AŞK DAĞDAN İNMEZ- (Roman; Bölümler: 1-2-3)





_1_


















Sanatın başarısı bizi güldürmek, ağlatmak, öfkelendirmek veya cinsel arzularımızı körüklemek değildir. Doğanın yaptığı gibi bizi hayranlık ve şaşakalma duygularıyla beslemektir.
                                          Gustave FLAUBERT (ö. 1880)






Hayatlar kendimizi aradığımız oyunlardır. Böyle düşününce rahat ediyordur… Hedefe yaklaştıkça mutluluk duyar, uzaklaştıkça kederlenir mahzun oluruz… Tuhaf olanı, hedefe en yakınken yarışa başlamamız ve giderek uzaklaşmayı marifet bilmemiz.
Kendimiz olarak doğuyor, yaşadıkça sahteleşiyoruz.
Bir yerden sonra oyun geçmişe yolculuğa dönüşüyor… Bazen ortalarda bir yerde ipi göğüslemeye çok yaklaşıyor, sonunda yine kaybediyoruz.   
Yokuşun başına gelince tepeden görür Kasaba’yı. Otomobili vitesten atar, hızını düşürüp yavaşça yolun kenarındaki karaçamın altına çeker. Kasaba’nın ufuklara uzanan yeşilliği, içindeki kuşku kıvılcımlarını biraz olsun söndürür. Rahatlamış hisseder. Arabadan çıkar, ilerdeki çeşmede ellerini ve yüzünü yıkar. Çamın alt dallarında cıvıldaşan serçelerin huzuruna imrenir.
Telefonu kapalıdır, açmaya yeltenir, hayır bu kafayla kimseyle konuşamam… Telefonu cebine atar. Gökyüzünde gelişi güzel serpiştirilmiş birkaç bulut kümesi vardır. Sırtını çama verip oturur, ayaklarını uzatır. Sigarayı bırakmamış olsa, tam da ‘anasını satayım’ kıvamında bir sigara yakılacak zamandır. Gözlerini bulutlara çevirir, bir süre sessiz kalır. Bulutların süt köpüğü duruluğundaki ilahi beyazının, tertemiz bir vicdan gibi içine sızmasını ister. Düşüncelerini de temizler mi bulutların akı, sağduyularından arındırır mı acaba? Başka türlü Allah’ın cezası özgürlüğü tadacağı yoktur…
“Abi, Kasaba’ya mı?” On yaşlarında yüzü gözü toz toprak, sert kumral saçları alnından kaşlarına yürüyen bir oğlan çocuğu, meraklı gözlerle ona bakıyordur.
“Evet, Dağ’a...”
Kasabalılar Kunduz Dağ’ına ‘Dağ’ der, kısaltır.
“Ne güzel! Ben daha Dağ’ı görmedim.”
“Öyle mi? İster misin, Dağ’a çıkmayı?”
Elindeki ince dalı havada kamçı gibi savurur.  “İnsan istemez mi be amca! Sen niçin…, yani sizin gibi büyükler?”
“Ben? Yoruldum galiba, dinlenmek falan…”
Beyaz yüzlü, sert saçlı çocukta kendi çocukluğunu görür. Epey sohbet ederler. Okuyormuş, dersleri gayet iyiymiş, en iyisi de matematik… En çok nede para varsa onu okumak niyetindeymiş.
Bu yaşlarda babasıyla sinemaya giderlerdi, kasabanın ahşap, her ayağa kalkanın ağırlığı altında son nefesini veren bir hasta gibi inleyen, içinde sigaradan göz gözü görmeyen sinemasına. Hep kahramanlar arardı gözleri, güçlüler, zenginler, havalılar, herkesin hayran hayran baktığı kişiler… Onlara ‘bizden’ derlerdi, kendi de ‘biz’in içinde keyifle ve huzurla yerini alırdı.
Çok sonraları öyle bir ‘biz’i bulamamanın hayal kırıklığını çekecekti.
Çocukluğunu özleyenlerin hep aradığı, kısacık ömürlü kelebekler gibi yalnızca hayallerde yaşayan ‘biz’i…
Vedalaşırlar diken saçları kaşlarına inen çocukla.


-2-

Kasaba’ya giden yol Çamlık korusunun önünden geçer. Yolun iki tarafında telaşsız adımlarla gezinen ikili üçlü gruplar vardır çoğu zaman. Birkaç kilometre daha giderseniz, sağ tarafınızda, ortasında Kasaba’ya adını veren  Osmanlı paşasının büstü bulunan küçük bir park görürsünüz. Yavaş hareketlerine imrenmeden edemeyeceğiniz erkekler –kadınlar pek sık görülmez- oturmuş bir şeyler içerler burada, dünyada olup bitenleri zerre kadar sallamadan tandır kebabın lezzetini, buğday başaklarının gürlüğünü, tütün yapraklarının zenginliğini, belediye başkanının kaldırım ihalesinden kaç para yediğini konuşurlar… Daha doğrusu bunları konuştukları izlenimini alırsınız ve bu izlenimlerinizi sorgulamaya gerek görmezsiniz. Böyle bir dinginlik ve sükûnette başka ne olabilir ki, diye geçmiş olabilir içinizden.
Kenan parkın giriş kapısı önüne çeker arabayı. Karşıdaki avukat yazıhanesini hizalar. Böyle ufak tefek simetri takıntıları vardır. Biraz ilerdeki bakkal dükkânına yürür. Alış-veriş eder, bisküvi cinsinden şeyler… Oradan kırtasiyeciye, kağıttı, defterdi, kalem ucuydu, silgiydi, yazıcı kartuşuydu, aklına düştüğü kadarıyla bir şeyler alır. 
Birkaç dakika sonra dağ yoluna koyulmuştur. Önce kuzeye sonra batıya yönelir yol. ‘Kunduz Dağı’ yazan tabelanın gösterdiği yöne sapınca kısa boylu yorgun karaçamlarla tanışırsınız öncelikle, yolun iki yanına dizilmişlerdir,  ağır konuklarını ağırlayan ülkenin öğrencileri gibi; ancak çamlar gönüllüdür. Biraz yükselince sarı çamlar görünmeye başlar. Bir saate yakın gitmiş olmalı, çamların ve kayın ağaçlarının ortasından kıvrıla kıvrıla tırmanan dağ yolunda, Ovacık Yayla’sını tepeden görünceye dek… Kesilmiş ağaç kütüklerinin istif edildiği, göz alabildiğine uzanan uçsuz bucaksız bir çimenlik evrenin büyük bilinmezlerine nispet yaparcasına uzanıyordur karşısında… Bak bakalım anlayabiliyor musun? Çarpılır. Muhteşem bir yeşil denizi ufuklara kadar uzanıyordur. Ovacık Yaylası’nın üç yanında, umut, coşku ve sevgi duvarları gibi yükselen Kunduz Ormanı, kutsal bir çatı gibi üstünü kaplayan sisle, Tanrı’yı özenle sarıp sarmalamış bir büyülü mabede benziyordur. Çimenliğin ortasında, baygın akan Ovacık Deresi ile rastgele yerleştirilmiş orta büyüklükte ve kıratta beş otel. Heyecandan kendinden geçmiş, her türlü duyumsal uyarana kendilerini kapamış vect halindeki sufileri çağrıştırıyordur oteller.
Kunduz Ormanları ıpıssızdır.
Bu ikinci gelişidir, birincide de ormanı çok sevmişti; ama şimdi sanki hipnotize olmuş, alışık olmadığı bir duygunun derin titreşimleri tüm hücrelerini yerinden etmiştir. Bu ihtişamı kaçırırım korkusuyla donup kalmak ister. Belki de bu denli etkilenmesinin nedeni içinde bulunduğu ruh halidir. Epeydir kendisiyle başı sıkıntıdadır; Kunduz’un yeşili, belki de önce azdırıp sonra merhem olacaktır başındaki bu belaya… 
Otellerin isimlerini okumaya çalışarak Dağ Otel’i bulmaya çalışır. Batıya doğru üçüncü oteldi Semih’inki… Babası Kasaba eşrafındandır. Zamanında burayı yazlık olarak yaptırmış, epey bir süre yalnızca yazın gelmişler, sonra da yandaki arsayı da alarak yirmi yataklı bir otele çevirmişlerdi.     
Arabayı park eder. Yavaşladığını, adımlarının küçüldüğünü hisseder. Ortama ayak uyduruyor olmalıdır. Bilinçli olarak hep daha yavaş hareket etmek isterse de bir türlü beceremezdi, kendini bir koşuşturma içinde sağa sola saldırırken yakalardı. Sevinir, bir anlık da olsa, ılık bir yüksek moral aurası bütün ruhunu sarmalamıştır. Sebebini çıkaramadığı bir sevinçle hazır hisseder her şeye. Günlerdir ilk defa hissediyordur böylesine sahici bir coşkuyu. İçindeki gücü herkes görsün ister, silik bir gülücüğü yapıştırmaya çalışır yüzüne. Ancak içindeki pırıltı uzun sürmez, saman alevi gibi çabuk geçer.
“Buyur abi.” İnce uzun, kara kuru bir genç, tezgâhın ardında;  sıcak, samimi bakışları var. “Kenan Bey?”
“Evet…” Ona doğru ilerler. “İsmet Bey yok mu?”
“Burada abi, birazdan gelir, trafoya bakmaya gitti.” Resepsiyondan dışarı çıkar. “Sizi bekliyorduk, şey… benim adım Cemal, odanız hemen ikinci katta, eşyalarınızı alayım. ”
Odası ormanın güney kanadına bakıyordur. Cemal’e bahşişini verir. Biraz sohbet ederler. Patronun arkadaşı olduğunu biliyor ona göre davranıyordur.
Memnun olur Kenan, eşyalarını yerleştirir. Kitapları için istediği iki adet kitaplığı ve büyükçe bir masayı da koydurmuştur odasına İsmet Bey. Kitapları neredeyse doldurur kitaplığı.
Akşam olmak üzeredir, küçük bir tur için dışarı çıkar. Hava iyice serinlemiştir. Kabanıın altına kazak giysem iyi olurmuş, diye geçirir içinden ama geri dönmez. Akşam Ovacık’a kanlı trajedilerin sonunda sahneye inen tiyatro perdesi gibi hüzünle iniyordur. Kunduz ormanları daha da kararmış, otellerden dışarıya gönül sızısı gibi kızıl sarı bir aydınlık vurmuştur.


-3-

İlk akşam dere kenarında attığı küçük turun ardından sıcak bir çorba içer, duş alıp  yatar. Beklentilerinin aksine deliksiz uyur. Sabah erkenden gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayıncaya dek şaşkınlık geçirir. Tam karşısındaki boydan boya pencerede, dalga dalga mora dönen koyu yeşil bir tablo sislerin içinden uyanıyordur. Yataktan atar kendini, pencerenin perdesini sonuna kadar açar, seyreder uzun uzun, ormanda yürüyen birinin temiz havayı içine çekmek istemesi gibi, karşısındaki görüntüyü beynine kazımak istiyordur.
Dağ Otel iki katlı, on dört odalı, üç yıldızlı bir otel. Kenan’ın odası ikinci katın köşesinde. Ormana bakan pencerelerin karşısındaki duvara yatağını dayamış, yatağın biraz ilerisine ve geniş odanın neredeyse tam ortasına çalışma masasını yerleştirmiştir. Tam karşısındaki sarıçamların, kayınların arasında oturuyor gibidir. Bu masayı İsmet nereden bulmuş? İki kitaplığından birini masasının arkasına duvara yaslamış, diğerini ise masanın solunda kalan yan duvara bitiştirmiştir. 
Doğru yerdeyim, diye geçirir içinden. Tıraş olup erkenden kahvaltıya iner. Dışarda oturmak için hava henüz serindir, ormanı doğrudan gören camın kenarındaki bir masaya oturur. Kahvaltı servisini de Cemal yapıyordur. Çayla birlikte tek yumurtalı omlet, zeytin, domates ve kızarmış ekmek ister. Kahvaltının sonuna doğru İsmet Bey güleç yüzüyle görünür.
“Hoş geldiniz…” Ses yapmasın diye kaldırarak çektiği sandalyeye oturur. “Akşam uğrayacaktım, erken çekildiğinizi söylediler, rahatsız etmek istemedim.”
“Sağ ol İsmet Bey…”
“Bey’e gerek yok be abi…”
“Yabancılarla çalışırken bile ben bu işe zor alıştım; yirmi beşmiş, yetmiş beşmiş, hiç fark etmez onlarda, biliyorsun, herkes birbirine adıyla… ”
“Nasıl buldun, beğendin mi Kunduz’u? ”
“Gelmiştim daha önce, burası otel olmadan. Küçücük bir evdi…” Oteli işaret eder.  “Çevre değişmemiş, oteller yapılmış…  ama aynı vahşi, rahatlatıcı güzellik…”
Buraya niçin geldin, ne kadar kalmayı düşünüyorsun, diye sormaz İsmet. “Odanı beğendin mi?”
Kenan atılır. “Bak unutuyordum, kitaplıklar, masa… Nerden buldun bu dağ başında onları?”
Memnun olur İsmet. “Kunduz Otel’in sahibi, bilmem tanıyor musun, Leman Hanım, soruştururken onun deposunda çıktı...”
“Şansa bak…”
İsmet ilk gün fazla tutmak istememiş olacak, iyi günler, deyip ayrılır.
Yarım saat sonra birkaç kilometre ilerde olduğunu öğrendiği köyün yolundadır. Kalın kışlık eşofman altının üstüne siyah kabanını geçirmiştir, başında yün bir başlık, ayaklarında yürüyüş ayakkabıları...
Derenin yanından kuzeye, Köy’e giden patikaya sapar. Serin, ıslak yaprak kokan kuzey esintisi hafifçe dokunuyordur. Bir kaybolup bir gözüken bahar güneşinin, ağaçlardan sıyrılabildiği kadarıyla yola ölgün lekeler yollamanın ötesinde bir gücü yoktur. Ağaçlar uzun ömürlerinin herhangi bir günü olmasına karşın her şeye yeni başlıyormuş gibi canlı, diri ve heyecanlı, toprak yumuşacık, uysal ve sevecendir. İçindeki karmakarışık duygular doğaya kaynaşıyor, pişmanlıklar törpüleniyor, kızgınlıklar yatışıyor, sanki bir güç onu kendisiyle barıştırmaya çalışıyordur.
Bir saatlik yürümenin ardından girer Köy’e. Meydandaki kahvehane neredeyse boştur. Yolun kenarındaki çamların altında çay içen üç kişinin dışında kimse görünmüyordur. Selam verip önlerinden geçer. İlerdeki dört yol kavşağından sağa döner, yüz metre kadar ilerde köyün minik camisi görünür. Daracık yolun iki tarafında, bazıları kâgir, bazıları ahşap, bazıları da karkas tek katlı veya iki katlı evler dizilmiştir. Bir kısmının ikinci kat kolonlarından filiz demirleri fışkırıyordur.
Ara sokakların birinden altın sarısı, göğsünün ortası ve patilerinin üstü beyaz, kokerden biraz daha dikçe, uzun bacaklı, henüz yaşını doldurmamış bebek suratlı bir erkek sokak köpeği koşarak yaklaşır yanına. Cebindeki bisküvilerden bir iki parça uzatır, başını okşar. Camiye kadar arkasına takılır Kenan’ın. Camiye dönünce duraksar, arkasından pür dikkat izlemeyi sürdürür, içeri girince gözleri kapıda asılı kalmıştır.
Ayakkabılarını çıkarıp eline alır ve küçücük, belki de hayatında gördüğü en sıcak ve sevimli camiden içeri girer. Zemin, çatı ve çatının üstünde yükseldiği kolonların hepsi ahşaptır. Yerler bölgedeki köylerde dokunan kilimlerle kaplanmıştır. İlerler, mihrabın önündeki safın sol ucuna duvar dibine çöker, ayakkabılarını hemen yanındaki rafa bırakır.
Belki de yirmi yıldır ilk defa camiye adım atıyordur. Anlam veremediği bir hüzün, aniden çöküveren Kunduz Ormanları’nın sisi gibi inivermiştir üstüne. Bir mihraba, bir minbere gidip gelir gözleri.  Küçüklüğünün camilerinden çok farklıdır burası. İlkokul öncesi, iki yılı aşkın bir süre beş vakit namaz kılmıştır. Çok eskilerde kalmış, neredeyse unutulmuş gerçek bir dostun hiç beklenmedik bir anda çıkıp gelmesi gibi üşüşmüştür kafasına çocukluk anıları. 
Camide kimse yoktur. Oturduğu yerden dua eder. Gözleri kapalı konuşur kendisiyle, Kunduz Ormanları’yla, Ovacık’ın kurbağa yeşili çimleriyle, Allah’la… Yavaş yavaş, heceleye heceleye, her bir kelimenin içine anlamlarını zerk ederek… Yapmak istediklerini anlatır; becerebilmek için güç, sabır, metanet, dayanıklılık diler…
Çıkış merdivenlerinden inip yola girdiğinde sarı köpeği bekler bulur. Zıplayarak kalkar yanına gelir. Çömelir, kafasını okşayarak konuşur onunla; anlayarak bakan gözleri Kenan’a çivilenmiştir.


-4-

Keltepe’ye çıkıp Kunduz Ormanı’na bin yedi yüz metreden bakmayan, sis bulutları altındaki kayınların, köknarların, sarıçamların kuzey rüzgarları altında yaralı  bir aslan gibi inlemesini de  duymamıştır. Dağla ormanın nasıl bir haşmetle kucaklaştığını bilmez, orman bağımlısı olmanın nasıl bir şey olduğunu hayal edemez. Keltepe’de bir bardak çay içerseniz, ne yapıp eder, bir yolunu bulur, tekrar düşersiniz başı hep dumanlı bu yangın gözetleme tepesine.
Tepe taraçalanmış, altta rahatça oturulabilecek geniş bir teras, bir metre kadar üstünde arkadaki derin yamaca bakan ağaç dallarından korkuluklarla korunmuş bir üst taraça yapılmıştır. Alt terasta oturur dinlenir, yukarı çıkar, aşağıdaki uçurumun dibinde koca bir orman kütlesinin dev bir yeşil anakonda yılanı gibi kımıldamasını izlersiniz.
İsmet’le Kenan alt taraçada serili kilimin üstüne uzanırlar. Mars’ın keyfine diyecek yoktur, ağaçların arasında dolanıp durur, rastladığı her dal parçasını, humus öbeklerini, çürümeye meyletmiş kahverengine dönmüş yaprak kümelerini derin derin koklar, her sese uzun, anlamak isteyen derin bakışlar atar, kulak kabartır. Köyde karşılaştığı köpeğe Mars adını vermiştir Kenan. Karşılaşmalarından iki gün sonra Kasaba’ya sağlık kontrolüne götürdü. Veteriner aşılarını yaptı, nasıl beslenmesi gerektiğini anlattı. Bir hafta sonraya kısırlaştırma ameliyatı için gün verdi. Büyükşehir’den hazır mama getirtti. Yedi-sekiz aylık ya var, ya yokmuş, sağlığı da gayet yerinde.
İsmet Mars’ın kafasını okşar.
“Ne şanslı köpek!”
“Şanslı olan ben miyim, yoksa o mu?”
Mars söylenenleri anlamış gibi Kenan’ın yanına gelir, yüzünü yalayarak cevap verir. Artık alışmıştır bunlara, ilk günler yüzünü yıkardı hemen. Şimdi kimse Mars’dan ona kötü bir şey geçeceğine inandıramaz. Belki de ‘Ne gelirse razıyım’ tevekkülüdür onunkisi.
Keltepe ve Sarıçiçek yangın bekçilerinin yaz boyu bekledikleri yangın gözetleme tepeleridir. Kenan ne zaman moralinin zayıfladığını hissetse soluğu bu tepelerin birinde alır. Aslına bakarsanız onu Kunduz’a yönelten en önemli nedendir bu tepeler. Yüksekleri düşündüğü anda yenilenmiş hisseder, coşku dolar. Genellikle çay, bazen de bir duble rakı, bir kadeh şarap içmeye gelir tepelere; tek başına olunca sanki daha yüksek dozla besleniyordur ağaçların yalnızlığından.  
Bu defa buraya geleceğini öğrenince İsmet de katılmak istemiştir. Yangın bekçisi Yahya’yla epey yarenlik ederler. Keltepe’de uzun süreli oturmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek ister, bazen imrendiği olur ona. İsmet yüzündeki derin çizgileriyle hep güler, sorulmadan pek konuşmaz, insanda ‘acaba ben mi gücendirdim’ duygusu uyandırır. Kalkmak üzere toparlanırlarken, Leman Hanım’ın bu akşam yemeğe davet ettiğini söyler. Memnun olur Kenan, birlikte gitmeyi kararlaştırırlar.
Dönüşte Mars’ı alıp ayaklarını yıkamak için otelin girişindeki musluğa yaklaşır Kenan. Mars suyu sevmez, her defasında zorla pek istemeden razı olur suyla buluşmaya. Bu kez musluğu açmak için tasmayı yere koyduğu anda kurtulur, fırlar kaçar. Birkaç defa bağırır ardından ancak umursamaz.
“Abi sen yorulma, bana bırak.”
İri yarı, yapılı, geniş omuzlu, uzunca boylu biri koşar Mars’a. Uzaktan konuşur onunla, bir şeyler söyler, duyulmaz söyledikleri. Kısa bir tereddütten sonra Mars adama doğru yürümeye başlar. İkna etmiştir onu. Şaşırır Kenan alışık olmadığı birine böylesine sıcak davrandığını görmemiştir.
“Sağ ol, ama nasıl becerdin bunu?”
“Yok abi, ben her gün konuşuyorum onunla, buranın elemanıyım, adım Hamza, Semih abi işe aldı beni…” Hamza’nın kocaman ellerinde kaybolmuştur Mars.  “Benim de köpeğim var… Köpeklerle iyi anlaşırım; acaba dünyaya ilk gelişimde köpek miydim,  diye düşündüğüm olur bazen…”
Kenan sesindeki sıcak ve içten tondan etkilenmiştir Hamza’nın. Ağır, sakin davranışların bilgelikten çok gerektiğinden yavaş işleyen zekâya yorulduğu günümüzde işi kolay değildir. Gündelik yaşam –hatalı da olsa- hızlı düşünenlerin dışındakilere pek hak tanımaz.
İyi insan olabilmek için çok akıllı olmak gerekmiyordur, aldırmaz…
“Bana haber verin, ayaklarını ben yıkarım her zaman,” diyerek suyun yanına çeker ve ayaklarını temizler Mars’ın. Kenan bir türlü beceremediği bir şey görmüştür Hamza’da, kendi kendisiyle dost olabildiğinin ışığı sezilmektedir gözlerinde. İmrenir. Memnun olduğunu söyler onu tanıdığına.


-5-

Leman misafirlerini otelin lokantasının ormana bakan geniş kanapelerinin birinde sohbet ederken bulur. Kunduz Oteli yarım ay şeklinde dizilmiş otellerin batıya doğru en sonuncusudur. Ovacık deresi, otellerin dizildiği yayı karşılayıp daireye tamamlayan  bir çember parçası gibidir. Görenler binaların yerleştirilmesindeki bu alışılmadık inceliğe imrenir; ancak bu sonuç tümüyle rastlantısaldır. Derenin karşısında Kunduz Ormanı bir kartalın açılmış kanatlarının heybetiyle yükselir. Ormana en yakın otel olduğundan, insan ormanın içinde oturuyor izlenimi alır Kunduz Otel’de.
“Hoş geldiniz, daha önce istedim ama olmadı.” Leman beyaz tenli, uzun ince ve duru yüzlüdür. Kısa, keskin ve ritmik adımlarıyla tuhaf bir çekiciliği vardır. Yanında her şeyden kuşkulandığı izlenimi veren bir delikanlıyla gelmiştir.
“Çok naziksiniz, benim öncelikle masaya ve kitaplıklara teşekkür etmem gerekir…” diye karşılar Kenan, çekici biriyle karşılaşmanın şaşkınlığını gizlemeyen bir bakış yöneltir Leman’a.
Camın kenarındaki masaya yerleştiklerinde karanlık neredeyse çökmüştür. Çorba, salata, bölgeye özgü orman kebabı ve kırmızı şarap isterler.
 “İsmet Bey nasıl bu yıl işler?” diye sorar Leman.
“Fena görünmüyor.”
“Hep iyi diyoruz ama…” Yanındaki yeğenine döner Leman.
“Sezon iyi geçerse yurt dışına tatile gidiyoruz…” 
“Abla senden korkulur vallahi, bak hemen işi şarta bağlayıverdin!” Suratı asılır yeğenin. “Babam da senin gibi, bir öyle bir böyle…”
“Kızma canım Dolarsız bir şey oluyor mu ki? Her şey paraya bağlı, hoşuna gitmese de…” Leman bilge bir işkadını rolüne hızlı geçiş yapmıştır.
Yemeklerin lezzeti için ne söylense eksik kalır. Kimileri, insanlar dağda çok acıktığından her şeyi olduğundan lezzetli buluyor, der.
İsmet’le delikanlı karşılıklı oturur. Daha çorbalarını içerken hırçın bir futbol tartışmasının içindedirler. Kenan suskun kalmıştır, dinler. Bir ara bunaldığından yüz çizgilerinin derinleştiğini hisseder, gülümsemeye çalışır, ne kadar başardığından emin değildir.  Leman yeğenini dinlerken bir yandan da Kenan’ı süzüyordur. Meraklı bakışları öylesine belirgindir ki, kendini seyredebilse yüzü kızarırdı. Parmağında yüzük vardır, evli olmalıdır; ancak bu mevsimde, daha yaza girmeden uzunca bir süre burada ne işi olabilir? Otel odasının çalışma odasına dönüştürülmüş olmasından sürenin uzunluğunu çıkarıyordur. Kendi parmağında da yüzük vardır; görünüşe aldanmamalıdır! Kısa bir suskunluktan sonra başını aniden kaldırır.
“Semih ne alemde? Görünmüyor…”
Doğrudan gözlerine bakar misafirinin; aslında sorunun ‘buraya niçin geldin?’  olduğunu anlamıştır Kenan, yasak savma kabilinden geçiştirir.
“Benimki biraz zamansız oldu, öyle gerekti…”
Leman kendini anlatmaktan hoşnuttur. Şehir’de özel tasarım ev eşyası satıyordur. İç mimar bir arkadaşı ile birlikte evi, kaba inşaat sonunda alıp dayayıp döşeyip teslim ediyorlardır. Arkadaşıyla ortak kurdukları bir de mobilya şirketleri vardır, hepsinden duyduğu gurur gözlerinin parıltısından okunur. Keyfi yerinde, kendine güveni tamdır. Leman kaptırmış anlatırken İsmet’in telefonu çalar. Gitmesi gerekiyordur.
“İzninizle…” Giderken takılır delikanlıya. “Umarım hafta sonu çok üzülmezsin...”
Futbol muhabbeti bitince delikanlının masaya ilgisi sönmüştür. Televizyonda seyretmek istediği bir filmi bahane edip ayrılır.  Leman bir süre daha söz eder işinden, misafirinin sıkılmadığını gördüğünden anlattıkça anlatıyordur. Birden susar.
“Biraz da siz anlatın canım, hep beni konuşturmayın.”
Sınavda hiç beklemediği yerden soru çıkmış öğrenci gibi tedirgin olur Kenan.
“Ben mi? Biraz ara verdim…”
Bu arada garson zarifçe yaklaşıp başka bir isteklerinin olup olmadığını sorar.  Kahvelerini kanepede içmek istediklerini söylerler. Leman masadan kanepeye geçerken  “ara vermenin” ne anlama geldiğini düşünür.
“Anlaşılan, siz kazanacağınızı kazandınız…” 
Sessiz kalır bir süre Kenan, bakışlarını karşıdaki çamların kıpırdayan siluetlerine dikmiş görünerek zaman kazanmaya çalışıyordur. Kısa kesip konuyu kapatmak niyetindedir.
“Yanlış anladınız… işimi bıraktım, ama keyif çatacağım bir emeklilik peşinde sanmayın.”
Şaşırır, ama belli etmek istemez Leman. Hayat amatörü lise öğrencilerine yakışıyordur bu yanıt. Beni aptal bir satıcı gibi mi görüyor nedir? Merakla yürümek istediği yolda henüz adım atamamış olmak bunaltmıştır Leman’ı.
“Siz burada boş duracak birine pek benzemiyorsunuz.”
“Hayır, tabii ki…”
“Peki…”
“Ne yapmayı mı düşünüyorum?
Leman kabalık etmek zorunda kalmadığı için rahatlamıştır. Zeki biridir bu Kenan, ağzından almıştır soruyu.
“Komik bulacaksınız eminim… Ne yapmak istediğimi anlayabilmek için geldim…”
Asitli bir sessizlik… Biraz daha samimi olsalar, “saçmalama” derdi Leman, henüz erken bulur bu denli açık yürekliliği. Uygun bir şeyler düşünmek için vakit kazanmak ister. Bazı şeyler aydınlanıyordur... Anlayabildiği kadarıyla, bir nedenle başı beladadır… Sıkıntı için başkasına ihtiyacı yok bu adamın!
Kenan biraz ipucu vermek gereğini duyar.
“Ne yapmak istemediğimi biliyorum… O bile bir şey…”
Leman kafasında konuyu kapatmıştır. Bir gün kitaplarını görmek için onu ziyaret etmek istediğini söyler. Cep telefonlarını karşılıklı kaydederler.
∘∘∘































_2_





















Sanatta aradığım gayri faydacı hazları doğada keşfettim ben. Sanat ve doğa büyünün biçimleriydi; her ikisi de karmaşık efsunlanma ve kandırmaca oyunlarıydı.
Viladimir NABOKOV (ö. 1977)


Gece yatarken saate bakmaz; morali bozulmasın, ertesi gün uykusuz hissetmesin ister. Sabah kalktığında yorgun ama istekli, umutlu ve hafifçe tedirgindir. Çok çalıştım dediği gecelerin ardından gelen bu duyguları tanıyordur.  Çabucak kalkıp tıraş olur ve Mars’la dere boyuna yürüyüşe inerler. Bir süre gittikten sonra kaslarındaki ve beynindeki telaşın onda nasıl tarazlı bir ruh yarattığını hisseder.  Yavaşlar, adımlarını küçültür. Ne kadar koşarsanız –aradığınız her neyse- yakalama şansınızın o kadar azaldığına inanır; ama yine de bir türlü yavaşlayamıyordur.  Sihirli söz çabuk olmak değil, hazır olmaktır…  Yürüyüş yolu epey kalabalıktır; hafif puslu dipdiri bir hava etkisini göstermiştir, gizemli bir güç damarlarında usulca yayılıyordur.
Birkaç alan onu heyecanlandırıyordur.  Evrenin oluşumu, şiir, orman ve ağaçlar –ağaç onun için doğa denen ziynet sandığının en kıymetli mücevheridir- ve edebiyat daha doğrusu roman…  Ağaçların kökleriyle topraktan su emerek beslenmesi gibi, o da bu konularda derlediği hayranlık duygularından özümlediği yaşam enerjisi ile besleniyordur.
Sosyal bilim kitaplarında, ‘insan teki’nin –tek bir insanın- yalnızca kendisinin olan, kimseninkine benzemeyen, onu “biricik” yapan özellikleri yoktur. Kalabalıklar anlatılıyordur onlarda, çoklukla istatistiğin toparladığı veriler, göz alıcı ambalajlar içinde vitrinlere sürülüyordur. Eskiden boş verdiği, topluma acımasızca eleştirel bakan şu görüşleri artık gerçekçi buluyordur:  Kalabalıkları bir arada tutan ilgi alanları daha çok ortaklaşa sahip olduğumuz, çekimsiz, bencil ve ahmak meraklarımızdır. Fiziksel çekicilik, seks, ucuz ve kolay mizah, herkesin bir anda gözünü alıveren parlak, canlı ve tuhaf görünüşler…
Okula adımını attığında tuhaf çekim alanları içinde bulmuştu kendini. Söylenenleri fazlaca ciddiye aldı. Okul bitip de hayata atıldığında -Şirket’te çalışmaya başladığında- olan olmuş, yönünü çoktan yitirmişti. Yankesicilere cüzdanınızı kaptırsanız, ödeme yapmak için elinizi ilk cebinize attığınızda cüzdanınızın olmadığını anlar ve parasızlığın çaresizliğini iliklerinizde duyarsınız… Kendinizi tanımanın da ne kertede önemli olduğunu iliklerinizde hissettiğiniz anlar vardır… Hakiki kimliğinizi bulmadan hesabı ödeyemediğiniz zamanlar… Sahteliğin sizi fırlattığı umutsuz boşluktan çıkamamanın çaresizliği…
Her şeyi oğlunun ölmesi tetiklemiş olmalıydı. Akıldı, bilimdi, şirketti… hiçbirinin hayatla ilgili sorulara gelince bir işe yaramadığı beynine kazınmıştı. Muharebe meydanındaki mağlup ordu subayları gibi, hayatı düşmanın iyi niyetine kalmıştı.
Cenazeden sonra ıssız bir yer ararken kendini Belgrad Ormanları’nda buldu. Kimsenin girmeyeceği kuytu bir bölgede, yüzlerce yıl görmüş geçirmiş bir meşe ağacının yaralı gövdesine sırtını dayayıp hüngür hüngür ağladı, yüksek sesle. Çaresizlik göz yaşı oldu, meşenin köklerini saldığı toprağa karıştı. Gözlerinde yaş tükenince, saatlerce ağaçları dinledi. İşte o gövdesi yaralı yaşlı meşe düşürdü aklına ağaçların arasında biraz olsun yaşarsa yönünü tekrar bulabileceğini. Yara ne kadar derinse kaybettiği ‘yaşam yönünü’ tekrar yakalayabilme şansının o denli yükseldiğini bu bilge meşeden duydu. Acı ne denli büyükse insanın acizliğini ve yalnızlığını anlaması kolaylaşıyor, yalnızlık ve acz içindeki küllenmiş tutkuları tutuşturuyordu. Ruhundaki güvensizlik öylesine baskındı ki, tüm diğer duyguları kasırga altında can derdine düşmüş hayvanlar gibi kaçışmış, sığındıkları en yakın korunakta büzüşerek pusup kalmışlardı. O denli incelmiş ve narinleşmişti ki, yaşama henüz düşmüş tomurcuğun tüm tehlikelere açık korumasız zayıflığını iliklerinde duyuyordu. 
Ya yok olup gidecek, ya da yeniden can bulup yeşerecekti.
Meşeler, ardıçlar, çınarlar gibi yüzyıllarca kendisiyle baş başa kalabilme arzusu yaktı ruhunu; ancak ‘içindeki insanın’ nasıl bir şey olduğundan habersizdi.   Sığınmak istediği limanı ne tanıyor ne de yolunu kime soracağını biliyordu.
Şimdi romanlarda arıyor kendine giden yolu, el yordamıyla…
Lisede gazete çıkarmıştı, sürekli hikâye, roman, şiir okurdu. Müzikle ilgiliydi, iyi  resim yapardı. Bunlardan elinde kalan yalnızca okumak...  Sevdiği bir şeyi okurken kaybolur, her şeyi unutur, zamanın dışına çıkar, saatlerin geçtiğini gece ile gündüzün yarışından anlar. İmkânı olsa da hep okusaydı sonsuza kadar, konuşmadan ve yazmadan.


-2-

Mars’ın çatlak havlama sesiyle düşüncelerinden kopup Ovacık’ın yeşil çimlerine döner. Uzun uyumlu bacakları, incecik bilekleri,  biçimli vücudu ve uzun kuğu boynuyla bir kadın, sağında şişmanca orta boylu yapılı biri -kocası olabilir- diğer yanında da yine orta boylu şişmanca bir kadın, on metre kadar önlerinde yürüyor. Mars havlamasa neredeyse insanlara arkadan bindirecek… Kafasındaki soruları alt etmeye çalışarak yürüdüğünde hep böyle olur.
Dere boyunca batıya yürürseniz, Kunduz Otel’den beş yüz metre kadar ilerde zarif bir tahta köprü ile karşıya geçilir. Önlerindeki üçlü gurup bu köprüden öbür yana geçer. Kenan batıya doğru yürümeyi sürdürür. Küçük tahta köprüden epey ilerde dere sığlaşır, taşlara basarak karşıya geçilebilir. Yürüyüş yolunu uzatabilmek için genellikle bu uzun parkuru seçer.
Bugün daha kalabalıktır çimenli yol -yürüyüş yoluna bu adı vermiştir-, tahta köprünün çok ilerisindeki orman yolundan aşağı inen insanlar yanlarından koşarak geçer. Mars’ın tasmasını tekrar çözer, var gücüyle süzülür Mars, dere boyunca karşıdan gelenlere aldırmadan. Günaydın, der babayani, yakası bağrı açılmış ter içinde kalmış yaşlı biri; günaydın, diye karşılık verir Kenan. Hoşuna giden bu sıcak selamlaşma kitaplarının sayfaları arasında gezinen zihnini tekrar şimdiye döndürür. Derenin sığ bölgesinden karşıya geçer, onu gören Mars çok daha ilerden yıldırım hızıyla koşarak geri gelir ve sığ bölgede suya atar kendini. 
Derenin diğer yanında yirmi metrelik bir düzlükten sonra gri beyaz gövdeli sülün gibi kayın ağaçlarıyla kaplı dik yamaçlar yükselir; ince damarlı, açık yeşil, zarif eliptik yapraklarla donanmış dallar sabah rüzgârı altında Ovacık Çayı’na nazire yaparcasına huşu içinde salınıyordur. Yeşil yolun tek kahvehanesi, Orman Kafe –yeni yeni kafe denmeye başlanmıştır- tahta köprünün hizasında, tam yamaçların başladığı noktadadır. Mars Kenan’ın yanından yıldırım gibi geçmiş, koşarak kafeye doğru uzaklaşmıştır.  Korkan birileri olur endişesiyle çağırmayı aklından geçirir. Bakar, etrafta insan göremez, seslenmekten vazgeçer, uzaktan izlemekle yetinir. Tam kafeye gelmek üzeredir ki, kayın ağaçları arasından birinin aşağı yuvarlandığını görür.  Mars şaşırmış, olduğu yere çakılıp kalmıştır. Kısa bir duraksamadan sonra yuvarlanan adama doğru koşmaya başlar, ardından Kenan var gücüyle fırlar… Yarım saat kadar önce önlerinde yürüyen gurubun sağında yürüyen adam kanlar içinde yerde yatıyordur. Eğilip bakar, baygındır ama yaşıyordur. Ne yapabilirim, diye çevresine göz gezdirir, adamın yanında yürüyen iki kadın kayın ağaçlarına tutunarak yamaçtan inmeye çalışıyordur. Kadınları beklemeden hızla otele, arabasına doğru koşmaya başlar. Ter içinde kalmıştır. Mars’ı otelin önündeki çamlardan birine bağlar. İçeri girip Cemal’e durumu anlatır, bir doktor araştırmasını söyler. Arabayla çimenli yola dalar, eli sürekli kornadadır. Yaralının yanına vardığında kadınlar da yeni gelmiştir. Adam hala baygın yatıyordur.
“Hemen doktora…”
Adamı yoldan geçmekte olan birinin de yardımıyla arabaya taşırlar. Uzun boylu,  açık kumral saçları omzuna dökülmüş, otuz yaşlarında görünen güzel kadın arabaya Kenan’ın yanına biner.
“Anne, sen kal, benden haber bekle…”
Bu arada Cemal’den telefon gelir. Doktor öğleden sonra gelecekmiş, en yakın doktor Kasaba’daymış…  Hastaneye gitmekten başka yol görünmüyordur. Yanındaki güzel kadın da telefonda konuştuklarını duyar.
“İlk kez arabasız geldik, böyle bir iş geldi başımıza. Allah sizden…” sözünü tamamlamadan arabadan iner arkaya, adamın yanına geçer; uzun yol boyunca yanında olmalıdır.
Birkaç dakika sonra Kasaba yolundadırlar.


-3-

Bir süre sessizce yol alırlar, dağ yolunda olabildiğince hızlı gidiyorlardır. Henüz ne olup bittiğini soramamıştır Kenan. Kadına bakar; beyaz tenli, sempatik … Hatta çok hoş, çekici… İnsanın derinlemesine içine bakan kahverengi gözleri var.
“Tanışmaya vakit olmadı, Kenan…” Elini havaya kaldırır, elini sıkıyormuş gibi… “Ne durumda kocanız… değişiklik falan? ”
“Rahat nefes alıyor, ama hala baygın… Kanıyor da galiba, burundan bir akıntı…  Bilemiyorum ki…” Kafasını kaldırır, ön koltuğa bakar.  “Ben de Hacer…”
“Nasıl oldu?”
“Kafenin epey üzerinde, daracık bir patika yol var…”
Kenan dehşetle ürperir: “O yol çok yukarda, Allah korusun…”
“Ben severim… Kimse çıkmaz oraya, hep ıssız olur… Ayağı kaymış olmalı…” Tonlamasız, heyecansız, duygusuz, daha önemli başka şeyler düşünüyormuş gibi konuşur. Sessizlik. Yalnızca lastiklerin asfaltla hızla kucaklaşmasının çıkardığı, çamların arasından bulutlara yükselen gizemli tıslama sesi duyulur.  Arkadaki yaralının kaderi bu ıslak güvenilmez sese bağlıymış gibi gelir Kenan’a, üzülür onun adına. Adamdaki de şans…
Bir ara arkada sızlanır Hacer karnını tutarak. “Biraz durabilir miyiz, midem…” Arabanın durmasıyla kendini çamların altına atıp kusmaya başlar. Kenan eğilmiş alnını tutuyor, şaşkın bakışlarla izliyordur. Kısa bir süre sonra kafasını kaldırır ayağa kalkar biraz yürür ağaçların altında. Kenan’ın bagajdan getirdiği suyla yüzünü yıkar.
“Tamam…”  Alışılmış günlük ritüelin bir parçasını tamamlamış gibi doğal davranır.   “Artık gidebiliriz, olur bana böyle, midem hassas…”
Kasaba’ya gidinceye dek aynı şey iki kez daha tekrarlanır. Dururlar, kusar Hacer, biraz hava alır, yüzünü yıkar, ardından arabaya döner. Kenan artık sorgulamaz ne olup bittiğini. Kasaba’da parkın önünde duraklar, hastanenin yerini sorar birine. Doğru gidince birkaç kilometre ilerdeymiş.
Arka koltuğa kafasını uzatarak sorar:
“Adı neydi kocanızın?”
“İzzet.”
Acile alırlar. Hacer olanları anlatır doktora. Beklerler bir süre, yan yana. İlk defa rahatça görebilir Kenan Hacer’i. İnsanın bakmadan geçemeyeceği bir kadın…
Doktorlar durumun ciddi olduğunu, acil önlemleri alacaklarını, ardından hastanın daha donanımlı Şehir hastanesine kaldırılması gerektiğini söyler. Kenan’a bakar Hacer, ne dersin, diye; cevabını beklemeden, tamam, der.
Akşama ambulansı ayarlar, birlikte Kunduz’a geri dönerler. Hacer eşyalarını alıp annesiyle birlikte Kasaba’ya dönecektir.  Yolda hiç konuşmaz, kilitlenmiş gözlerini ön camdan bir türlü ayırmamıştır. Kunduz’a vardıklarında Kenan’ın gözlerine bakmamaya özen gösterir, uykudan yeni uyanmış gibidir.
“Nasıl teşekkür etmeliyim, bilmiyorum Kenan Bey…” Ojeleri dökülmüş tırnakları ve özensiz kıyafetinden kendisiyle pek barışık olmadığı izlenimi veriyordur.
“Boş verin… Kim olsa aynı şeyi yapardı, umarım çabuk iyileşir…”
“Hoşça kalın.”
Kunduz Otel’e doğru hızlı adımlarla uzaklaşır. Kenan arabayı otelin önüne çeker.  Mars onu görmüş, zıplamaya başlamıştır.


-4-

Temmuz ayının ortalarına gelindiğinde Kenan iki ayı aşkın bir süredir Dağ’dadır, artık bölgenin yerlisi gibi görülmektedir. Otellerin sahiplerini, işleticilerini tanır, köy esnafıyla sıcak ilişkiler kurmuştur. Arada bir uzun yürüyüşle Köy’e giderler Mars’la.
Leman’la dostluğu epey ilerlemiştir. Haber yolladığı olur:
“Sabah beklesinler, yürüyüşe ben de katılacağım…” veya “Akşam yarım saat geç çıkarlarsa ben de katılabilirim…” Tümüne olumlu cevap vermeye özen gösterir Kenan. Onun deli dolu sohbeti egzotik tatlar bırakmakta, günlerine çeşni katmaktadır.
Bir akşam onu yemeğe davet eder, Kunduz’a geldiği ilk günlerde otelinde verdiği yemeğe karşılık olarak. İsmet masayı donatır, Kunduz otelden geri kalmak istemez. Birer duble rakı söylerler. Bu kez baş başadırlar, İsmet katılamaz, Yeğeni de Kunduz’da değildir. Kenan Leman’ın bunu farklı yorumlayabileceğinden kuşkulanır, ancak yapılacak bir şey yoktur. Konuşmalar dönüp dolaşıp para meselesine düğümlenir, Leman’la bu kaçınılmazdır… Nereye kadar, nasıl yürüyecektir Kenan? Buna yanıt arıyordur hep.
Yemeğin ortalarına doğru ikinci rakısını doldurur Leman, içkinin rehavetiyle göz kapakları düşmüş, kısık gözleriyle dünyaya daha hoşgörülü bakar olmuştur. “Biliyor musun,  senin yerinde olsam gözlerime uyku girmez, hep ne iş yapar da para kazanırım diye düşünürdüm...”
“Benim düşünmediğimi nereden biliyorsun?”
“Ben anlarım, para düşünen adamın sohbetinde azıcık onun, o lanetli pulların yeri olur! Yoksa sen de başkaları gibi kadın gördüklerini adamdan saymıyor musun? Ben Türk Lirasına bile güvenmem, varsa yoksa Dolar aklımı zapt etmiştir... Söyler misin, sen benden fazla ne biliyorsun, neye güveniyorsun da böyle rahatsın? Beni de rahatlat, hesabımdaki Dolarlar azalmaya başladı mı beni hafakanlar basıveriyor, içime sıkıntı çöküyor…”
Kenan’ın yüzüne yayılan gülümseme bakışlarını ısıtır. “Biliyorum, bunları merak edip duruyorsun…”
“Hadi bakalım, gidelim biraz…” Kadehini kaldırır, tokuştururlar. “İyi ki geldin be Kenan, eşinle falan ne durumlardasın bilemem tabii, ama seviniyorum, şu yemek bile ne güzel değil mi?” Leman saman sarısı saçlarını geriye savurup bluzunu düzeltir, açılan göğüs çatalını biraz olsun kapatır, sonra durup bakar, çok mu kapattım diye...
“Ne diyordum, bir şey daha var kafama takılan, bunu deminkinden daha anlaşılmaz buluyorum… Hep okuyorsun… Ben, mesela, üniversitede yeterince okudum yetti, diyorum. Günlerin aynı, tamam Mars var anladım, ama yine de senin hiç canın sıkılmaz mı?  Televizyonun bile yok; benim sıkılıyor da senin…”
İkisine de tatlı bir gevşeklik çöker. Oturdukları sandalyelerde biraz daha kaykılırlar.
“Önceleri hep okuyordum, şimdi ufak ufak yazmaya da başladım; zor ama sanki daha güzel, tabii yazmayı sürdürebilirsem…”
“Ne yazıyorsun diye sormayacağım, sana ukalalık etme fırsatı vermem, anladın mı? Biraz meyve söyler misin?”
Leman iyice bırakmıştır kendini.
“Ben sana bakarım, istersen gel burada otur, yaz çiz, ne yaparsan, para kazanma işini kafandan at. Senin kumarın yok, içkin yok, karı kız derdin, göründüğü kadarıyla o da yok, sen Allah bilir yalan da söylemezsin, kahveye gidip oynayacağın oyunun da yoktur… Dedikodu desem? Bahse girerim ondan da hoşlanmazsın. Tabii, geceleri ne yaparsın bilmiyorum…
“Yani, nereye gelmeye çalışıyorsun, evlenme teklifi mi bu?”
“O kadar da değil canım, malı biraz daha iyi tanımalıyız onun için; şunu demeye getiriyorum, sen gözü kapalı dalınacak bir iş fırsatısın, kapa gözünü dal, kâr kendiliğinden gelir…” Kahve söylemesini işaret eder.
“Kâr bekliyorsan hiçbir şeyden emin olma, sen benden daha iyi bilirsin…”
“Bak, kâr demesem gene unutacağım, sen aylardır bu oteldesin, daha ne kadar kalacaksın? Bizim köyde kiralayıp restore ettiğimiz bir ev var ama pek işimiz düşmüyor. İstiyorsan sana devredelim, ıvır zıvır işlerini de otellerin bakımcılarına yaptırırsın, İlgilenirsen bir bak, bizim mal sahibinden biraz alacağımız var, yaptığımız yatırımın kiradan düşemediğimiz bölümü,  onu ödersin, kendi evin olur.”
Kenan ilgilenir. “Bak bu ilk önerinden daha ilginç…” Karşısındaki yüzün beyaz teninin içinde hoş şeyler uyandırdığını ilk kez fark eder.  “Teşekkür ederim, düşüneceğim.”
Derken Leman, ben artık gideyim diye kalkar; birlikte dışarı çıkar, Kunduz Otel’e doğru yürümeye başlarlar. Hafif esintili hoş bir yaz akşamıdır. Koluna girermiş gibi hamle yaparak iyice yaklaşır Kenan’a Leman, sonra vazgeçer. “Ne duydum, geçen gün, pek inanamadım ama, sen akıllı adama benziyorsun, yakıştıramadım; bu Hacer’le ne işin olabilir ki senin, kocasını Kasaba’ya sen götürmüşsün? Doğru mu?”
“Hacer kim? Şey galiba, o gün… Adamın dağdan önüme yuvarlandığı gün. Zor yetiştirdik hastaneye. Ne olmuş?”
Leman içkinin de etkisiyle samimiyeti iyice koyulaştırır. “Oğlum, o üşütüğün teki, çantasında defter kalem, hak aşıkları gibi gezer durur ormanda. Keltepe’nin müdavimlerinden… Varsa da yoksa da Hamza, onun yakın dostudur, ne buluyorsa? Onunla pek sıkı fıkıymış, kocası bile biliyormuş, zavallı adam, elinden bu kadar geliyor demek ki…”
“Hamza?”
“Şu Dağ Otel’in, senin adamın Semih’in çalışanı canım, eski pehlivan.”
“Defteri, kalemi… Fena mı?  Keltepe… Ben aşığım oraya… Hamza’ya gelince sanmam, dostturlar...”
Leman dikleşir, söylediklerinin anlaşılmamış olmasına kızar, şakayla karışık, kolundan tutup sarsar.  “Bu kadın hep benim otelde kalır, müşterimdir anlayacağın, aslında böyle konuşmam ticaret ahlakına uygun değil ama ne yaparsın; kimseye selam vermez, konuşmaz; çantasında silah taşıdığını benim garsonlardan duydum.  Servis sırasında çantasını düzenliyormuş, dalgınlıkla başka eşyalarıyla birlikte silahı da çıkarmış, sonra hemen geri sokmuş içeri tabii ki, benim garsonun gözü açılmış fal taşı gibi. Yine bir gün bizim çocuklardan birini otelin önündeki ağaca çivi çakarken görmüş; çıkar, demiş, o çiviyi, nasıl çakarsın ağacın göğsüne, yazık değil mi, senin göğsünü delseler nasıl hissedersin? Çocuk pek anlamamış tabii, duraksamış; kadın deli gibi üstüne yürümüş elindeki kalın sopayla. Oğlan koşup otelden pense getirmiş de çıkarmış çiviyi. Biraz daha ters gitsem silahını çeker diye korktum, dedi bana… Çantasında silah taşıyan güzel, çekici bir kadın… Dedektif romanlarını andırıyor… Ben bile ürküyorum, nasıl davranacağımı şaşırıyorum ona karşı…  Ayrıca çok eskiden, üç-beş sene önce bir sevgilisinin elinden zor almış Hamza, Köy kahvesinde… Bu kadın sağlam pabuç değil, yine söylüyorum…”
Kenan sesini çıkarmaz, sözü uzatmak istemiyordur. Otelin önünde öpüşerek vedalaşırlar. Birkaç adım yürümüştür ki geri döner Leman.
“Allah’ı var güzel kız, ama başın belaya girer…”
Kenan gülerek mimikleriyle ve kolunu kaldırarak teşekkür eder.


-5-

İzzet’le ilk kez Kunduz’a gelmesi epey eskilere dayanır, tam beş yıl önceye… İlk geldiklerinde kafasına yazılmıştır Dağ, yaşamına anlam katan alanların en başına… Sabahların yaşamı tutkusuz zifiri karanlık gecelerin elinden umutla,  şefkatle incitmeden devralmaya özen gösterdiği yorgun günlerdir… Kocasının, gücünü ve sabrını sonuna dek zorlayarak, yapabildiğince onu anlamaya çalıştığı zamanlar…   
Birlikte Keltepe’ye ilk çıktıkları günü bugün gibi hatırlar; yirmi beş yaşındaydı, yaşadığım tüm yılların yerine burada yaşayacağım altı ayı tercih ederdim, diye düşünmüştü. Tabii ki kocasından gizli düşüncelerdi bunlar, bir insan teki olarak kendi başına yaşadığı zehirli düşünceler… Kunduz öncesi bunları yalnızca kafasındaki hikâye kahramanlarıyla paylaşırdı; şimdi yeni dostlar, paylaşım alanları edinmiştir: Doğa, orman, ağaç, diğer canlılar…
İlginçtir,Dağ’la tanışmasından neredeyse bir yıl sonra, geçmişin on yıldan daha uzak bir yerinde içine düştüğü o çıkışsız lâbirentte bir daha kaybolacaktır. Hayat sanki verdiklerini aldıklarıyla kuyumcu terazisinde tartarak dengelemiş, bir yanda orman ve doğayla dayanma gücünü beslerken diğer yanda sırtındaki yükleri altında ezileceği kertelere çıkarmayı ihmal etmemiştir. Kazanılan bir gücün ne denli işe yaradığının gecikmeden sınanması illa ki gerekiyormuş gibi… Yine de yazıklanmaz, Dağ her zaman belleğinin başköşesinde, öykülerinin hemen yanı başında, hülyalı anılarının depolandığı ayrıcalıklı yerini korumuştur.
Yalnız gelişi, Kunduz Dağı’yla tanışmasından iki ay sonradır.  Yaz, temmuz veya ağustos. Kunduz Otel’de yer ayırtmıştır kocası, sahibi kadın diye burayı güvenilir bulmuştur.  
Annesiyle birlikte küçük arabasına atlarlar, bir saat sonra Kasaba’da parkın kirli yeşil boyalı demir kapısının önündedirler. Annesinin keyfi yoktur, her sözünü  geveleyip durduğu ‘kadın başımıza ne işimiz var bu yollarda’ lâfıyla bağlıyordur. 
 “Yiyecek bir şeyler alayım, sen…”
“Yok canım, ne işim var! Alış verişmiş…” Asık suratını parktan yana çevirir. Bir süre sonra elinde küçük bir torbayla gelir Hacer, civardaki tüm esnafın dükkânlarının önüne çıkıp onu seyrettiğini fark etmiştir. Makyajsızdır ve düşünebileceği en tutucu giysiler içindedir, buna karşın uzun boyu ve kayısı rengi teni yeterli ilgiyi uyandırmaya yetiyordur. Güler geçer, ancak annesinin bunu kızgınlığını körüklemekte kullanacağından emindir. Üzerinde dolaşan yapışkan bakışlara gülerek atlar arabaya.
“İstemiyorsan bundan sonra getirmem seni…”
“Bir de yalnız geleceksin, öyle mi?”
 Hacer’in yüzünde peydahlanan hınzır gülücük gözünden kaçmaz annesinin.  Kunduz Otel’in kapısına geldiklerinde Kasaba’daki annesinden iz kalmamıştır. Kunduz gezegeninin etkisi der Hacer buna, onun için Dağ başka bir gezegendir… Sizi çok etkileyen bir sanat eseri düşünün, resim olur, mimari bir yapı olur, heykel olur, bir müzik parçası olur, onun uyandırdığı duygularla sürekli yaşamaktır Kunduz’da olmak.


-6-

 Odalarına yerleşirler. Sıcak bir yaz öğleden sonrası ılık hoş bir akşama teslim olmuştur. Yemekten önce dolaşmak ister Hacer. Annesi dinlenmek istiyordur.  
“Anneciğim istersen  gel, gelmiyorsan…”
“Tamam. Ne halin varsa…”
Eşofmanını, yürüyüş ayakkabılarını giyer; çantasının içine küçük defterini ve kalemini atar, kapıya yönelir.
“Yemekte görüşürüz.”
Otelin önünde gezinir bir süre, yeşil dalgalı bir denizin içinde yürüyor gibidir; ağaçların arkasına sarkmak üzere olan güneşin eğik hüzünlü ışınları hareli bir kadife kumaşa benzetmiştir çimenleri.
Köy’e küçük bir gezinti… Neden olmasın? Kuzeydoğuya ayrılan Köy yoluna girer. Tek tük yürüyenler vardır. Epey hızlı yürümesine karşın yarım saatte ancak gelebilmiştir. Girişte, yolun kenarındaki kahvede, ağaçların altında bir masaya oturur. Yarısından fazlası doludur masaların. 
“Buyur abla!” Küçücük bir oğlan çocuğu dikkatle süzüyordur Hacer’i. Kahve söyler, yanında su geleceğinden emin olmak için hatırlatır. Oturanları kaçamak bakışlarla tarar, insanlara belli etmemeye çalışarak. Her masadan en az birinin yüzü ona dönüktür, sohbet konularının sürpriz konuğu olduğundan emindir. En arkada, yapılı, geniş omuzları masayı kaplayan biri eğilmiş, köpeğinin boynundaki iple –tasmaya benzetemez- oynuyordur. Yakın masalardan birinde beyaz sakallı, yaşlıca iki kişi, diğerinde otuzlarını aşmamış üç bıçkın delikanlı gözüne çarpar. Genç olanlarının tahta sandalyelerde göğüslerini öne atarak geriye kaykılmalarından babalanacak fırsat kolladıklarını çıkarmıştır.  Geldiği yol az ilerde bir kavşakta mola verdikten sonra iki yanında eşlik eden evler bitinceye dek ilerliyor, ufku kaplayan lacivert yeşil bir orman halesi içinde eriyordur.
Kahveyi çocuğun babası olduğunu düşündüğü ablak suratlı biri getirir, yanında suyla. Yandaki çantasına uzanıp defterini almaya eğilirken, yanında bir karartı fark eder. Uzun parmaklı kocaman bir el karşısındaki sandalyenin arkalığından tutup çeker ve otururken mırıldanır.
“Müsaade ederseniz, size katılmak…”
Cümlenin sonunu yutmuştur. Yandaki masada oturan üç gençten saçları jöleli olanıdır. Hacer’in cevabını beklemeden oturur. Göz ucuyla yakalar Hacer: Diğer ikisi, bir anlığına bile olsun, dünyaya tepeden bakmanın şişirdiği gururlarını yapıştırdıkları pişkin gülücükleriyle oyunun sonunu merakla izliyordur.
“Hoş geldin, demek istedim…” Adını söyler.
Sessizlik olur. Bir süre kımıltısız, mimiksiz kalır Hacer. Ne yapması gerektiğini çıkarmaya çalışıyordur. Ürkmediği, tedirgin olmadığı, sinirlenmediği bellidir; saf kan bir ahmak olmayan herkes hoşlanmadığını anlayabilir. Başını görünür görünmez kısa kesik hareketlerle “Peki, söyle bakalım, ne istiyorsun?” diye sallar. Arkadan kıkırdayan arkadaşlarının sesleri işitiliyordur.
“Belki bir rehbere ihtiyacınız vardır… Çevreyi tanımak…”
Sandalyesini masanın ucuna iter, Hacer’le neredeyse dirsek teması halindedirler. Masanın diğer ucuna doğru çeker vücudunu Hacer. Jöleli adam hiç bozuntuya vermez, yılışık tavırlarıyla hoş görünmeye çalışıp şakalar yapma peşindedir. Bir ara elini tutmaya çalışır, çok güzel olduğunu, akşam onunla bir yemeğe çıkarsa mutlu olacağını söyler. Hacer elini hızla çeker ve başka türlü yorumlanamayacak biçimde, hayır, der. Adamın vazgeçeceği yoktur. Bu defa saçlarına iltifatlar yağdırarak yaklaşmaya çalışır… Bunalmıştır Hacer. Sandalyesini uzaklaştırır, eşyalarını hızla çantasına atıyordur... Adam yanlış anladığını söyleyerek sırnaşmayı sürdürür. Böylelerine alışıktır Hacer, bitirici darbeyi vuracağı yeri kestirmeye çalışıyordur.
“Sadri! Belli ki istenmiyorsun…”
Demin gözüne çarpan, köpeğinin tasmasını düzelten iri yarı adam tam yanlarında,  ikisine de tepeden bakıyordur; Hacer’e sözlerini doğrulamasını isteyen gözlerle bakar. Yuvarlak kafalı, uzun boylu, geniş omuzlu, saçları önden dökülmüştür… Gücü kuvveti apaçık ortada birinin sözüne kulak asmak zorundasınız. Hacer’in öfkeli bakışları, pisliğe bakar gibi kısılmış göz kapakların arasından jöleli saçlara yönelir.
“Arkadaş pek davet bekleyen biri değil.”
Adam görünüşü kurtaran onurlu bir çekiliş peşindedir. “Abi, kötü bir şey yapmadım, sadece…”
“Abla bizim otelin misafiri…” der iri adam, çatılmış kaşlarını yumuşatmadan.
Jöleli adam oturduğu yerden aşağıdan yukarıya süzer ayaktakini, gözü yememiş olacak, ağır hareketlerle kaykıldığı sandalyeden kalkar ve uzaklaşır. Arkadaşlarının kıkırdaması da kesilmiştir.
Ayakta kıpırtısız duran iri kıyım adamın öfkesi yumuşar ve Hacer’e utangaç kaçamak bir bakış fırlatır: “Ben otele dönüyorum Dut’la, hava kararıyor, isterseniz birlikte…” İri yarı vücuduna sonradan yapıştırılmış gibi duran yuvarlak kafasıyla kutsal bir deve benziyordur. Neden böyle sıcak bir izlenim almıştır Hacer, çıkaramaz. Gönüllü koruma hamlelerinden pek hoşlanmaz. İnsan başının çaresine bakabildiği oranda vardır… Ancak, adamın kirpikleri dökülmüş çipil gözlerinde tuhaf, alışılmadık bir naiflik, çırılçıplak bir masumiyet, sıcak bir içtenlik sezmiştir… 
İçtiklerinin parasını öder, çantası omzunda, yeşil çimlerin üstüne usul usul yayılan akşamın alacakaranlığına dalar. Birkaç dakika sonra pıtırtılar duyarak döndüğünde adamla köpeğinin çabuk adımlarla ona yetişmeye çalıştığını görür. .
“Abla, benim adım Hamza, bu da Dut, benim arkadaşım…”
“Sağ ol ama…”
“Bizim otel dedim, aslında Kunduz Otel’de kaldığınızı biliyorum; Sadri’yi dövmek istemedim de ondan, kavga istemem kolayına…”
Herkesten ve her şeyden kuşku duyan Hacer duyduklarına inanmıştır. Hamza ondan çok yaşlı olmasına karşın sürekli abla diyordur, ama batmaz Hacer’e, başkası söylese anında düzelteceğini düşünür ve gülümser; adamın gözlerinde güven veren bir hesapsızlık sezer. Eğilir, sever Hamza’nın köpeğini, başını okşar, boynuna bağlı ipi onu rahatsız ediyordur, diye geçirir aklından. Sağ gözünün yaşlandığı dikkatini çeker, sanki bir akıntı vardır.
“Birkaç gün önce başladı; ama geçer, önemli bir şey değil…” 
Hamza Dağ Otel’de çalıştığını, eskiden bu bölgenin tanınmış bir pehlivanı olduğunu ve Dut’la birlikte Ovacık’a çalışmaya geldiğini anlatır. Hacer de ona burayı çok sevdiğini, bundan böyle hep gelmeyi düşündüğünü… Annesine söz etmez olanlardan, ‘demedim mi ben sana?’ nakaratları dinlemek istemiyordur.

-7-

Bu kez yalnız gelmiştir Kunduz’a. Yürüyüşe çıkmadığı saatlerde odasında yazıyordur. Amacı yayımlamaya değer birkaç öykü çıkarabilmek. İzzet’e müteşekkirdir, aralarındaki tüm sorunlara karşın bu isteğini anlayışla karşılıyordur.
Bir gün kahvaltıda Leman Hanım gelir yanına.
“Günaydın, Hacer Hanım, hoş geldiniz,  katılabilir miyim?”
“Buyurun… Günaydın…”
Leman Hanım istediği bir şey olup olmadığını sorar, mutsuz olduğu şeyler varsa öğrenmek ister.  Patron olarak görevlerini bitirdikten sonra kişisel meraklarına dalar.
“Canınız sıkılmıyor umarım burada, yalnız?.. Sessiz bizim Kunduz.”
“Biliyorum,  onun için geliyorum ben…”
“Bütün gün canınız sıkılırsa aşağı bana inebilirsiniz, diye hatırlatmak istedim.”
Hacer teşekkür eder, gündüzleri, ormana inmediği zamanlarda yazdığını anlatır. Bir süre roman, hikâye ve şiir üstüne sohbet ederler. Hacer, beklentilerinin tersine hoşnut kalmıştır Leman’dan, kocasının neden gelmediğini, niçin yalnız geldiğini, annesinin niçin yanında olmadığını ısrarla sormasına rağmen… Tek başına bir iş kadını, imrenmiş olabilir.
“Size birini sorabilir miyim, Dağ Otel’de çalışıyormuş, Hamza?” Anlatır Köy’de olanları, nasıl biridir, diye sorar. “Köpeğine bir tasma aldım, küçük bir şey, teşekkür edebilmek için, ama yanlış bir şeye yorsun da istemiyorum tabii…”
“Yok, yapmaz, öyle biri değildir, ben güvenirim ona.”
Kahvaltıdan sonra Dağ Otel’e uğrar, Hamza’yı sorar.
“Aşağıda, depoda…” derler.
Kocaman gövdesiyle merdivenlerden giriş kata çıkması batık bir teknenin su yüzüne çıkmasını anımsatır. “Abla hoş gelmişsin…” Uzanır elini sıkar. “Buyur, şöyle oturalım…”
 Ormana bakan masalardan birine oturur,  çay söylerler; Hacer, şimdi kahvaltıdan kalktım, diye içmek istemez ama Hamza ısrarlıdır.
“Sana teşekkür etmek istedim, küçük bir şey aldım Dut’a…” der ve elindeki paketi uzatır Hacer.
Açtığında gözleri ışıldar Hamza’nın, “Mahcup oldum abla!” Kocaman adamın gözünden inci tanesi gibi bir boncuk gözyaşı yanaklarına yollanır. Saklamak için başını çevirip sol elinin sırtıyla siler. “Dut’uma yakışır…”
“Çok mu seviyorsun?”
“Başka kimsem yok…”
Hacer bir şeyler söyleyecek olur, sesi çatallanır, susar, bir süre sonra sorar:
“Gözündeki akıntı ne oldu? Var mı hâlâ ?”
“Artmadı ama kesilmedi de.”
Veteriner sorar Hacer, yalnızca Kasaba’da olduğunu öğrenir.
“Bu defa biraz vaktim az, çabuk döneceğim, bir daha gelişimde gene geçmemişse, Kasaba’ya götürelim onu.”
“Zahmet oluyor abla, ben altta kalırım…”
“Kalmazsın, niye kalasın…” Hacer ayaklanır.  “Seni işinden etmeyim…”
Kalkarlar, Hamza kapıya kadar yolcu eder Hacer’i. Arkasından bakar, sevinçle yüklenmiştir, yalnızca uçabilen bir ruh hissediyordur.


-8-

Bir ay sonra tekrar aradığında Hamza yoktur. Hasta olduğunu ve hastanede yattığını söylerler. Kasaba’daki devlet hastanesinde yatıyordur, ciddi hastadır… Köpeğine kimin baktığını araştırır, mutfakta çalışan birinin adını verirler.
Emine Hanım, Hamza’nın komşusu… Kapısını çaldığında vakit öğleyi geçmiştir. Bahçede Dut’u görür. Biraz sever, konuşur onunla; gözündeki akıntı artarak sürüyordur. Tanıtır kendini, Dut’u veterinere götüreceğini söyler… Emine Hanım zorla oturtur, ayran ikram eder, bahçede sohbet ederler… Hamza sayesinde dostlar edinmiştir Köy’de.
Bir saat sonra veterinerdedir… Köpeği veterinerin bahçesine bırakıp hastaneye, Hamza’yı ziyarete gider. Kasaba’nın öbür yanındadır hastane. İki katlı ince uzun bir binanın ikinci katında, üç kişilik bir odada kalıyordur Hamza. Yataktan taşmış vücudunu zar zor toparlayıp yarı oturur duruma gelir. Başucunda duran sandalyeyi çekip oturur Hacer, getirdiklerini yatağın yanındaki komodinin üstüne bırakır. Nasılsın, diye soracak olur, vaz geçer, sözü geveleyip yutar, Dut’u veterinere getirdiğini, gözüne baktırdığını, önemli bir şey olmadığını anlatır.
“Hacer abla, ne diyeyim bilmiyorum… ” Hamza hastalanmak ayıpmış, utanması gereken bir ahlak düşüklüğüymüş gibi başını kaldırıp gözlerine bakamaz Hacer’in.
Ormandan, Dağ’dan söz ederler, bölgenin ağaçlarından, hayvanlarından… Hastalığından konuşmazlar. Hacer doktoruna gelirken uğradığını, yerinde olmadığını, bugün bulup mutlaka konuşacağını, ona bilgi vereceğini söyler. Çıktığında doktor odasındadır. Kendisini tanıtıp Hamza’nın yakını olduğunu anlatır, bilgi ister. Kansermiş, bilinen yöntemlerle tedavi edilecekmiş, henüz bir şey söylemek için erkenmiş, bekleyip göreceklermiş.
Öğrendiklerini en yumuşak kelimelerle Hamza’ya anlatır; her şeyi bildiğini, tam bir tevekkül içinde her şeyi Allah’a bırakmış olduğunu gözlemler… Yaşamın en acımasız rastlantısını bile sorgulamadan, neden ben diye isyan etmeden kabulleniyordur.  Bilgelik denen şey okumadan, öğrenmeden, öte bir yerdedir… .
Hastaneden çıkar, Dut’u alıp Kunduz’a yönelir. Dağ yolunda kafası boşalmıştır, ne söyleyecek sözü, ne de düşünecek fikri vardır. Emine Hanım’a Dut’u bırakır ve otele bile uğramadan doğruca Keltepe’ye çıkar. Hava kararmaya yüz tutuncaya dek kayınların tepesinden ufukları seyreder.  
Dağ, doğa ve ağaç yüksek sanattır, başı sıkıştıkça kendini ormana atıp ağaçları dinlemesinin nedeni budur.
∘∘∘


































_3_






















                                          bilmemek bilmekten iyidir
                                                   düşünmeden yaşayalım
mâra
Asaf Halet ÇELEBİ (ö. 1958)

Ben bilmemeyi, emin olmamayı, değişim için daima bir yer olduğu duygusunu seviyorum.
John FOWLES (ö. 2005)


 Eve çıkmak fikrini ilginç bulur. Küçüçük, bahçe içinde bir evdir, ahşap caminin kuzeye doğru iki sokak üzerinde. Girişte mutfak, banyo ve küçük yuvarlak bir yemek masası ile gerekirse tek kişilik bir yatağın sığabileceği bir alan, ikinci katta otel odasındaki tüm eşyalarını alabilecek büyükçe bir yatak ve çalışma odası. Evin etrafı bir metre yüksekliğinde tuğla duvarla çevrili. Mars’ın oynayabileceği bahçesi bile var.
Bir hafta sonra taşınmıştır. Artık Kunduz ormanlarında yerleşik biridir, Ovacık yaylasına komşu Köy’de… Emine Hanım’la anlaşır;  Leman’ın önerisiyle, temizliği, bakımı o yapacaktır.  Derken, o da evin bir ferdi olmuştur, gerektiğinde Mars’ı gezdiriyor ve yemeğini veriyordur.
Evde uyandığı ilk sabah Mars’ı göz ucuyla onu izler bulur.
“Haydi bakalım… Nasıl kutlayalım?” Mars birden kalkar, ön ayaklarıyla yatağa tırmanır, sevinçle başını aşağı yukarı sallamaya başlar, İngiliz atları gibi… ‘Haydi’ sözcüğünü duyar duymaz ateşleniyordur, dışarı çıkmak demektir onun için...
Doğuya kıvrılan son dönemeci alınca küçük bir otomobil gözüne ilişir park yerinde. Bu saatte, diye düşünür, başka kim gelebilir ki Keltepe’ye? Biraz daha tırmanınca iki kadının kahvaltı etmekte olduğunu görür, Hacer’in uzun zarif boynunu uzaktan tanır, kazayı hatırlar.  Aylar oldu, nasıl acaba durumu?
“İyi sabahlar, ne güzel siz de mi? Kimse olmaz, diyordum…”
Hacer’in bakışları gerginliğini atmış, dingin, nemli bir ışıltıya kavuşmuştur; daha bakımlı gözükmektedir. “Günaydın, Kenan Bey’di değil mi?” Göğüs geçirir. “Müteşekkiriz size…”
Annesi de benzer cümlelerle, eksik olmayın, Allah sizden razı olsun der Kenan’a. Abi buyur, diye koşar yangın gözetlemecisi Yahya. “Çay veriyorum?”
Başıyla onaylar ve sağ ol anlamında elini kaldırır Kenan. Birkaç dakika havadan sudan konuşurlar. Annesi “Bizim küçük kız uyanır da kimseyi bulamazsa korkar biz kalksak iyi olur,”  diye kalkar. Hacer’e bakar, hadi gelmiyor musun der gibi.
Hacer gitmek istemez: “Sen git, ben ararım, gelip alırsın beni.”
Kenan çabuk davranır. “Birlikte dönebiliriz…”
Hacer’den evet diyen sıcak ve sevimli bir gülümseme gelir. 
Kenan getirdiği poğaçalardan ikram eder Hacer’e, Yahya’nın demli çaylarıyla yerler.  Hacer’e kocasını sorar. Kazada hafızasını kaybetmiş, sol tarafına felç gelmiş, bir ayı aşkın tedavi gördükten sonra vefat etmiştir İzzet Kalıpçı…
Başsağlığı diler Kenan. “Allah rahmet eylesin, çok üzüldüm.” 
Bakışlarındaki pırıltı biraz azalsa da keyfinin kaçmasına izin vermeye niyeti yoktur Hacer’in. Çay bardağını belinden zarafetle kavrar, incitmemeye özen göstererek kafesten kuş çıkarır gibi; küçük yudumlarla ağır ağır her zerresini duyumsayarak içer. Berrak, canlı kırmızısıyla yeşilliğin ortasında bir bardak çay hiç sönmeyen bir kor, Hacer de közle oynayan bir tanrıça gibidir. Elindeki bardağı bırakıp kalkar ve üst taraçaya tırmanır. Oturdukları geniş bölümün biraz üzerinde, daha dar, önündeki yamaçtan, daha doğrusu uçurumdan ahşap korkuluklarla korunmuş terasa... Kollarını korkuluğa dayayıp Kunduz’un başı dumanlı, hem “tek ve hür” hem de “kardeşçe” yaşamayı becerebilen kayınlarına, sarıçamlarına tepeden bakar. Bu arada Kenan da gelmiştir yanına, avcunun içinde kaybolan çay bardağıyla.
“Yıllarca önce İzzet’le gelmiştim buraya, şimdi hissettiğim duyguları aynen iliklerimde duymuştum, gene de duyuyorum… Öyle bir sihiri var ki, şairler bile anlatamaz…”
Susarlar. Kenan herhangi bir yerde söylenebilecek sıradan sözcüklerle, tenis çalışan sporcunun karşısındaki duvar gibi, diyalog sürsün kabilinden bir şeyler söyleyecek olur, vaz geçer; ağaçlardan yükselen doğa senfonisini dinlemeyi seçer.
Hacer bıraktığı yerden sürdürür: “Dilimin ucuna geldiği halde, İzzet yanlış anlar diye söyleyemediğim şeyler gene beynimde zonkluyor…” Bakışları ormanın üzerinden ufuklarda erir.
Nedir, diye sorar Kenan, bakışlarıyla.
“Şimdiye kadar yaşadığım hayatımın yerine, burada birkaç ay yaşayıp ölmeyi yeğleyebilirdim, seçme şansım olsaydı…”
Kenan beyninden diline inen sözcüklere izin vermez, susmaya devam eder. Ormanın Hacer’e söylediklerinden daha iyisini mi bulacaktır? Uzunca bir sessizlik olur. Sonunda konuşur Kenan:
 “Ne bilgi ne de eğitim gerekiyor burada büyülenmek için…”
Bir süre yan yana konuşmadan, kolları korkuluğa dayalı gözleri ufukta dururlar.
“Siz sürekli buralarda mısınız?” diye sorar Hacer.
Kenan özetler. Niçin geldiğini, Kunduz’da mutlu olduğunu şimdi de Köy’e eve çıktığını.
“Demek hep buradasınız artık, ne güzel; burası… Sarıçiçek…”
Kenan doğrudan sormaz, tahmin etmeyi yeğler,  “Aileniz de bu bölgede sanıyorum, ormana alışıksınız, çok seviyorsunuz… ”
Duraklar Hacer. “Benim ailem yok! Kimim varsa yanımda. Eşim Şehir’de çalışıyordu, bu nedenle bu bölgedeyim; yalnızım şimdi…” Soran bakışlarıyla süzer Kenan’ı. “Mühendistiniz, her şeyi bıraktınız, ormanda yaşıyorsunuz?”
Ayrıntıya girmek istemez Kenan. “Öyle diyelim, anlaşılır yanı hiç mi yok?”
Gözlerindeki pırıltı biraz daha canlanır Hacer’in. “Beni bir yana koyun, insanların size nasıl baktıklarını düşünebiliyorum…”
Telefon. Annesi çağırıyordur. Yahya’ya birer çay daha söylerler. Bir taraftan da toparlanırlar. Çaylarını içip arabaya yürürlerken Hacer:
“Ben tepelere genellikle yalnız gelirim, kitaplarımla; yarın Sarıçiçeği düşünüyorum…”
“Katılmamı ister misin, yoksa…”
“Memnun olurum, senin telefonun var bende.”
Kenan’ın kaçırmaz ona ‘sen’ diye hitap ettiğini.
“Seninki de bende var, o gün almıştım!”
“Hıhı… Hatırladım.”

-2-

Sonraları Hacer’le birkaç kez yangın gözetleme tepelerine birlikte giderler. Aralarında pek açıklayamadıkları tuhaf yakınlık filizleniyordur. Sanki bazı şeylerin eğrisi doğrusuna denk gelmiş, dostlukları her iki tarafta farklı yaraların sızısını alıyor olmuştur.  Kimse sormaz, kim, neyi, ne kadar anlatmak isterse o kadar anlatır. Leman’ın sözünü ettiği garip tutumların izlerine rastlayamaz Kenan. Dikkatini çeken, bazen Hacer’in, tartıştıkları konuların anımsatmış olabileceği şeyler nedeniyle olacak, bir süreliğine başka dünyalara daldığıdır. Kenan’ın yanında olduğunu hatırlayarak döndüğünde, normal diyaloga girmesi birkaç dakika alıyordur. Bu tuhaf kopuşları sorgulamaz Kenan, dış dünyadan çıkıp gezindiği durumları sezdiğini belli etmez. Hacer’in bundan mutlu olduğunu, sorulardan hazzetmeyeceğini düşünür. Sanki aralarında gizli bir anlaşma vardır. Ortamdan kaçış, kopuş, istenilen süreler bilinmez diyarlarda dolanış ve dönüş eşyanın doğası gibi algılanmaktadır. 
Apaçık ortada olan, kocasıyla paylaştığı fazla bir şeyi olmadığıdır. Şiir ve hikâye tutkunu biridir. Üniversiteyi dışardan bitirmiştir. Çantasında şiir kitapları eksik olmaz. Her an bir hikâye çiziktirmek peşindedir. Bazı hikâyelerini yayınevlerine, çeşitli edebiyat sitelerine göndermeyi düşlemektedir. Şimdiye dek hiç göndermediğini söylemiştir. Bir keresinde romandı hikâyeydi tartışırken şöyle demişti:
“Çevremde ilgilendiğim bu konularda iki laf edebileceğim biri hiç olmadı. İlk kez seninle… Benim için öylesine kökten ve temel bir şey ki… Nasıl anlatayım? Çölde yolunu kaybedip yıllarca yeşil bir vaha bulamamak gibi bir karabasan!”
Kenan bundan cesaret almış, sormuştu. Birkaç yıldır geliyordu Kunduz’a, Dağ’ı Kenan’dan daha iyi biliyordu, insanlarını da; neler vardı gerçekten ilginç bulduğu? Hacer’i yüreklendirirse biraz olsun konuşup içini açar diye umut ediyordu. Hiç tereddüt etmeden verdiği yanıt ilginçti.
“Benim için Kunduz, doğa ve ağaç demektir… Ben ağacın gerçekten ne olduğunu öğrendim burada, toprağın, canlıların, kuşların… Bunları Allah’ın bir şarkısı gibi dinlemeyi öğrenemezseniz sevemezsiniz… Mutlaka sevmem gerekir, diye Beethoven senfonilerini dinleyip sonunda sevmeyi başarmak gibi, ağaçlara bakarak, sürekli dinleyerek duyabilirsiniz Tanrı’nın şarkılarını. Bana bunları Kunduz öğretti. Gerisi, başka yerlerden pek farklı değil…” Susmuş sonra aniden önemli bir şeyi atlamış gibi eklemişti:
“Madem sordun, bir şeyi unutursam olmaz; Hamza, şu senin kaldığın Dağ Otel’de çalışan adam. Bizlerden çok yaşlı, ellilerde olmalı, pehlivan olan, görebildiğim kadarıyla gerçek bir bilge, öyle her yerde kolay rastlanmaz, ama insanlar safın teki diye bakarsa ona şaşırmam… Ağır hasta. Her şeyi sıradan bir yarın gibi bekliyor… Dost olduk…”
Bu konularda gezinirken kendinden geçiyordu Hacer. Onu Köy’de nasıl tanıdığını anlatır.
Kocası öleli henüz üç ay bile olmadan Kunduz gezilerine yeniden başlamıştır Hacer. Bu durum ailesi içinde, özellikle kocasının kardeşleri arasında, pek hoş karşılanmıyor  olmalıdır. Buna aldırmak bir yana, sanki terslik olsun diye, inadına, gezilerini artıroyor gibidir. Kocasından pek söz etmek istemediği de belirgindir.
Bir gün yine kitaplardan söz ederlerken aniden konuyu değiştirir.
“Eşimin kardeşleri beni dava ediyorlarmış, yeni öğrendim, mirastan düşürmek için, kocamı isteyerek, planlayarak öldürmüşüm…”
Sözü yoktur Kenan’ın.
“Sana bir hikâyemi getirdim, okuyup bana görüşlerini samimi olarak bildirir misin?” Bir daldan diğerine atlardı Hacer, böyle durumlarda onu izlemekte zorlanıyordu.  Kocasını öldürmekle suçlanmasına aldırmıyor havası mı vermek niyetindeydi, anlayamamıştı.
“Tabii, merak ettim şimdi, hemen okumak istiyorum...”
Hacer düşünceleri arasında gezinir.
“Belki seni de sorgularlar, birlikte götürdük ya hastaneye İzzet’i… ama sakın aldırma, sana pislik sıçramasına izin vermem, ben zaten fazladan yaşıyorum…”


-3-

 Emine Hanım’ın yaptığı dolma ile kendi hazırladığı salatayı yiyor, elindeki şarap kadehinin son yudumlarını sindire sindire tatmaya çalışıyordur. Arada bir, akşam yemeğinde bir kadeh şarabın günü kapatırken ona eşlik etmesini sever.
Hacer’in öyküsünü okumuş, sevmiştir, ondan heveslenmiş olacak garip bir yazma tutkusu ateşlenmiştir içinde, kaçırmak istemez. Kafasına koymuştur. Bir ay içinde en az beş bin kelimelik bir yazısını ciddi bir dergiye yollayacaktır. Her gün kaç saat okursa o kadar da yazmaya karar verir. Bilgisayarı hazırlar, başlamak üzeredir, telefon çalar:
“Mühendis çocuk, artık aramaz oldun, hazırlan geliyorum, ayrıca sana iyi bir haberim var, yemeğini yedin mi?”
“Evet, yedim…”
“O zaman bir iki sütlü tatlı alıp geliyorum. Umarım çayın vardır, yoksa onu da mı getireyim?”
Leman’ı kıramaz, borçlu hissediyordur ona. “Yok, tamam, atla gel...”
Leman, sahneye ilk çıktığında alkışı hak etmek için dikkat çekmeye çalışan tiyatro oyuncusu gibi telaşla, evin çevresindeki köpeklerden yakınarak girer eve, elindekileri bırakacak yer arar.
“Hoş geldin!” Öper yanaklarından Kenan, alır getirdiklerini, mutfağa koyar. Ayaklarına dolanan Mars’ı sever, sohbet eder onunla. Üçü birlikte yukarı çıkarlar. Odanın çalışmaya hazırlandığı bellidir.
“Çalışkan çocuğu baştan mı çıkardım?”
“Seninle o kadar hukukumuz yok mu Leman, ne olacak? Başlayacaktım, yarına erteliyorum. Oldu mu?”
Sitemli gülücüğü renklenir Leman’ın, derinleşmiş ve canlanmıştır. Kenan’ın yanında önemli olduğunu hissetmek mutlu etmiştir onu.
“Dur, geliyorum, sen işine bakadur, hemen şimdi…” Hızlı adımlarla daracık merdivenleri iner.
Kenan endişelenir.  “Aman, merdivenler dik, yavaş! Deli kız!” Kitapları düzenler masada yer açmak için.
İki tatlı kâsesini taşıdığı tepsi elinde gelir Leman.
“Otelde aşçıya özel yaptırdım, az şekerli, yok gibi şekeri, ama yine de tatlıya benziyor…”
Tatlılarını yerler, beğenir Kenan. “Aşçı övgüyü hak etmiş.”
 Tabakları ve çanakları toplamak için kalkar Leman, iyice keyiflendiği zamanlar olduğu gibi kısa, keskin, kesik kesik ve coşkulu, sanki bir modern bale koreografisine uyuyormuşçasına hareket etmeye başlamıştır. Kenan’ın tabağını almaya eğilince aniden durur, tabağı masadan kaldırmadan başını sola çevirerek Kenan’la göz göze gelir. Gözlerindeki yaramaz çocuk ışıltısı çekilmiş, yerini yumuşak, şefkatli ama tutkuyla isteyen buğulu bakışlar almıştır. Bir an öylece kalırlar, zaman donmuştur. Kenan tüm gücünü toplayarak oturduğu yerde yüzünü geriye ve sola atar, “Bak Leman…” diye ayağa kalkar. Arkasını getiremez. Hâlâ tabak elinde, eğilmiş durumda bekleyen Leman kısacık bir duraksamadan sonra tabağı sertçe masanın ilerisine fırlatarak merdivenlere yönelir, öfkeli, sert, kararlı ama ağır adımlarla. Her basamağın hakkını verircesine mutfağa iner.
 Kenan gönlünü almak için seslenir:
“Çocuk olma Leman, lütfen…” Gitmesini istemez.
Mutfaktan dolap kapaklarının ve çekmecelerin açılıp kapanma sesleri gelir. Birkaç dakika sonra Leman elinde bir şarap şişesi, iki kadeh, aynı sert tempoda yukarı çıkar.
 “Otur buraya Kenan!”
İşkencecilerin, zevk için öldürenleri seyrederek eğlenenlerin oyunu, boğa güreşinde kırmızı pelerin görmüş yaralı boğaya dönmüştür. Elindekileri masaya çiviliyormuş gibi vurarak yerleştirir, sanki öfkesini masadan çıkarıyordur.
 “Beni dinle, ben tamam diyene dek! Sormadan konuşma! ” İki kadehi de taşırarak doldurur, birinden büyükçe bir yudum alır diğerini Kenan’a özensizce iter, kadehten masaya biraz daha şarap dökülür, kitapların bir kısmı lekelenir.
Kenan’ın sesi çıkmaz, yavaşça yanaşmış ve eski yerine oturmuştur.
“Şimdi söyle bakalım, benden niye kaçıp duruyorsun? Çok mu iticiyim ben, dokunamadığın kadar, soğuk, çirkin, böyle dersen anlarım… Bana olur, bilirim, yaklaşamam, uzak durmak isterim, olmaz, bitmiştir, öldürsen değişemem…” Birkaç büyük yudum daha alır şarabından, yüzünü ekşiterek kadehi masaya koyar. “Söyle! Açıkça, beni asla istemediğini, bana dokunamayacağını, aklının başka yerde olduğunu, söyle neyin varsa, içini dök… hadi bekliyorum… şimdi… Ama lütfen kem küm etme, geveleme, açıkça, dürüstçe…” Bakışları pencerede rüzgâra uyarak salınan çamlara saplanmıştır.
Kenan elindeki kadehi bırakarak ayağa kalkar.
“Pekâlâ Leman, dinle, öyle müşterilerini dinler gibi, zaten ezbere bildiğin şeyleri anlatacaklarından emin olduğun müşterilerini dinler gibi değil... Sen harika bir insan ve çok güzel bir kadınsın… Seninle yatmaya hayır diyebilecek biri, budalanın tekidir… Senden kaçmamın nedeni korkmam, anladın mı? Senden, çekiciliğinden korkmam! Şu anda bir sana tutulmam eksik… Başım belada Leman, beni anlamaya çalışmıyorsun bile… Ama sen anlamak için çaba harcayanlardan değilsin, onu biliyorum, sen yalnızca yaparsın ve sonuca bakarsın, iyi olmamışsa düzelterek yeniden yaparsın... Lütfen, gözünü seveyim belki ilk defa bir şeyi, beni, anlamaya çalış, burada senin dostluğuna nasıl ihtiyacım var, görmüyor musun? Ya seni de kaybedersem ne yaparım, korkum bu, daha başka nasıl söyleyebilirim, bilemiyorum…”
Masaya yanaşır, kadehten aldığı küçük bir yudumla ağzını ıslatır Kenan.
“Başım kendimle belada, kendimle… Kafamın içinde kendime yönelik bir tehdit var, onu söküp atmaya çalışıyorum, -yeni ‘ötekileştirme’ deyişi var ya- işte ben kendi kendimi ötekileştiriyorum… Aslında her insanın biraz olsun kendiyle başı beladadır, ancak çoğu sıkıntıyı karşıdaki birine yükler, işi çözdüğünü düşünür, hiçbir şey çözülmez. Ben biliyorum problemin ‘ben’ olduğunu.  Arkamda karım var, bak bıraktım geldim, herkes soruyor, başka birisi mi var diye, anlatamıyorum kendimle sıkıştığımı; arkamda işim var, diplomam var, hepsini bıraktım, neden biliyor musun? Kendime ihanet ediyormuşum hissi beni boğuyor.”
Gidip kadehini doldurur. Ağız dolusu şarabı bir süre tutar dilinin üzerinde, yavaş yavaş içine iyi işlesin diye bekleyerek yutar.
“Senin ballandırarak şehvetle anlattığın iş pazarı beni itiyor. Seni suçladığımı sanma, ben yaşamın mucizelerini başka yerlerde aramam gerektiğini seziyorum, belki de hiçbir yere ait olmayan, ilgisiz, gerçekten anlamsız biriyim... Ne için yapılmışsam onunla uğraşmak istiyorum; bu okumak ve yazmak olabilir, ancak lanet olsun, başka bir yeteneğim yok… Beğensen de beğenmesen de bu böyle… İçimdeki yaşama gücü ve kuvvetiyle gündelik hayat denen arenadaki kuvvetleri nasıl birleştirip ortak çalıştıkları bir alan, –kendi gözümde- adam yerine konduğum bir yaşama alanı bulabileceğim? Teslim olmamak için becerebilmem gerekiyor.
“Ya seni de kaybedersem, senin dostluğunu da; tümüyle yönsüz kalmaz mıyım? Farkında bile değilsin, çoğu kez imreniyorum sana. Hayatla bir oluvermişsin, yaşamı önüne çıktığı gibi göğüsleyip yaşıyorsun, kendinle barışıksın, arada bir hayata kızıyorsun; ya ben? Kendimle barışık olmaktan geçtim, kendime selam bile veremez durumdayım, anlıyor musun? Hayatı anlamaya çalışıyorum ama onunla ayrı tellerden çaldığımı biliyorum. Tenler birleşince kafalarda başka beklentiler doğuyor, korkuyorum onlardan… Yatacağım Dolarla büyülenmiş Leman’da, sohbet ettiğim Leman’da bulduğum uyumu bulamazsam ne olacak?”
Ter içinde çöker sandalyesine Kenan, kadehinde kalanları bir yudumda bitirir. Şişeye elini atar, bitmiştir. Leman yavaşça kalkar, kendi kadehinde kalanları onunkine boşaltır ve önüne sürer. Durulmuştur. Ormanın uğultusunu dinleyerek Kenan’ın içkisini yudumlamasını seyrediyordur. Kendisinden bu denli değişik birini istemesini tuhaf bulur, ancak nedenler, niçinler onun işi değildir, istiyorsa istiyordur… Yavaşça kalkar, masayı çepeçevre dolanıp Kenan’ın sandalyesinin arkasına geçer. Sandalyenin sırtına iki elinin avuç içleriyle bastırarak Kenan’a tepeden bakar. Dışarda sesler duyan Mars masanın altından yıldırım gibi fırlayarak merdivenlere atar kendini. Rüzgârda savrulan ağaçların ilahi fısıltıları andıran sesinden başka bir şey duyulmaz olur. Leman eğilerek Kenan’ın sağ kulak memesine dokunur dudaklarıyla, yanağını yanağına değdirir usulca, nefes alıp vermesini duyuyordur. Kenan’ın soluma ritmiyle, derinlerden, gecenin içinden gelen rüzgâr fısıltıları uyumlu iki farklı melodiye dönüşür. Beynindeki bu müziğe teslim olur Leman. Ellerini üstten Kenan’ın gömleğinin içine sokar, memelerinin üzerinde gezdirir… Büyülenmiş gibidirler, sandalyeden nasıl kalkıp biraz ilerdeki yatağa geçerler anımsamazlar. Rüzgârın melodisi ile nefes alıp vermelerindeki ritmin armonisi sabaha dek bozulmaz.
∘∘∘




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder