11_
Düştür doğaldır içlenme
Bezginlik göllerinde bir gece
Karanlıkta senin de
Yüzdüğün olmuştur.
Behçet
NECATİGİL (ö. 1979)
Sokağa bakan geniş pencerelerle karşıdaki büfenin üstünde duran telefon
arasında kararsız adımlarla gidip geliyordur… Telefonun ahizesini eline alır,
bir iki numaraya basar, vazgeçer; sertçe kapatır telefonu. Kaç akşamdır aynı
kararsızlık tünelinde sıkıntılı saatler geçiriyor ama bir türlü telefonu
çeviremiyordur…
Kadehine özel günler için ayırdığı kırmızı şaraptan doldurur, büyükçe bir
yudum alır, hoşuna gider, güveninin arttığını iliklerinde duyar. Bir yudum
daha, şarabın damarlarındaki güç veren etkisini iyice hissetmek ister, koltuğa
geçer, gözlerini kapayıp bir süre ayaklarını uzatarak hayallere dalar. Birden
kalkar, hızla telefona atar kendini, ahizeyi kaldırır, artık ezberlediği
numarayı çevirir… Hayır… ama çok geç… Uçağın açık kapısı önünde atlamayı
bekleyen acemi bir paraşütçü gibidir. Telefon düşer…
“Buyurun!”
Karşıdaki sesi tanır, daha da heyecanlanır.
“Şeyda, iyi akşamlar, Ben Semih,”
Güç bela kesik kesik konuşmuştur.
“Merhaba Semih, nasılsın?”
Konuya nasıl gireceğini düşünürken bu ‘nasılsın’ sürpriz olur.
“İyiyim, gayet iyi… sen… İyi misin?”
Pişman olur, aylar önce kocasının terk ettiği bir kadına sorulacak soru
mudur bu?
“İyiyim…” der şeyda, sesi sıkılmış izlenimi verir.
“Ne diyecektim… Yemek yiyelim mi?
Konuşuruz eski günlerden…”
İşte hepsi buraya kadardır. Rahatlar.
Kısa bir boşluk olur.
“Boş ver yemeği falan…”
Şeyda’nın derinden gelen sesinden kuşkulanır, pişman olmaya başlamıştır
Semih. Erken aradık! Biliyorum…
“Ne diyordum, yemek değil de…” der Şeyda, sesinde düşünceli bir tonlama
vardır. “ Bir akşam bana gel…”
“Olur, gelirim tabii…”
Kaldığını düşündüğü bir sınavdan geçer not almış gibi sevinir. Amma da
pimpiriklisin! Bir kadeh şarap daha doldurur, bu sefer salonu arşınlamayı
bırakır, güzel bir müzik koyup zafer şarkıları dinlermiş gibi keyifle kutlar
başarısını.
O günü hatırlar, kim bilir kaç yıl önceydi, okulda… Şeyda’yı için için
istiyordu, ama o Kenan’ı seçmişti. Nişanlanacakları, evlenecekleri konuşulmaya
başlamıştı. Derken işler sarpa sarmış olacak ayrıldılar. Uzun süre ayrı
kaldılar. İşte bu arada umutları tekrar yeşermişti Semih’in, bir gün uzun uzun
anlattı duygularını Şeyda’ya. Hatırlamak istemez o günü, kuşların dalından
düştükleri ağaca bir daha konmamaları gibi. Yalnızca dinlemiş, ne evet ne
hayır, ağzından tek sözcük çıkmamıştı Şeyda’nın. Bakışlarından, yüz
çizgilerinden de bir işaret vermemiş olmalıydı. Bir muammadır o görüşme…
Şimdi işte onun zamanıdır… Allah’ın
sevgili kuluyum, gerçekten…
-2-
Çiğ güneş ışığının kızıla dönüp yumuşamaya başladığı sahte umutlar dağıtan
bir pastırma yazı akşamında kapıyı çalar.
Elinde pahalı bir çiçekçide özenle hazırlattığı kırmızı güllerden bir
buket ve ağırından bir şarap vardır. Kırmızılar umuyorum ki uğur getirecek,
diye düşünür.
Şeyda aynıdır, sadeliğin içinde mavi kanlı denebilecek bir güzel. Bana
kimse bu dünyada Kenan’dan daha budala birinin bulunduğunu anlatamaz, diye
düşünür içeri girerken.
“Göz kamaştırıyorsun.”
Elindeki çiçekleri uzatır Şeyda’ya, göz göze gelmemeye özen gösterir. Gizli
bir utancın beklenmeyen etkisi midir anlayamaz. Salonun köşesindeki masa
hazırlanmıştır: Sandviçler, çerezler, küçük çikolatalı tatlılar, kurabiyeler…
Şarap servisini Semih yapar. Tabaklarına bir şeyler alıp koltuklara
geçerler. Şeyda’nın bütün doğallığının altında tedirginliği sezilir. Hoşuna
gider bu, onu ciddiye alıyordur… Rutin bir ziyaretçi sayılmadığının
göstergesidir.
“Ben de görüşmek istiyordum…” der Şeyda, tabağına bir şeyler alıp Semih’in
karşısındaki koltuğa oturur.
“Araman iyi oldu, tesadüf işte.”
“Öyle mi? Kalp kalbe karşı—“
Araya girer Şeyda. “Yoksa hesap…” Arkasını getirmez. “Boş verelim bunları…”
Yaptığı hoşluğu beğenir Semih; ‘hesap’ sözcüğü sevimsiz düşse de keyfini
kaçırmanın sırası değildir. Acele etmemelidir.
İşten, politikadan, piyasadan konuşurlar. Şeyda Kenan’la ilgili bazı
noktaları aydınlatmak peşindedir; en çok kanına dokunan başka birinin olup
olmadığıdır… Semih Şeyda’nın bu gizli gündemini sezmiştir, ancak açıkça sormak
istemez. Yerinde kullanması gereken tabancasındaki tek kurşundur bu. Rus
ruletinde, şarjördeki tek mermi… Şansa kalmamalı, atınca mutlaka
vurabilmelidir.
“Kenan ne yapıyor? Günleri… Nasıl vakit geçiriyor?” Daha daha nasılsın,
sıradanlığında iş olsun diye soruyormuş havasındadır Şeyda.
Bu soruları sezmesine karşın tedirgin olur Semih.
“Bunlar kapandı sanıyordum…” Ancak pişman olmuştur. Şeyda’yıı kırmaktan
korkar. İnebildiği en yumuşak tondan yanıtlar. “Kasaba’da biriyle birlikte mi,
onu mu soruyorsun? Bildiğim kadarıyla yalnız, aksi olsa İsmet’ten bir şekilde
öğrenirdim… Kenan’la da birkaç kez konuştum, böyle bir durum olsa söylerdi.
İstersen sorup öğrenebilirim.” Son cümlesindeki tedirginliği vasat zekâda
birisi bile hissederdi, ama Şeyda kaçırmıştır, kulakları dinlemek istediği
şarkıdan başkasını duymuyordur. Kenan’la Dağ’a gittiğinden beri hiç görüşmediği
halde, Şeyda ters karşılayabilir diye görüştüğünü söylemiş hemen ardından alel
acele öğrenebileceğini sıkıştırmıştır Semih.
“Yapar mısın?”
Becerikliliğini zekâsının bayrağı gibi dalgalandırırcasına hızla İsmet’i
arar, bir sürü iş ayrıntısının arasına öğrenmek istediğini sıkıştırır. Yanıt
olumsuzdur. Kenan mutlu mesut yalnız yaşadığı bir düzen kurmuştur Kunduz’da,
köpeğiyle birlikte.
Semih hedefe doğru adım atmanın zamanı geldiğini düşünür.
“Bir şey sorabilir miyim, açık bir sinire dokunurum diye endişe ediyorum…
Kabalık etmek istemem.”
“Bizim Kenan’la açık sinirimiz kalmadı, bütün yaralarımız kabuk bağladı,
endişen yersiz.”
Duyduklarından hoşnuttur.
“Önce, senelerdir sana anlatmaya çalıştığım ancak bir türlü duymanı
sağlayamadığım bir nokta var… Benim gözümde apaçık… Sahnede spot altında… Nasıl
bir beceriksizsem seni bu alana bir türlü yönlendiremedim.” Durur, kelimeleri
özenle seçmeye çalışmanın bilgeliği gözüksün,
sözleri vurucu olsun ister. “Biz seninle zamanın ruhuna uygunuz. Keyif
alıyoruz, işimizi seviyoruz, kafamız günün çarklarını döndürmeye uygun
çalışıyor; sonra para harcamaktan, yemekten içmekten… nasıl söyleyeyim,
hoşlanıyoruz, neden olduğunu pek bilmiyorum ama bu böyle, kazandıkça daha çok
çalışmak, güçlenmek… Başka neye gerek var ki? İkimiz benzeriz…”
Şeyda hareketsiz ve mimiksiz dinler. Semih küçük de olsa kendisini
destekleyen bir jest, bir kaş göz kıpırtısı, sıcak kucaklayıcı bir gülümseme
arar, bulamaz; yine de umutludur, dinlemesi bile iyiye işarettir.
“Kenan, bizim gibileri hayatın tuzaklarına yakalanmış, kurtulmaya çalışmak
yerine işkencecisini sevmeye çalışanlar gibi görüyor… Senin kıvrak, hızlı zekân
nasıl oluyor da bu kareyi kaçırıyor, başka şeyler olmalı benim anlayamadığım…
Mevsim değişikliklerinde başka denizlere göç eden balıklara benziyor onun
gibiler. Asıl istedikleri gündelik hayatın bize uygun düşen rüzgârlarından
kaçıp özel barınaklara sığınmak… Biz gerçekçiyiz, toplumun omuzlarımıza yüklediği
işlevden haz alıyoruz; onlar nefret ediyor, belki de hayatlarını gönüllerince,
yaşamaya değer bir macera gibi sürdüremediklerine inanıyorlar... Hayal
içindeler, roman ruhu onlarınkisi, hikâyelerdeki, romanlardaki ruh… Lütfen bu
dediklerim üstüne düşün.”
Semih çok konuştuğunu düşünerek susar. Allah kahretsin yine acele ettim
galiba… Bu heyecanımdan çektiğim… Şeyda’nın gerginliği azalmış, gözlerinin
pırıltısı geri gelmiştir; gerilmiş kaskatı olmuş kasların yerini ritmik küçük
kımıltılar almıştır.
“Nasıl biliyorsun?”
En romantik şekilde, kadife yumuşaklığında bir tonlama ile cevap vermek
ister Semih. “Neyi, Şeyda?”
“Senin gibi düşündüğümü?”
“Görüyorum, okuldan biliyorum, şimdi tekrar düşünmeye başladım…”
“Ben bile emin olamazken?”
Kadınlarla iddialaşmanın ayağına kurşun sıkmanın en çarpıcı yöntemi
olduğunu bilir Semih, Söyleyeceğini söylemiştir, bastırıp üstelemek yerine
bundan sonra yapılacak olan Şeyda’nın kafasında olgunlaşması için süre
tanımaktır. Tartışmayı keser; konu değiştirmek için fırsat kollamaya başlar.
Bir şeyler almak bahanesiyle masaya yönelir. “İstiyor musun sen de?” İstemez
Şeyda. Biraz çerez alıp döner.
“Mahkemeye başvurdun diye duymuştum…”
“Henüz değil!”
“Kenan’ın sevgilisinin olup olmadığı senin için gerçekten önemli—“
Şeyda bitirmesine izin vermez.
“Anlamaya çalıştığım, ben varken birinin olup olmadığı.”
Rahatlar Semih. Düzeltme çabaları değil intikam kokusu almaktadır. Kalkar
kendine ve Şeyda’ya şarap doldurur, tabağına yiyecek bir şeyler alır. Koltuğuna
daha bir güvenle oturur.
“Ne diyeceğim, aramızca kalacağına söz verirsen…” Sandviçinden ısırır.
“Kenan’ın Kasaba’ya gitmeden çok önce… Birisi vardı… Şirketinde.”
Şeyda donup kalır, yüzünün kızardığını hisseder, önleyemez; öfkeden deliye
dönmüştür, olabildiğince saklamaya çalışır.
Önündeki kadehi bir dikişte bitirir. Kalkar biraz yürür, tabağına bir
şeyler alır.
“Neden?.. Neden olacak budalaca
güven…” Şeyda kendi sorup kendi yanıtlıyordur. Derin bir iç geçirir. “Ahmak
yerine koydu beni…” Gözleri masanın yanındaki dalları tavana tırmanan
benjaminin yapraklarında donar.
Semih’in kafasına hiç beklemediği bir kuşku düşer. “Şimdi beni pislik bir
muhbir gibi görmüyorsun değil mi?”
Şeyda’nın hiçbir şeyi duyacağı yoktur, donuk yüzüyle acemi bir
heykeltıraşın elinden çıkmış ucuz bir büste dönüşmüştür. Kendine hesap
veremeyen kişi böyle ezilir mi, yoksa bu onun aşırı duyarlılığı mı? Kaybolur bu
düşünceler anaforunda Semih; çıkarı için en yakın arkadaşını ilk hamlede ele
veren biridir. Şeyda’ya bakar çökmüş bir kleopatra rolünde bile öyle alımlıdır
ki, biraz olsun içine su serpilir…
Şeyda’nın öfkesi çenesini kilitlemiştir. Semih bir an önce onu yalnız
bırakması gerektiğini anlar, ancak nasıl söyleyeceğini çıkaramaz. Allah
kahretsin yanlış yapmış olabilir mi, geri tepebilir mi bu zamansız ve sevimsiz
ihbar.
Şeyda işini kolaylaştırır. “İzninle biraz yalnız kalmak istiyorum Semih.”
-3-
Apar topar yolcu eder Semih’i. Arkasından kapıyı kapatır, sırtını dayar
kapıya bakışları tavanda asılıdır. Bir süre öylece kalır, Semih’in asansörden
çıktığına ve apartmanı terk ettiğine açılıp kapanan sesleri dinleyerek emin
olunca, olduğu yerde çömelir, kapatır
elleriyle yüzünü hüngür hüngür ağlamaya başlar.
Sinirleri boşalmıştır. Epey bir süre doya doya ağlar. Rahatlar.
Kalkar, ağır adımlarla masaya yürür, kalan şarabı kadehine ağzına kadar
doldurur; şarabın büyük bir bölümünü bir dikişte damarlarına enjecte edercesine
yuvarlar. İlikleri titremiştir, gözlerini kısar titreyerek silkinir. Aslında
pek içki içen biri değildir, fazla gelmiştir şarap. Bir taraftan da “Ayıp oldu
çocuğa ne olduğunu anlayamadı,” diye geçirir içinden. İleri geri salonunu
turlamaya başlar, arada bir ağlama krizleri tekrar tutar, kısa süreli hıçkırma
nöbetleri… Yarım saat kadar bu minvalde gezinir evin içinde. Sonra atar kendini
kanepeye, uzanır. Tavandaki avizeye bakarak evliliğini düşünmeye başlar. Evet suçlu bulunmuştur, Kenan, zavallı çocuk
ne yapsın, böyle karısı olunca, gidip başkasını bulmuştur, olay bu kadar
basittir… Peki neden önceden uyanamamış bu duruma düşmüştür? Belli ki de bir
eksiklik vardır onda… ‘Her şeyin bir
nedeni vardır’ sözünü, ‘eğer kafam çalışıyorsa, ben de o nedenleri bilmeliyim’
diye anlıyordur. Bu yüzden aklına az çok yatan sebebi bulunca rahatlamıştır.
İçinde bulunduğu durum onu öylesine saçma biçimde cezalandırmıştır ki, cezanın
saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki kendini suçlu gördükçe olay daha anlaşılır
olduğundan rahatlamaktadır. Hak ettiği cezayı çekecektir. Zorla kendine suç
yakıştıran Kafka kahramanları gibidir.
Bir ara, işinde de hep bu yöntemle
düşündüğünü sezer gibi olur; farkındadır, anlamadığı bir dünyada yaşıyordur,
ancak bu durum güvenli değildir, rahatsız oluyordur, inanacağı hikâyeler
bularak görünüşte de olsa sebep-sonuç bağını kuruyordur. Bazı insanların neden
başarısız olduğunu, şirketlerin neden battığını, borsanın neden düştüğünü,
doların niçin yükseldiğini hep aynı yöntemle anladığını fısıldar biri kulağına.
Belirsizliğe teslim olmak istemez,
bu onun genel hayat ve dünya kurgusuna terstir. Gerçek bu bile olsa kabul
edemez. Gerekirse kendisine yalan söyler; suçunu üstlenir, dünyayı
anlayabildiği, hikâyesini yazabildiği anlaşılır bir basitliğe büründürür.
Bedelini de öder.
-4-
Büyükşehir’in
insani hırpaniliğine, erimekte olan karla birlikte yol kenarlarındaki çamurla
kararmış yığınlar eklenmiş, kara zevksizliğin tahakkümündeki koca şehrin,
kaynar suda kıvranan istakoz gibi nasıl debelendiği ortaya çıkmıştır. Gece, bir
anda buharlaşıp kaybolan beyaz zarafetin ardından peydahlanan perişanlığın
üstünü çabucak örtmek istercesine hızla çöküyor.
Pencereden
arabasını kirli beyaz yığınların elinden kurtarmaya çabalayanları seyrediyor.
Yoğun bir iş gününün sonunda evde olduğu için mutlu. Canı uzun boylu yemek
istemiyor. Ne yapsın? Abur cubur ne varsa çıkarır, bir de şarap açar. Aç karına
alındığında alkolün nasıl hoyratça çarptığını bildiği halde aldırmaz. İnmekte
olan karanlığa şerefe der gibi camla tokuşturup diker kadehi. Yarısından fazlasını
içer.
Son
görüşmelerini hatırlar, adamın kovulur gibi çıkışını… Bazen pek yol yordam
bilmez oluyorum! Aldırma, hepsi aynı bok… Üç ay olmuştur neredeyse o geceden
beri. Ertesi gün aramaya başlamış, kim olduğunu bulmuştu Kenan’ın sevgilisinin.
On gün geçmeden isim gelmişti: Şükran… Mazbut, düzgün, hayatı geldiği gibi
kabul edebilen, az konuşur, az ve dozunda güler, hep kontrollü, mesafeli, aklı
başında; ancak düşük profilli, akça pakça, beyaz tenli, düzgün bacaklı… Ama
sıradan biri canım…
Bununla mı?
Böyle demeden edemedi. Bari, daha havalı gösterişli, değen biriyle… Saçmalama,
kızım sen eblehleşiyor musun? Kadınlar hep böyledir, burada bile karizmayı
çizdirmek istemezler…
Sonra karar
verdi, gidip görüşecek; sensin demek Kenan’ın beni aldattığı kadın, tanışmaya
geldim diyecekti. Bir hafta kadar yattı bu düşüncesinin üstüne… Yok canım…
Olacak iş miydi? Kendini aylarca önce tutulmuş balıkları denize dökerken gördü,
zavallıları yaşama döndürmek için! Parasını ödeyecekti ödemesine ama, balıkçıyı
düşünsenize neresiyle gülerdi? Bir şey olmamış gibi mi davranacaktı? Kâr mı
kalacaktı Kenan’ın yanına?
Avukata
verdi boşanma evraklarını, bekle dedi, benden haber almadan kararı çıkartma!
Aylar geçti… Neden böyle davrandığını kendine bile anlatamamıştı; olsa olsa
çantasını alıp gitmeden köşeyi bucağı iyice kontrol etmek isteğiydi…
Ürpererek
üşüdüğünü anlar, pencerenin yanında. Gidip üstüne bir kazak alır, saçına çeki
düzen vererek giyer. Kadehini doldurur. Salamlı bir sandviç yer. Annesine bu
akşam için hayır dediğini anımsar, yalnız kalmak istemiştir. Ailecek teyzesine
gidilecektir, istemez. Kenan, çözmeyi bir türlü beceremediği bir düğüm gibi
yüreğinde oturmaktadır. Sevdiğini kaybeden birinin onulmaz acısıyla kıvranan
biri var sanmayın. Mecnununu kaybetmiş Leyla yok karşımızda; önündeki dosyanın
bilançosunun altına bir türlü iki çizgi çekip hesabı kapatamayan bir muhasebe
müdürü var… İş hayatı böyle kapanmış dosyalar üstüne düşünmeyi kaldırır mı?
İşin yenisinin peşine düşmesi gerekir, derseniz, şunu bilin, Şeyda’nın asıl
derdi yara alan prensiplerinden birini nasıl ayağa kaldıracağıdır.
Şanslı
olduğunu bilir. Sağlıklı, analitik zekâsı yerinde, epey yetenekli, bir anne-
babanın kızıdır. Geçim derdi görmemiş, içinden geçtiği hiçbir ortamda
uyumsuzluk çekmeden başarıyla okumuştur. Başkalarına acı soslu, yakıcı yemekler
sunan rastlantılar ona hep gülücükler atmış yanağını okşamıştır. Bunlar çekici
bir güzellikle taçlandırılmıştır... Tanrının sevgili kulu, diye kime denir?
Mutludur, şükreder… Toplumun istediklerinin kendisine ne denli yakıştığını
okuldan sonra çalışmaya başladığında da deneyimlemiştir. Sanki, piyasanın
isteklerine göre anne-babasına sipariş verilmiş özel yapım bir “serbest pazar”
insanıdır. Kafası gündelik hayatın her köşesinde şirketteymiş gibi çalışıyordur.
Kafası çalışan herkesin, yapmak durumunda olduğu her iş ortamına, kendisi gibi
uyabileceğini düşünür. Eğer beceremiyorsa ya zekâsı yetmiyordur, ya da kapris
yapıyor, bu bahaneye sığınarak gizli hedeflere koşuyordur.
Kenan’a bir
türlü akıl erdirememesi bu yüzdendir.
Düşünce
patikasının çatallandığı, karşıya geçmeyi beceremediği kavşağa gelip
dayanmıştır: Bu denli uyanık ve akıllıyken Kenan’ın onu terk edeceğini nasıl
görememiş, kendini aldatan biriyle yıllarca nasıl aynı yatağa girebilmiştir?
Bu sorulara
onu tatmin eden yanıtlar bulmadan bu dosyayı kapatması olanaklı değildir. Zekâsı ve aldığı eğitim her şeyin -ona göre
akla uygun- bir nedeni olduğunu söylemektedir. Oysa sebebin yokluğunun yokluğun
sebebi olmadığını yaşayarak öğrenmiştir.
Yoksa, karı
koca ilişkisi, evlilik gibi konularda bildikleri çok mu safiyane ve gerçek
dışıdır? Göğüslerinden boynuna bir sıcak dalgasının yükseldiğini hisseder,
kanın beyne çıkması bu olsa gerekir. Ne zaman Kenan’ı düşünse aynı dalganın
saldırısına uğruyordur beyni. Geçen gün şirkete giden, iki yanına araba park
edilmiş tek şeritli dar yollardan birinde, öndeki arabalardan birinin kapısı
açılmış çığlık çığlığa bir asfalt-lastik öpüşme sesiyle yarım metre kala
durabilmişti, adamın önünde… Çıkıp bir süre dolaşmış ancak kendine
gelebilmişti. Acı frenle durduğu anda beyni nasıl kaynamışsa, Şükran’ı
anımsadığında aynı alevleri hissediyordur…
Elindeki
kadehe bakar, boşalmıştır. Gider yenisini doldurur. Bu akşam biraz fazla
vurmuştur şarap. Yemek yemeyi mi atlamıştır, nedir? CD çalıcıya yeni bir müzik
koyar. Çoktandır susmuş farkında değildir. Sol topuğunun üzerinde dönüp yerine
geçerken telefonu görür. Ahizeyi eline alır, geri bırakır. Telefonun başında
beklemeyi sürdürür. Bir türlü yerine oturamaz. Kaldırır, bırakır. Yandaki
telefon defterini açar ağır çekim devinimle, tüm sayfalarını iskambil destesi
çevirir gibi döndürür. Bir daha döndürür, sonlarda bir sayfada durur, hafifçe
göz gezdirir. Kapatır.
-5-
Hafifçe
kemerli burnu, yoğun makyajlı yüzü, geniş alnıyla ince düz dudakları var. Saman
sarısı saçları omuzlarına dökülmüş. Karşısında ondan kısa boylu bir adam;
yapılı, tıknaz. Şubat’ın son karı kalkınca tam zamanı deyip Boğaza gelmişler,
balık yemeğe. Adam genellikle böyle yapar, boğaza balık yemeğe getirir yeni
tanıştığı kızları. Büyük zampara diye ünlenmekten gizli –bazen açık- keyif
alır.
Gururla
geçen tekneleri işaret eder.
“Nasıl, hoş
değil mi?”
Kadın
yıllardır buralarda olduğundan kırık bir Türkçeyle konuşsa bile eksiksiz
anlıyordur. “Harika, teşekkürler...”
Balıklar ha
geldi ha gelecek. Garsona döner.
“Bizim
balıklar?”
“Biraz daha
var abi…”
Telefon.
Şaşırır adam arayanın adını ekranda görünce. Telefonu kaptığı gibi kalkar.
Öylesine hoş bir sürpriz olmalı ki, kemerli burunlu kadından izin istemeyi bile
unutmuştur. Yandaki terasa geçer. Kadın, adamın ceketinin eteklerinin poyrazın
dalgalarına kapılmış aldırmaz savrulmalarından önemli olduğunu çıkarır
konuşmanın. Epey burulmuştur. İnsan hiç olmazsa küçük bir izin almaz mı? On
dakikaya yakın konuşur adam, giderek artan bir coşkuyla. Boştaki sağ eliyle ve
başıyla yaptığı jestler kürsüdeki politikacıları anımsatır. Boğazdan vuran
dondurucu poyraz vız gelmiştir. Konuşma bitince hızla içeri girer.
“Nasıl mahcubum bilsen…”
Ceketinin
ceplerini kontrol eder, ne aradığını o da bilmez ama telaşlı gözükmesi
gerekiyordur.
“Hemen
çıkmam gerekiyor, acilen…”
Susar.
Kadının bakışlarındaki öfkenin derinliğini ölçmeye çalışır, müşterinin
bakışlarından cüzdanının kalınlığını çıkarmaya çalışan tüccarlar gibi. Dost
bakışları uçup gitmiştir kadının.
“Bunu öyle bir telafi edeceğim ki, sen bile
iyi ki olmuş diyeceksin…”
Kalkar,
yanaklarından öper kemerli burunlu kadını Semih. Garsonu çağırıp durumu
anlatır, kadına istediği servisi yapmalarını söyler. Para bırakıp hızla ayrılır
lokantadan.
Yarım saat
kadar sonra elinde bir çiçek demeti ile kapıdadır. Son görüşmelerinden bu yana
iki kez aramıştı Şeyda’yı. Havadan sudan konuşmuşlar, görüşmeye yanaşmamıştı.
Ne değişmişti, yeni bir gelişme olabilir mi?
Düşüneceğine gir içeri sor!
Yorgun,
gözleri mahmur, her zamanki gibi alımlı, güzel, ama özensiz… Saçları dağınık,
kobalt mavisi bluzu eteğiyle çarpık buluşmuş… Boğaz vapurlarından itiş kakış
yeni inmiş kadınlara benzemiş...
“Hoş geldin
Semih.” Kelimeler Şeyda’nın ağzından yeni su verilmiş musluktan dökülür gibi
kesik kesik çıkar.
Semih başı
yere eğik ayaklarına bakarak içeri girerken kaçamak bir bakış atar Şeyda’ya.
“Hoş bulduk… İçki mi içtin?”
“Biraz
diyelim…”
İşte bu
gariptir. Şeyda’nın bu durumda birini
karşıladığında olayların normal seyrinde aktığını kimse söylemesin. Salonun
görünüşü endişelerini haklı çıkarır. Misafir bekleyen birinin evi olamaz bu…
Her yer her yerdedir, masanın bir yanına yiyecekler serpiştirilmiş, biri boş,
diğeri yeni açılmış şarap şişesi ortalıkta…
“Dağınıklığın
kusuruna bakma, keyfine bak…” Masayı işaret eder. “Git ne istiyorsan al.”
Kendisi önünde yarım kadeh şarap bulunan eski yerine gider ve düşer gibi
bırakır vücudunu koltuğa. Çiçek demetini bile bir vazoya yerleştirmeden mutfağa
atıp gelmiştir.
“Çiçekleri
vazoya koymamı ister misin?”
“Olur,
zahmet olacak, şuna koyabilirsin…” Masadaki boş vazoyu işaret eder.
Semih
çiçekleri yerleştirir, tabağına yiyecek bir şeyler alır, içkisi koyar. Bir
yandan da ne olup bittiğini kestirmeye çalışıyordur. Şeyda’nın karşısındaki
koltuğa oturur, ortadaki geniş sehpaya yerleştirir tabağıyla içkisini. Bir iki
lokma atar ağzına.
“Tam oturup
dinleneyim bari demiştim… Sen aradın, ne güzel, ama…”
Şeyda’nın
dinleyecek hali yoktur. “Ne haldeyim değil mi?”
“Onu demek
istemedim.”
“Sence ben
safdil kadının biri miyim?”
“Nereden
çıktı bu? Tam buldun safı!”
“Kocası
aldatırken kuzu kuzu gezinen birine başka ne denir ki?”
Semih
şaşkındır. Hâlâ Kenan mı? Kapanmadı mı bu sayfa?
“Hadi içelim…” Kadehini alır masadaki
diğer kadehe vurarak diker kafasına Şeyda, masaya atar gibi bırakır. “Belki de
eski kafalıyım, budalanın biriyim; bu kafayı değiştirecek bir yol bulmalıyım.”
Semih
sıkılmaya başlamıştır. Dur bakalım nereye varmak istiyor, görürüz birazdan…
“ Sen
içimizde en aklı başında olanıydın, ne budalalığı.”
“O yüzden mi
beni aldatan biriyle yaşıyordum, evden gitmek istediğinden bile son anda
haberim oldu. Belli ki kaçırdığım şeyler çok…”
“Kenan’ın
senden farklı biri olduğunu anlatmaya çalışmıştım geçen geldiğimde.”
“Sizi iyi
dost biliyordum…”
“Dostlar
farklı insanlar olabiliyor.”
“Ama ne
zaman onunla aramızda anlaşmazlık çıksa sen gelip bana kur yapıyorsun…”
Semih
konuşmanın böyle keskin bir dönemece gireceği beklemez. Hiç düşünmediği
taraftan yıkıcı bir yumruk almış boksör gibi kordonlara dayanmış hisseder.
“Sana karşı
hislerim hiç değişmedi…”
“Ancak
kökten değişerek eski budalalığımdan kurtulduğumu gösterebilirim kendime…”
Kalkar içki doldurur, bir yudum alır ve CD çalara müzik koyar Şeyda. “Benimle
dans eder misin?”
Semih olumlu
diyebileceği böyle bir hamleyi beklemiyordur. Toparlanıp kalkar. Şeyda iyice
sarılır, abarttığı belirgindir… Bir süre konuşmadan dans ederler. Semih
yıllardır böyle bir an hayal ettiği halde şimdi şaşkındır.
“Öyle
bekledim ki seni, bana böyle sarıldığını nasıl hayal ettim bilemezsin…
Yıllardır.”
Semih’e
iyice sarılmış olan Şeyda hemen kulağının dibinde fısıldayarak konuşur. “Bırak
bu lafları.” Sarılıp öpmeye başlar deli gibi, yüzünün her yanını, sonra birden
durur.
“Hadi yatağa
gel!”
Şeyda
gözlerini kaçırarak gider yatak odasına. İyice sarhoş olduğu yürümeye kalkınca
apaçık ortaya çıkmıştır.
Semih
duraklar, kanı donmuştur. Belki de hayatında ilk kez onu yatağa çağıran bir
kadın karşısında, bu isteğin nereden çıktığını düşünmektedir. Onun dünyasında
istemek, yapmak veya yapamamak vardır. Sebeplerle zaman öldürmek ona göre
değildir. Bir süre gezinir salonda. Dışardaki zeytuni yeşil lacivert gökte
yanıp sönen solgun yıldızlara takılır gözleri.
İçki koyar ve bir solukta içer. Küçücük adımlarla salondan çıkar, holde
bir süre duraklar. “Gelirken bana da içki getirir misin?”
Elinde içki
yatak odasına döndüğünde Şeyda’yı yatağa uzanmış bulur. Berrak gök mavisi geceliğiyle yatağa
uzanmıştır. Uzanıp içkisinden birkaç yudum alır. Semih omuzlarından yavaşça
dokunur, kaçırmadan güvercini tutmak ister gibi. Sonra uzanıp boynundan öper,
uyumlu bacakları başını döndürmüştür, dokunmaya cesaret edemez. Şeyda
hareketsizdir, ürperdiğini ve tüylerinin diken diken olduğunu fark eder Semih.
Her şeyi göze alıp ayak bileklerinden yukarı okşamaya başlar, eli dizinden
yukarı kasıklarına doğru yönelince aniden çeker bacaklarını Şeyda.
“Örtünün altına girelim…” Döner yanındaki
içkisini bitirir ve pikeyi üstüne çeker.
Semih yanına
yattığında epey uzaktadır. Yavaşça yanaşır, Şeyda’yı döndürür, bacakları temas
eder, dudaklarından hafifçe öperek göğüslerine dokunur dokunmaz zıplar Şeyda.
Örtüyü kapıp üstüne sararak ayağa kalkar.
“İmkânı yok,
yapamayacağım… Kusura bakma!”
Semih renkli
baksır donuyla bayram çocukları gibi kalmıştır yatakta. Sesi çıkmaz. Eliyle
çenesini ovuşturur bir süre, yanındaki içkisini diker kafasına. Sesini
yükselterek yanda kapısı kapanan odaya doğru seslenir.
“Senin bugün
normal olmadığını anlamalıydım.”
“Kusura
bakma dedim… Lütfen şimdi git ve…” Susar.
Semih ne
duyacağını merak etmekten alamaz kendini giysilerini giyerken. Yatak odasından
çıkıp girişteki gardıroptan kabanını alırken cümle tamamlanır.
“…lütfen
beni artık kesinlikle arama!”
Semih
kıpkırmızı olur.
Konuşmak
ister uzun uzun… Sesi çıkmaz. Eli kapının kulpunda yüzü sesin geldiği odaya
dönük, ona saatler gibi gelen birkaç dakika bekler. Dilinin ucuna gelenleri
tutar. Kenan’ın hıncını benden almak istiyorsun galiba, diyecek olur, yutar.
Kapıyı açar ve sertçe kapatarak asansörü bile çağırmadan koşarak iner
merdivenleri. Poyrazın dondurduğu Şubat gecesine karışır.
∘∘∘
_12_
Bir başka konu bu: Garnitür
Nerede olursan ol
Ölüm diye ne diye hor görmeli
O da ayrı bir bölümdür.
Behçet NECATİGİL (ö. 1979)
Mart’ın ilk
temizlik gününde Emine Hanım’dan Hamza’nın hastaneye yattığını öğrenir.
Pehlivanın istekleri, her aklına gelişinde biraz daha derine giren bir vida
gibi beynine saplanır Kenan’ın. Mutlaka bir şeyler yapmalıdır, ama nasıl? Doktor, hastalığın çok
ilerlediğini, ama yine de bilemeyiz tabii demişti. İki eliyle yüzünü ve göz
çukurlarını iyice bastırarak ovuşturmuş, derin derin göğüs geçirmişti. Çaresizlikten büyük dehşet var mı?
Hamza’nınki
gibi böylesine derinlerden gelen arzuları kendi öznel görüşleriyle
yönlendiremeyeceğini bilir Kenan. Dini konuları, istediğin yana çekebileceğin
günah perdesinin ardına gizlenmeden yorumlayacak parlak bir beyin bulmalıdır.
Entelektüel becerilerini ispatlamış standartları yüksek bir –İslami- düşünür…
Derin bir diş sızısı gibi taşıyordur bu soruyu haftalardır. İnsan becerileriyle
hayata dokunuyor; entelektüel becerileriyle yaşama değmesini bilen biri
cevaplamalıdır Hamza’yı.
Kahvaltıdan
sonra istemediği halde Hacer’i arar.
“Merhaba…”
Hacer
telaşlıdır. “Seni sonra arayabilir miyim?”
“Tabii…
Bekliyorum.”
Hava duru,
kuru soğuk dedikleri türden buralıların deyimiyle. Karlı bölgeler donmuş,
epeydir kar yağmadığından yollar açık.
Telefon
gelir Hacer’den. “Kusura bakma Kenan… Kasaba’dayım, polis savcıya sevk etti,
ona ifade veriyordum… Aile şikâyetçi olmuş. İzzet’in ölümünde benim kusurlu
olduğumu düşünüyorlar.”
Sesi pek
canlı değilse bile umutsuz değildir.
“Söylemiştin…”
Aylardır ilk
kez konuşuyorlardır, yürüyüş yolunda geçirdikleri o uzun karanlık ve soğuk
geceden beri.
“Sana
danışmak istediğim şeyler var…”
“Benim de,
öyle birikti ki konular…”
Hacer’in
soluk alıp verişinden yine eksik olmayan sıkıntılarından biriyle başının belada
olduğunu çıkarır. “Ne zaman gelirsin bu yana?”
“Şimdilik
istemiyorum, bazı şeyler oturmadan… iki gün sonra ben gene geleceğim Kasaba’ya,
burada görüşsek?”
Kenan önce
kararsız kalır, sonra uygun bulur. Değişiklik olur diye düşünür… Mars’ı Emine
Hanıma’a bırakırım. Hamza’yı da görürüm hem. İyi olur.
-2-
Ertesi gün
yürüyüş dönüşü Emine Hanım’ı kapıda bulurlar.
Uğultuyla esen dondurucu rüzgârda kızarmış kavruk yüzünü saklamaya
çalışarak kapıya tünemiştir. Başında başlık, ağzında atkı, hiç konuşmadan
kapıyı açar Kenan, eve girmesi için önce ona yol verir. İçeri girip soyunup
dökünmeden haberi öğrenir.
“Karakoldan
istiyorlarmış seni… Şu Hacer midir nedir, var ya, onun kocasının ölümü için,
muhtar seni bulamayınca bana sordu. Gitmezsen jandarma gelecekmiş…”
“Sağ ol
Emine Hanım.”
Hacer’i
arar. Endişeli değildir. Annesinin de
ifadesini almışlar. Savcı Şehir’den ayrılmamak kaydıyla bırakmış… Kasaba’da
görüşme planlarını değiştirmezler.
Ardından
İsmet’le konuşur, aynı görüştedir o da, sorun olmazmış… İsmet’in düşüncesindeki
hafif pusu Leman’daki Hacer kanısının etkisi diye yorumlar. Leman’a göre Hacer
tam bir zır delidir.
Kasaba’ya
İsmetle birlikte gitmeye karar verirler, Otel’in arabasıyla.
Erkenden
yola çıkarlar. Hava serin ama güneşlidir. Yolda telefonu çalar Kenan’ın, avukat
arıyordur… Dava sonuçlanmış, artık dul bir erkektir… Anlam veremediği bir hüzün
bastırır, bir rutin sona ermiş, yerini bilinmezlerin heyecanı almıştır. Avukat
ayrıca Şeyda’nın Büyükşehir’e geldiğinde ona mutlaka uğramasını istediğini
iletmiştir, görüşmeleri gereken önemli bir mesele varmış… Ne olabilir ki?
Saat on
sularında karakoldadır. Uygar bir karşılama ile ilk hoşbeşin ardından konuya
girer komiser. Kısa boylu hep sert bakan biridir. Gözlerini okumak neredeyse
imkânsızdır. Kimlik, adres falan gibi rutin soruları hızlı geçerler.
“Hacer’i
önceden tanıyor muydun?”
“Burada
tanıdım.”
“Ne zaman?”
“Kazanın
olduğu gün, Haziran olacak…”
“İlişkin ne düzeyde
Hacer’le?”
“Arkadaşız.”
“Mühendis
Bey, anla… Yatıyor musun onunla?”
“Hayır,
sadece dostuz…”
“Her gün yan
yanasın, öyle güzel biriyle… Benim yerimde otursan dediğine inanır mıydın?”
“İnanması
güç, haklısınız, ama doğru söylüyorum…”
Komiser’in
yüzünde tuhaf bir ifade belirir. Ne anlama geldiğini çıkaramaz Kenan. Sonra
birden konuyu değiştirir.
“Ne işin var
Kunduz’da?”
Anlatır
Kenan ve ekler:
“Pek çok
insan için inandırıcı olmayabilir…”
Komiserin
yüzünde kuşku yüklü bir gülücük yanıp söner.
“Evlisiniz?”
“Değilim,
sabah aradı avukat boşanmam sonuçlanmış.”
Önündeki
dosyayı kapayarak hızla kalkar.
“Hacer
birini arkasından sürükleyecek kadar güzel biri…”
Sorgulama
tekniği olacak bu zikzaklar.
“Doğru…”
“Mühendis
Bey! Burada doğruyu yanlışı biz ayıracağız, siz sorulara cevap vereceksiniz!”
Dik dik
bakar Kenan’a, öfke doludur.
“Anladınız
mı?”
Evet diye
başını sallar Kenan.
“Ne kadar kalacaksın Dağ’da? Keser. “Neyle
geçiniyorsun?”
“Biraz
birikimim var; bir süre…”
Komiser
etrafında bir tur atıp yerine geçer.
“Yani şimdi, diyorsun ki, işimi sevmedim,
canım sıkıldı, karımı da bıraktım, Dağ’a geldim. Ne yapmaya? Okuyup yazmaya…
Para bok gibi… Hangi kuş beyinli inanır buna?”
Bunu
cevaplaması gerekiyor mu, anlayamaz Kenan; belki de retorik sorudur, konuşanın
havasını bulmasına yarayan.
Komiser
sürdürür. “Bu senin hikâyen… bir de ben yazayım, sen tamamla, eksiği varsa,
tamam mı?”
Cevabını
beklemeden devam eder. “Hacer’le anlaştınız geldin Dağ’a, öldürdünüz kocasını,
şimdi birlikte yaşıyorsunuz… Her gün birlikteymişsiniz Dağ’da?”
“İyi dost
olduk, edebiyat… birleştirdi bizi…”
“Bak,
mühendis hocam, sen mekteplerdeki hocalar gibi bol hikâye anlatıyorsun… Onlar
çocukların kafasını karıştırıyor, sen kendi kafanı bozmuşsun! Mühendislik
okulunda mı kaptın bu virüsü, yoksa doğuştan mı lanetlisin? Mühendislikte böyle
palavralar olmaz ama… Şimdi tamamla benim senaryomu…”
“Onlar
gerçek dışı, deliliniz yok…”
“Seni niye
çağırdık buraya, delili sen göstereceksin… O okuduğun kitapları ağzından sokup
götünden çıkarırım, bilesin…”
Konuşmanın
işe yaramadığını görür Kenan.
“Başka
söyleyeceğim yok… Bundan sonrası avukatımla…”
“Pekâlâ,
şimdi sen savcıya çıkacaksın… Yolladıklarımızı salmasalar zaten mesele kalmaz
sokaklarda… Şimdi otur şöyle ve bekle…” Duvarın dibindeki sandalyeyi işaret
eder.
Bir saate
yakın oturur orada. Tam anlamıyla şaşkındır. Bilgisine başvurulacağını düşünerek gelmiştir polise. Suçlanacağı
aklının ucundan geçmemiştir. Anlattıklarının komisere pek inandırıcı
gelmemesini anlıyordur. Onun dünyasında söyledikleri “beline kazma vurulacak
saksağan” bile değildir… Sonra savcıya çıkarırlar Kenan’ı . Benzer bir diyaloğun
daha anlaşılır olanı geçer aralarında. Savcı elindeki polis raporundan okuduğu
halde tekrar sorar.
“Duygusal bir ilişki var mı aranızda, Dağ’da?
Öyle iddialar var.”
“Hacer’in
psikolojisinde birinin dediğiniz cinsten ilişkisi…”
“Yani?”
“Seks mümkün
değil! Kim olursa olsun. Ben de bilmiyorum neden olduğunu...”
Savcı notlar
alır, işaretler koyar önündeki sayfaya.
“Hep Dağ’da
mısınız? Ne yapıyorsunuz nasıl geçiyor gününüz?
Sorunun
nedenini anlamayan gözlerini yerde odanın kenarı boyunca gezdirir masa boyunca
yükseltip savcıyı bulur.
“Dağdayım,
yemek ve Mars’la gezintilerimiz dışında hep evimde odamdayım, masamda...”
“Mars?”
“Köpeğim!”
“Haber
vermeden ayrılmayın, şimdi çıkabilirsiniz.”
-3-
Kış
güneşinin parlattığı, her zerresini görebileceğiniz berraklıkta, süt köpüğü beyazı örtülü tepside sunulan bir
bardak demli çay gibi bir hava. Soğuk yakarak diriltiyor. Kızarmış yüzlerde,
olmuş erik gibi burunlar, işaret parmağınızla bir fiske vursanız düşecek gibi.
Başlığı, kabanı, kışlık yün pantolonu üstünde kazak, iç giyimi derseniz tam
teşkilatlı: bacaklarını ve üst gövdesini termal iç giyimin korumasına teslim
etmiş… Adliyeden yürür parka kadar. Raylar üzerinde açılmasını sağlayan
tekerlekleri kırık, çift kanatlı kapıdan içeri girer. Tek tük gezinen,
oturanlar vardır ağaçların altında. İnsanlar, avuç içlerinde çaktırmadan sigara
içilen, sıcak ama havasız kahvehanelere sığınmıştır, kümesine tüneyen tavuklar
gibi. Geniş taş yolda yürür, Kasaba’nın adını aldığı Osmanlı paşasının büstünün
önünden geçer. Hemen ilerde limonluğa benzer, kış için geçici olarak
kapatılmış, içerden elektrikle ısıtılan kahveyi görür. Henüz Hacer gelmemiştir.
Yandaki bankta, boynuna astığı simit kutusunu yanına indirmiş, nefeslenen yaşlı
bir simitçi oturuyordur.
“Merhaba.”
“Merhaba,
buyur…”
“Soğuk,
üşümüyor musun?”
Adam
birazdan kalkacağını işaret eder, ayakkabısının altına çaktığı tenekeyi yerine
oturtmaya çalışıyordur. Kenan bankın kenarına yarım yamalak ilişir.
“Buralı
değilsin?” Ayağını indirir yana döner.
“Bildin.”
“Ne iş
yaparsın?” Şöyle bir süzer, cevabı beklemeden sürdürür. “Evin vardır senin,
yazlığın da…”
Kenan
uzaktan görür Hacer’in geldiğini, hafifçe kımıldanır ve kalkar. “Amca bana
eyvallah, sana iyi işler.”
Camlı
kahveye doğru bir iki adım yürümüştür ki simitçinin seslendiğini duyar. “Araba,
araba da aldın mı, taksi?”
Sıcak bir
tebessüm yollamakla yetinir Kenan, belli ki mahallenin ilginç kişilerinden
biridir, ayakları tenekeli simitçi… Keşfedilmemiş bir dünyanın okunamayan
‘haritası’sı gibidir.
Henüz
masalar boştur. Köşede bir masaya oturup ısıtıcıyı açarlar. Hacer gri
pantolonunun paçalarını botlarının içine sokmuş, üstünde boğazlı kalın çivit
mavisi bir kazak ve uzunca neredeyse dizlerini bulan lacivert kabanı ile
dağcılara dönmüştür. Gözlerinin ışıltısındaki canlanmadan moralinin yerinde
olduğunu çıkarır Kenan. İş randevusundaymış gibi öpüşürler.
Tostlu,
çaylı, yumurtalı kahvaltımsı bir şeyler isterler. Hacer başlığını çekip alarak
ışıkta iyice sararmış kısa sarı saçlarını özgür bırakır. Daha çok bir
akademisyeni andırıyordur.
“Yakışmış
kısa sana!”
Kahverengi
gözlerini büzüp başıyla teşekkür eder Hacer.
“Galiba sona
geliyorum, artık görüşmek istemiyorum İzzetin ailesiyle.”
Ses çıkarmaz
Kenan, ilgilenen bakışlarıyla dinlemeye hazır olduğunu gösterir sadece.
“Neler sordu
Komiser?”
“Seninle
anlaşıp kocanı öldürdüğümüzü düşünüyor…”
“İzzet’in
ailesinin iyi tanıdığıymış o komiser, onların ağzından düşünüyor…”
Kenan
komiserin yanındaki şaşkınlığından söz etmez.
“Savcı
makul…”
“Evet.”
Hacer olumlu
bir duygu durumu içindedir.
“İçimden bir
ses bazı şeylerde sona geldiğimi…” deyip keser Hacer.
Susarlar. Kenan
mektuplardan sonra ilk görüşmeleri olduğunu düşünür. Hacer’in etkilenmediğini
görmekten mutlu olur. Sağlam kadın!
“Sana
Hamza’yı anlatmak istiyorum, şimdi hastanede, burada yatıyor.”
İstediklerini
getirirler. Kahvaltı ederken anlatır Kenan hasta Hamza’nın dileğini. Tahmin
ettiğinden fazla etkilenmiştir Hacer. Gözleri küçülüp yanakları çökmüştür. Hamza’yla ilk tanışmalarını, Köy kahvesinde
onu taciz eden adama söylediklerini, hastanede ilk ziyaretini tekrar anlatır
Kenan’a… Kirpiklerini ıslatan gözyaşının damla olup yanaklarına inmesini
önlemeye çalışır.
“Allah
kahretsin! Ne zaman biri gözümde adam olmayı hak ediyor, hayat dayanamayıp onun
başına bir çorap örüyor, sanki bana garazı var…” Görmek istemeyen bakışlarını
çevresinde dolandırır. “Köy’deki ilk dostumdur, burada tanıdığım ilk gerçek
insan…”
Kenan
tostundan ısırır.
“Ye bir
şeyler…”
Hacer
duymamış gibi konuşur. “Keşke Dağ’da olsak, yürürdük…” Masanın örtüsünü
çekiştirir. “Özel bir kulübe
yaptıracaktım, onun Dut’una…”
Kenan çayını
ve tostunu önüne doğru iteler. Toparlanıp önüne döner Hacer, tostundan bir
parça ısırır, üstüne soğumuş büyük bir yudum çay… Alçak sesle yersiz bir konuya
atlıyormuş gibi konuşur.
“İslam’ın
intihara, ötenaziye nasıl baktığını fellik fellik araştırmıştım bir ara…”
Boş bulunup
sorar Kenan.
“O neden?”
Budalaca
duyarsız bir şey sorduğunun ayırdına çabuk varır.
Hacer
gözlerini yere indirir. “Çok düşündüm ölmeyi, kaç kez ucuna geldim. Gerçi
babama bir şey yapmadığı için Tanrı’yı anlayamıyordum; ama insan tüm cephelerde
birden savaşa giremiyor.” Bir yudum soğuk çay daha içer. “Ötenaziyi anlamaya
çalışan biri var, beni ayakta tutanlardan biri. ‘Kimse kapıyı vurup çıkma
hakkımı elimden alamaz’ diyor. Geri kalanını akşam yollarım, bilgisayarında
okursun.”
Hastaneye
geç kalmayalım diye kahveden erken çıkarlar.
-4-
Hastanenin
ikinci katında hemen sahanlıktan sonra koridorun sağındaki ilk oda: üç yatak
var biri boş. Köşede Hamza yatıyor. Koca gövdesi el kadar kalmış, günlerce
dağda aç susuz kalmış eşkıyalar gibi çökmüş. Görünce tükenmiş fersiz gözleri
onlardan yana kayar, geri gelir, bir daha kayar. Mars’ın ameliyatından sonra
yarı baygın yattığı küçük kulübesinde onu görünce kuyruğunu mecalsizce
kımıldatması gözünün önüne gelir Kenan’ın.
Elini
sıkarlar. Bir süre sohbet etmeye çalışırlar. Hamza’nın dermansız gözlerinde
şükran duyguları okunuyordur. Ne kadar da kolay minnet gösterir yüce gönüllü
insanlar. Hamza’dan doktoru göreceklerini söyleyerek izin alırlar. Doktor
hastalığın çok ilerlemiş olduğunu başka bir yere gitmenin durumu
değiştireceğini sanmadığını söyler. En yüksek dozda ağrı kesici veriyor,
standart tedavi uyguluyorlarmış. Kısa bir süre, kâbus görüyorlarmış veya ıssız
bir adaya savrulmuş kazazedelermiş gibi çaresizlikten yılmış gözlerle
bakışırlar. Ardından lanetli yaratıklarmışçasına fiillerini kimsenin
seslendirmek istemediği iki cümle gidip gelir aralarında, hastanenin
formaldehit, etil alkol ve b-vitamini kokan havasında.
“Doktor bey
ne kadar daha…”
“Kesin
bilemeyiz elbette… ama diyelim altı ay…”
Buz gibi bir
sessizlik olur. Sonra yere bakarak teşekkür ederler, bir ihtiyacınız olursa
doğrudan ikisinden birini aramasını söylerler. Tam gidecekler doktor son
vazifesini ifa eden imam edasıyla daha derinden konuşur.
“ Sancılar,
giderek dayanılmaz olacaktır…”
Kenan
atılır. “Yapabileceğimiz, yapılabilecek bir şey?”
Başını iki
yana sallar doktor.
Dönüşte
Hamza’ya uğrayıp Emine Hanım’ın baktığı Dut’u merak etmemesini her şeyini
karşılayacaklarını söylerler. Koca adam çocuklar gibi sıcak teşekkür bakışları
yollar, gözlerinde ayrılışın hüznü yerine kavuşmanın ılıman iklimi baskındır.
Hastaneden
çıkarken Kenan’ın kolunu tutar Hacer. Unuttuğu önemli bir şeyi ayaküstü
hatırlamış unutmadan söylemek istiyormuş gibidir.
“Böyle bir
son! Hamza’ya, dev meleğe… Bunca pislik ortalıktayken…”
Hacer hemen
gitmesi gerektiğini söyler, annesi bekliyordur. Kasaba’nın kuzeyine minibüs
dolmuşların beklediği yere doğru yürürler. Konuşmazlar. Hayatın insanın sesini
kestiği dönemeçlerinden birindedirler. Kenan, hep tek başınayız diye geçirir
aklından. Eğer bir uygarlık, bir medeniyet varsa, bu tek başınalık içinde
insana yalnız olmadığını hissettirmelidir.
Öpüşürler
Hacer minibüse binerken, gözleri nemlenmiştir. “Büyük dostumdu Hamza. Köpekler
üstüne, ağaçlar üstüne konuşurduk. Kunduz’da olduğum her gün bir fırsat yaratır
onunla karşılaşırdım, oturur veya yürür bir süre sohbet ederdik. Bazen işine
uğrardım, girişte oturur birer çay içerdik.
Annem, ben, o epey kahvaltı ettik birlikte, görev sonrası giderken
gelirdi bizim otele… Odamdan arardı, abla bir emrin var mı, diye; aşağı
inerdim, oturur çay içer konuşurduk. Onun hayata bakış açışını yakalamaya
çalışırdım, içimden bir ses o ışıkla dünyayı görmenin bana iyi geleceğini
söylerdi… Her şeyden canları, ruhları, duyguları varmış gibi söz ederdi; başta
köpekler, ağaçlar, kuşlar, toprak… Şimdi gidiyor… Budala insanlar kim bilir
neler diyordu arkamızdan?”
Leman’ın
beyaz yüzünde onlara kuşkuyla bakan gözlerini görür gibi olur Kenan. Daha sık
görüşmeyi kararlaştırırlar Hacer’le.
Dağ’a dönüş
yolunda İsmet’e anlatır Hamza’yı. Suskun dinler anlatılanları araba kullanırken
İsmet. İki yanı karlı yollar, seyirciye teşekkür etmek için reverans yapan
balerinler gibi kar yükü altında eğilmiş çam ağaçları ile çevrilidir. Ayaza
kesmiş havadan gönlüne, hayatın trajik anlamının sızdığını hisseder Kenan.
İzlendiğini hisseder, ancak çevresinde
kimseyi göremez.
Otelin
önünde ayrılır İsmet’ten, gönülden teşekkürlerini sunmuştur. İsmet kimsenin pek
dikkatini çekmek istemeyen ancak dünyanın çarklarının üstünde döndüğü sessiz
çığlıklardan biridir.
Dağ’a
geldiğinden beri ilk kez ölmeyi isteyecek kadar yalnız hisseder, Köy yolunda
tek başına yürürken. Bu ruh halinden
çabucak kurtulmak zorunda olduğunu bilir. Yürümek her zaman olanca düşünceyi
başına üşüştüren göksel bir etkinliktir onun için. Bazen de böyle yerlere vurur
onu bu düşünceler, dayanmak zorundadır.
Yine de eve
gelmek güzeldir. Alt katın kaloriferini açar, üst katı kapatmıştır daha
ekonomik yaşaması gerekiyordur. Yukarı çıkıp bilgisayarı açar. Önemli bir mesaj
yoktur. Kendine bir kadeh rakı koyup yatağa uzanır. Mars da çoktan yanına
gelmiş gözlerini dikmiştir, beni de yanına al, diye. Başının küçük bir
işaretiyle kendini yatağa ışınlar, yanına uzanıp sarı kahve kafasını bacağının
üstüne uzatır. Eline bir kitap alıp
uzanır. Uyumuştur.
Telefon
sesiyle uyanır: Hacer. Söylediği bilgileri geçtiğini bildirir. Sesindeki coşku
Kenan’a iyi gelir. Kalkar bakar e-postasına:
“Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz…
Bazıları için ölümü seçmenin, kullanılması zaruri bir ayrıcalık olduğuna inanıyorum.
İntihar onu kimin seçtiğine bağlı… Bundan karnesinde zayıf geldiği için intihar
eden çocuğu tasvip ettiğim anlaşılmasın.
Kimseye intiharı tavsiye etmiyorum.
Biz burada yaşam karnesinde hiç zayıfı olmadığı halde
intiharı seçen adamı konuşuyoruz. Mezun olmuş adamı. İntihar edenin canını kim
alıyor? Merak etmeyiniz o istemezse bu dünyada yaprak bile kımıldamaz.
Caizin karnı geniştir. Siz asıl haramdır diyenlerin
dayanaklarına bakmalısınız. Ötenazi meselesi içler acısı. Ölüme değil yaşama ve
insana saygısı olan hiçbir bilinç ötenaziyi olumsuzlayamaz. Bilim insanları
bizim gibi normal insanları bir makineye bağlayıp zorla yaşatamaz.
Bireyin isteği hilafına organizmayı mekanizma
aracılığıyla yaşatma zorbalığını kabul edemem.
Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz.”
∘∘∘
__13__
Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (3)
Beni biçimlendiren aygıtı ne çevremde ne de irsiyetimde bulabiliyorum;
ömrüme karmaşık bir filigran basıp geçen meçhul merdanenin eşsiz tasarımı, ancak,
yaşam kağıdı sanatın lambasıyla aydınlatılırsa fark edilebiliyor.
Viladimir NABOKOV (ö. 1977)
Akşam işten döndüğünde ev kalabalıktı. Şeyda’nın ailesi, uzaktan
akrabaları, yeğenleri, hepsi iyi, tatlı, sevdiğim insanlar. Yemekler yapılmış,
masa hazırlanmış, eksikleri de benim getirdiklerim tamamlıyor olmalı. Şeyda
kapıdaydı, iyi görünüyordu, yeni hamile elbiseleri almış sanki başka biri
olmuştu.
“Nasıl durum, ne kadar var?”
Annesi erken davrandı.
“Bir aya kadar her şey olabilirmiş, ama bu yarın olmaz demek değilmiş;
nasıl oluyorsa, o kadar para alıyorlar yine de kesin bir şey yok ortada.”
Şeyda yaklaştı. “Ne yapmalarını bekliyorsun, doktor onlar, mucizeler yaratan asaları mı var?”
Salona geçtim, herkese en sıcağından merhaba demeye özen gösteriyordum.
Beceremediğimi hissettim. Odama geçip iki satır rahatlamak istediğimi
gözlerimin donukluğundan anlamış olmalıydı Şeyda.
“Hemen kaçıp yabanilik yapma, otur milletle iki çift söz…”
“Tamam…” dedim.
Yeğenlerden biri, pek çıkaramadığım ama İspanyol bir futbolcunun adı
olduğunu sandığım bir sözcükle başlayarak sordu: “….. ne yapar bu hafta, Kenan
abi?”
Boş gözlerle baktım oğlana, “O da
kim?” falan diyecektim, beni uzaydan gelmiş sanacaktı zavallıcık. Ne
ilgisiz biri! Bereket birisi başka bir soru attı ortaya ve konu değişti. Yemeği
kazasız belasız atlatmayı başarım, yeterince sıkılsam da bir kaza yapmadım.
Aferin aldım kendimden.
Bir ara punduna getirip izin istedim.
“Benim yarına hazırlanmam gerekiyor, kusura bakmayın.”
“Kusuru mu olurmuş?”
Şeyda’nın “Bak yine!” diyen kızgın bakışları çarptı yüzüme, aldırmadım;
güzel bir tenis maçı vardı televizyonda, müziği de hafiften açtım... Maç çabuk
bitti. Uzandım. Uyumuşum. Misafirler
giderken haber verdiler herkese güle güle dedim, yine gelin. İnsanlar gidince Şeyda
geldi yanıma.
“Yine yapacağını yaptın…” Suratı ekşimişti, sesimi çıkarmadım. Akşam erken
yattım. Şeyda’nın rahat etmesi için ben ayrı odada yatıyordum. Şikâyetim yok.
Gece yarısı ter içinde uyanıyorum, tam bir karabasan... Kalkıp oturdum
yatakta bir süre, anımsamaya çalıştım: Şükran’la yemek yiyoruz, kır lokantası
gibi açık bir alanda… Sonra üstü kapandı
lokantanın nasıl olduysa. Hoş bir ortam, güzel çok hafifinden bir müzik var,
çevreyi kirletmeyen. O susuyor ben konuşuyorum, sanırım yeni projeyi anlatıyorum.
Kalabalık bir grup giriyor birdenbire içeri, sağanak yağmur ardından sokakları
basan sel gibi doluşuyorlar: erkekler, kadınlar, yaşlılar gençler, üç dört
çocuk her boydan. En az on kişiler, espriler, kahkahalar gırla…
“İşte şimdi bulduk…”
Şükran fırlıyor. “Ah, kimler gelmiş, siz de nereden çıktınız?” Öndekilerle
selamlaşıp öpüştükten sonra bana dönüp kalabalığı işaret ediyor. “İşte benim en
yakın akrabalarım…” Sırayla hepsiyle el sıkışma. Bazıları öpüyor beni. Beş
yaşından on iki-on üç yaşına dek çocuklar koşuşturup duruyor. Onları da uzun
uzun tanıtıyor Şükran. Öylesine bir coşku içinde ki sanırsınız günlerdir
bekliyorum, nasıl yapsam da bu çocuklarla tanışsam şunları görsem diye
sayıklayıp duruyorum. Vaktimiz de sınırlı olmalı, canım çok sıkılıyor, gün güme
gitti diyorum. Masaları birleştiriyorlar, bana soran düşüncemi öğrenmek isteyen
yok. Kimin konuştuğu kimin dinlediği belli değil. Amaç birlikte olmak,
söylenilenleri anlamak değil. Yemekler geliyor, kimileri içki söylüyor. Müzik
istiyorlar, ses sonuna kadar açılmış. Küçükler kalkıp oynuyor, dans ediyor,
büyüklerden üçü de ortalıkta. Ben artık çıkalım diye düşünüyorum, göz kaş
anlatıyorum Şükran’a.
“Haydi hazırlan!”.
“İmkân yok! Çok ayıp olur…” diyor
Şükran.
Bu arada içkinin etkisiyle pistteki çiftetelli ateşleniyor. Birisi yaka
paça Şükran’ı atıyor orta yere. Eyvah! Bana da gelecekler. Telefonu çıkarıp
birini ararmış gibi yapıyorum ki musallat olmasınlar. Ne çare! Günün en popüler
şarkısı tıslak-tıslak temposuyla başlamıyor mu? İki kişi birden bitiyor omuz
başımda elimde telefonla tepinen çocukların içindeyim. İri göbeğini coşku ile
hoplatıp duran çam yarması gibi biri yukarlardan süzülüp sağ ayak başparmağımın
üzerine ani bir iniş yapmaz mı?
“Allah kahretsin!” Bağırarak uyanıyorum.
Kan ter içindeydim. Şükran nasıl izin verdi böyle bir zırvalığa? Ne biçim
insanmış, o da mı? Bir tek ben mi kalıyorum, ayrıksı? Şükran’a böyle
öfkelenmemiştim hiç. Saçmalama, rüya bu…
-2-
Kahvaltıdaydık, karşımda Şeyda, evdekiler henüz uyanmamış, nasıl olmuş
anlamadım. İşgal kuvvetleri komutanı kayınvalidem ve yeğenlerden bir kızcağız
bizde kalıyordu. Sabahın taze duygularını delik deşik eden süpermarketlerde
çalınanlara benzeyen yakışıksız bir müzik… Sesimi çıkarmadım. Şeyda’nın tuhaf
müzik zevkleri vardı. Şirket’teki yeni gelişmelerin hiçbirini anlatacak uygun
bir ortam bulamamıştım. Gün güne seyahatlerde rastlantıyla yan yana düşmüş
yolculara dönüştüğümüzü görüyordum. Mutlaka pragmatik, sığ bir cevabı olurdu,
eminim; derinlerde aranmak, işi yokuşa sürmek veya beyhude yük taşımaktı onun için.
“Son günlerde dalgınsın…” dedi. Bir şeyler var bana söz etmiyorsun,
sitemini algılayacak kadar tanışıyorduk.
“Bildiğin işler, işte…”
“Konuşmuyoruz… Nereye varırız, kestiremiyorum…”
Şeyda zekâsında birinin hâlâ böyle konuşuyor olması nasıl açıklanabilir,
diye düşündüm. Acaba ince alay mı söyledikleri? Başka anlamlar mı aramalıydım?
Başka dünyalarda yaşayıp aynı evde oturunca böyle oluyor… Belki de ikimiz de
biliyoruz oyunun bittiğini, ancak zamanın sarhoş okunun önünde sürüklenme
alışkanlığı öylesine baskın ki, bir türlü direnemiyoruz.
“Çay ister misin?” Elinde çay bardağıyla ayakta… Başımı salladım. Eğilip
benim bardağımı aldı. Doğuracak bir kadının güzelliği ancak bu kadar
korunabilir. Öylesine alımlı görünüyordu ki, konuşmadığı, akıl vermediği, beni
değiştirmeye çalışmadığı, iş kadını rolünü oynamadığı zamanlar…
Taşranın küçük kasaba hüznüne gömülmüş hissediyordum. Kahvaltı masası
Şeyda’yı yolcu etmeye geldiğim tren garındaki perona dönüşmüştü. Masada onun
yerinde şimdi Şükran oturuyor. Aynı hüzünlü resme hiç de aykırı düşmüyor.
Gönlümün içine düştüğü sis bulutları açılmak bir yana, yoğunlaşıyor. Aynı
perondayız hep birlikte, birazdan Şükran da atlayacak vagonlardan birine.
Biliyorum. Yok yere aranmayı bırakmalıyım, belaya sarmış olan benim, mucizeleri
arayıp duran, bıkmayan, sürekli yeni ışıklar kovalayan benim. Şükranı
uğurlamaya dün akşam lokantada karşılaştığımız kalabalık da gelmiş. Bağırış
çağırış, kıza sarılıp duruyorlar. Bana elveda bile diyemeden vagonun kapısından
dönmemek üzere kayboluyor Şükran.
“Bak sana ne yaptım.”
Şeyda elinde küçük bir tepsiyle döndü mutfaktan. Buğulu gözlerini Şükran’ın
kaybolduğu vagonun penceresine dikmiş olan ben, sevimsiz bir rüyadan uyanır
gibi kahvaltı masasına geri ışınlandım.
“Az pişmiş bir yumurta.” Erken yaz güneşi gibi ılıman tavırları Şeyda’nın.
“Eskiden anlatırdın, artık anlatmıyorsun işini…”
Önemli bir şey yok ki, bile diyemedim, telefonum imdadıma yetişti: “Bugün
görüşebilir miyiz?” Üretim müdürüydü.
Saate göz attım geç olmuştu. “Saat bir, uygun mu?”
Hızla yumurtamı yiyip çıktım. Öptüm Şeyda’yı, teşekkür ettim ona. Son
aylarda ilk kez iyi ayrıldık. Bebek, gelecek misafirimizin etkisi…
-3-
Haber verdiler, işe varmadan yönümü hastaneye çevirdim; Şeyda evden çıkmak
üzereymiş… Şirketi arayıp bildirdim. Tuhaf duygular içindeydim. Rastgele bir
uzay gemisine binip başka bir gezegene yelken açacakmışım hissine kapılıyorum.
Düşünebiliyor musunuz, bir vücuda sokmuşlar sizi, adına “hayat” denen, ne
başına ne kıçına aklının ereceği bir serüvende başrol oynayacaksınız… Saçma değil mi? Aklı başında adamın yapacağı
şey mi? Sorumlulardan biri de benim.
Bir de iyi kötü kafam çalışır diye geçinirim. Kendi başımı nerede, nasıl rahat
ettireceğimin içinden çıkamamışım, başka birini daha çekiyorum. Trafik
tıkalıydı, oldukça geç gidebildim hastaneye.
Şeyda’yı almışlardı doğuma. Tüm takım koridorları arşınlayıp duruyordu. Her
şey normal… Birkaç sözcüklük diyaloglardan sonra iletişimimiz kesiliyordu. Hep
böyle olur, nedenini ben biliyordum; onların ne düşündüğünü ise gerçekten merak
ediyordum. İnsan üç kelime konuşamadığı birileriyle aile olabilir mi? Aile
olmak ne oluyor ki? Şimdi sırası mıydı bunları düşünmenin, yeni birini
getirmeye karar vermeden önce düşünecektin... Ne yani, her şeyi bilerek yaptık
da bir bebeği mi düşünmeden ısmarladık? Nasıl gördüysek onu yapıyoruz, kim
nereye yönelmişse onu izliyoruz!
Çehrem pek karışmış olmalı, bana
dediler ki, kimdi söyleyen, kayınpederim sanıyorum, “Sen istersen biraz dışarda
hava al, haber bekle, bahçede, açılırsın.”
Başımı salladım. “İyi fikir,
teşekkür ederim.”
Merdivenlere yöneldim. Gökyüzü fazla parlaktı, çimle kaplı bahçenin
yeşilinde dinlendirdim gözlerimi. Bilmediğim bir ülkeden dilini bilmediğim bir
ziyaretçi bekler gibiydim, el kol hareketleriyle haberleşecektim. Ne kadar
zaman oldu bilmiyorum, çağırdılar. Koşarak çıktım merdivenleri.
“Umut geldi!” Anladım. “Şeyda gayet iyi!” Öyle kararlaştırmıştık, erkek
olursa Umut... “Bekle birazdan göreceğiz.” İnsanların heyecanı beni şaşırttı.
İçeri girerken düşüncelerim dondu sandım. Anesteziyi yemişim de bayılmak
üzereydim. Bebeği görünce kafama ceryan geldi. Uzaktan üst dudağıyla burnu
tanıdık göründü. Gözlerim doldu, çıkıp tuvalete attım kendimi. Suyu sonuna
kadar açtım, yüzümü iki elimle kapatıp eğilip ağladım, içimdeki her şeyi dışarı
atana, iyice boşalana dek… Şeyda’yı iyi buldum, sanki doğuran o değil, bendim.
“Gözlerin kızarmış?”dedi.
“Poyrazdan olmalı, bahçede dolaştım.”
-4-
Şirket’teki son iki yılıma durağan bir işle girdim. Ahkâm kesiyordum, bilgi
veriyordum, insanlar beni patron korkusuna dinliyor ama yine bildiklerini
yapıyorlardı. Yenilik diye getirdiğimiz yöntemleri görünüşte uygular
durumdaydık, aslında kafalarının yatmadığı apaçıktı.
Evdeki çarklar Umut’tan sonra tümüyle değişti, kayınvalide eve yerleşti.
Akşamları hemen sıvışıp odama süzülmeden önce Umut’un dünyaya yeni açılan
gözlerine bakmaktan tuhaf bir zevk alıyorum. Neyi nasıl gördüğünü düşünmeye
çalışırken kendi küçüklüğüm canlanıyor hayalimde. Kendi kundağımdan
gözlediklerimi anımsama çabalarım başımı döndürüyor, hoş bir esriklik içine
giriyorum. Umut’un yanından çıkıp odama süzüldüğümde artık eskisi gibi pek fark
eden olmuyor.
Hoş bir telaş içinde dönüyordu çarklar, arada bir evde miyim değil miyim
diye gelip bakıyordu birisi, sonra tek söz etmeden sessizce kapıyı çekiyordu;
yalnızlığımın büyüsünü bozmamaya çalışmaları hoşuma gitmiyor değildi. Böyle
anlarda, beni daha az görünür yaptığı için Umut’a borçlu hissedip
gülümsüyordum.
Daha çok okuyordum, daha uzun yürüyüşlere çıkıyordum.
Şükranla görüşmemiz kesilmiş gibiydi. Umut’un doğduğu günlerde rüyalarıma
kadar giren kuşkularım oldu onun hakkında. Beni hep dinleyen şefkatli
bakışlarının arkasında, yalnızlığımı vicdan azaplarıyla zehirleyecek birlikte
vakit geçirme ısrarlarıyla karşılaşacağımdan kuşkulanıyordum. Şeyda’dan sonra
büyük budalalık olurdu yeni bir hata. Kendimi iyice tanıyıp yapmak
istediklerimin bedeli her neyse ödemeliydim. Kafamda aramıza koyduğum mesafe
ilişkimize yansımıştı, görüşmez olmuştuk. İnanmayacaksınız, nişanlanıp
nişanlanmadığından bile haberim yoktu.
İşteki doyumsuzluğumu kitaplarım arasında ve yoğun spor yaparak gidermeye
çalışıyordum. Şikâyetçi değildim ama bunun böyle sürmeyeceğini görebiliyordum.
Bu minvalde geçirdiğim bir yıla yakın süre içinde içimdeki boşluğu çırılçıplak
gördüm. Ne zaman başım sıkışsa can
simidi gibi koşup sarılacağım bir beceriyi geliştirebilmeliydim. Bir daha
kafamdan hiç çıkmayacak olan bu düşünce virüsü işte o dönemde peydahlanmıştı
bende.
Çok sürmedi, bana sihirli bir ayna tuttuğuna inandığım bu evre. Bir akşam
Umut ateşler içinde ağlayarak uyandı. Koşturup iyi hastanelerden birine
yetiştirdik.
Sonrasını biliyorsunuz…
Umut’u kaybetmemizden birkaç ay sonra evde hayat tümüyle donmuştu. Şeyda
bile kendi kabuğuna çekildi. Haftalarca konuşmadığımız oluyordu. Bense,
görünüşte peşinde olduklarımı zaten artan bir hızla küçümser duruma geldiğimden
fırtınada karaya bindirmek üzere olan bir tekne gibi radikal kararlara
sürüklendiğimi hissediyordum. Kendimi kandırmaktan vazgeçtim; nasıl olsa belirsizlik içindeydik, hiç
olmazsa bildiğim şeyleri yaparak sezgilerimi sınamalıydım.
Bu düşüncelerle boğuşup durduğum günlerden birinde, öğle yemeği sonrası
kapımı çekmiş yanımda taşıdığım kitaplardan birinde işaretlediğim bölümleri
gezinerek okuyordum. Oldum olası ısınamadığım yemek muhabbetlerinden
sıkıldığımdan odama erken dönmüştüm. Eskiden kendimi insanlarla diyaloğa
zorlardım, şimdi iplemiyordum, gönlümün çektiğinin peşindeydim.
Kapıda bir tık duydum. Nasıl şaşırmam?
“Şükran! Gelsene.”
Uzun bir süredir mesafeli soğuk selamlarla yetiniyorduk. Umut’un ölümünde
başsağlığına gelmişti, görüşmüş, acılardan konuşmuştuk. Ondan beri ilkti bu,
koltuğa oturdu, ben de masamdan kalktım, yanına geçtim. Çay söyledik. Epeydir
birlikte olduğu nişanlısından ayrıldığını anlattı. Üzüldüğümü söyledim. Pek
öyle olmadığını biliyordum; sözlerimin tersi olan gerçek duygularımın yüzüme
yansıdığını ve onun da bundan hoşnut olduğunu sezmiştim. Neden bilmiyorum, onu
görünce çocukça duygular içine giriyordum, dizlerine yatıp sesimi çıkarmadan
masal dinlemeyi beklemek gibi…
Nasılsın, ne düşünüyorsun diye sordu. Son aylardaki karanlık bakışlarımdan
huysuz, aykırı düşünceler içinde olduğumu sezdiğini sanıyordum.
“Bu işleri bırakıp çekip ormanı bol bir yerde kendimi bulmak istiyorum.
Ağaçları budar gibi, istemediklerimi koparıp atmak hayatımdan…” İlk kez bu
düşüncemi seslendirdiğim kişi oluyor Şükran.
“Ne zaman?”
“Her an.”
“Beni arar mısın, giderken veya gittiğin yerden?”
“Yanlış fikir vermeyeyim sana Şükran…”
“Eşin?”
“Sonuna geldiğimizi görüyorum.”
Son konuşmalarımız oldu bunlar Şükran’la, bir ay sonra işi bırakıp Kunduz’a
gittim.
-5-
Yapmak
istediğim hayatın neye benzediğini çıkarmaya çalışmaktı. Ezberimdeki hazır
cevaplar merak edilecek bir şey olmadığına beni ikna etmeye çalışıyordu. Her
insanın özel bir ‘şey’ –isterseniz ‘iş’ diyebilirsiniz- için dünyaya gelmiş
olduğunu düşündüğüm zaman duygularım beni destekliyordu. Bana verilen beyindi,
sinir donanımıydı… hepsi mutlaka bir ‘işi’ işaret ediyor olmalıydı; gizli
tutulmuş, keşfedilmeyi bekleyen bir ‘işi’... Tutkuyla sarılacağım, can simidi
gibi yanımda taşıyacağım bir beceriyi…
Bu düşünceyi
biraz daha ileri götürüp herkesin ‘gizli bir görevi’ var bu dünyada, diyenlere
hak vermeye başlamıştım: “Her yaşam gizli bir görevdi”.
Hayata
nereden bir pencere açarsam açayım, dindar olayım, solcu veya sağcı olayım,
itikatım, meşrebim, güvendiğim bilgi ne olursa olsun, bu yaklaşımda hiçbirine
ters düşecek bir şey görmüyordum. Genel bir doğru gibi geliyordu bana.
Keşfetmem gerekiyordu işimi; işim
‘ben’dim. Asıl macera buradaydı. Toplum kimin hangi işe uygun olduğuyla ilgili
değildi. Ayakta kalmanın, yemenin, içmenin, barınmanın, eğlenmenin, seksin gereksinimlerine dönmüştü yüzünü.
Gündelik hayattaki güç ve gurur yarışı bunu gerektiriyordu. Sağ kalmanın hoşça
vakit geçirmenin, eğlenmenin konularıydı bunlar. Tutkularım yalnızca beni
ilgilendiriyordu…
Neden rahat
ediyordum böyle düşününce? Önüme bir yol açılıyordu, o yoldan yürüyerek seçimlerimi yapabilirim sanıyordum.
Bana öyle geliyordu ki, insanlar, bir ucunda “yapmaya çalışanlar”, diğer ucunda ise “anlamaya çalışanlar” –biraz fazlaca düşünenler- bulunan bir yelpaze
içinde sıralanıyordu. Yelpaze içindeki herhangi bir yerin diğerine karşı
üstünlüğü yoktu; önemli olan kendi donanımına uygun yeri seçebilmendi.
Çoğunluk “yapma” ucuna yığılmıştı. Sokakta, iş hayatında, politikada… Az plan
yapıp, az düşünüp ‘deneme-az yanılma’ yordamıyla yürüyorlardı bunlar. Mantıkları “Alışkanlık”a
yaslanmıştı. Geçmişe bakarak geleceği kestiriyorlardı. Alışılmış, kutsal ve
mantıklıydı onlar için. Tekdüzelikten çok rahatsız değillerdi, ‘can sıkıntısı’
dertleri pek yoktu. Düşünenleri, hızlı adım atamayanları oyun dışına iterlerdi.
Hızlı cevapların dünyasında yaşıyorlardı; felsefeyi, bilimi, sanatı, genellikle
hayatın ritmine aykırı bulurlardı. Bu raconuna uygun tutumlar şunlardı:
“Felsefe
yapma dostum…”
“Sen hikâye
anlatıyorsun, be güzel kardeşim!”
Yelpazenin “anlama” ucunda ise, alışılmışın
tekdüzeliğini, geleneklerin bilgeliğini, sağduyunun ezberlerini kurcalayanlar
vardı. Ben kendimi bunlar arasında görüyordum, bu nedenle de rahatsızdım.
Şeyda’ya bunu anlatamıyordum.
Aslında bu
ikinci grupta olanların, Dünya’nın neresinde olursa olsunlar, başları biraz
beladaydı, can sıkıntısı peşlerini bırakmıyordu. Tekrarlardan, monotonluktan
hazetmiyor hep yaşamın kendilerince parlak buldukları renklerini
kovalıyorlardı.
İşin can
alıcı yeri şurasıydı: Yaşamdaki gizli görevinizi keşfetmek peşindeyseniz “anlama yetinizi” kullanmayı seçmişsiniz
demekti. Aradığınızı bulmadan rahat yoktu. Yoksa geçim sıkıntısını aştığınız
ilk durakta can sıkıntısı boğazınıza sarılacaktı.
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder