AŞK DAĞDAN İNMEZ - (Roman; Bölümler: 9-10)






_9__






Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (2)













Karl Marx, bir köleyi kontrol etmenin en iyi yolunun onu bir ‘şirket çalışanı’ olduğuna ikna etmek olduğunu görmüştü.
Nassim  Nicholas  TALEB (d. 1960)


Dosyaları masama savurup koltuğa çöktüm; yapması gerekenleri her şeye karşın becerebilmiş olanların tuhaf huzuru vardı içimde. Rahat ama şaşkındım, bir sürü insan hayat acemiliği diyecekti, biliyordum, kararım kesindi aldırmayacaktım.
Hayatı bir para kazanma yarışı, insanı da bunun için eğitilmiş canlılar –hatta makineler- gibi gören amansız yöneticiler gibi koltuğuma kaykılıp ayaklarımı masanın üstüne uzatıp kavuşturdum. Çay söylemek için açtım telefonu, Mehmet çıktı: 
“Abi buyur…”
Beni sever, ne zaman çocuklarına bir şey olsa bana koşardı; üç çocuğu vardı, birisi down sendromlu.
“Taze bir çay yollar mısın?”
Şeyda’ya bildirmeli miydim? Hayır, şimdi keyfimin bozulmasını istemiyordum, en az eleştiriye gereksinim duyduğum zaman. Bir anda karar değiştirdim, ceketimi kaptığım gibi çıktım odamdan. Atladım arabaya, ver elini Belgrad Ormanı. Bir saate yakın dolaştım, çamların, meşelerin, kayınların arasında, diri, sıcak ve dosttular. Geç bir öğle yemeği için Şirket’e geri döndüm. Kapıdan girerken telefonum çaldı.  “Baba bir şeyler duydum?” Mustafa’ydı. Akıllı uslu, kafası çalışan, zeki, sigara paketiyle sarmaş dolaş, gündelik hayatın labirentleri arasında kayarken pek bir şeyi dert etmemeyi nasıl başardığını bir türlü anlamadığım bir mühendis. İş alabilmek için maaşa bağladığı, belli aralıklarla Şirket adına ciddi paralar ödediği çok yönetici vardı çeşitli kurumlarda. Bunlara oyunun kuralı diye bakıyordu, hani var ya hakem görmüyorsa topu elle düzeltebilir golü atabilirsin gibi bir şey… Tamam, bir yerde öyle, herkes öyle bakıyor, yapamazsan kaybedersin falan… Herkes bir nevi suç ortağı… 
Gündelik hayatı idare etmemizi kolaylaştıran tuhaf mekanizmalar var kafamızda, onları işleterek suçun ruhumuzda fazla tahribat yapmasını önlüyoruz. Belki de benim Şükran’la yatarken Şeyda’ya karşı küçücük bir sızının dışında bir şey duymamam bu yüzden. Ne yapayım, düşüncelerimi, duygularımı biriyle paylaşmadan edemiyorum.
O da yemek yememiş, buluştuk yemekte. Kimse yoktu Şirket yemekhanesinde.
Anlattım. Yapmam gerekenleri ancak tepki olarak düşünebildiğimi söyledim Mustafa’ya, elimdeki belalı proje olmasa işi bırakamazdım.
“Patron’a ortalıkta söylemişsin?”
“Öyle denk geldi…”
Elimdeki kaşığı bırakıp gözüne baktım.
“Sen de bir sürü pisliğe bulaştın…”
Mustafa soruları kendisinin soracağını bekliyor olmalıydı.
“Bırak beni, ne bok yediğinin farkında mısın?
“Benden buraya kadar, dedim…”
Telefonlar gelmeye başladı, hem ona hem bana gündelik işler… Sonra tekrar görüşüp devam etmek üzere ayrıldık.
Öğleden sonra proje ekibinden arkadaşlar geldi. Başarma azmimiz yaralanmıştı, anlıyordum; daha ileri gidip ayrıntılara girmem zaten söz konusu olamazdı. Başkası gelecek, her şey aynen sürecek. Değişecek olan halkalarda rol alan “insan tekleri”… Hangi halkanın neresindesin sen ona bak.
Akşam geç vakit Şükran aradı. Numarasını görünce rahatladığımı içimin ısındığını hissettim.
“Kulağıma gelmedik şey kalmadı?”
“Kararımı bildirdim…”
Dikenli mor bir sessizlik içinde epey bir zaman geçti.
“İnanamadım… Maceralı projemizin ardından…” Bir ara duraksadı. “Akşam bana gelir misin?”
Bulanık düşüncelerimin üstüne, zifiri karanlık bir geceyi aniden aydınlatıveren ay ışığı gibi düşmüştü bu öneri. Şeyda’ya ne diyecektim? Yalan söyleyecektim, ofiste işim vardı…


-2-

Bir şeyleri iyi yapmanın güzelliği insanın yüzüne vuruyor. Şükran saygılı dinliyor, ‘benlik’ bayrağını yükseklere çekebilmek düşüncesiyle olur olmaz yerde eleştirmiyor, budalaca övgülerle destekleyerek zekâsı üstünde kuşku yaratmıyordu. Önemli kavşaklara ışık tutabilecek soruları, ‘bugün hava ne güzel, değil mi?’ sıradanlığında seslendiriyordu. Rahat ediyor, dinleniyor, kendimi daha iyi tanıyordum onunla konuştukça. Güzel yemek yapıyor, göz kamaştırıcı bir alçak gönüllülükle sunuyordu. Bundan mıdır, bilmiyorum giderek daha güzel ve çekici görünüyordu bana. İncitmemek için özel çaba harcarken buluyordum kendimi.
Kendiminkiler dahil, budalaca kişilik gösterilerinden ne denli itildiğimi anlatamam. Sadelik, basitlik ve de palavradan öte beceriyi mumla arar olmuştum. İyi yapmanın yerini iyi satmak, doğru düşünmenin yerini işine gelecek biçimde iletişim alıyordu. Dilin görevi düşünmekten iletişime geçmişti. Zamanın ruhuydu bu. Belki de Şükran’ı bu budalalıklara uzak olduğu için daha sıcak buluyordum…
Televizyon açıktı, çorbalarımızı içiyorduk.
“Neden bugün?” diye sordu Şükran.
“İşi bırakmak mı?”
“Hı hı…”
“Ben şartlanmalarımı ancak tepkisel olarak kırabiliyorum belki de… Olsa olsa ondan olmalı. Elimdeki projeyi oldurmak için girdiğim kalıplara tepki…”
Şeyda olsa eminim, “Aşırı değil mi?” benzeri şeyler söylerdi. Epey geç kalmıştım bunu yapmak için. Bu arada gözüme Patron ilişti, televizyonda şirket yönetimleri üstüne bir röportajda konuşuyordu. Çalışanların daha çok kazanmalarının yolunun daha verimli ve daha üretken olmalarından geçtiğini, bunun için de doğruyu, güzeli, etik ve ahlaki olanı sürekli arıyor olmalarının gerektiğini falan… Bizim Patron, toplantı sanatı, zaman yönetimi, iletişimin can damarı, satışın olmazsa olmazları gibi, ortalama her işletme kitabında bulunabilecek, faydasız denemeyecek öğütleri bilimin müthiş buluşları gibi görmeye teşneydi. Ha zaman yönetimi, ha Einstein’ın Genel Göreliliği… Aynı değerdeydiler onun gözünde.
Şükran gözleriyle işaret ederek gülümsedi, bak siz neymişsiniz diye… Benim yüzümü hüzünlü bir zoraki gülücük karartmış olmalıydı.
“Şeyda’nın henüz haberi yok…”
Karım hakkında onunla konuşmamıştım hiç, kafamı meşgul ettiğinden olacak ağzımdan kaçmıştı.
Şükran sürpriz yaptı. “Neden söylemedin?”
Onu duymamış gibi sürdürdüm. “Hem de hamile… ”
Sustuk. 
 

-3-

Evi doğum telaşı sarmıştı, bu araya istifa falan gibi ailenin ‘budalaca’ göreceği absürt şeyleri sokmanın ne ilgisi vardı.  İşime gidip geliyor, günlük işleri sürdürüyorum.  Evde doğuma, işte ihalenin sonucuna doğru yürüyordu zaman.  Donmuş bir merakla bekliyorum, ikisi de deneyimlemediğim heyecan verici başlangıçlara gebe olabilir. 
Öğle yemeğinden gelmiş, ofiste çayımı içiyorum. Telefon. Yemek sonrasının sevimsiz uyuşukluğuyla açtım, Genel Müdür arıyordu. İhale açılmıştı ve en iddialı firma bizdik; işin başkasına gitmesi sürpriz olurdu. Teşekkür ettim. Kapattığımda başka bir dünyadaydım. Beklentilerimden birinin sonuna geliyordum. Şirket’te gönlümce bir iş bulup bulamayacağım konusunda pek iyimser değildim. Önümüzdeki günlerde bazı şeylerin ortaya çıkacağını umuyordum.
Akşam saat beşte kutlamaya çağırdılar. Güzel bir pasta gelmişti, kahveler, çaylar… Şirketimizin gücünü, çalışanlarımızın yeteneğini, azmini ve metanetini göklere çıkaran sözler edildi. Herkesin mutlaka gülümsemek zorunluğunu hissettiği hoş birlikteliklerden biriydi. Keyifliydim… Başarı denen şey ne denli pürüzlü olursa olsun baştan çıkarıcıydı. İşi bıraktığım aklıma bile gelmedi, güvenim artmış umutlarım tazelenmişti. İnanamıyordum… Birisi bunun çelişkili olduğunu söyleyecek olsa ne diyebilirdim? Beni bekleyen belirsizliğin hüznü, kutlamanın ışıltısını birazcık gölgeliyor olsa da, moralim yerindeydi. Pişmanlık duymuyordum. Ne yapmak istiyorsam bedelini ödemek zorundaydım.
Pastamı almak için büfeye yaklaşırken Patronla göz göze geldik, hafifçe göz kırptı. Buruk bakıyormuş gibi geldi bana.
 “Yarın sabah bana bir uğra, görüşelim…” dedi.
Kendimi fazla önemsediğimi anladım, adamınki her durumdan tulum çıkarmaya çalışan pragmatik iş adamı duruşuydu.
“Olur efendim,” dedim Ne görüşebilirdi benimle, anlamadım.
Kahveyle pastamı aldım, nereye yanaşayım diye bakınırken bizim eski ekibe gözüm ilişti, köşede kaynatıyorlardı. Yanaştım. Patron’un övgüleri koltuklarını kabartıyor, gözlerinde, ayakları yere değdiği anda paraşütçülerin gözlerindeki gibi kıvılcım çakıyordu. İleri geri espriler, özenli, sıcak, saygılı tavırlar… Uzaktan Şükran’ı görüyorum, elinde kahvesiyle geliyor katılıyor bize. Annesi rahatsızmış, kardeşleri aldırmıyormuş, kızgın... İnsanların içinde üstü kapalı sordu, ne oluyor diye, Patron’un randevu verdiğini, hemen ertesi gün görüşeceğimizi söyledim. İçten, merakını gizleyemeyen dost bakışlarını yakaladım.  İçim ısındı.  Çok kalmadan ayrıldım, benim için fazlaca kutlanacak bir şey yok diye düşünmüş olmalıyım.
Eve gittiğimde girişteki küçük sehpanın üzerinde notu buldum. Şeyda annesindeymiş.


-4-

Saat onda Patron’un odasındaydım.
“Gel bakalım, ne içersin?”
Söyledim.
Telefonun tuşuna bastı.
“Kızım, bize iki çay söyle, benimki açık!”
 Zaten boş olan geniş masasının üzerindeki birkaç şeyin yerini değiştirerek yerleştiriyormuş gibi yaptı. Birden, içimden gelen bir sesle irkildim: İstifa mı ettin, böyle işlerde çalışmak istemediğini mi söyledin, bas git! Ne anlamsız bir ziyaret şimdi bu! Kararsızlığım had safhadaydı; neredeyse kusura bakmayın yanlış gelmişim, rahatsız ettim, deyip çekip gidecektim…
“Gitmek istediğin başka bir şirket var mı?” diye başını kaldırmadan sordu.
Bir ara duraklıyorum, üstüme almadan, telefonda konuşuyor diye düşünmüş olacağım. 
“Başvurduğun veya anlaştığın başka bir şirket var mı, dedim”
“Ben mi? Hayır…”
Sekreter elinde tepsiyle geldi, iki çay, yanında birkaç yulaflı bisküvi, Patron’un sevdiklerinden olmalı.
“Kızım, şuraya koyar mısın?” Koltuk grubunu işaret etti. “Gel, şöyle geçelim…”
Karşılıklı oturduk. Ne yapmak istediğimi sordu. Kısaca anlattım ve şöyle bağladım.
“Şirket’teki görevlerimin hiçbirinde tutkuya evrilen heyecanlar yakalayamadım. İş, en sorunsuz zamanlarda bile cevabını veremediğiniz sorularla uykusuz bırakmıyorsa yanlış yerdesiniz, diye düşünmekten hoşlanıyorum. Beni heyecanlandıran şeylere Şirket duyarsız kalıyor… Anlamıyor değilim,  –hafif ahlak ve kanun dışı bile olsa- herkes gibi kolay ve dolaysız yoldan para kazanmayı seçiyorlar… Oyun dışı kalmaktan korkuyorlar. Bu oyuna ait olmadığımı hissediyorum…”
Sözüm biter bitmez fazlaca derinden, aşırı edebi bir açıklama yaptığımı fark ettim; patron poposuyla gülmüştür, eminim. Elimden gelseydi söylediklerimi geri alır, “Artık çalışamıyorum şirketinizde, bundan sonra burada ne kendime ne de size hayrım dokunur,” der kesip atardım. Patron ne derdinde, bense hangi telden çalıyorum; anlaşıldı ben adam olmayacağım!
Beklediklerim çıkmadı. Söylediklerimin çocukça olduğunu, bu tür hayallerin başımızı sıkıntıya sokacağını, gerçekçi olmam gerektiğini falan öğütlemedi. Özellikle, o müthiş(!), her aklı başında insanın basmakalıp görüşlere teslim olmasını “gerçekçilik” sayan nasihatler de gelmedi. Baktım, yüzündeki çizgilerden beni ciddiye alıp almadığı okunuyor mu, diye. Hayır! Ama açık bir küçümseme de göremedim… Ayrıca ne yapacaksın, bir planın var mı, diye de sormadı.
“Pekâlâ,” dedi, “o zaman beni dinle…”
Rahatladım. En azından kısa bir süre için top benden çıkmıştı.
Telefon geldi; bir süre telefonda konuştu konuştu Patron, sonra dönüp anlattı benim için düşündüklerini. Şirket’e ülkemizde uygulanmayan bazı yöntemleri yerleştirmeye karar vermişti. Kendisine bu konularda yardımcı gibi, danışman gibi çalışmamı öneriyordu. 
Sürpriz olmuştu, böyle bir öneri kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Teşekkür ettim güveni için. Niçin beni seçiyordu? Son ihalede sınırları epeyce zorlayacak –en diplomatik söylenişi buydu- kertede işi kovaladığım içindi… Pek de aptal sayılmazdım!
İş falan umurumda mıydı? Hayır… Biraz zaman kazanmak istiyordum... Dünyam her an biraz daha kör düğüm olabilirdi. Can sıkıntım boğazıma çıkmıştı, Şeyda hamileydi, Şükran birileriyle tanışma arifesindeydi, ben de tutkuyla sarılacağım şeyi arıyordum… Bulamazsam ne yapardım?
 Ardından diğer ayrıntıları sıraladı: Maaşıma da hatırı sayılır bir zam yapacak, bana kendi katında bir oda ayarlayacaktı. Bunlar da son işimin primi olmalıydı…
Ayrıldım. Keyifsiz değildim. 


-5-

Akşam Şeyda’ya anlattım. Karnı burnunda, kilo almış da olsa yine güzelliği üzerindeydi.  Evde adım atmaya yer yok, annesi bizde kalıyor, herkes bizde, her şey her yerde… Odama giden yolu zor buldum. İstifa ettiğimden falan bilgisi olmadığı için, yeni bir öneri, diye sundum teklifi, altın tepsi içinde, yükselmeymiş gibi allayıp pullayarak. Şeyda kaçırır mı, istediğin kadar süsle; uyanıklığı güzelliğine bile ters düşüyor, ama başka nasıl anlatırsın? Pirelendi.
“Ne kadar zam alırsan al, bu seni işin ana yolundan savurup atar, yan yola, patikaya geçersin; çevre yollarındaki yan yollar gibi…” Kaybolan göz çizgileri ortaya çıkmıştı tombul yüzünde, suratı asılmıştı.
“Bir de bakmışsın oyun dışındasın...”
Eski ihalelerin çabuk unutulacağını kafama sokmaya çalışıyordu. Bu kadarcık şeyi anlamıyor olmamı neye bağlıyordu, merak ediyordum, ama sormadım. Son bir gayretle kafama sokmaya çalıştı.
“Mevsimsiz açan dağ çiçeğe, zamansız öten horoza dönersin herkesin gözünde. Koparıp atarlar, kafanı kesiverirler!”
Böyleydi. Çabucak deşerdi görüneni, gözünün önüne atıp mideni kaldırır, hayallerinin yumuşak toprağında yeni yeşermiş güzelim umut çiçeklerini koparıp atardı. Böylesine zeki olup hayata hep farklı pencereden bakınca olacağı buydu. Aslında doğru söylüyordu, dediğine katılıyordum. Anlaşamadığımız nokta şuydu.  Onun için işin ana yolundan sapmak kötü bir şey, benimse aradığım şeydi! Bunu anlamıyordu, beklemiyordum artık anlamasını. İlişkimizin ipe çekildiği sehpa burasıydı.
Annesi yemeğin hazır olduğunu söyledi. Konu kapanmış,
 rahatlamıştım. .
Ertesi gün Patron’la görüşüp çalışacağımız alanları belirledik; birkaç temel yayını kütüphaneden bulup işe giriştim. Kitaplara tekrar gömülmüştüm.
Bir sabah internetten çeşitli sitelerden çıktılar ayarlıyorum, masam, odam allak bullak, dalmışım…
“Kolay gelsin.”
Gülücüğü yüzüne yayılmış Şükran, kapıda bana bakıyordu. Davet ettim; ona kahve, kendime çay söyledim. Tebrik etmeye gelmiş, yeni işimi. Ona bile haber veremedim, oysa söz vermiştim… Doğru dürüst iki laf edemedim, nedenini hâlâ bilmem, kafam yeni işle çok dolu ondan mıydı, Şeyda’nın doğumu yaklaştığından mıydı, bilmiyorum.
“Görüşemiyoruz.” Yüzünün kızarmasını önleyemedi. Sorusunu, neden beni aramıyorsun,  diye anlayacağımı biliyordu.
Onu rahatlattım. “Doğru, son günlerdeki sıkıntılarım yüzünden belki de… Oysa seninle konuşunca gerginliklerim buharlaşıyor.”
“Yeni işin? Ne olduğunu anlamadım. Herkes başka bir şey söylüyor.”
“Anlamaya çalışıyorum, görüyorsun; çok şey öğrenirim gibime geliyor; bıkmıyorum biliyorsun, bu öğrenmekten…” Odamın karışıklığına işaret ettim.
“En azından bir süre daha buralardasın… ”
İki kolumu yana açtım… İşim var gitmeliyim diye kalktı Şükran. Gelecek hafta görüşelim dedik. Yanaklarından öpmek geldi içimden, tuttum kendimi.  

                                                                
-6-

Asık suratlı, kurşuni, puslu bir gündü; ama keyfim yerindeydi, iyiydim, gerisini boş veriyordum. Odam her zamanki gibi altüsttü, gönlüm gibi. Çay almaya çıktım, sırf yürüyüş olsun diye kendim alıyorum. Şükran’ın yanından geçtim, bir sürü insana dert anlatıyor. Melodinin sonundaki küçücük bir es gibi ritmimi aksatmadan duraksadım, göz göze gelebilmek için. Eliyle dönüşte bana uğra dedi. Kıpır kıpır sabah canlılığım coştu. Belli belirsiz bir el işareti ile ayaklanmıştı içimdeki güzellik akraba tüm duygular. Mehmet’in çay ocağına uğradım. Ayak üstü bir-iki laf edip güldük. Demli bir çayla birlikte zulasından küçücük bir çikolata ikram etti.
Uzaktan gördüm, dağılmış başındaki grup Şükranın. Becerikli kız. Yanında durdum, elimdeki çay bardağından bir yudum aldım ve çikolatayı ona uzattım. Yorgun bir sevinç tebessümü, karanlıkta yanan el lambası gibi aydınlattı beyaz yüzünü. Çikolatayı ağzına attı, onu düşünmüş olmamdan hoşnuttu.
“Sana söylemem gereken bir şey var.” Başını eğdi. Nedir diye soran meraklı gözlerle baktım. Tatsız bir şey mi seziyorum?
“Beni mutlaka biriyle tanıştırmak istiyorlar, epeydir sallıyordum…” diye ekledi.
Sesim çıkmadı. Sessizdim hep, küfrettim kendime. İşimde gidiyorum dedim, hâlâ ortalıktayım. Şeyda’ya karşı çaresizlikle karışık bir suskunluk içindeydim, hem sorularından hem gözlerinden kaçınmaktan yorgun düşmüştüm. Şimdi de Şükran…
Bir şeyler söylemem şarttı…  Elimdeki çayı bitirdim. Gözlerim ayaklarımda sabitlendi, dudaklarım kilitlendi, telde yürürken düşmemeye çalışan cambazlar gibi pabuçlarımın burunlarını sürüye sürüye odama döndüm. Tüm umutlu duygularım ürküp havalanıveren küçük kuşlar gibi bir anda kaybolmuştu. İçimi rahatlattığım tek yeşil alanın da betonlaşacağını görüyordum, ruhum sıkışıyor, ince bir sızı derinden bildiğim en hüzünlü şarkıları mırıldanıyordu. Kaçıp gitmek ama nerelere, mutlaka bir yerler bulabilmeliydim.
Elimde kalan tek silaha sarıldım, birdenbire karar verip çıktım Şirket’ten, ver elini Belgrad Ormanları. Hava serindi ama otomobilin arkasında kabanım yedekte bekliyordu. Park edip yüz metre ya yürüdüm ya yürümedim, telefonda Semih, epeydir yoktu ortalıkta.
“Yahu nerelerdesin? Hiç sesin çıkmıyor.”
“Belgrad Ormanı’ndayım,  attım kendimi…”
“Ne kadar daha oradasın?”
“Hep buradayım izin verdim kendime.”
“Bekle geliyorum…”
Yarım saat sonra Semihle yürüyorduk, Şükran’dan söz ettim. Neden attım kendimi ormana falan…
Ağzı açık kaldı. ”Herkes aklıma gelirdi de senle Şeyda…”
“Şeyda’nın haberi yok.”
Semih’te değişiklik yokmuş, nerde akşam orda sabah, gelsin sarışın gitsin esmer, aynen sürdürüyormuş; değiştirmek için bir neden görmüyormuş henüz. Belki bir gün kim bilebilirmiş, birisi aklını çelebilirmiş…
Bir saate yakın yürüdük ormanda, kimsecikler yok, gün petek bal gibi her hücresi altın sarısı ışın saçıyor... Biraz olsun içim açıldı, gel dedim ilerde güzel bir yer var,  bir şeyler yiyelim. Ağaçları cepheden gören bir masaya oturduk. . Kendin pişir kendin ye…  Biz, dedik, pişirmek istemiyoruz, siz getirin.
“Olur abi! Başım üstüne.”
Ormanda yenen yemekle birlikte her zaman bir-iki kadeh bir şeyler içmek isterdim. Bu sefer araba kullanacağımı düşünerek savuşturuyorum içki faslını kafamdan. Semih, uyanık oğlan... Bizimkilerin, dedi, yakında bir firmada işleri var, onları ben alacaktım, hesabımız öyleydi; küçük bir değişiklik yaparız, onlar buraya uğrar, birlikte gideriz. İki kişiler, biri senin arabayı öbürü de benimkini kullanır. Bizimkiler dediği birlikte çalıştığı iş arkadaşları.
Rakı söyledik.
Kimsecikler yoktu bizden başka, günün ters vaktiydi öğleden sonra dörde geliyordu saat, serin ama parlak bir güneş vardı.
İlk yudumlarımızı aldık. Gözlerimi önümüzdeki meşenin üzerinden ufuklara yönelttim. “Kendime fildişi bir kule yapmadan rahat etmeyeceğim, gündelik hayatın bok gibi elime yüzüme bulaşmayacağı bir yerde…” Çevremizdeki ağaçları ve yeşilliği elimle işaret ettim.
“Olsa olsa böyle ağaçlar içinde olur…”
“Sen bizim Kunduz Dağı’nı gördün, değil mi? Bizim küçük otelin bulunduğu, şu Kasaba’nın eteklerine kurulduğu dağ...”
Gözümde canlandı, epey oldu birkaç gün kalmıştık, yeşilin böylesini başka bir yerde görmedim, diye geçirmiştim aklımdan.  Kafamda bir ışık çaktı, gönlüm ısındı, belki de kendimi atacağım yer orasıydı!
“Gördüm, görmem mi! Muhteşemdi, iyi ki anımsattın bana… ”
Birkaç yudum daha rakıdan sonra iş şamataya döndü. Semih’in sevgilileri girdi mi işin içine, tutamazsınız onu. Bitmek bilmez anlatacakları. Bu defa bir şeyin, epeyce tuhaf bulduğum bir şeyin ayırdına vardım. Semih ilgisiz konularda konuşurken, örneğin sevgililerini anlatırken araya Şeyda’yı sokuveriyordu. Şeyda’nın haberi var mıydı? Nasıl söyleyecektim? Ben oyunu hep tek kişilik düşünüyordum.
“Şeyda’nın hayata bir itirazı yok!” Kalktım ağaçlara doğru yürüdüm. “O da senin gibi...”
Akşamüstünün hüznü içkinin rehavetinde demleniyordu. Göklere pervasızca, yalnızlığı umursamadan tırmanan kayın ağaçlarının tepelerine seslenir gibi üst perdeden konuşuyordum. “O hüznü anlamaz, şeydeki gibi, ‘melali anlamayan nesle aşina değiliz’… Anlamıyor, en kötüsü çalışmıyor bile anlamaya.” 
Hesabı istedik. Semih telefonla ekibini çağırdı.

-7-
Ertesi gün erkenden işteydim. Koridorda doğru amaçsız adımlarla turluyorum, henüz kimseler gelmemişti. Şükran’ın erkenden damladığını biliyordum. Bir-iki laf etsem, ne diyeceğim? Adamla tanışmış mıdır? İlk görüşte hoşuna gitmiş olamaz mı? Ruhum pislik içinde, bakışlarım bile kirlenmişti, umutsuzluğun pası vardı üzerimde. Yanından geçtim dalgın adımlarla, ışıl ışıl gözbebekleri ılıman bir selam bakışı yolladı, yakaladım. Hayır tanışmamışlar… Lavaboya gidip yüzümü yıkadım. İlgisiz birkaç telefon… toplantıdan çağırdılar.  Patron’un genizden konuşan sekreteri müjdeymiş gibi bildirdi. Sanki yüzlerini görmek içimi açıyor, iş olsun…
Patron’la, Genel Müdür koltuklara yayılmış oturuyorlardı. Çok daha erken geldikleri odanın karışıklığından belliydi. Dersimi iyi çalışmıştım. Epey ahkam kestim. Yeni anlayışlar, yaklaşımlar, moda yöntemler konusunda. Çoğunun ticari olduğunu, atacağımız taşın ürküttüğümüz kurbağaya değmeyeceğini söyledim… İnsan böyle havaya girip ağırbaşlı cümlelerle kendini dinletince, söylediklerinin saçma sapan şeyler olduğunu bilse bile kendini önemsemeye başlıyor.
Çıktığımda öğle olmuştu.
Aşağı kata indim, Şükran yemeğe inmiş mi, ona bakacağım. Uzaktan gördüm kimseler yok, o yalnız çalışıyor. Selam verip sordum, yemek yememiş, birlikte iniyoruz.  Yemekte toplantıyı anlattım.
“Sataşıyorsun. Durup dururken bulaşıyorsun…”
Şükran benimle ilgili pek yorum yapmazdı. Sezgileri fena sayılmazdı, bendeki tuhaf tehlikeyi sezmişti. Duymamış gibi yaptım. Son sözü hoşuma gitti, birinin olsun pek de saçmalamadığımı söyler gibi yapması ne denli önemli bana, bilemezsiniz.
“O iş ne oldu?” diye sordum.
“Ne işi?”
“Canım şu tanışma…”
Şaşırmıştı, “İlgilenmiyorsun sanmıştım,” dedi.
Sustuk. Yanımıza katılanlar oldu. Gündem güncele kaydı.  Kalkarken soruma yanıt alamadığımı anımsadım. Şükran’ın yemek sohbetindeki canlı tutumu gözümden kaçmadı.  Yemek salonundan çıkmadan kayınvalide aradı, elim ayağım birbirine karıştı, hastane, doğum geliyor sandım bir an. Değilmiş. Almamı istedikleri şeyleri söyledi… Sinirime dokundu! Kahve içmeye çağırdım Şükranı.  Birlikte çıktık, o yerine uğrayıp arkamdan geldi.  
“Biraz daha salladım, bilmem ne kadar daha uzatabilirim…” dedi odama girerken.
∘∘∘













_10_
















Delilin yokluğu yokluğun delili değildir.

Nassim Nicholas TALEB (d. 1960)


Soğuk ve sert rüzgârlı o gece vakti, lacivert gökyüzüne bakarak anlattıklarından sonra Hacer Kunduz’dan ayrılmış, kayıplara karışmıştı. Büyük dövüşlerden sonra boksörlerin uzunca bir süre kaybolup kendilerini bulmaya çalışmaları misali söylediklerini sindirmeye çalışıyor olmalı, diye düşünür Kenan. Özellikle aramaz; ne zaman döneceğine kendisi karar vermeli…  
Ocak ayının karlı bir günü mektup alır.  İşte geliyor, diye düşünür, ancak yanılmıştır. Hacer, kısa bir nota uzunca bir mektup iliştirmiş, anlattıklarının devamını bu mektupta okuyacağını söylüyordur. Uzun bir çalışmanın ardından yorgundur; dünyaya değişik bir ışıkla bakan biriyle iki laf edeyim, diye aklından geçirirken mektubu almıştır. Şöyle bir göz atar, Hacer kendi hikâyesini kahramanının bakış açısından anlatmıştır. Kendini anlatmanın utancını kahramanı ‘Hacer’in boynuna bir gerdanlık gibi asmış, gerçek yaşamın katlanılmaz acılarını edebiyatın büyüsünde eriterek anlatmayı seçmiştir.
Kendine bir kahve yapar –son günlerde değişiklik olsun diye başlamış ve sevmiştir kahvenin en dejenere granül halini. Kahvesini alıp uzanır alt kattaki küçük yatağa. Mars derhal zıplayıp yanına yerleşmiş kafasını onun bacaklarına dayayıp uyku pozisyonunu almıştır.
“Sen de dinlemek ister misin?”
“Hav...” Elini yalar.
       Kahvesinden bir yudum alır, mektubu açar:

 Yeni evlerinde zaman güler yüzlüydü, alışık olmadığı bir hızda duymadığı ritimde akıyordu. Şehrin varoşlarındaydı yeni mahalleleri. Komşuluk gidip gelmeleri  ruhlarda sıkışan zehirli gazların atıldığı bir emniyet supabıydı. Annesinde değişiklik yoktu, kabullenmişti Hacer, o artık böyle uzak kalacaktı. Susuyor, bildiği rutin gündelik işleri tekrarlıyor, söyleneni ayrıntılarıyla anlatıldığı şekilde yapmaya çalışıyor, bakışlarını karşısındakinin gözlerinden başka neresi olursa bir yere dikiyordu, yerdeki kilime, gökteki bulutlara, duvarda asılı Kuran’a… Herkes alışmıştı. Haftada bir iki kez teyzesine yemeğe gidiyorlardı. Bazen onlar geliyordu karşı misafirliğe. Evin yönetimi artık tümüyle Hacer’e kalmıştı. Arada bir çökmüyor değildi beynine, onu yine dünyadan alıp savuran bunalımlar; böyle durumlarda eve kapanıyordu. Teyzesi ona bir psikiyatr bulmuştu, uzun süreli bir çöküntü hissederse ona gidiyordu. Öte yandan gerçekten çekici bir kız olmuştu.
Teyzesinde yemek yedikleri bir akşamdı. Orta boylu iri yapılı kahverengi gözleriyle şaşkın bakan birisi vardı teyzesinde. İzzet, dedi teyzesi benim kayınbiraderim; haylaz, liseden sonra okuyamadı, bir sürü yere girdi çıktı, dikiş tutturamadı, ama şimdi iyi kazanıyor, ne alıp ne sattığını pek bilmiyorum ama…
Taşındıklarının ilk senesinde dışardan ilkokulu bitirdi Hacer, ardından lise derslerine çalışmaya başladı. Bu arada, yakınlarda bir kütüphane buldu, belediyeninmiş, abone oldu. Sürekli okuyor, hikâye yazıyor, lise derslerine çalışıyor, ev işleriyle uğraşıyordu. İkide bir yoklayan depresyon atakları dışında, inanması zor ama mutluydu.
Bir gün teyzesiyle sokakta karşılaştı.
“Kız, gel seninle biraz konuşalım bakalım… Anneni de al yanına, ne de olsa anne.”
Gittiler teyzesine.
“Yap bakalım birer kahve de şöyle içelim birlikte… Abla sen de şöyle geç baş köşeye,” dedi teyzesi. Köşedeki divanı işaret etti. En sempatik yüzünü takınma çabası içindeydi. Ara vermeden sürdürdü:
 “Hacer, bizim İzzet’i tanıdın… İyi kazanıyor, gelip gidip seni sorar oldu.”
Hacer’in en son beklediği şeydi gelip gidip onu soran biri. Ağzından sözcükler, yumruk yemiş de dişleri dökülüyormuş gibi paramparça dağıldı:  “O koca adam değil mi?”
“On beş-yirmi yaş, nedir ki? Erkek dediğin büyük olmalı kadından…”
Ne zaman patlayacağı bilinmez serseri mayın gibi bir suskunluk bastı odayı. Hacer’in başka lafı kalmamıştı, teyzesi sözünün üstüne konuşulsun da ona göre yön tayin etsin istiyordu. Annesi? Annesi zaten ne zaman iki üç kelimeden fazla etmişti? Ama bu kez öyle olmadı.
 “Neyi varmış ki oğlanın?” Doğrudan mızrak gibi bakışlarını teyzesinin gözüne dikerek konuşuyordu. Şaşılacak işti. İlk kez Hacer’in bir annesi vardı…
“Ah… neyi olsun ki abla?..” dedi teyzesi.
Annenin duruşunda değişiklik yoktu: “Bir şeyi, bir arazı olmayan, uzaktan gördüğü, başından bunca hal geçmiş birini almak ister mi?” Gidip mutfaktan bir bardak suyla döndü.
Teyzesi şaşırmıştı: “Vallahi, ne desem? Hacer benim de kızım; İzzet’e gelince galiba, bir ara dağıtmış, doktorlara falan gitmiş, ama anlat derseniz bilemiyorum…”
Hacer bunları duydu. Konuşmadı, ama o günden sonra yıllar sürecek yeni bir çöküntü dönemine girecekti.


-2-

Bir süre teyzesiyle ilişkileri limonileşti. Ama yapamadılar, her iki taraf da bunun çocukça olduğunu çabuk görmüş olmalı. Bir akşam teyzesi çat kapı geldi. “Kız abla, et tırnaktan ayrılır mı? Ne oldu ki, Hacer kimi isterse onunla evlenir, benimkisi onun mürüvvetini görmeyi murat etmek.”
Sonrasında her şey eskiye döndü. İzzet’le daha yakın oldular, teyzesindeki yemeklere her defasında özel lokantalardan tatlılar getirerek katılıyordu. Annesi bile yakın davranır olmuştu ona.
İzzet damat rolüne ısınıyordu. “Hanımefendi nasılsın, bir emrin var mı, biliyorsun…”
Hacer’e ürkek ve tedirgin bir genç kız yüreğini rahatlatarak yaklaşıyordu.  “Kız sen her gün güzelleşiyor musun?”
Güler yüz, kucaklayan sıcak sihirli kelimeler hem Hacer’i hem de annesini çöldeki su, cehennemdeki dondurma gibi derinden etkiliyordu. Nasıl olmuştu, hiçbiri açıklayamıyordu. Teyzenin İzzet’in ilgisinden söz ettiği o günden bu yana, neredeyse iki yıl geçmeden İzzet’le dost olmuşlardı. Teyze bunu gördükçe kıs kıs gülüyor, ama nedir sizleri böyle değiştiren diye sormuyordu. Konuşursa işin sihri kaçar diye düşünüyordu belki, kim bilir.
Son bir yıldır sevgili babalarından kalan kira geliri yeterince artmamış gelirleri ciddi düzeyde azalmıştı. Hacer dışardan liseyi bitirmeye çalışıyordu. Doktor seansları olur olmaz zamanlarda gerekebiliyordu. Bu durumda, yakın zamanda geçinemeyecek duruma gelmeleri kaçınılmaz görünüyordu. Bunun İzzet’le dostluklarını hızlandırmış olduğunu kimse aklına bile getirmese de, arka plandaki ekonominin çaktırmadan burayı da düzenliyor olması söylenebilirdi.
Hacer’in günlerce evden çıkmadığı oluyordu. Annesi bu gidişin onu çıkmaza sokacağına inanmaya başlamıştı.  Güvenebilecekleri biriyle evlenmesi önlerini açabilirdi. Bunu ona söylemiyor, bir yolunu bulup kafasındaki soruları kardeşinin aydınlatmasını isteyeceği fırsatı yaratmaya çalışıyordu. İlginçtir, annesinin diğer konulardaki durgunluğu sürüyordu; ama konu Hacer’in geleceği olunca başka bir insan olup çıkıveriyordu. İşitme duyusunun fabrika ayarlarını yeniden düzenlemiş gibiydi. Çevresindeki çoğu sesi çekmeyen kulakları ilgilendiklerini en ince noktasına dek duyuyordu. Hacer annesinin, içinde bulunduğu donukluğu, kopukluğu, aldırmazlığı ve duymazlığı isteyerek büründüğünü düşünmeye başlamıştı. Böyle yaparak kendini cezalandırıyor, günah çıkarıyor olabilirdi.
Anne bir gün tek başına kardeşini ziyarete gitti. Hacer kütüphanedeydi. Ablası birden telaşlandı. Kötü bir şey mi vardı?
“Hayır yok! Merak etme. Bana İzzet’in hastalığını anlatsana…”
Donmuş gözleri kardeşinin parmaklarının kıpırtılarını izliyordu.
“İzzet’in?”
Teyze öğrenebileceği kadar öğrenmişti, en yakın arkadaşlarından… Kocasına sormaktan korkmuş ve ondan habersiz gitmişti İzzet’in arkadaşlarına:
“Ben yengesiyim. Bir türlü ağzından laf çıkmıyor İzzet’in, hastalığını bilmiyoruz. Ona nasıl yardım edeceğimizi bilemeden karanlıkta göz kırpıyoruz. Bilelim ki, ona göre yardımcı olalım değil mi?”
Akılları yatmıştı İzzet’in arkadaşlarının:  “Aman ha, İzzet duymasın… ” diyerek anlatmışlardı İzzet’i… bildiğimiz bu kadar demişler, o da anlayabildiği kadarını aklında tutmuştu. Kırık dökük bir şeyler öğrenmiş bunları neye yoracağını pek bilememişti. İzzet bazen tanınmayacak derecede değişiyor, başka bir insan oluyormuş. Ortalıktan kaybolup kayıplara karışıyormuş. Böyle durumlarda doktora gittiği, özel ilaçlar aldığı ve evinden çıkmadığı söyleniyormuş. Ancak bu eskidenmiş şimdi yeni çıkan ilaçlar sayesinde neredeyse iyileşmiş, işlerini de yoluna koyabilmiş. Hacer’in teyzesi olarak kız tarafı gözlükleriyle bakınca da görebiliyormuş izzet’in ne denli düzeldiğini.



-3-

Anne bunları duyunca rahatladı.
“Bizim kız gene çok bunalımda, ne dersin? İzzet de istiyor bu kızı…”
“Abla ben bildiklerimi dedim, bizim İzzet artık iyileşmiş diyor herkes. Eh siz de yıllardır görüyorsunuz. Gene de karar sizin. Bana sorarsan, yan yana gelip hayatı birlikte sürüklerler, birbirlerinin söküklerini dikerek…”
 İşitmemiş gibi davrandı bunları Hacer. Kara kara düşünüyor, elinden düşürmediği kitapların sayfalarından kafasını alıp da dünyayı görmüyordu. Kızını kaybedeceği endişesi geldi Anneye, durum ciddiydi; onu da kaybederse hayatta tek başına kalacaktı. Koştu kardeşine.
“Bu kız, var mı yok mu belli değil. Ne yap et bu işi hallet...”
Teyze, kendisinin çok önceden gördüğü doğruyu ablasının da sonunda görebilmiş olmasının verdiği güvenle konuştu:
 “Sen o işi bana bırak…”
İzzet’le Hacer’in ilişkisinin dönüm noktasıydı bu. Teyze geciktirmeden Hacer’le uzun ikna edici konuşmalar yaptı. Hacer’in konuşulanları ne kadar anladığı bile belirsizdi. İkna olmuş göründü. Bir ay oldu olmadı söz kestiler. İzzet artık damat adayı olarak rahatça girip çıkmaya başlamıştı evlerine.
Birkaç ay içinde Hacer’in gözleri parlaklık, yüzü tebessüm gördü. Lise bitirmelerine ciddi hazırlanmaya başladı. Teyze ve Annenin gözlerinde planlarının işe yaramasının verdiği güven ve mutluluk okunuyordu.
İzzet’in keyfine diyecek yoktu. Yirmi yaş farka işaret etmek isteyenleri anlamıyordu. Yalnız bir sorun vardı. Hacer’e dokunamıyor ama kafasını pek takmıyordu. Zamanla geçecekti. Elini tutsa çekiyor, sarılacak olsa geri çekilip kaçıyordu. Doktora gittiler birlikte. Kimse duymasın diye de uzak hastanelerden birindeki bir psikiyatra.
“Zamanla geçecektir bu ürküntü; ancak özen ister, sevgiyle gerçek bir güven duygusu uyandıracak biçimde yaklaşmalısınız.” Bu insanlar nasıl birbirini bulmuş diyen gözlerle baktı onlara. “Ayrıca başka bir şehre taşınmanızı öneririm, kötü anıları geride bırakmanızın Hacer’in iyileşmesine katkısı büyük olacaktır.”
Duydukları İzzet’i çok mutlu etti. Doktorun söylediklerinin özeti onun kafasına şöyle yazılmıştı: “Başka bir şehre taşınırlarsa Hacer iyileşecek.” Bundan daha güzel bir haber ne olabilirdi. Bunları geldi Teyzeye anlattı. O da Anneye. Karar verilmişti. Evlenince mutlaka başka bir şehre taşınacaklardı.


-4-

Evlendiklerinde Hacer yirmi yaşındaydı, İzzet kırk. Şehir’e yerleştiler, İzzet’in iş yaptığı şirketlerden birinin sahibinin önerisiydi. Ayrıca, İzzet’in kız kardeşi de buradan biriyle evliydi. Seçimlerinde bunun etkisi önemlidir. Hacer liseyi bitirmiş, açık öğretimde üniversiteye devam ediyordu. Şehir Kasaba’ya seksen kilometre uzaklıkta ve deniz kenarındaydı. Taşındıkları yılı hâlâ içinde gülücükler açarak anımsar Hacer. Yeniden doğmuştu Şehir’de. Geniş bahçeli bir evleri vardı, annesi kendi halinde yaşıyor, yanlarında fazla kalmıyordu. Kendini dine vermişti. Beş vakit namaz kılıyor, camileri dolaşıyordu.
Evliliklerinin ilk yılının sonuna doğru kızları doğdu. Seks yaşamları olduğunu falan düşünmeyin. Hacer için –henüz diyelim- böyle bir şey söz konusu değildi, seks onun için haz alınıp içinde erinecek bir kendinden geçiş değil katlanılacak bir yüktü. Nişanlılıklarından sonra, İzzet’le ilk birkaç yılı makul, anlaşılır, kabul edilebilir düzeydeki ilişkilerini zedelemeden geçirebilmişlerdi. Tek taraflı sevişebiliyorlardı, İzzet seviyor, Hacer yalnızca kusmamayı başarabiliyordu. Doktorlara göre bu gerçek bir başarıydı, seks hayatları düzelerek sürecekti. Doktoru söylüyordu bunları, eski doktoru, telefonla danışıyorlar veya uçakla günü birlik gidip görüşüyorlardı. Bazen Teyzede bir akşam kalıp ertesi gün dönüyorlardı. HH

İki yaşından sonra kızına görümcesi el koydu. Nedense onunla bir türlü yıldızı barışmamıştı. ‘Nedense’ sözü lafın gelişi, Hacer görümcesinin kafasındaki ‘gelin’ standardına uzaktan yakından ulaşamadığını gayet iyi biliyordu. Ancak değiştirmek için kolunu kıpırdatmıyor, görümcesi de bunu inadına yapıyor, diye yorumluyordu. Aile, Teyzenin kocası erkek kardeş dahil,  evliliğe İzzet hasta diye ses çıkarmamıştı. Zaman içinde iyileşmiş görüntüsü vermeye başlayınca Hacer’i ona yakıştırmaz olmuşlardı. 
Şehir’deki yaşantıları bu minval üzere, dramatik iniş çıkışlar olmadan Suna beş yaşına gelinceye dek sürdü. Beş yıldır durgun ve çekimsiz ama güvenli bir ırmak gibi yol alan hayatlarını kökten değiştiren iki şeyden söz etmeliyim. Bunlardan ilki, Hacer’in ilerde hayatımın dönüm noktasıdır, diyeceği Kunduz Ormanları’yla buluşmasıdır.
Bir gün İzzet öğleye doğru işten aradı.
“Hazırlan! Birkaç gün kalmak üzere bir yere gideceğiz, beğenmezsen döneriz.”
Güç bela evet dedi. O gün akşam yemeğini Dağ’da, Kunduz Otel’in lokantasında yediler… Kunduz Ormanları’yla ilk tanışmasıydı bu Hacer’in. Koruluktan daha büyük, hakiki bir orman havasını ilk defa içine çekiyordu. Yirmi beş yıldır gezinip durduğu içindeki mağaranın en güzel, en umut verici aydınlığıydı Ovacık Yaylası. Kendinden geçmişçesine uzun yürüyüşler yaptı Ovacık Çayı boyunca, ikinci gün İzzet’le birlikte Keltepe’ye gittiler… Rüyada gibi dolaştı.


-5-

Sonraki günlerde bazen annesiyle çoğu kez yalnız geldi Kunduz’a. İzzet’e gelince, onun için Kunduz nasıl vakit geçireceğini bilemediği bir yeşil kâbustu. Seveceğini haklı olarak görmüş ve Hacer’i buraya o getirmişse de, kendisi sıkıntıdan patlıyordu ormanda. Bana dokunmayın siz gidin, dedi her defasında. Ormanın Hacer’in yaşam coşkusuna yaptığı tarifsiz katkıların, mutlaka terazinin diğer kefesinde bir travmayla dengelenmesi gerekiyormuş gibi, o yıl beklenmedik başka bir gelişme daha oldu. Geceleri bildiğiniz gibi yaşamlarında hep sorunlu olmuştu. İlk yıllarda çoğunlukla iki kardeş gibi yaşadılar. Seyrek de olsa İzzet yatakta yanaşıp dokunur, sevişmek istediğini belli ederse Hacer sonuna kadar katlanmayı becerebiliyordu. Büyükşehir’de sürekli gittikleri doktorun dışında kimlere gitmediler, ünlü ünsüz, hepsinin tanısı merak etmemeleri sevgi ortamında kendiliğinden düzeleceği yolundaydı… Doktorlar sevgi çemberi içinde yaşadıklarını varsayarak kendilerinden emin, bu yargıda birleşiyorlardı.
Bir keresinde, doktorun soracağı tuttu, belki de İzzet’in yokluğundan cesaret almıştı.
“Siz kocanızı seviyor musunuz? Gerçekten?..”
Hacer böyle bir sorunun düşüncesinin bile onun için ne kertede yersiz bir lüks olduğunu nasıl anlatacaktı… Nefes almakta zorlanan ölüm döşeğindeki birine giysisinin ütüsünü sormak gibi bir şeydi bu. İzzet’e çok şey borçluydu, hastalığının sıkıntısını bile hissettirmemişti. Daha ne bekleyecekti? Belli ki doktor, eğer gerçekten sevmezsen bu iş kolay düzelmez demek istiyordu.
Kestirip attı. “Tabii ki, seviyorum…”
Sonraki günler, bu zehirli sorunun kafasının en görünen yerine çengellenmiş olduğunu, üstüne varıp düşünmese de önlerde görünür bir konumda salınıp durduğunun ayırdına vardı. Doktor, bilinçaltının kör kuyularından birinde çürümeye bırakılmış bir duyguyu, sıradan bir soruyla gün yüzüne çıkarmış aklının vitrinine hep göz önünde olan bir yerine asıp bırakmıştı.
Hacer bunun sorun olacağını aklının ucundan geçirmedi.
Durum İzzet için öyle miydi? Haftada bir iki kez garip bahanelerle eve geç geldiğini biliyor, sorun etmiyordu Hacer.  Abus suratlı kurşuni bulutların nasıl yapsak da gönülleri biraz daha karartsak dediği bir akşamdı. Çok içkili gelmişti eve ne dediği anlaşılmıyordu. Annesi odasında, Suna halasındaydı. Hacer’e sarıldı öpmek istedi. Tepki vermedi Hacer, her zamanki tutumundan değişik bir şey yoktu. İzzet birden gözlerini devirerek geri çekti kendini. Neredeyse kapaklanıyordu yere. Ayağı kilime takılmış yanındaki koltuğa tutunarak ayakta durabilmişti. Sözcükleri boğuyor, anlaşılmaz tuhaf ses öbekleri halinde topak topak dışarı üflüyordu.
“Yıllardır bekliyorum, bir şeyler değişecek umuduyla…”
Arkasında kaldığı koltuğun çevresinden güçlükle dolaşıp önüne gelmiş kendini dolu bir ceviz çuvalı gibi koltuğa koyuvermişti. Hacer ayakta ne yapması ne demesi gerektiğini sökmeye çalışıyordu.  Ne demeliydi? Bile bile evlendin şimdi neden mızıkçılık ediyorsun mu? Yoksa sen de haklısın İzzet, bu iş artık katlanılamaz duruma geldi mi? Hangisi? İzzet’e borçlu olduğu ve onu mutlu edemediğinin ayırdındaydı. Vücuduna hükmedebilse elinden ne geliyorsa yapacaktı. Kırılır korkusuyla ağzından çıkan sözcükleri tel tel çekip silip temizleyip allayıp pullayıp öyle salıyordu. Bir yığın “keşke” boğazında düğümleniyor, kâbustan çıkmayı bekler gibi uyanmayı bekliyor ancak uyanamıyordu.
“Bak İzzet!..”
“Benim bakacak halim kalmadı…” Bıkkın, yılgın ve tükenmişti İzzet.
“Seni üzmek istemem, ama başa…” Başa dönmeyelim bile diyemedi Hacer. Beyninde yeterince gidip gelen tekinsiz anılara iki kelimelik bir sözle bile dokunamıyordu. İzzet’in ne göreceği ne de anlayacağı vardı…
“Sen bana sevgili babanmışım gibi davranıyorsun...”
Hacer ne kadarını duydu bunu kestirmek kolay değil. Hiçbirini duymasa, yalnızca ima edileni azıcık sezmiş bile olsa vereceği tepki değişik olmazdı. Kara bir perde indi, onu çevresinden kopardı. Başı döndü önce, bayılacak gibi oldu; sonra kendine gelebildi.  Hiçbir şey görmez olmuştu. Boşluktaydı, kekremsi, buruk bir tat gibi bir şeyler hissediyordu. Pardesüsünü kaptı. Ayağına ne geçirdiğinden bile emin değildi.  Vurdu kendini sokağa.
Gece yarısı hastaneden aradılar, Hacer’i yolda baygın bulmuşlardı. Evde Anne’den başka ayakta kimse kalmamıştı. İzzet gündelik giysileriyle atmıştı kendini yatağa, kalkamayacak kertede sarhoştu. Anne gitti hastaneye. Ertesi gün getirdiler Hacer’i, on üç yıl önceki büyük bunalımına geri dönmüştü. Boş gözlerine deney için uyuşturulmuş hayvanların ölgün bakışları oturmuştu.
Sanmayın ki İzzet bu davranışından çok mahcup oldu, evinin eski -ideal olmasa da- yaşanabilir iklimini geri getirmeye çalıştı. Tersi oldu,  tamamen dağıttı… Yeterince varlıklıydı artık, işinin yönetimini tümüyle ortağına bırakmıştı. Her akşam ayrı bir içki alemindeydi... Bölgenin namlı ne kadar orospusu varsa ondan sorulurdu. Kendisini kahreden, inim inim inleten, bal mumu gibi eriten bir saplantıyla baş etmek için debelenip duruyordu. İlk görüşte vurulduğu, uğruna yıllarını verdiği, her şeyine vurgun olduğu karısı onunla yatarken bu pislikten nasıl kurtulurum, diye bakıyordu.


-6-

Hacer’i tekrar doktorlara düşüren olayın üzerinden bir yılı aşkın süre geçti. Suna handiyse Hacer’i unutmuştu. Hacer’in annesi tevekkül içindeydi.
“Kızım dua ediyorum, elimden ne gelir…”
Eve yemek yapsın diye aldıkları kadın zamanla her şeyin sorumlusu olup çıkmıştı. Sedef Hanım olmasa adım atamazlardı. Bir akşam Sedef Hanım, saat dokuz muydu on muydu, kapısını çaldı yatak odasının. Epeydir Hacer yatak odasını ayırmıştı.
“Abla İzzet abi kapıda, yığılıp kalmış, sarhoş…”
Birlikte indiler, koca adamı ite kaka yarım yamalak ayağa kaldırıp duvarlara dayanarak odasına çıkardılar. Hacer ne konuştu, ne kızdı, ne öfkelendi. Epeydir hiçbir dış etken iç dünyasında iz bırakmaz olmuştu.  Ruh dünyası daha çok ölülere yakışan bir durgunluğa gömülmüştü, fırtınayla günlük güneşlik günleri ayıramaz olmuştu.
Odasına dönüp yattı. Sanki tuvalete gitmek için yataktan kalkmış su içip yatmıştı.  Gece yarısı bir ayak sesiyle uyandığında kocası yatağının başındaydı.  İri cüssesinin üstünde yana yatmış başı, uçurumun kenarında, yuvarlanmamak için son anda dala tutunmuş biri gibiydi. Kızarmış çipil gözlerinin ne istediği belirsizdi; öfkeli, hınçlı, kinli bakmıyordu, şehvetin pırıltısından ve ateşinden uzaktı. Bir süre bakışıp durdular, birbirlerini gördüğünden bile emin olamazdınız; bakıyorlardı ama görme arzuları yoktu, vücutları ellerinden kayıp gitmiş bilinmez bir iradeye teslim olmuşlardı.
Kilitlenmeyi İzzet bozdu. Eğildi tuttu kaldırdı Hacer’i, soydu çırılçıplak bıraktı. Bir süre seyretti. Sonra tecavüz etti. Vazife yapar gibi. Hacer’de ne ses, ne karşı koyma, ne bağırma, ne kıpırtı… Ölü gibiydi. Şehvet duygusunu sanki ceset üzerinde tatmin ediyordu İzzet. Yaptığı cinsel bir suç değil, olsa olsa ölüye hakaret olabilirdi. İşini bitirip utangaç bir sessizlik içinde pantolonunu giydi süzülüp çıkıyordu, duraksadı geriye baktı.
“Gıkını çıkarırsan bütün hikâyeni Suna’ya tek tek anlatırım…”
O günden sonra ipler tümüyle koptu. Hacer kitaplarına gömüldü. İzzet genellikle gece geç vakit geliyor, sabah kimseye gözükmeden çekip gidiyordu. Kahvaltıya indiği sabahlar tek tük bir iki kelimenin dışında ağzını açmadan yemeğini yiyor eyvallah deyip kalkıyordu. O gecedensonra iki hafta mı geçmişti, üç mü? Bir sabah kahvaltıya indi. Evde olduğu sabahlar o çıkıncaya dek kayınvalidesi masayı kaldırmıyordu, belki kahvaltı eder diye. Hacer yemiş çekilmişti odasına, sabahları yazmayı tercih ediyordu. İzzet kahvaltıdan sonra teşekkür etti. Şaşırdı kayınvalide, alışık değildi İzzet’in gönül borcunu açık etmesine. Yukarı çıkıp kapısını çaldı Hacer’in. Ses gelmeyince yavaşça kapıyı itip tam açılmadan süzüldü içeri yarı aralıktan. Kapıyı iyice açmak üzecekmiş gibi Hacer’i, özenli davranıyordu. Vücudunu çevirmeden başını döndürdü İzzet’e doğru Hacer. Hiçbir duyguya yorulamayacak hatları yüzüne nakşedilmiş gibiydi, üzüntüsü, neşesi, şaşırması, heyecanı, tedirginliği, irkilmesi, ürkmesi yoktu; çorak kuru, kireçli topraklar gibi kımıltısız yüzünde pırıltısız gözleri düşünmeden bakıyordu.
Bir sandalye çekip yanına oturdu İzzet. Devlet dairesinde yanlış bir iş yapmaktan korkan köylülere benziyordu. “Böyleyim işte, böyle oldum…” Kesik kesik, aralarda yanlış bir şey söylememek için duraklayarak boğuk bir sesle konuşuyordu. “Kusuruma bakma sen benim. Bir daha yapmam…”
Bir şeyler daha söylemeye çalışıyormuş gibi sağ elini kaldırdı, nasıl bir jest yaptığı anlaşılmadı. Vazgeçmiş olacak ki, elini yavaşça indirdi. Kalktı ve ağır adımlarla geldiği gibi gitti. Kocasının özrüne umut bağladı mı Hacer? Tam değil, ama yine de içinde cansız bir ümit kıvılcımının parıltısını hissetti. Ancak bunun yanıltıcı olduğunu çok geçmeden öğrenecekti. İzzet üç ayı aşmayan aralıklarla aynı ritüeli tekrarlamaya başlamıştı. Gece yarıları ayakta duramayacak denli sarhoş basıyordu karısının odasını, istediği şekilde  ırzına geçiyordu. Çoğu kez Hacer’in ağzına alamayacağı küfürlerle… Bir süre sonra geliyor özür diliyordu. Son zamanlarda özür seansları İzzet’in gözyaşlarıyla sulanarak tam anlamıyla melodrama dönüşmüştü.
İzzet’in hasta olduğu apaçıktı. Kardeşleri buna inanmıyor, iyileştiğini düşünüyorlardı. Eğer arada bir öfkeleniyorsa bunun nedeni, karısının evine ve kocasına sahip olamamasıydı. Her erkek yapardı bunu. Hacer’e gelince, tecavüz sahnelerini kimseye anlatamıyor, kitaplarına, yazılara gömülüyor, sık sık ormana kaçıyordu.  
İnanması zor biliyorum, abartıldığını düşüneceksiniz… İzzet beş yıla yakın bir süre bu oyunu oynadı.  Son yıl tek yanlı seksin şiddeti epey artmıştı. Ardından haftalarca başı eğik dolaşıyordu pişmanlığının ve özrünün göstergesi olarak. Karısıyla yaptığı seksin şiddeti arttıkça dışarda üçüncü şahışlarla ilişkilerinde daha anlayışlı, hoşgörülü ve kibar davranıyordu. Abisine, kız kardeşine, iş arkadaşlarına karşı imrenilecek düzeyde şefkatliydi. Herkesi o düşünür, tüm anlaşmazlıkları o çözerdi. Herkesin güvenini kazanmıştı. Onun çözümünü reddeden pek çıkmazdı.
Ovacık’da Orman Kafe’nin önüne yuvarlandığı gün yine özür dileme günlerinden biriydi. İzzet’in Kunduz’a bu ikinci gelişiydi. Bu kez neden geldiğini sonradan anlayacaktı Hacer.  Dik yamacın tepesindeki patikadan yürüyorlardı. Bu dağ yolunu Hacer yalnız olduğu gezintilerinin birinde keşfetmiş ve çok sevmişti. Her defasında yalnız -annesini varsa, onu otelde bırakıp- gelirdi buraya. O gün yine hem kocasına hem de annesi gelmemelerini önerdi Hacer. Kocası kişiliğinin pişmanlık evresinde ne pahasına olursa olsun gelmek istemişti. Annesi gariplikler sezmiş olmalıydı, ilk kez patika yoluna gönüllü olmuştu. Yolda iki kişi yan yana yürüyebilmek olanaksızdı. En önde İzzet gidiyor, hemen arkasından Hacer, öndeki ikilinin epeyce arkasından da –konuşulanlar duymayacak kadar- kayınvalide yürüyordu.
İzzet en önde sürekli bir şeyler anlatıp bu kez farklı olduğunu, özrünün işe yarayacağını ispatlamaya çalışıyordu. Kuzeye bakan sağ yanları öylesine dik bir uçurumdu ki, Allah korusun, düşmek ölüm demekti; elli metrenin üzerinde bir dik yamaç seyrekçe yerleşmiş ince sülün gibi kayın ağaçlarıyla kaplıydı. İnsanın önüne bakarak dikkatli yürümesi gereken bir patikaydı burası. İzzet, Hacer’e dert anlatabilme endişesi ile yarım arkaya dönük çapraz durarak riskli bir yürüyüş biçimi tutturmuştu. Anlattıklarının etkisini artırabilmek için sesini yükselttiği anlarda adımları da açılıyor, hızlanıyordu. Konuşmasının ateşi yükseldiğinde patika, canbazların üstünde yürüdüğü ipe dönüşüyordu. Dar yolun güney batıya keskin bir virajla dönüşü vardı. Burada iyice yavaşlamak, bilinçli adımlarla nereye bastığını görerek ilerlemek gerekirdi. O gün İzzet’in bunu görecek hali yoktu, zaten çapraz yürüyordu… Ateşli ateşli konuşuyor, karısının gözlerinden yalan da olsa bir anlayış bakışı koparmak istiyordu. Hacer yolun ani kıvrımını görmüş, önüne bakmadan yürüdüğü takdirde yamaçtan aşağı yuvarlanacağı anlamıştı. O yarım, belki de bir dakikanın nasıl geçtiğini sorun Hacer’e! Hayatının en uzun saniyeleridir onlar. İçinden bir ses kocasını uyarmasını bas bas bağırmış, o ağzını bir türlü açamamıştı. Bir güç engel oluyordu…
Sık sık gördüğü bir kâbus vardı: Arkasından elinde bıçakla biri koşarak geliyor, o bütün gücüyle koşuyor, ancak arkaya bakınca adamın giderek yaklaştığını görüyor… Ne kadar hızlı koşarsa koşsun aralarındaki mesafe gittikçe kapanıyor. Sonunda adam yetişip bıçağı saplamak üzereyken uyanıyor… Bu kez o arkada, kocası öndeydi… Konuşup dikkat et yol aniden sola dönüyor, demeye çalışıyor ama diyemiyordu… Sesi çıkmadı, çıkaramadı… Gerçekten istiyor muydu ondan da emin değildi… Sesine kumanda edemediğini hatırlayacaktı saatler sonra.
Patikanın dönüş yaptığı uçta, İzzet’in arkasındaki karısına laf yetiştirmeye çalışırken hızla attığı sağ adımı boşluğa geldi. Koca gövde ağaç kütüğü gibi yuvarlandı yardan aşağı… On metre kadar aşağıdaki kayın ağacına başının nasıl çarptığı, ardından bir süre ağaca nasıl asılı kaldığı ve en sonunda kayarak kafenin yanına nasıl yuvarlandığı gözünün önünden hiç gitmeyecekti. 
Şaşkınlık içindeydi. Ağaçlara, hayvanlara, özellikle köpeklere yapılanları hiç affetmeyen Hacer kocası için küçük de olsa vicdan azabı hissetmedi.
Böyle rastlantılar daha adil bir dünya yaratılmasına katkıda bulunuyordu onun gözünde. Bunun doğru olmadığını biliyor ancak üzeride bir an olsun düşünmeyi reddediyordu.


-7-

Mektup bittiğinde hayal dünyası zifiri karanlıktır Kenan’ın. Kötücül dalgalar gönlünü boğmuş, güzellikleri duyumsayan tüm mercekleri körelmiştir; önünü göremez, hiçbir şeye akıl erdiremez, hatta konuşamaz durumdadır. Bilinçsizce kalkar yukarı çıkıp bilgisayarın yanında duran Madam Bovari’yi açar. Sanki Hacer’i anlamak için gerekiyormuş gibi.
Emma’nın araba içinde Paris sokaklarında Leon’la zina yaptığı sayfaları okur. Sonra intiharının ardından, Safdil Charles’ın (kocası) onun sevgililerinden gelen aşk mektuplarını tesadüfen bulduğu sayfaları. Bu acılı sayfalardaki hüzün eksikliğine yine şaşırır. Böylesine acılar, nasıl olur? 
Emma’dan çok safdil kocası Charles’a benzetir Hacer’i. Kendisine sürekli ihanet etmesi bir yana elindeki vekâletname ile iflasına da neden olan karısının intiharının ardından dağılan, doktorluğu bırakan, karısının eski sevgilileriyle görüşüp onlara imrenen –karısını kendilerine âşık edebildikleri için, düşünebiliyor musunuz- onların yerinde olmak isteyen temiz kalpli, iyi niyetli Charles’a…
Kenan bir an aynanın karşısında hisseder, sanki Madam Bovary’ye benzeyen kendisidir… Romanlardaki gerilime kapılan, evli bir taşralı kadındır Bayan Bovary.  Beyaz atlı prensleriyle hayal dünyasında gezinmenin ötesinde yaşamda bir anlam bulmayı beceremeyen bir taşralı. Hacer’i dağa atan nedenlerin yanında kendisininki çok keyfe keder görünür gözüne.
O kurbandır, masum, günahsız ve talihsiz...
Kendisi kusurlu, suçlu… 
Hacer maktulse, Kenan katil…
Hayır, saçmalıyor… Hacer’in acılarını paylaşırken savruluyor düşünceleri, açık denizde fırtınaya hazırlıksız yakalanmış tekneler gibi. Sağlıklı düşünebilmesi için sakinleşmesi gerekiyor. Pekâlâ biliyor ki, hayatla ilgili görüşlerini nereden derlerse derlesin, ister romandan, ister başka sanatlardan, sosyal bilimlerden, yakın çevresinden, bilge kişilerden, kendi kurgusudur... Kurgu, hayat bilgisi dediği her şeyin içindedir.
Ne denli nesnel bir dünyada yaşadığına inanırsa inansın kendi küçücük dünyası kurgusaldır. Einstein’ın dünyası da böyleydi, onunki de böyledir.
Gerçeklikten kaçıp hayale sığınıyordur.
(Devam edecek)
∘∘∘





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder