2. (Dev.) ____________________
Kant (ö: 1804)
Kant bilgi anlayışı açısından akılcılıkla ampirizm arasında yer alır. Spekülatif akılcılarla deneyciler arasında modern bilime ışık tutan yeni bir bilgi kuramı geliştirmiştir… Spekülatif akılcılar: Platon (ö: m.ö.347) , Descartes (ö:1650), Spinoza (ö: 1677), Leibnitz’ (ö: 1716) dir… Deneyciler ise ampirizme yakın olan Aristoteles (ö: m.ö.322), Locke (ö: 1704), Berkeley (ö: 1753), Hume’dur (ö: 1776)… Deneyciler bilginin daha çok gözlemden kaynaklanarak çoğaldığını savunmaktadır.
Prusya’nın iddiasız bir
kenti olan Konigsberg’de, fizikçi Newton’un ölümünden üç yıl önce 1724’de
doğmuş ve doğduğu şehirden dışarı çıkmadan 80 yıl yaşamıştır.
Bir zanaatkarın oğludur.
Hiç evlenmemiştir. Büyük bir disiplinle uyguladığı gündelik yaşam kurallarını
hiç bozmadığı söylenmektedir: Sabahın beşinde kalkar, kahvaltı eder, çalışır,
üniversiteye gider, öğleden sonra saat üçde bir saat sürecek yürüyüşüne çıkar…
Akşamları (genellikle bilim dışından) olan konuklarını ağırlar, saat 10:15’de
hiçbir zaman ısıtmadığı odasına yatmaya
çekilir. Yürüyüşlerinde sağlığına iyi geldiğinden sürekli nefesini burnundan
alıp ağzından verdiği, soğuk odasında hep aynı biçimde yatmaya özen gösterdiği
ileri sürülmüştür…
Kant’ın mekanik bir
monotonlukla geçtiği izlenimi veren yaşantısı içinde ilginç bir kişilik
taşıdığı kesindir. Keyifle izlenen derslerine ek olarak neşeli, tatlı dilli ve
hoş sohbettir.
Yaşamının en çarpıcı yanı
57 yaşından itibaren yayımladığı “Saf
(Salt) Aklın Eleştirisi” (1781), “Prolegomena”(1783), “Pratik Aklın Eleştirisi”(1788), “Yargının Eleştirisi”(1790) gibi
yapıtlarıyla, düşünsel insanlık tarihinin en büyüklerinden biri (belki
de en büyüğü) olarak kabul edilmiş olmasıdır.
“Saf Aklın Eleştirisi”
kuşkusuz felsefenin en önde gelen baş yapıtıdır.
○○○
Kant idealist değildir!
Kant için “Biraz daha açık ve anlaşılır yazabilseydi
dünya daha değişik bir yer olurdu” görüşü ileri sürülmektedir. Yazılarını
İngilizceden okumanın, orijinal Almancasından okumaktan daha kolay olduğu
anlayışı oldukça yaygındır. Bu yorumlar üstüne değişik görüşler ileri
sürülebilir… Genel kabul gören yargı Kant’ı okuyup anlayabilmenin gerçekten zor olduğudur…
Bunun nedeni, ileri
sürüldüğü gibi yaşı ilerlediğinden bir an önce kitaplarını bitirme isteği ile
acele etmiş olabileceği… Almancanın henüz felsefe dili olarak fazla
işlenmediği… Veya yazarın “yazma yeteneği” olabilir…
Bütün bunlara ek olarak
bilgi kuramında bazı görüşlerini “Transendental
İdealism” olarak tanımlaması, onun bir idealist düşünür olarak tanınmasına
neden olmuştur…
Idealist görüşte olanlar
bilindiği gibi çevremizde gördüğümüz şeylerin (masa, sandalye, kitap, kalem…)
gerçek olmadığını savunurlar. Rüyada olup olmadığımızı kimsenin bilemeyeceğini
ileri sürüp (Popper’ın basitleştirdiği şekilde) “dünya benin rüyamdır”
görüşündedirler…
Oysa Kant fiziksel nesnelerin, sağduyunun gösterdiği gibi,
gerçek olduğuna inanan bir realist (gerçekçi) dir…
○○○
Çoğu kez 19. yüzyılın Alman
idealizmi ondan kaynaklanmış gibi gösterilmektedir. Ancak bu yanlış kanıya en
büyük katkının, Fichte ( -1814), Schelling ( -1854), Hegel ( -1831) gibi
idealist düşünürlerin kendilerinden geldiği de bir gerçektir.
Bu filozofların, Kant’ın
prestijinden faydalanabilmek için kendilerini onun devamı gibi göstermeye dönük
çaba harcadıkları söylenebilir… Onun iyi anlaşılamaması kuşkusuz ki
gölgesinde daha güçlü olacaklarını sananlara uygun ortam hazırlamıştır.
Tüm bu karmaşa Kant’ı
anlayabilmeyi daha da zorlaştırmaktadır.
Örneğin, değerli hocamız
Macit Gökberk Alman idealizmine Kant’ın kaynaklık ettiğini öne sürmektedir…
Onun bir yandan Rönesansdan beri gelişen modern felsefeyi özetlediği, diğer
yandan da kendisinden sonra gelen Alman idealizmini beslediği görüşündedir.[1]
Hocamızın bu iddiası
idealistlerin sözlerine bakılırsa doğrudur.
Kant metafizikten yorgun
düşen insanlığı bu beladan kurtarmak amacıyla “Saf Aklın Eleştirisi”ni
yazdığını açıklamaktadır…[2]
Alman idealistlerinin ise
işi, metafizik iddialarla sistem (!) kurmaya çalışıp durmak şeklinde
açıklanabilir.
Aşağıda Kant’ın bilgi kuramını
iki ana başlık altında anlatmaya çalışacağız. Onun bilgi kuramı akılla deneyimi
birleştirmeye çalışmıştır… Tek başına ne aklın ne de deney ve gözlemin başarılı
olabileceğini göstermeyi amaçlamıştır…
Böylelikle metafiziğin
etkisini kırmayı düşünmüştür.
Kant’ın bilginin iki kutbu
denebilecek akıl ve deneyimin, neden tek başlarına geçerli
bilgi üretemeyeceğini anlatan argümanları, sırasıyla aşağıdaki iki bölümün
konusudur.
○○○
Saf akıl (metafizik) neden güvenilir
değildir?
Kant’ın ilk ilgi alanı evrenbilim
(kozmoloji) olmuştur… “Evrenin bir başlangıcı var mı?” sorusuna yanıt ararken,
onu dogmatik uykularından uyandıran iki şeyden ilkiyle karşılaştığını
söylemektedir.
Kant evrenin hem a) zaman
içinde bir başlangıcının olduğunun, hem de
b) hep var olduğundan bir başlangıcının söz konusu olmadığının, yalnız
akıl yürütmelerle, gözleme ve deneye başvurmadan, ispatlanabileceğini
göstermeye çalışmıştır:
Kısaca özetlemek istersek
Kant’ın kanıtlamaları şöyledir:[3]
Tez: …………Dünyanın zaman
içinde bir başlangıcı (sınırı) vardır…
Antitez:………Dünya
sonsuzdan beri vardır. Zamanda bir başlangıcı (sınırı) yoktur...
○○○
Tezin kanıtlanması:
Diyelim ki dünya hep
vardır, sonsuzdan beri var olmaya devam etmektedir… Önce sonsuz zaman (örneğin
yıl) dizisinin ne olduğunu anlamaya çalışalım… Bir sonsuz yıl dizisinin sürekli
uzayan ve hiç sona ermeyen bir dizi olmaklığı gerekir… Sonsuz bu demektir…
Hiçbir zaman tamamlanmamalıdır. Tamamlanan, bitip tükenen sonsuz bir yıl dizisi
kendisiyle çelişkili demektir… İşte Kant’ın argümanı burada başlar: Dünyanın bir başlangıcı olması gerekir,
aksi halde içinde bulunduğumuz şu anda, sonsuz zaman dizisi bitmiş sona ermiş
olurdu… Bu ise olanaklı değildir…
○○○
Antitezin kanıtlanması:
Dünyanın bir başlangıcı
olduğunu kabul edelim… Bu başlangıç zamanından önce bir “boş zaman” olması
gerekir… Hiçbir şeyin var olmadığı bu boş zamanın tüm bölümlerinin şeyler ve
olaylarla olan zamansal ilişkileri farklı olmamalıdır. Çünkü şeyler ve
olayların zaten varlığı söz konusu değildir… Oysa dünyanın başladığı zamandan
tam önceki boş zamanın son bölümünü düşünürsek, diğer boş zaman bölümlerinden
farklı olduğunu görürüz. Çünkü onun dünyanın başlama olayına olan zamansal
ilişkisi diğerlerinden farklıdır… Aynı zamanda bu son bölümün de boş zaman
olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Bu ise bir çelişkidir ve olması olanaklı
değildir… Bu nedenle Kant’a göre dünyanın
zaman içinde bir başlangıcı olamaz...[4]
○○○
Her ikisi de akılla
kanıtlanabilen, birbirinin tersi bu önermelerin işaret ettiği çıkmaz açıktır…
Bu durumu Kant “antinomi” (çelişki) diye adlandırmıştır…
Bu çelişkiler nasıl ortaya
çıkmaktadır?
Kant’ın açıklaması
şöyledir:
Uzay (mekan) ve zaman
anlayışımız bir bütün olarak evrene uygulanamıyor… Uzayı ve zamanı
evrenin bir nesnesi olarak gözlemleyemeyiz… Onlar evrenin bir nesnesi değildir…
Uzayı ve zamanı sıradan gözlemlerimize uygularız… Onları şeyleri ve olayları
gözlemlerken kullandığımız bir değerlendirme çerçevesi olarak
düşünebiliriz… Yani uzay ve zaman
çevremizde gördüğümüz fiziksel varlıklardan oluşan ortamın bir parçası
değildir… İnsanların zihinsel donanımlarının bir parçasıdır…
Bizler fiziksel dünyayı
değerlendirirken şeyleri sanki “uzay” ve “zaman” dosyalarına koyup muhafaza
edebiliyoruz…
“Zaman” ve “mekan” düzenine
sokamadığımız şeyleri anlayabilmemiz olanaklı değil…
Ne zaman ki çevremizi
deneyimleme donanımımızın (beş duyu ve zihin gibi) bir parçası olan uzayı ve zamanı, deneyimlerimizin olanaklı
olduğu alanın dışında kullanmaya kalkarız… (Evrenin başlangıcıyla ilgili akıl
yürütmelerimizde olduğu gibi) çıkmaza giriveririz…[5]
○○○
Tek başına
deneyimlerimize neden güvenmemeliyiz?
Kant, gözlem ve
deneyin kontrolü dışında, yalnızca aklımızla işlerin yürümediğini görmüştü…
Deneyimlerin aklın kullanılmasındaki gerçek rolüne de Newton’un tartışılmaz
doğru olarak kabul edilen “kütle çekimi” ve hareket kanunlarını inceleyerek
açıklık getirmeye çalıştı.
Newton’la birlikte
genelde fizik, özelde ise Newton müthiş prestij kazanmıştı.
Kant’ın aklı bir
türlü, Newton’un yasalarının, ampiristlerin (Locke) savunduğu gibi bir dizi
gözlemler sonucunda ulaşılabilen bir sonuç olduğuna yatmıyordu…
Dogmatik uykusundan
onu iki şeyin uyandırdığını söylemişti. İlkinden söz ettik: Evrenin başlangıcı
ile ilgili çelişkiler (antinomiler)(1769)… Diğeri ise ünlü iskoç düşünürü David
Hume’un ( -1776) tümevarım mantığının geçerli olmadığı yolundaki savlarıdır
(1772)...[6]
Kant 1770’lerdeki
yazılarında metafiziğin bir bilim dalı
olabileceğini söylemektedir...[7]
Kuşkusuz Hume’un
argümanlarının etkisi çok önemlidir. Hume’a
göre deneyimlerimizle (b)’nin nedeninin (a) olduğunu hiçbir zaman
kanıtlayamayız... Ne kavramsal olarak ne de deneysel olarak olgusal dünyaya
ilişkin iddialarımız için bu olanaklı değildir…
Gözlemlerimiz
ancak (b) nin, sürekli (a) nın ardından geldiğini bize gösterebilir… (a) nın
(b) nin nedeni olduğunu değil...
Ortalama 24 saatte
bir güneş doğuyor… Gece ile gündüzü birbiri ardına izliyoruz… Bildiğimiz gibi
bunlar, Dünyanın hem kendi etrafında hem de Güneş etrafında dönüyor olmasının
sonucudur… Güneş sistemindeki en ufak bir sapma bu değerlerin tümünün
değişmesine neden olabilir…
Bu yüzden Güneş’in
doğmasını ne kadar gözlemlersek gözlemleyelim, gözlem sonuçlarından evrensel
bir kurala ulaşamayız… Yalnızca Güneş’in 24 saatte bir tekrar doğduğunu
söyleyebiliriz…
○○○
Hume’un bu görüşleri
doğru ise yalnız metafizik değil tüm
bilimler tehlikeye düşmektedir!.. [8]
Hume’un ortaya attığı
bu tümevarım problemi Popper tarafından 1920’lerde yeni bir bilgi kuramıyla
çözülecektir…
Kant, bu ve benzeri
tereddütler içindeydi… Newton’un, gözlem sonuçlarını inceleyerek kuramını
geliştirdiği savını mantıklı bulmuyordu…
Bu durumda Newton’un
kuramını geliştirme yöntemini nasıl açıklayacaktık?
Bu soruyu Popper
şöyle yanıtlıyor:
Kant, Newton’un
buluşlarını Euclid (m.ö. 300) geometrisine benzetiyordu… Hareket kanunları
gezegenlerin davranışlarını matematiksel duyarlıkta öngörebiliyordu… Kant’a
göre Euclid’in geometrisi, gözlemlere dayanılarak değil, mekansal ilişkilerin sezgileriyle
geliştirilmişti...[9]
“Newton’un kuramının da benzer bir durumu vardı… Gözlemlerle
doğrulanmasına karşın bu gözlemlerin bir sonucu değildi…Duyu verilerini
düzenlemek isteyen, anlamaya, entellektüel olarak sindirmeye çalışan bizim
kendi düşünce biçimimizin bir sonucuydu… Kuramlarımızı oluşturan duyu verileri
değil, zihnimizin mevcut verileri işlemeye çalışan organizasyonu, yani
aklımızdır... Bildiğimiz kadarıyla doğa, düzeni ve kanunlarıyla genel olarak
aklımızın, özümsemeye çalışan ve düzenleyen etkinliklerinin bir ürünüdür.”[10]
Kant’ın kendi çarpıcı
sözleriyle bu görüş şöyle seslendirilmiştir:
“Aklımız bulduğu yasaları doğadan almaz (öğrenmez)… Kendi kanunlarını
doğaya yükler (empoze eder)…”[11]
○○○
Kant, bilimsel
bilginin nasıl bulunduğuna ilişkin yukarıdaki yargıya varmadan önce şöyle
demektedir: “Bu bölümde savunduğum
şeyler, yani doğanın evrensel yasalarının a priori [12]olarak
bilinebilmesi, bizi doğal olarak şu
önermeye götürür: Doğanın en üst kurallarının bizim içimizde, yani aklımızda
olmaklığı gerekir... Biz bu nedenle doğanın evrensel yasalarını doğada deney
yoluyla aramaya kalkmamalıyız... Tam tersine, doğanın, yasalara evrensel olarak
uyup uymadığını görmek için onu (doğayı), duyumlarımız ve kavrayışımızla
anlayabileceğimiz deney koşulları içinde, incelemeliyiz...”[13]
Kant, deney ve gözlem
sonuçlarını, bizleri doğa yasalarına götüren veriler olarak görmemektedir.
Bizim içimizde olan, icat ettiğimiz kanunların test edildiği bir sınama ortamı
olarak ele almaktadır.
Böylelikle Kant,
Newton kuramlarına benzeyen, insan aklının bulduğu kesin yasaların olanaklı
olabildiğini açıklamaktadır… Yasaları bulup doğaya uygun olup olmadığını
sürekli araştıran bir insan vardır… Yasaların bulunmasını olanaklı hale getiren
insanın etkin ve aktif araştırma durumudur bu…
Kant’ın bu
yaklaşımını Popper şu şekilde okumaktadır:
“İnsan, doğanın edilgen (pasif) gözlemcisi değildir… Doğanın kendi
yasalarını kafamıza sokmasını, bizlere öğretmesini beklemez…. Bu görüşleri
terkedip yerine şunları benimsemeliyiz:
Duyu verilerini işlerken, özümserken, aklımızın düzenini ve yasalarını aktif
olarak onlara (duyu verilerine) kabul ettirmeye çalışmalıyız... Evrenimiz
aklımızın izlerini taşımaktadır...”[14]
Kant bu buluşu “Kopernik Devrimi”ne benzetmektedir.
Polonyalı fizikçi Kopernik ( -1543),
bildiğimiz gibi Dünya merkezli diye bilinen gezegen sistemimizin, Güneş
merkezli olduğunu savunan bir bilgindir… Merkezdeki Dünyayı (ve insanı) çevreye
atmış bir bilgindir… Kant ise yukarıda açıkladığımız bilgi kuramı ile çevredeki
insanı tekrar merkeze almaktadır…
Kant’ın Kopernik
devrimi 200 yıldır doğrulanmaktadır.
○○○
Kaçınılmaz hata
sonucu öznel bilginin aşılamaması
Kant’ın kuramında, farketmesinin
beklenemiyeceği bir hata olduğunu ileri sürüyor
Popper.
18. yüzyılın bilim
çevrelerinde Newton kuramına duyulan aşırı güven nedeniyle, Kant, benzer
kuramları “kesin doğru” diye yorumlamış ve onları “ Sentetik a priori geçerli”
olan kuramlar diye tanımlamıştır... Başka bir deyişle, Kant, insanın dış
dünyaya empoze ettiği bilgileri kesin doğru diye nitelemiştir… Ancak zihnimizde
bulduğumuz yasaların büyük bir bölümü ne yazık ki doğru değildir…
Kant’tan yüz on bir yıl
sonra Einstein ( -1955), Newton’un kütle çekim yasasını yanlışlamayı başardı…
Üstelik kendi genel görelilik yasasının da ilerde mutlaka aşılacağını, daha
doğru bir birleşik alan yasasının bulunacağını savundu… Einstein, tüm büyük
bilimsel yasaların bile varsayımsal olup kesin olmadığını gösteriyordu…
Kaçamayacağı bu yanlış
nedeniyle Kant, Kopernik devrimiyle bilimsel buluşun özünü yakalayan ilk
düşünür olmuş; ancak “öznel” bilgiden
“nesnel” bilgiye geçememiştir...
Newton’un yasasını kesin
diye nitelediğinden, bilgiyi insan kafasının içinden dışarı çıkaramamıştır..
Kesinlik ancak öznel bilgiye özgü bir niteliktir…
Oysa bilgi dışarıya ancak
“tahmin”, “varsayım”, “kestirim” olarak çıkabilmekte ve eleştiriye
açılabilmektedir…
Kant’ın dediği gibi bunları
deneyimlerimizle sınayıp geçerli olmayanları elemekteyiz…
○○○
Kant’a göre diyalektik
Kant bazı alanların
deneyimlerimizi aştığını belirtmek için, bu görüşüne “transendental idealizm” adını vermişti.
Yukarıda belirtildiği gibi
Kant, saf akıl dediği spekülatif düşünceden, metafizik bilgi çıkmazlarından,
insanları kurtarabilmek amacındaydı.
Deneyle test edilemeyen
alanlarda (aşkın, transandental) saf akılla ulaşılan
metafizik yargılardaki çelişkileri ortaya çıkarmıştır… Bu amaçla kullandığı
akıl yürütmelere, tartışmalara, Socrates’in tartışmalarına benzeterek olsa
gerek “diyalektik” adını vermiştir.
Modern felsefede bu sözcüğü
ilk defa Kant kullanmıştır.
Diyalektik, Kant’ın elinde
metafizik bilgiyi ortadan kaldırmaya yarayan bir araç olmuştur.
Oysa daha sonra aynı sözcük
Hegel’in elinde insanın istediği her kavramı işe yaramaz ve kötü göstermek için
kullanabileceği, başkalarını yanıltmak için faydalanacağı bir araca
dönüşecektir.
○○○
Nesnel ahlak anlayışı
İlginçtir… Kant’ın ahlak
yasası bilgi kuramının aksine nesneldir. Değerlerimizin sürekli sınanarak daha
ileri bir düzeye getirilebileceği ileri sürülmektedir.
“Kant insanı doğanın kanun koyucusu yaptığı gibi, ahlak kurallarının da
belirleyicisi olarak görmüştür……. Bilimi ve etiği insan odaklı hale getirmiştir.”[15]
“Pratik Aklın Eleştirisi” nin son bölümünde “Üstümüzdeki yıldızlı gökyüzü ve içimizdeki ahlak yasası “[16]diyerek
kendi düşüncesinin iki esin kaynağına işaret etmektedir.
Kant bölümünü Popper’ın
sözleriyle kapayacağız:
“Kant bilgi ve etik alanına yeni yorum getirmiştir… Ve bütün bunlara
‘özgür insan topluluğu’ görüşünü eklemiştir. Göstermiştir ki, özgür doğduğu
için değil özgür karar verme sorumluluğu ile birlikte doğduğu için her insan
özgürdür...”[17]
○○○
[2] Kant, İmmanuel, Prolegomena to Any Future Metaphysics, Edited with an
İntroduction by Lewis White Beck,
New York: The Liberal
Arts Press. İnc., 1950(1783), xxiv, 136 pp; s. 126.
|
[3] Kant, Immanuel, Critique of Pure Reason,
Translated and Edited by Paul Guyer and Allen W. Wood, UK:
Cambridge University Press, 1998(1781), xi, 785 pp, s. 470, 471.
|
|
Kant, Immanuel,
Prolegomena, s. 87.
|
[4]İbid.,
Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler ve Yanlışlamalar),
London: Routledge, 1963, xiii,
431 pp, s. 178.
|
[8] İbid.
[10] İbid.
[12] A priori: Önsel, deney
öncesi, gözlemden dolaysız olarak çıkarılmadan zihinde icat edilen.
[13] Kant, Prolegomena, s. 66,
Bölüm 36.
[15] İbid., s. 181.
[16] Kant, Immanuel, Pratik Usun Eleştirisi,
Türkçesi İ. Zeki Eyüboğlu, İstanbul: Say, 2001(1785), 215 pp, 19,5 cm,
s. 213.
|
Hegel
(ö: 1831)
Hegel, Kant sonrası Alman
idealistlerinin (Fichte, Schelling) en tanınanıdır.
Çeşitli öğretmenlik ve
gazetecilik görevlerinden sonra, 1818’den ölümüne dek, Berlin Üniversitesi’nde
13 yıl felsefe profesörlüğü yapmış; koleradan ölmüştür.
Hegel’in felsefesinde ve bilgi kuramında daha önce söylenmemiş
hiçbir yeniliğin olmadığını söyleyebiliriz. Buna karşın isminin, hakettiğinin
çok üzerinde bilinir olmasının çeşitli nedenleri vardır… Bunlardan biri, Prusya
Devletinin temel politikalarının felsefi sözcülüğünü yapıyor olmasıdır.
Voltaire’in Kıta
Avrupası’na tanıttığı İngiliz düşünür Locke’ın yeni bir bilgi kuramı üstüne
yapılanmış özgürlükçü siyasal görüşleri… Newton’un hareket kanunu… Bunlar “aydınlanma”
denilen düşünsel hareketin çekirdeği
olmuştu.
Feodal otoritenin pek
hoşlanmadığı bu yeni anlayış, Amerikan ve Fransız devrimlerini hazırlayan
önemli nedenlerden biri olarak değerlendirilmektedir…
Prusya, Napolyon
sıkıntısını başarıyla savuşturmuştu… Artık otoriteyi kemiren aydınlanma
görüşlerine dur diyebilecek… III. Frederick William’ın feodal devletine destek
verecek bir yapılanma peşindeydi… Bireyin özgürlüklerine karşı toplumu, gücü
savunacak, mevcut sistemin otoriteye dayalı yapısını öne çıkaracak bir
felsefeye şiddetle gereksinim duyuyordu.
Bu ortamda Hegel 1818’de
Berlin Üniversitesi’nde ders vermeye başlamış ve Prusya Devleti’nin ilk resmi
filozofu olmuştu...[1]
○○○
Hegel’in çokça tanınmasının ikinci nedeni ise
20. yüzyılda insanlığı kasıp kavuran totaliter, kolektivist politik
öğretilerinin (marksist, faşist, uç görüşler) onun felsefesi üzerinde
yükselmesidir. Uç sol, Hegel’in determinist tarih görüşlerinin ana
kavramlarından olan “milletlerin savaşı”
yerine “sınıf mücadelesini”; aşırı sağ ise “ırkların savaşını” koymuştur.[2]
Hegel’in popüleritesini
anlayabilmek kolay değildir. Popper ayrıca, felsefecilerin oldum olası bir tür
sihirbazlık havası içinde olmaktan özel bir haz aldıklarını ileri sürmektedir.
Felsefe, dinin konularını işleyen, çok derin konularla huşu içinde uğraşan bir
daldır… Ortalama insanın aklının ermediği, sadece ermişlerin meşgalesi olarak
görülen bir öğreti gibi algılanmaktadır.
Sanki okumuş ve
hikmet sahibi kişilerin bir çeşit dinidir.
Herkese anlatılamayacak
kadar derin olan felsefenin her soruya verilecek bir yanıtı, her konuya bir
açıklaması vardır… Sanki anlaşılmadıkça daha da bir değerlenmektedir…
“Felsefe her soruyu bir şekilde yanıtlıyor… Yanıtın doğru olup
olmadığını kim iddia edebilir ki?” [3]
diye sormaktadır Popper.
Ona göre, böyle bir
felsefeden rahatsız olmayanlar için
Hegelcilik pek uygundur…
Güvenilir bilgiyi
çoğaltmaya çalışarak bilim yoluyla evreni, hayatı, insan davranışlarını
öğrenmeye çabalayanların işi hiç de kolay değildir. Üstelik bilim, bin bir
çabadan, sıkıntılı uğraşdan sonra çoğu kez insanı hayal kırıklığına
uğratıverir. Usanmadan, bıkmadan, yorulmadan didinenlerin tek tesellisi,
uğraşın kendisinden, bilim sürecinin bizatihi kendinden hoşlanıyor, haz alıyor
olmalarıdır.
Bilim mucizeler garanti
etmiyor… Belki de güzelliği ve heyecanı da buradan gelmektedir.
Oysa Hegelciliğe
benzer bilgi (!) alanlarında durum çok farklıdır… Onlar, müridlerini yaşamın
büyük sırlarına ulaştıracak mucizevi yolları öğretiverirler. İnsanın
hayallerine bile girmeyecek bir kolaylıkla her soruna yanıt verebilecek düzeye
gelivermesi hoş olmalıdır…
“Bu kadarcık bir bilim eğitimi ve
bu kadarcık bilgi ile… Kısır biçimsel
mantığın yerine geçtiği iddia edilen Hegel’in esrarlı diyalektik yönteminden
başka, her soruya cevap verebilecek, uygulanabilecek ve böylesine tantanalı bir
bilimsel hava yaratabilecek başka yöntem bulunamaz…”[4]
○○○
19. yüzyılın ünlü Alman
düşünürü Schopenhauer (ö: 1860), varoluşçuluğun kurucusu saygın Danimarkalı
düşünür Kierkegaard (ö: 1855) ve Popper’ın görüşlerini şöyle özetleyebiliriz:
Hegel felsefesi, yanlış bile olmaktan uzak, saçma sapan, anlaşılmaktan çok
etkilemek için yazılmış, ard arda gelen şatafatlı, tumturaklı sözlerden oluşmuş
bir karmaşadır… [5]
Hegelci İngiliz filozof
J.H.Stirling (ö: 1906), Hegel’in anlaşılamayacak kadar (!) derin görüşlere
sahip olduğunu ileri sürmüştür.[6]
Anlaşılamayacak derinlikte
bir felsefenin, gerçek sorunları çözmeyi hedeflemesi beklenmemelidir. Böyle bir
felsefenin içinde olanların da başkalarının anlamadığı, başkalarına
anlatılmaması gereken işler yapan ve ilgi çekmek isteyen sihirbazlara
benzetilmesi yanlış değildir.
○○○
Bilgi kuramı
Hegel’in modern felsefe
çerçevesinde ele alınabilecek, az çok mantık örgüsü sağlamca bir bilgi
kuramının olduğu söylenemez. O, Descartes, Locke, Hume, Kant çizgisinde
gelişmekte olan modern felsefenin ilerlemesini durdurmuştur…
Kant’ın “Saf Aklın
Eleştirisi”yle insanları yanıltıcılığından kurtarmayı amaçladığı “metafizik
bilgi”yi geri getirmiştir…
Bir yanda Kant’a saygıda
kusur etmezken, diğer yanda metafiziğe geri dönmüştür. Descartes’ın başlattığı
modern felsefe, onun elinde ters çevrilerek 2200 yıl geriye, Platon’un
öğretisine döndürülmüştür…
Platon,
hatırlayacağımız gibi, gerçeğin görünür çevremizde değil, Biçimler veya İdealar
dünyasında olduğunu ileri sürmüştü. Görünür şeylerin idealden uzaklaşıp sürekli
bozulduğunu iddia eden kötümser bir görüşe sahipti.
Bunu Aristoteles
değiştirmiş, ideaları görünür dünyaya indirip nesnelerin içine
yerleştirmişti... Nesneler, Platon’un dediğinin aksine, içindeki özün ideale
doğru değişmesiyle gelişiyordu. Yani Platon’un “kötü” dediği değişime “iyi bir
şey” diyen Aristoteles’di…
○○○
Hegel, Aristoteles’in bu
iyimser yorumunu benimsedi:
Çevremizdeki her şey, tüm
organizmalar aslında içlerindeki özün (ruhun) ideal gerçeğe doğru ilerlediği
bir gelişim içindeler. Şeylerin hepsi içlerindeki öze göre yapılanmış olup bu
özler ideaya doğru gelişme yeteneğindeler. (Kastedilen açık değil, hayal
gücüyle tamamlanması gerekiyor…)
“Özler kendi kendine gelişen, kendi kendini yaratan ve moda deyimiyle
‘varlığa yükselen’ (emergent) şeylerdir. Bunlar Aristoteles’in, her nesnenin
içinde bulunuyor dediği ‘erek nedene’ yönelmişlerdir. Hegel bu yönelişe ‘kendi
kendini gerçekleştirme’ demektedir.[7]
Başka bir deyişle Hegel
için bir şeyin bilgisi demek, bir şeyi anlamak demek, o şeyin özünün (ruhunun)
bilgisini anlamak demektir. Aslında bu, Aristoteles’in tanımladığı “özcü” anlayıştır. Bütün özcüler için
bilgi, kendi kendini gerçekleştirmeye çalışan ruhun bilgisidir.
Pek tabii ki bu
noktada şöyle bir sorunun yanıtını aramak mantıklı olacaktır: Bizler ruhun
yapısını, eğilimlerinin nereye yöneldiğini (Hegel’in anlayışıyla bilgiyi !)
nasıl öğrenmeliyiz?
Hegel’in yanıtı hazırdır:
Organizmaların tarihinden
bu yönelişleri (bilgileri) öğrenebiliriz
Hegel’de, tüm bir evren,
mutlak bir öznenin, akıl ya da ruhun bir ürünüdür. Hegel bu ruhsal varlığa
“geist”, “mutlak zihin” ya da “ide” demektedir.[8]
○○○
Hegel’e göre diyalektik
Antikçağdan bu yana modern
felsefede ilk defa “diyalektik” sözcüğünü kullananın Kant olduğunu
görmüştük.(Bak Kant, Diyalektik.)
Hegel, Kant’a “diyalektik”
sözcüğüne saygınlık, güvenilirlik kazandırdığı
için takdirlerini sunmuştur. “Diyalektik”, metafizik bilginin (düşüncenin) ve
de tüm gerçekliğin gelişme yöntemi olarak tanımlamıştır. Popper’ın sözleriyle,
diyalektiği, metafiziğin bir aracı yapmıştır. Hegel’in diyalektik üçlüsünde
(tez, antitez, sentez) “tez” önce eleştirilir ve karşısına bir “antitez”
çıkarılır. Ve bu karşıtlık (tezle antitezin çatışması) ortaya yeni bir tezin
çıkmasına neden olur. Bu yeni tez “Sentez”dir.
Daha sonra ulaşılan
sentezin karşısına yeni bir karşı-tez çıkacak
ve bu süreç sürüp gidecektir…
Bu yöntem aslında,
göreceğimiz gibi, Popper’ın “öğrenme dörtlüsünden” veya bilginin çoğaltılması
sürecinden pek de farklı bir yöntem değildir. Popper, problemden yola çıkıp bu
üçlemeden de esinlenerek kendi dörtlüsünü önermiştir. (Bak Popper, Problem.)
Popper, Hegel’in
“çelişkileri”ne ilişkin ilginç bir noktaya dikkat çeker:
Hegel, çelişkilerle
ilerlediği düşüncesiyle “çelişkileri” önlenemez görmenin ötesinde “istenen”,
“arzu edilen” bir şey olarak nitelemektedir. Kant’ın çelişkilere ilişkin yok
yere fazlaca kaygılandığını düşünmektedir. [9]
Pek tabii ki, çelişkileri
istenen bir şey olarak görünce, onları ortadan kaldırmaya da gerek
kalmayacaktır. Bu düşünce elbette ki
ilerlemenin ve bilimin sonu demektir. Çünkü bilim kendi içinde çelişkili olana
ve geçerliliği kabul edilen diğer savlarla ters düşene güvenmez… “Her şey kendi içinde çelişkilidir”
(Herakleitus’un “karşıtların birliği” görüşü) derken Hegel’in anlatmaya çalıştığı bu olmalıdır.
Böylelikle Hegel, gelişmeyi
ve akılcı tartışmayı önleyerek kendi görüşlerinin de eleştirilmesinin önüne
geçmek istiyor olmalıdır…
Öyle ki Hegel “diyalektik şapkasından istediği civcivi
çıkarabilmektedir”[10]
Savaşı milletlerin kendi
varlıklarını ispatlamaya yönelik doğru bir yol olarak görmekte… Özgürlükleri
milletlerin kendilerini gerçekleştirmeleri önünde bir engel olarak
düşünmektedir. Organizmaları “bey” ve
“köle” diye ikiye ayırmakta… Güçlünün haklılığının kabul edilmesini talep
etmektedir. Ona göre gerçek olan akılcıdır…
Anlaşılması pek mümkün olmayan bu
liste uzayıp gitmektedir…
Bunlardan, “gerçek olanın nasıl olup da akılcı olduğunu”
anlayabilmek(!) için Hegel’in kullandığı kanıtlama yöntemini aşağıda göreceğiz:
○○○
Özdeşlik ilkesi
Hegel’in (diyalektik)
mantığının nasıl çalıştığına örnek olarak onun “özdeşlik ilkesi”nin[11] ne olduğunu inceleyeceğiz.
Bildiğimiz gibi Platon,
Biçimler veya İdeaların, nerede olduğu bilinmeyen, duyularımızla değil
aklımızla kavrayabildiğimiz bir gerçeklik dünyası olduğu görüşündedir… Görünen
şeyler onun için gerçek değildir… Gerçek olan Biçimler veya İdealardır…
Hegel, Platon’un bu
görüşlerini şöyle okumaktadır:
İdea = Gerçek
Sonra Kant’a döner Hegel.
Kant, “idea” sözcüğünü zihnimizdeki fikirler anlamında kullanmıştır. Bu anlamda
“saf akılcı idea” sözü onundur.
Hegel’in, Kant’ın bu sözlerini yorumlaması ise
aşağıdaki gibidir:
İdea = Akıl
Bu iki eşitlikten de şuna
gelinmiştir:
Gerçek = Akıl
Bu eşitliği de Hegel “Akla uygun olan şeylerin gerçek veya gerçek
olan şeylerin akla uygun olduğu” şeklinde yorumlamıştır.
○○○
Popper’ın sözleriyle,
“diyalektiğin bir uygulaması” olan bu mantıksal(!) ispat yöntemi insanları yanıltmaya dönük bir çift
anlamlılık oyunu, bir mugalatadan başka bir şey değildir.
Hegel kısaca, III.
Frederick William’ın Prusya’sındaki her şeyin, devletin tüm uygulamalarının,
akla uygun olduğunu savunuyor olmalıdır. Bu, “güç”ün akla uygun olduğu,
güçlünün uygulamalarının mantıklı ve haklı olduğu anlamına da gelecektir.
Hegel’in kısır biçimsel
mantığın yerine koyduğu ünlü mantığı (!) böyle çalışmaktadır…
○○○
Okumuş yazmışların
kalemlerinden 1970’lerden sonra sık sık dökülen, günümüzde oldukça azalsa da,
yine de medyada (özellikle basında) rastlayabileceğimiz, “diyalektik”
sözcüğünün kısa geçmişidir bu.
Yazıya bilimsellik çeşnisi
versin diye konan, genellikle “günümüz
koşullarının diyalektiği” “olayların
diyalektik gelişmesi” gibi kalıp sözler içinde sunulan bu sözcüğün aslında
basit bir eleştirel yöntem çağrıştırması dışında hiçbir anlamı yoktur…
Kullanımda ona yapıştırılan
ek anlamlar ise Hegel’den ve sol yorumlardan kalma sosyal determinizmin
romantik kalıntılarından başka bir şey değildir.
[1] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its enemies
V-2(Açık Toplum ve Düşmanları C-2) s. 29.
|
[2] İbid., s. 30.
[3] İbid.
[5] İbid., Bölüm 12, Hegel ve
Yeni Kabilecilik, s. 27 – 80.
[6] İbid., s. 27.
[7] İbid., s. 36.
[8] Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma
Yayınları, 1999, 975 pp, 24 cm, s. 403.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder