zamana
bırakıyordur. Kaçırdığı nokta, ortak yaşamlarındaki bu heyecan pörsümesinin
başlangıcının daha gerilere gittiğidir.
Gündelik hayatında doğru dediği davranış kalıplarını hızla bulur, bir daha
da geriye dönüp bakmaz. Yaptığı şeylerden pişmanlık duyduğu pek nadirdir. Kader
çocuğunu elinden aldıysa başka çocuk yapmanın tartışılacak neyi olabilir? Hemen
yeni bir bebekleri olmalıdır, ama Kenan istemiyorum diyor, kestirip atıyordur.
Daha fazla tüketerek daha güçlü olacağını sanmak beden hazzını bayraklaştıran
çıkmaz bir sokaktır ona göre. Kendimi bulmadan artık bebek istemiyorum diyor, tartışmalarının
bir yere gitmediğini gördüğü zamanlar başını önüne eğiyor, yanlış girdiği
sokağı fark edip sessizce geri dönüyormuş gibi süzülüp çıkıp çıkıyordur.
“Sen,” der Şeyda’ya, “‘parasız hiçbir şey olmaz!’ sözünü ‘Parayla her şey
olur’ diye anlıyorsun… Bedensel haz
zihinsel doyumla yan yana yürümeli, yaşamın yüklerine katlanabilmek ancak böyle
mümkün…”
Şeyda kocasını iyi niyetle dinlemeye çalışıyor, dediklerinin üstüne
düşünüyor, ancak önüne çıkan ilk pratik sorunla hepsini unutup işine dalıp
kayboluyordur… Herkesin kabullenmiş
göründüğü sağduyu çizgisini Kenan’ın elinin tersiyle ittiğini düşünür. Sonunda
her şeyi getirip Umut’un ölümüne bağlar. Bu travmayı atlatırsak her şey
düzelecek... Tek ihtiyacımız biraz daha zaman...
-7-
Kapıdan içeri girerken kocasının telefonunu
düşünür:
“Bu akşam
biraz konuşalım olur mu? Umarım seyretmek istediğin bir program yoktur,” demiştir
Kenan telefonda.
Normal bir
günde olsa git işine, der ciddiye almazdı.
Kenan’ın sesinde bir tuhaflık, alışık
olmadığı bir durgunluk sezmiştir. Sanki dost değildir, gözlerini kaçırarak
boşluğa konuştuğunu hisseder gibi olmuştur; duyabilirsen duy, anlayabilirsen
anla diyen mesafeli bir duruş içindedir.
“Nasıl
istersen,” diye soğukça bir karşılık vermiştir Şeyda.
Böylesine
diplomatik bir yanıtı nasıl verdiğini kendisi de anlayamaz. Beklenmedik
zamanlar umulmadık ritimlerle geliyordur. Biraz sonra Kenan gelir. Hemen yemeğe
geçerler. Şarap açarlar. İkinci kadehten sonra Kenan normal gözükmeye büyük
çaba harcayarak söze girer:
“Beni
kesmeden dinlemeye ve anlamaya çalış lütfen, hak vermesen de anlamaya...”
Ayrıntılarıyla
anlatır: Okuldan sonra birlikte yola çıktıklarını, ancak geldikleri noktada
makas değiştirmekten başka çıkış görmediğini, bu kararında Şeyda’nın zamanın ruhuna pek bir uygun çizgisinin etkisi
olabileceğini, ancak şu anda bekar da olsa aynı kararı alacağını… Neyin normal,
neyin anormal olduğunu aramanın mantıklı olmadığını, illa ki aranacaksa normal
olanın o, anormal olanın kendisi olduğunu…
Bildik yaşam
düzeninin doğurduğu ters rüzgârlar bazılarını nefessiz bırakıp çevreye
savuruyordur. Gündelik hayatı gerçek diye kabullenince mesele kalmıyordur; ama
ya kalabalıkların gerçek diye kabullendiği gündelik düzen kendi gerçekliğimize
ters düşüyorsa? Teslim mi olacaktık? Yok olmak değil midir bu? Mesele burada düğümleniyordur.
Karısını
incitmek istemez Kenan. Derdini anlatabilsin, yeter.
“Derdim
boşanmak veya senden ayrı yaşamak falan değil, istediğim biraz kendimi dinlemek
ve bundan sonra ne yapmak istediğime karar verebilmek. Sana defalarca söylemeye
çalıştığım, bir iki kez de söylediğim gibi, artık işimi sürükleyemiyorum. Yeni
bir yol bulmalıyım kendime. İşimden ayrıldım…” Şeyda’nın yüz çizgileri
gerildikçe gerilir. Kenan önündeki bardaktan büyük bir yudum su ile boğazını
temizler. “Bir süre, ne kadar olur bilemiyorum, Kasaba’da Kunduz Orman’ında
kalmak istiyorum, kitaplarımla… Buna mecbur gibi hissediyorum, başka çıkış
bulamadım…” Ayağa kalkar, masanın çevresinde kararsız adımlarla dolaşır. “Anlamaya
çalış, biraz olsun ciddi düşün söylediklerimi. Bunu yapabilmenin senin için ne
denli zor olduğunu biliyorum. Şimdiye dek bu konuda beni pek ciddiye almadım.
Belki de iş olsun diye konuştuğumu sandım, ne bileyim… Başka bir çıkış
bulabilirim düşüncesiyle son ana dek bekledim. Olmadı…”
Uzunca bir sessizlik.
Şeyda rengi
atmıştır. Ağzından tek bir sözcük, kısacık olsun, bir ara söz çıkmamıştır. Yüzü gerilmiştir, bakışlarındaki öfkenin
şiddeti her an patlamaya hazır olduğunu gösteriyordur. Bir iki laf söylese
boşalacak rahatlayacaktır. Kenan’ın sözünü bitirmesini bekliyor gibi görünür,
aslında konuyu neresinden tutacağına karar vermeye çalışıyordur.
Derin derin
göğüs geçirir ve susar Kenan. Tekrar biraz su içer, ardından şarap kadehini
alır sonuna kadar bir solukta içer. “Hadi ne diyorsan söyle!” diyen gözleri
Şeyda’nın saçlarında asılı kalır; göz göze gelmekten kaçındığı açıktır.
Karısının başı yere eğilmiş hareketsiz kalmıştır. Ardından gözleriyle tavanı
çepeçevre taramış belli noktalarda anlaşılmaz molalar vermiştir. Böyle geçen
birkaç dakikalık zehirli yılan gibi bir sessizliğin ardından masadan kalkar
Şeyda, holde kaybolur. Ayak seslerinden odalara girip çıktığı anlaşılıyordur.
Oturduğu sandalyede heykel benzeri donmuştur Kenan. “Zaman kazanmak için
yapıyor,” diye geçirir içinden. Bir şeyler söyleyebilmiş olmanın tuhaf dinginliği
ile -nedenini bilemediği bir huzur içinde- bütün dünyası dalgalanıyordur.
-8-
Döndüğünde
rahatlamıştır. Yeni makyaj yapmış, yüzünü aydınlık bir hava kaplamıştır.
Muhasebeciyle konuşur gibi tepeden bakar Kenan’a, sanki duyguları vücut diline
abartılı biçimde yansısın ve artık onu görmek istemediği düşüncesi sırıtsın istiyordur.
“Anlattıklarını
gündelik basit dile çevireceğim. Kısa, mümkünse tek kelimelik yanıtlar verirsen
sevinirim,” der; sözcükler gerilmiş dudaklarından tek tek, öldürmek niyetiyle
atılan kurşunlar gibi çıkıyordur. Kalkar, kendine bir bardak su alır.
“Başka biri
mi var?”
Annesine,
babam evde mi, diye soran okul çocuğu basitliğinde konuşuyordur. Tebessüm
etmeye uğraşır Kenan.
“Evet mi,
hayır mı? Sözü ağzında dolandırma!”
“Evet olsa
boşanmamız gerektiğini söyleyerek bağlardım sözlerimi.”
“Ne yani,
tasını tarağını toplayıp gideceksin Kasaba’ya, işini bırakıyorsun, ne kadar
kalacağını bilmiyorsun, ne yapmak istediğini bilmiyorsun...” Ayağa kalkar,
ileri geri gidip gelir salonda. “Gel birlikte gidelim de demiyorsun, başka ne
anlayabilirim?”
Kenan daha da
ciddi görünmeye çalışır.
“Boşanmak
istediğimi söylemedim, ilişkimizin gül bahçesi olduğunu da söylemedim. Hayattan
beklentilerimiz ayrı kanatlara savurdu bizi. Son aylarda aynı evde ayrı
yaşıyoruz; Kasaba’da nasıl birlikte olabileceğiz?” Ayağa kalkar.
“Benim
derdim başka kadın değil, başka bir hayat… ”
Şeyda cevap
vermez. Susarlar. İkisi de bir süre düşünür. Sanki birisi gelsin, şu işi bir
yerlere bağlasın istiyorlardır. Kenan nerede durduğunu karısına iyice
anlatabilmenin derdindedir.
“Beni
cinayet işlemiş, polisten kaçmak zorunda olan birisi gibi düşünebilirsin.
Yakalanırsam hayatım bitecek, ömrümü içerde tüketmeye mahkûm olacağım! Tükendiğimi hissediyorum bu lanet gündelik yaşamda,
anlıyor musun? Biraz daha kalırsam hiç çıkamayacakmışım gibi geliyor. Hepsi bu…”
Şeyda’nın
yüzü daha çok düşer. Müstehzi bir gülüşün derin çizgileri belirir yüzünde,
dudaklarının ucundan çenesine ve gözlerine yayılır. Zoraki bir rahatlama parlayıp söner, arkası
gelmez. Durumun gözüken yüzünden bir şey çıkaramıyor, aşağılanmış hissediyor,
duyguları okunsun istemiyordur. Sesine sakin bir ton vermeye çalışır.
“Ne
yapacaksın, köye, kasabaya mı yerleşeceksin? Oralarda nasıl sona erecek
tükenişin? Bu denli budalaca iş yapmayacak kadar aklının başında olduğunu
sanıyorum. Buna inanmamı mı bekliyorsun?”
Kenan
tartışmanın böyle bir çıkmaza saplanabileceğini hesaplamamıştır. Karısının “Git
bakalım, ne halin varsa gör aklın başına gelsin...” tavrı içinde daha bilge
takılacağını ummuştur. Bir taraftan da hoşuna gitmiyor değildir. Sandığından
daha önemlidir belli ki karısı için. Sesine kadife bir ton verir ortam yumuşasın
ister.
“Şimdiye dek herkes gibi düşünüyor hesaplı
kitaplı gidiyorum sanıyordum, ama işte bu noktaya geldim…”
İç geçirir.
Uzanıp karısının sağ elini iki eli arasına alır. Gözlerinde derin bir hüznün
ölgünlüğü vardır. Bunlar gerçek duyguları mıdır yoksa rol mü yapıyordur emin
olamaz. “Normalin içinde kaldıkça tüm seçenekleri göremiyorum belki de. Biraz
anormale, akıntıya atmak istiyorum kendimi. Uydurma, düzmece hissediyorum
burada. Hakiki olabilme ümidim yeniden yeşersin derdindeyim...”
Tedirgin
edici bir sessizliğe teslim olur ikisi de.
Saçmalıyorsun oğlum, diye geçirir içinden
Kenan. Bütün bunlar ona deli saçması gibi geliyor. Şimdiye dek bu konuları ona
açmamış olmasının nedeni bu değil mi?
Yanılıyordur. Şeyda kocasını anlamaya
çalışmadığı için pişmanlık içindedir. Durumun bu noktaya gelmesindeki payını
görüyor, bu denli budalalığı nasıl yaptığına inanamıyordur. Şu anda yapılacak bir şey yoktur. Konuyu
kapamak ister.
“Ne dememi
istiyorsun insanlara?”
Kenan her
noktayı defalarca tartmış, her seçeneği değerlendirmiş sanmasına karşın bu
soruya hazır olmadığını şaşırarak görür. Bundan sonrasını karısının dikte
edeceğini düşünmüş olmalıdır. Ortamı yumuşatmak niyetiyle konuşur:
“Nasıl
istersen… Ne yapacağımı henüz bilmiyorum, ne yapmayacağım konusunda kararlıyım.
Eğer boşanmak istersen, karşı koymam…”
Duvardaki dağcı tablosuna bakarak konuştuğundan
karısının gözlerindeki ateşi göremez. Şeyda birden ayağa fırlar. “Şimdi derhal
evi terk et!” Gözleri dönmüştür. “Gündüz gelip eşyalarını alabilirsin. Elini
çabuk tut, çünkü her an kapının kilidini değiştirebilirim.”
Kenan tamamlanmayı
bekleyen bir heykel gibi yarım oturduğu koltuğa sığışmıştır. Bir şey düşünemez.
Yapabileceği tek şey yerinden kalkmak olduğundan doğrulur. Çantasını ve
ceketini alıp sessizce kapıdan koridora süzülür. Sahanlığa çıktığında içindeki
boşluğun büyümekte olduğunu hisseder.
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder