4 _____________________
K. R. Popper'ın 'Eleştirel Akılcılık'ı
Marx akılcıydı... Socrates ve Kant gibi... İnsan
aklının, insan soyunun birliğinin temeli olduğuna inanıyordu... Ne var ki,
kanılarımızın sınıfsal çıkarlar tarafından belirlendiği şeklindeki öğretisi,
bu inanışın çöküşünü hızlandırdı... Hegel’in, fikirlerimizin ulusal çıkarlar
ve gelenekler tarafından belirlendiğini ileri süren öğretisi gibi... Marx’ın
öğretisi de akla güven duygusunun yıpranıp azalmasına yol açtı... Böylelikle ekonomik ve sosyal sorunları
çözmeye çalışan “akılcı tavır” hem
sağdan hem de soldan tehdit ediliyordu... Bir de tarihsici[1] kehanet ve falcı
akıldışıcılığın doğrudan saldırılarına maruz kalınca dayanamadı... Akılcılık
ve akıldışıcılığın arasındaki çatışmanın, çağımızın en önemli entellektüel,
belki de ahlaksal sorunu haline gelmiş olması bundandır...
|
Popper, Karl Raimund,
The Open Society and its Enemies –(Açık Toplum ve Düşmanları), Cilt 2, s.224
|
Benim sosyal bilimlerle ve onların metodlarıyla ilgili
görüşlerim doğruysa... Sosyal bilimlerdeki hiçbir açıklayıcı kuramın doğru
olmasının beklenemeyeceğini kabul etmek zorundayız... Buna karşın
kaygılanmaya gerek yoktur... Çünkü bu metodların, birbiriyle yarışan
kuramlardan hangisinin daha doğruya yakın olduğunu eleştirel olarak
bulabilmemizi sağlayabilecek çok iyi yöntemler olduğunu gösterebiliriz...
|
Popper, Karl Raimund, Mark
A.Notturno, Truth, Rationality and the
Situation(Doğru Akılcılık ve Durum), 1977
|
[1] Tarihsicilik
(historicism), Poppercı terminolojide, tarihsel gelişmeleri, trendleri
inceleyerek tarihin kanunlarını bulmaya çalışmak; bu kanunlarla da geleceği
belirleyebilmektir. Bu tür yorumlar tümüyle bilimin çalışma alanı dışına
düştüğünden onlara “tarihsici kehanetler “ diyoruz. Tarihsici kehanetler,
genelde bilimin yönteminin büyük ölçüde yanlış yorumlanmasından, özelde öndeyi
(prediction) ile “tarihsel kehanetin “ ayırt edilememesinden kaynaklanmaktadır… Bak Açık Toplum ve
Düşmanları, Cilt 1, s. 3. Bilimsel öndeyinin koşulları 4. Bölümde incelenmiştir.
Tarihçilik (historism) ile tarihsiciliği (historicism)
karıştırmamalıyız; tarihçilik,
görüşlerin, kanıların tarihsel gelişmelerle belirlendiğini savunan öğretidir.
Doğru düşündüğümü sanıyorum, ancak yanlış olabilirim...
Siz haklı (veya doğru) çıkabilirsiniz... Her halükarda tartışarak (her ikimiz
de) doğruya daha yaklaşabiliriz.
|
Popper, Karl Raimund,
The Open Society and its Enemies –(Açık Toplum ve Düşmanları), Cilt 2, s. 225
|
|
||
Doğa Bilimlerinden Sosyal Bilimlere
Popper’ın düşünsel
ilgisinin insan bilimlerinden çok doğal bilimlere yönelmiş olduğunu
söyleyebiliriz… Gerçekte onun asıl amacı genel olarak bilimin doğru yöntemini
bulabilmek olmuştur.
Bilimle bilim olmayanın
nasıl ayırt edilebileceği sorununu ele alıp sonuçlandırmıştır… Bilimsel
bilginin ölçütü olarak “yanlışlanabilirlik”i ileri sürmüştür… Bilimin doğrulama
ile değil yanlışlama (çürütme) ile
bilgiyi çoğaltığını savunmuştur… Hiçbir kuramın ispatlanamayacağını… Tüm
bilgimizin varsayımsal olduğunu ortaya atmıştır… Gözlem ve deneyden başlayıp
genel doğruları bulmak demek olan “tümevarım”ın geçersizliğini anlatmaya
çalışmıştır…
Antikçağdan bu yana
kemikleşmiş olan, bilgiyi kanıtlayarak güvenilir ve geçerli yapma geleneğini
reddetmiş, yerine varsayımsal bilgi önermiştir.
İlk kitabının yayımlandığı
yıllarda (1934) Hitler iktidarı Almanya’da giderek kuvvetlenmekteydi. Hitler’in
güçlü olduğu bir Avrupa’da yaşamasının ne anlama geleceğini görebilmişti… Kıta
Avrupası dışında iş aradı…. Zor da olsa Mart 1937’de başladığı Yeni Zelanda
Üniversitesi’ndeki işini buldu.
1938’de Hitler Avusturya’yı
işgal etti.
○○○
Bu gelişme Popper’ı
derinden yaralamıştı. Yapabileceği tek şeyin, önlenebilir olduğuna inandığı
acılara insanları sürükleyen düşünce hatalarını bulup teşhir etmek olduğunu
düşünmekteydi.
1938 yılında, “Sahte Peygamberler” adıyla çıkarmayı
düşündüğü kitabını yazmaya başladı. Yayıncıların ticari kaygılarla adını “Açık Toplum ve Düşmanları”na çevirdiği
baş yapıtı olacaktı bu kitap.
Doğa bilimlerinin yöntemini
ele almış, sağlıklı, güvenilir, saygın (kısaca doğru) bilgiyi belirlemişti…
Güvenilir bilginin, sahte bilimlerden nasıl ayırt edileceği konusunda geçerli savlar
geliştirdiğine inanıyordu. Şimdi sıra tüm bu yaklaşımların sosyal bilimlerdeki
uygulamalarının araştırılmasına gelmişti. Günlük hayatta, politikada insanlar
bu yöntemi nasıl uygulayacaklardı?
Popper’ın “Açık Toplum ve
Düşmanların”da yapmaya çalıştığı: Doğa bilimlerinin yönteminin bilimin diğer
dallarında da geçerli olduğunu… Sosyal bilimlerde bilimin başarılı olamamasının
nedenlerini… Doğru yöntemin insani bilimlere nasıl uygulanması gerektiğini tartışmaktı.
Popper eleştirel
akılcılık kuramını geliştirdiği bilim felsefesinin üstüne yapılandırdı.. Onun
gözünde insanın sosyal yaşamda takınacağı “akla
uygunluk tutumu “, bilimsel yöntemden farklı bir şey değildi.
○○○
Nobel ödüllü İngiliz Sir
Peter Medawar’a (ö: 1987) göre Popper, kimseyle mukayese edilemiyecek derecede
önemli bir bilim felsefecisidir. Popper’ın üzerlerindeki etkisini kabul edip
açıklayan diğer nobel ödüllü bilim adamları Fransız Jacques Monod ( -1976) ve
Avustralyalı Sir John Eccles’dir (ö: 1997). Eccles, ona neler borçlu olduğunu
açık yüreklilikle anlattıktan sonra genç bilim adamlarına şunları öğütlemiştir:
“Popper’ın bilim felsefesi üzerine
yazdıklarını okuyup üzerine iyice düşünmenizi ve onları bilimsel yaşamınızın
temeli olacak şekilde kullanmanızı salık veririm.”[1]
Avusturyalı matematikçi Sir
Herman Bondi’nin (d: 1919) görüşleri ise şöyledir: “Bilimde, uygulanan yöntemden daha önemli, bilimsel yöntemde de
Popper’ın söylediklerinden daha önemli bir şey yoktur.” Ünlü Avusturyalı
sanat tarihçisi Sir Ernst Gombrich (ö:
2001), Popper’ın etkisini anlatırken
görüşlerini şöyle seslendiriyor: “Kitabımda
Popper’ın etkisi seziliyorsa bu beni ancak gururlandıracaktır.”[2]
“Açık Toplum ve
Düşmanları”nın aldığı eleştirilerden bazıları ise şunlardır:
Çağdaş İngiliz siyaset
felsefecisi Sir Isaiah Berlin (ö: 1997), “Açık Toplum ve Düşmanları” için
“Marksizmin felsefi ve tarihsel
öğretilerinin en dürüst ve zorlu eleştirisi” demektedir...
○○○
Doğru bilgi, mutlak
doğruya en yakın olan bilgidir
“Öğrenme ve gelişme dörtlüsü”nü
anımsayalım:
P1
(problem 1) ► GÇ (geçici çözüm) ► HE
(hataların elenmesi) ► P2 (problem 2 )
Problemle başlayan ve
problemle biten öğrenme dörtlüsünde geçici çözümlerin her biri, öncekine göre
daha açıklayıcı, daha fazla bilgi verici olmalıdır… Hedeflenen doğruya daha
yakın olabilme yarışı içindedirler.
Aslında her alanda,
öğrenme dörtlüsü, nerede olduğunu bir türlü kestiremediğimiz mutlak doğruya
doğru yapılan sonu gelmez bir yürüyüş olarak anlaşılmalıdır.
Bilim tarihinin ana
sorunlarından birinin gelişimini bir süre izleyerek gerçekten ne demek
istediğimizi daha somut biçimde ortaya koymaya çalışacağız...[3]
Başlangıç problemimizi ve ilk geçici çözümümüzü aşağıda belirterek tartışmamızı
açıyoruz:
P1
= Isı nasıl davranır?
GÇ-1 =
“Isı sıcaklık hissi yaratır.”[4]
|
Antikçağın Yunanlı
bilim adamları öne sürmüştür bu ilk geçici çözüm önerisini. GÇ-1 bir süre
geçerli kalmıştır… Ne var ki öneri çok basit bazı noktaları bile
açıklayamamaktadır: Soğuk sudan çıkardığımız sağ elimizi ve sıcak sudan yeni
çıkmış sol elimizi birlikte ılık suya sokalım… Sağ elimiz suyu sıcak, sol
elimiz ise soğuk olarak hissedecektir…
Aynı sıcaklık, farklı
sıcaklık hissi yaratmaktadır… Bu bir çelişkidir… GÇ-1 diye öne sürülen iddianın
hatalı olduğu açıktır… Yerine ondan daha doğru, daha az hatalı bir öneriye
gereksinme vardır. Bu düşüncelerle GÇ-1 bir kenara konmuş ve yerine yeni bir
kestirim aranmaya başlanmıştır. Bunlardan biri aşağıda verilmiştir:
GÇ-2= “Isı
vücudumuza doğru aktığında sıcaklık hissi yaratmaktadır… Vücudumuzdan dışarı
aktığında ise soğukluk hissederiz”[5]
|
Bu yeni varsayım,
GÇ-1’in açıklayamadığı ılık sudaki farklı hislerimizi açıklayabilmektedir.
GÇ-2, Galileo’nun
1592’de termometreyi bulmasına dek geçerli kalmıştır. GÇ-2’nin bu denli uzun
süre geçerli kalmasını, ortaçağda öğrenmenin yavaş olmasıyla veya GÇ-2’nin
güçlü bir kuram olmasıyla açıklamayı deneyebiliriz… Galileo, ısı davranışını
açıklayan yeni bir kuram (GÇ=3) ileri sürmüştür:
GÇ-3 =
“Termometredeki sütunun yüksekliğini değiştiren şey ısıdır”[6]
|
Galileo’nun kuramında
ilk kez ısının davranışı, insanların öznel hislerinin dışında nesnel bir
kuramla tanımlanmaktadır.
1750’li yıllarda
İskoç kimyager Joseph Black ( -1799) şöyle bir deneyle önemli bir “soruyu” icat
etmiştir: Eşit miktarlardaki su ve civa fırında, aynı sıcaklıkta aynı süreyle
tutulduğunda, iki madde farklı sıcaklıklara ulaşmaktadır… Civa sudan daha fazla
ısınmaktadır… Sıcaklıkları ölçüldüğünde civanın daha sıcak olduğu
görülmektedir.
Black, bu durumun
nedenlerini araştırmış ve şu karara varmıştır: Isı ağırlıksız, görünmez ve yok
edilemez bir akışkana benzemektedir. Bu akışkandan aynı süre içinde civanın
içine daha çok girebilmekte ve civanın sıcaklığı bu nedenle sudan daha yüksek
çıkmaktadır. Böylelikle ısının davranışını daha iyi açıklayan bir yeni kuram
doğmuş görünmektedir. Geçici çözümlerin (mutlak) doğruya doğru olan serüveni
sürmektedir:
GÇ-4 = “Isı,
görünmez, ağırlıksız ve yok edilemez bir akışkandan oluşur.”[7]
|
Bu kuramın
diğerlerinin tümünden daha açıklayıcı ve bilgi içeriğinin daha yüksek olduğunu
düşünülmüştür.
Bu geçici çözüm de ancak yüz yıl
dayanabilmiştir. 1850 yılında ünlü Prusyalı fizikçi Rudolf Clasius ( -1888)
yayımladığı makalesinde Enerjinin Korunumu yasasını ilan etmiştir. Yeni yasaya
göre evrenin toplam enerjisi sabittir ve farklı türlerden enerjiden
oluşmaktadır. Bu yeni bir ısı kuramı demektir:
GÇ-5 = “Isı pek çok
enerji türünden sadece birisidir. Bu enerji türlerinin hepsi Evren’in toplam
enerjisini herhangi bir şekilde etkilemeksizin herhangi bir anda birbirine
dönüşebilmektedir...”[8]
|
Isının davranışını
açıklamaya çalışan bilginin serüveni sürüp gitmektedir… Enerjinin korunumu
denen son kuramdan sonra da enerji ile (dolayısıyla ısı ile) ilgili yeni
açıklamalar yapılmıştır…
“Isının davranışı”
ile ilgili bu örneğimizi, bundan sonraki tartışmalarımızda da bilginin çeşitli
yönlerini anlatmaya çalışırken kullanacağız.
○○○
Öncelikle şu iki
noktayı ayırt etmeliyiz:
a)
İspatlanmamış varsayımsal bilgi
Hiçbir geçici çözümü
ispatlayıp, kesin değişmez bigi diye tanımlayamıyoruz. Bir öncekinin bazı
alanlarda işe yaramadığını görünce yerine daha iyisini aramamız gerektiğini
anlıyoruz. Araştırıyoruz, bulunca yeniyi kullanmaya başlıyoruz.
Bütün yaptığımız
budur… Yani eski iddiayı yanlışlamaktayız…
Yerine yeni bir savı
(onun da günün birinde çürütüleceğini bilerek) koyuyoruz…
Varsayımsal olan bir
doğruyu ve kesinliği garanti edilmemiş bir bilgiyi kullanmaktayız…
Pekâlâ da işimizi gömekte, açıklamalarımızı yapabilmekte, sorunlarımızı
çözebilmekteyiz… Bilginin mutlaka kesin
olması gerekmediğini çıkarıyoruz bu deneyimlerimizden…
○○○
b)
Doğrunun
ölçütü bulunmamaktadır!
Isı örneğinde
gözlemlediğimiz gibi hiçbir iddiamızı kanıtlayıp doğru diye kesin bir yargıya
varamıyoruz.
Başka bir deyişle
elimizde olgusal bilimler için doğrunun bir ölçütü yoktur! Neyin doğru, neyin
yanlış olduğunu garantili olarak ölçebilecek yetenekte değiliz…
Aristoteles’den beri
bu uğurda çok çaba harcanmıştır… Doğrunun ölçütünü bulma sorunsalı antikçağdan
beri bilinmekte, üzerinde düşünülmekte, çözüm aranmaktadır...
Aristoteles,
doğrunun dedüktif yöntemle kanıtlanan
veya bize sezgisel olarak apaçık gelen
önermeler olduğunu ileri sürmüştü… Ona göre doğrunun ölçütü buydu…
Aristoteles’in bu iddiasına “doğru sorunu”nun birinci geçici çözümü diyebiliriz…
Düşünce tarihi,
doğruyu bulmakta kullanabileceğimiz “kriter” (ölçüt) olduğu ileri sürülen
önerilerle doludur… Bunlardan bir kısmını 2. Bölümde tartıştık (Platon,
Aristoteles, Descartes, Locke, Kant, Hegel ve sonunda Popper).
Popper, bildiğimiz
gibi, Einstein’ın kütle çekimi teorisinden sonra kuramların
ispatlanmasının olanaklı olmadığını
görmüş; “doğrunun ölçütünün olmadığı
“ görüşüne varmıştır… İlerlemenin güvenilir bir yolu olarak yanlışlamayı
önermiştir…
○○○
Doğru, bilginin
olgularla örtüşmesidir
“Gerçeklerle örtüşen
doğru” tanımını saygın, güvenilir bir kuram haline getiren matematikçi Alfred
Tarski’dir ( -1983). Polonyalı-Amerikalı olan Traski, mantık, cebir ve kümeler
alanında çalışmıştır.
Tarski, “nesnel ve
mutlak doğru kavramı”nı 1935 sonbaharında Paris’deki bir kongrede sunduğu
makalesiyle duyurmuştur.[9]
“Anlamlı bir cümle nasıl gerçeklerle
örtüşür?”, “Böyle bir sorudan ne
anlaşılabilir?” gibi soruları açıklamaktadır bu kuramında…
Bilgi doğru
arayışıdır…
Doğru ise (Tarski’nin
matematiksel olarak kanıtladığı gibi) bilginin olgularla örtüşmesidir...
Doğrunun bu tanımı, Popper’ın bilgi kuramında olduğu gibi “nesnel” bir bilgi
anlayışını mimlemektedir. Tarski’nin kuramında bilgi ve doğru, tüm insanların dışında… Onların
zihinlerindeki düşünce süreçlerinden kaynaklandığı halde, onlara bağımlı
olmayan… Sınanarak yanlışlığı gözlenebilen… Ve de gerçeklerle örtüşme durumunu
hiçbir zaman kanıtlayamadığımız bir şeydir… Tarski’nin kuramına göre doğrunun ölçütü yoktur…
Aristoteles’den beri
kemikleşmiş (belki bilinç altı) inançlarımızdan olan “doğrunun kesinliği anlayışımızı” olgusal bilimlerde isteyerek unutmak zorundayız!
Noktasal kesinliğin
olduğu mantık ve matematikle, deneysel bilimleri birbirinden ayırabilmeliyiz.
Matematiğin kesin bilgisine karşı olgusal bilimlerin tahmini bilgisini iyice
ayırt etmek gerekmektedir. Bununla gerçekte ne kastedildiğini anlayabilmek için
“adli sistem” örneğini göreceğiz.
○○○
Nesnel ve mutlak
doğrunun elle tutulur örneklerinden biri adli sistem içinde arananlardır… Bunlar
gerçek adı verilen olgularla örtüşürler… Juri sisteminin geçerli olduğu hukuk
düzenlerinde jurinin… Diğerlerinde hakimin yapmaya çalıştığı nedir? Sanığı, savunmayı ve savcıyı dinleyerek
doğruları bulmaya çalışmak… Gerçeklerle
en fazla örtüşen, mutlak doğruya en yakın olanları…
Hepimiz biliriz ki
aranan gerçekler, olaylara katılanların tümünün öznel yorumlarından, onların
arzu ve isteklerinden, duygularından bağımsızdır...
Ayrıca mahkemelerin
hiçbirinde olayların, gerçeklerle örtüştüğü biçimiyle, yüzde yüz doğru olarak
ortaya çıkarıldığı ileri sürülemez. Yani mahkeme kararları yüzde yüz doğru,
kesin ve mutlak olan doğrulara dayanılarak alınamaz.
Çünkü mutlak doğrunun
bir ölçütü yoktur…
Buna karşın iyi
çalışan bir adli sistem içinde mahkeme kararlarının “adalet” kavramını zedelemeyecek
saygınlıkta olabileceği de bir gerçektir.
Mahkemeler ölçütü
olmayan doğrulara farklı yöntemlerle yaklaşmaya çalışmaktadır… Nesnel ve mutlak
doğrulara pratik olarak yakınlaşmayı denerler… Böylelikle kabul edilebilir
düzeyde görevlerini yapabilmektedirler.
○○○
İlerlemenin ölçütü
vardır
Her yeni çözüm
önerisi, eski kuramların açıklayabildiği olguları ve onlara ek olarak birkaç
sorunu daha açıklayabilir olmalıdır. Bu nedenledir ki eskilerinden daha doğru
olarak değerlendirilirler.Bilim,
problemden başlayıp problemle sonuçlanan serüvenini sürdürüp durdukça
ilerlemenin sağlanabildiği konusunda hiçbir kuşkumuz olamaz…
“Isı” örneğinde bunu
apaçık görebiliriz. Antikçağda oluşturulan basit bir kuramdan yola çıkan
insanlık iki bin küsur yıl sonra, 1850 yılında “Enerjinin Korunumu “ yasasına
ulaşabilmiştir...
Bulgularımızı
tekrarlarsak:
Doğruyu görünce
tanıyıvermemizi sağlayacak genel bir kriterimiz olmasa da elimizde ilerlemenin
ölçütü bulunmaktadır:
Pratik veya kuramsal
bir sorunu ele alıp çözmeye çalışmalıyız.
Hiçbir bulgumuza
“kesin” diyemesek de ilerleyip ilerleyemediğimizi kesin olarak anlayabiliriz. “Doğru fikri” düzenleyici bir kural olarak
bizlere yön vermektedir. Yanlışlayamadıklarımızın doğruya daha yakın olduğunu,
gerçeklerle daha iyi örtüştüğünü biliyoruz.
○○○
Nesnel ve Mutlak
Doğru Kavramını Somutlaştıralım
Tarski’nin
gerçeklerle örtüşen bilgi diye tanımladığı mutlak doğru kavramını “ısı “
örneğimize geri dönerek zihnimizde somutlaştırmaya çalışacağız:
“Isı nasıl davranır?”
sorusuyla başlayan öğrenme sürecine geri dönelim… Öğrenmeye çalışılan bilginin
giderek artan içeriğini Şekil 11’deki
taranmış alanların genişlemesine benzeterek incelemeyi deneyeceğiz… Gelişmenin
mantığını daha somut biçimde kavrayabilmemize katkıda bulunacağını sanıyoruz.
Daha açıklayıcı
bulunan her yeni iddia (geçici çözüm) ısının davranışıyla ilgili açıklama
gücümüzü, yani bilgimizin içeriğini, biraz daha genişletmektedir…
Sorunun tam ve kesin
yanıtı olan “mutlak doğru”yu, tüm alanı taranmış daire olarak düşünelim. Bilim
problemle başlayıp problemle bittiğinden, bilgi arayış serüveni sürüp
gidecektir… Ancak ulaşılan duraklar, yolun sonu diyebileceğimiz kesin ve mutlak
doğru mu (GÇ-son)?.. Yoksa açıklama alanı eski kuramlardan daha geniş bir ara
durak mı (GÇ-n), olduğunu hiçbir zaman
bilemeyeceğiz…
Mutlak doğruyu bulup
bulmadığımızdan (onu bulmuş olsak bile) hiçbir zaman emin
GÇ-1 GÇ-2 GÇ-3 GÇ-4
GÇ-5
GÇ-n
GÇ- varsayımsal
son
(Mutlak doğruya yönelik gelişme
sürüyor) (Gerçeklerle örtüşen mutlak
doğruya ulaşıldığı düşünülen
hayali durum)
|
Şekil 11
“Isı nasıl davranır?”
sorusunu açıklamaya çalışan kuramların (bilgi) içeriğinin karşılaştırılması
○○○
olamayacağız… Bizim ancak yarışta önde olanı saptayabilme
gücümüz bulunuyor… Mevcutların içinde mutlak doğruya en çok yaklaşmış olanı
seçebiliyoruz…Kuramın başka bir bağlamda yanlışlanmayacağı konusunda hiçbir güvencemiz yok…
Yine de bu gücümüzü
asla küçümsememeliyiz… Bilimin sağladığı tüm ilerlemenin lokomotifi bu
yeteneğimizdir. İnsanlığın bugün ulaştığı medeniyet düzeyi onun eseridir.
Bilginin, mutlak
doğrunun izinde ilerleyen fakat onu bir
türlü yakalayamayan bu müthiş serüvenini, Popper, “dağcıların bulutlar içinde görünmeyen zirveye tırmanması metaforu”
ile anlatmayı denemiştir: Dağcı her gün büyük çabalar harcayarak zirveye biraz
daha yaklaştığını bilir. Bundan kimsenin kuşkusu yoktur. Ne var ki, sürekli
bulutlar içinde olduğundan dağcılar zirveyi göremezler. Zirve ile ona yakın tepeleri birbirinden ayırabilme
olanakları yoktur. Zirveye ulaşıp ulaşmadıklarının bile farkında
olamayabilirler!
Ancak bu, zirvenin
nesnel olarak var olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir…
○○○
Mutlak doğru
tartışmamızı özetleyecek olursak:
1.
Bilgiyi
doğru
arayışı olarak görüyoruz…
2. Doğruyu, bilginin
gerçeklerle örtüşmesi şeklinde anlıyoruz… Bu nedenle bilimsel bilgiyi “nesnel”
diye niteliyoruz. İnsanların düşünce süreci içinde oluşmasına karşın, ondan
(düşünme sürecinin psikolojisinden) bağımsız buluyoruz... Buradan şu sonuçlara ulaşıyoruz:
3.
Nesnel
doğru “mutlak”olmalıdır… Düşüncelere
ve duygularına göre değişen “görece “ bir özelliği olmamalıdır.
4.
Ancak
mutlak doğruya ulaşıp ulaşmadığımızı bilememekteyiz.
5.
Geliştirdiğimiz
hipotezlerimizin doğru veya yanlış olması
kişilere bağımlı değil… Artık kuşkuya yer kalmayacak şekilde emin
olabiliyoruz. Buna karşın onların bilimin gelişim düzeyine bağlı olduklarını… “Görece” olduklarını da
biliyoruz… Bu görecelik varsayımsal olma… Bilginin gelişim düzeyine bağlı olma…
Geçici, değişebilir olma… Anlamında algılanmalıdır. Keyfilik söz konusu
değildir... İnsanların çıkarlarına, duygularına, düşüncelerinin psikolojisine
bağlı olma anlamı çıkarılmamalıdır…
○○○
Geleneksel doğru
öğretileri
“Gerçeklerle
örtüşen nesnel doğru” kuramının anlaşılmasındaki güçlüğün ana kaynağı nedir?
Doğru bilgiyi görünce ayırt etmemizi sağlayacak bir kriterin olmadığını
iddia ediyor olmasıdır…
Geleneksel
olarak kabul gören (hatalı) yaklaşımlar, bunun tam tersini yapmışlardır… Onlara
göre “doğru tanımı” doğrunun ölçütünü de verebilmelidir…
Nesnel doğru
kuramının rakiplerinin, “Tutarlılık kuramı”, “kanıt kuramı” ve “pragmatik ve enstrümantalist
kuram”[10]olduğunu
önerebiliriz.
Tutarlılık
kuramı doğruyu “tutarlılıkla”… Kanıt kuramı ise “doğru diye bilinenle”
karıştırmakta… Pragmatik doğru kuramı da doğru yerine “faydalıyı” koymaktadır…
Popper,
Tarski öncesi geleneksel doğru kuramlarının tümünü “öznel” kuramlar diye nitelemekte ve şöyle sürdürmektedir:
“Bu geleneksel anlayışların tümü
özneldir. Şöyle ki, onlar, bilgiyi yalnızca
a)
özel bir zihinsel durum ve
zihinsel yöneliş veya
b)
tarihi veya diğer inanış
türleri açısından değerlendirilen ‘özel bir inanış türü’ olarak ele almaktadır.
○○○
İnanmanın öznel deneyiminden yola
çıkıp bilgiyi özel bir inanış olarak görürsek, doğruyu iyice temellendirilip
ispatlanmış çok daha özel bir inanış türü olarak düşünebiliriz… Bu durumda ispatlama, normal ‘inanış’lardan ‘ispatlanmış
inanışı’ ayıran bir ölçüt olarak kullanılmaktadır...
Tüm öznel doğru kuramlarının benzer
bir kriter bulmayı hedeflediği gösterilebilir: Hepsi doğruyu, inanışlarımızın kaynağı açısından veya kanıtlama işlemleri yoluyla veya bazı ‘kabul edilme’ kurallara uygunluk bakımından tanımlamaya
çalışmaktadır…….
Tümünün aşağı yukarı söylediği şudur:
Doğru, bizim inanmamız ve kabul etmemiz için belli kurallara göre geçerli
nedenin (kanıtlamanın) bulunduğuna inandığımız şeydir…
Söz konusu kanıtlama,
a)
bilgimizin kökenleri ve
kaynaklarına,
b)
güvenilirliğe,
c)
kararlılık ve devamlılığa,
d)
başarıya,
e)
inanışın gücüne veya başka
türlü düşünemeyeceğimiz durumlara göre yapılacaktır.
Nesnel doğru kuramı ise çok değişik
bir tutumu benimser… Şöyle iddialar ileri sürer:
a)
Bir kuram, kimse inanmasa
bile doğru olabilir.
b)
Bir kuram, onu doğru
bulmamızı sağlayacak hiçbir nedenimiz olmasa bile doğru olabilir.
c)
Bir iddia, onu kabul
etmemiz için oldukça iyi nedenlerimiz olsa bile yanlış olabilir.
○○○
Yukardaki üç önerme, öznel doğru
kuramları açısından çelişkilidir.
Oysa nesnel doğru kuramında onlar
yalnız tutarlı değil aynı zamanda apaçık doğrulardır.
Nesnel bilgi anlayışı şunu
gerektirmektedir: Doğru diyebileceğimiz bir önermeyi bulsak bile, kural olarak
bu yalnızca bir tahmindir. Onun kesin doğru olduğunu bilebilmemiz olanaksızdır.” [11]
Biliyoruz ki,
kafamızın içinde veya başka bir hücremizde diye düşündüğümüz (öznel) bilgiyi
dışarıya çıkarıp hayatın içine koyabiliyoruz… Böylelikle onu nesnelleştirmiş
oluyoruz… Dışardaki bilginin artık bizim duygularımızdan etkilenebilme durumu
kalmamıştır…
○○○
Değişim
ve Popper’cı İndeterminizm (belirlenmezcilik)
Her zaman kusurlu, hatalı, mükemmellikten uzak bir
toplumda yaşıyor olacağız... Bunun nedeni yalnızca en iyi insanların bile
kusurlu (bazen kötü niyetli[12]) olduğu değildir...
Bilgimiz yeterli olmadığı için sık sık hata yaptığımız da değildir...
Bunlardan daha önemlisi, sürekli çözümsüz değer tartışmaları içinde
olmamızdır. Ahlaki prensipler çatışabildiği için çok sayıda çözülemez ahlak
problemimiz bulunmaktadır...
|
Popper, Karl
Raimund, Unended Quest An Intellectuel
Autobiography –Bitmeyen Arayış Bir entellektüel Otobiyografi- s. 116[13]
|
Çatışma çoğu kez insan toplulukları için
vazgeçilmezdir. Yukarıdaki alıntıda, içinde olduğumuz bitmeyen ve bitmeyecek tartışmaların
üç nedeni gösterilmiştir. Bunlar, “mükemmel
olmadığımız”, “bilgimizin sınırlı
olması (yeterli olmaması)” ve “değerlerimizin çelişik olması”dır.
Popper,
alıntının yapıldığı yazıda devamla savlarını şöyle kuvvetlendirmeye
çalışmaktadır:
Belki de hep düşlediğimiz tartışmasız, sürtüşmesiz bir
topluma ulaşabilseydik göreceklerimiz bizi
pek mutlu etmeyebilirdi.. Üstün tuttuğumuz bazı değerlerimiz zarar
görebilir ve örselenebilirdi... Bu toplum dostlar birliği olmak yerine daha çok
“karıncalar birliği”ne
benzeyecekti... Bilgi üretme yeteneğimiz
kaybolacak, doğrulara ulaşıp sorunlarımızı çözebilme şansını elimizden
kaçıracaktık...
Bu durum, kuşkusuz,
çatışmasız toplum yaratma çabalarımızın önünde ciddi bir engeldir.
Çatışmanın
dozunun düşürülmesi ise diğer bir hedefimizdir...
Görüldüğü
gibi, bu paragraflar içinde bile geldiğimiz
nokta ilginçtir... Karşıt iki
amacımızla birlikte yaşamamızı gerektiren bir tartışma ortamına çıktı yolumuz:
Öyle yıpratıcı, tüketici bir sürtüşme ortamını pek istemiyoruz... Bu bir...
İkincisi... Bilgi üretip sorunlarımızla baş edebilme gücümüzü kaptırmamak
peşindeyiz!
○○○
Açık toplum,
görüş ve değer tartışmalarıyla yaşamın pratik sorunlarına çare aranılan akılcı
bir birlik ortamı gibi anlaşılmalıdır.
Poppercı düşüncede, ‘değişim’,
problemlerimizi çözebilme çabalarımızın sonucunda gelebildiğimiz düzeyin
adıdır. Bu çabalarımız, aklımız, sezgimiz, hayal gücümüz ve tüm birikimimizle
yaptığımız seçimlerin tamamından oluşmaktadır. Elbette bunların dışında
etkileyemediğimiz, değiştirmek için elimizden bir şey gelmeyen, şans etmenini de görmemezlikten gelemeyiz.
Bu tutum, Popper’ın klasik fizikte, yeni
fizikte, sosyal yaşamda, insani bilimlerde ve politikada geçerli gördüğü “indeterminiz”min
bir yansımasıdır... Biz, insan kardeşlerimizle,
fiziksel çevremizle ve insanlığın ürettiği diğer beyinsel ürünlerle karşılıklı
birbirimizi etkileyerek, tarihe yön veren sürecin kendisiyiz.[14] İndeterminizmi daha iyi kavrayabilmek
için determinizme (belirlenimcilik)
kısaca değinmeliyiz.
○○○
Determinizm
Sezgisel olarak geçmişi, bugünü ve geleceği
bir sinema filmi gibi görmenin adı determinizmdir. Filmin ortasında olduğumuzu
düşünürsek seyrettiğimiz bölümler “geçmiş”... O an ekranda olan “şimdi”...
Film makarasında sarılı olup birazdan seyredeceğimiz ise “gelecektir”.
Determinizm kavramı dinsel kaynaklıdır:
Geleceğimiz de geçmişimiz gibi belirlenmiştir... Dini yorumlarda filmin
yapımcısı Tanrı’dır. Geleceğimizi O bilmektedir...[15]
Genel metafiziksel determinist anlayışta
gelecek belirlenmiştir: Geleceğin, birinin bilgisi ile çizildiği konusunda bir
ısrar olmamakla birlikte, gelecek, geçmiş gibi değiştirilemez...
Bilimsel determinist yorumlar ise gerçek
gücünü Newton’un hareket ve kütle çekimi yasalarından sonra bulmuştur. Yasanın sonuçları
öyle parlaktır ki, “bilimsel determinizm”in aydınlar arasında değişmez bir mutlak
kuram olarak kabul görmesine yol
açmıştır.
Kant,
ahlaken reddettiği determinizmi bilimin doğruladığı karşı koyulmaz bir gerçek
olarak kabul etmek zorunda kalmıştır.
Fransız matematikcisi Laplace ( -1827)
determinizmi şöyle toparladı: Herhangi bir anda evrendeki tüm maddi
parçacıkların, kütle, konum ve hızlarını bilirsek, bu durumda prensip olarak
Newton mekaniğinin yardımıyla geçmişte olan her şeyi ve gelecekte olacakları
hesaplayabiliriz.[16]
Bu öyle bir belirlenimdi ki, gelecekte
yazılacak şiirleri, bestelenecek şarkıları, senfonileri bile başlangıç
koşulları hakkında yeterli düzeyde bilgi sahibi olabilirsek, Newton mekaniği
ile tesbit edebilir, hesaplayabilirdik...
○○○
Hegel
(ö: 1831), Fransız devrimi sonrası Prusya’sında monaşiyi kurtarmak isteyen
politikalara destek verecek biçimde tarihsel gelişimin temel dinamiklerini
bulduğunu ilan etmişti. İşin dinamosunun diyalektik bir üçlü
(tez-antitez-sentez) olduğunu, “milletin
ruhu”nun bu süreç içinde sürekli kendini yenileyerek ortaya çıkmakta
olduğunu ileri sürdü.
Marx (ö: 1883), Hegel’deki milletin
ruhunun yerine “sınıf çıkarlarını” yerleştirdi. Toplumların nasıl
gelişeceğini, yarın ne olacaklarını, yeni
ekonomik iddialarla belirlemeye çalıştı. Marx’ın
dedikleri hem kuramda hem uygulamada yanlışlanacaktı. Bilginin nasıl
gelişeceğini, gerçekliği ne şekilde etkileyeceğini hesaplayamamıştı.
Bilginin iş yapma
süreçlerine uygulanmasıyla elde edilen hayranlık verici ‘verimlilik’ artışları işçilerin prodüktivitelerini müthiş
artırmıştı... Marx’ın “kötü döngüsü”(vicious circle)
yönetimin (management) ikinci harp sonrası yakaladığı başarılarla ters
dönmüştü... İşçi sınıfı zincirlerinden kurtulmuş orta sınıfa dönüşmüştü...
Değişmez denilen yapı, “bilginin”
Marx’ın öngörmediği şekilde
ilerlemesiyle çökmüştü. Oysa Marx Capital’inde,
Newton’a göndermede bulunarak onun
terimlerini kullanmış, onun doğa bilimlerinde yaptığını sosyal bilimlerde
yapmaya soyunmuştu...[17]
1883’de öldüğünde, bilim dünyasının en güçlüleri arasında kabul edilen
Newton’un, 36 yıl sonra 1919’da Einstein ( -1955) tarafından tahtından indirileceğini öngörememişti...
○○○
Popper’ın
İndeterminizmi
Popper
indeterminist öğretisini 1930’lardan sonra geliştirdi.
1925’in önemli gelişmelerinden biri, ünlü
fizikciler Heizenberg ( -1976) ve Max Born’un ( -1970) makaleleriyle
gündeme oturan “kuantum kuramı” oldu.
Bu kurama göre atom altı parçacıklar dünyası (10 üzeri -10 metrenin altı) şansa
bağlı olasılıklar dünyası gibi yorumlanıyordu... Bu yaklaşım, o zamana dek her
fizikçinin “determinist” olduğu bilim çevrelerinde bir hizipleşme
doğurmuştu.
Bir yanda indeterministler,
Niels Bohr ( -1962), Heizenberg... Karşı tarafta ise “ Tanrı zar atıyor olamaz”
diyen determinist Einstein ve onun yanında Schrodinger ( -1961)...[18]
Kuantum kuramı
atom altı parçacıkların dünyasında şansa
dayalı temel birtakım olgular
öngörüyordu. Elektronların konumunu belirleyen olguları nedensel bir kaynağa
indirgemek olası değildi.
Böylelikle fizikte yeni bir indeterminizm gündeme gelmişti. Çok daha
radikal bir “mutlak şans olgusu” söz konusu idi.
○○○
Bilindiği gibi şans olgularını, Laplace
tartışmış ve geliştirmişti. Ona göre “şans olguları”, nedensel açıklamalarla belirlenebilen iki ayrı bağımsız olgunun
yeni bir sonuç üretecek tarzda kazara aynı anda gerçekleşmesiydi... Bu, doğanın şansa bağlılığı değil,
gözlemcinin bilgisinin yetersizliğinden
doğan bir şans olgusuydu...
Popper’ın düşünceleri kuantum kuramının
iddiaları arasındaki indeterminizmin ötesindedir.
O,
klasik fiziğin de indeterminist olarak yorumlanabileceğini ileri sürmektedir...
“Niçin ?”,
sorularına mutlaka bir yanıt alıyor olmamız...
Çeşitli olguların belirli “başlangıç koşulları” ve “fiziksel
kuramlarla” (tümdengelimle) açıklanabilir olması...
Her olgunun nitel, nicel bir nedeninin bulunması...
Bizi geleceğin,
geçmiş ve şimdide oluşan koşullarla belirlendiği sonucuna götürmektedir....
Oysa bunun için
yeterli sebebimiz yoktur!..
○○○
Evrenin zaman içinde değişimini anlatan
bilgi ve kuramlar, yanılabilir insan zihninin ürünleridir. Tam ve kesin
değildir... Fazlaca basitleştirilmiştir. Evrenin ele avuca sığmaz
karmaşıklığından temizlemiştir. Tümü varsayımsal kestirimlerdir...
Gözlemle ve
deneyle sınanarak, gerçeklikle yüzleşip dayanabildikleri sürece saygınlıklarını
korurlar.
Testlerde
çürütülenler, mevcutlardan daha geride, daha az açıklayıcı bilgi taşıdığı
gerekçesiyle bir kenara koyulacaklardır. Ayakta kalıp çürütülemeyenlerin ise, henüz düşünülemeyen, kapsamı değişik bir
deneyde yanlışlanmayacağını hiçbir zaman garanti edemeyiz. Bu nedenle onların
da “kesin doğru” olduğunu savunamayız. Saygın bilim adamlarından “Yalnızca
yanlışlarımız vardır; hiçbir doğrumuz bulunmamaktadır...”[19]
gibi yorumları duyabilmekteyiz.
Başlangıç
şartları (nedenler) ile sonuçları
(nedensellik
zinciri içinde açıklanmaya çalışılan olguları) birleştiren kuramlar,
insan zihninin icat ettiği basitleştirilmiş, kolay kullanılır hale getirilmiş
araçlardır.
Güvenilir bir
nedensellik zinciri içinde açıklanabilir görünen, tüm dış etkilere kapalı
determinist bir sistem olarak algılanan (aslında
insan bilgisinin etkilerine nedensel olarak açık ve dolayısıyla indeterminist)
bir evreni basitleştirerek anlatmaya
çalışan özel durumlardır.
Oysa doğanın
kendisi, bu denli basit olmanın çok ötesinde karmaşıktır.
○○○
Quantum kuramı klasik fizikteki bu
tartışmalara ilaveten yeni bir
indeterminizm ortaya atmıştır. Nedensel olarak açıklanamayan “mutlak
şans” unsurunun doğurduğu bir belirlenemezlik söz konusudur... Zar atan Tanrı’nın ve olasılık kanunlarının
indeterminizmidir bu...[20]
Klasik fiziğin görünen determinizmini ve
kuantum kuramının şansa bağlı indeterminizmini yan yana koyarsak şöyle bir
evrene ulaşmaktayız:
Fiziksel evren
kısmen belirlenmiştir. Olaylar birbirlerini nedensellik zincirleri içinde,
başka bir deyişle fiziksel kanunlara uyarak takip etmektedir. Ancak arada kimi
boşluklar, gevşeklikler vardır. Bu boşluklar, yazı–tura atmadaki, zar
atımındaki, kuantum kuramının olasılıksal (şansa bağlı) olaylar dizisi ile
doldurulmuş görünmektedir.
Bu durum doğal olarak indeterminist bir
evrende yaşadığımız savlarını kuvvetlendirmektedir.
○○○
Bununla birlikte, hâlâ “insan aklının ürünlerinden hiç etkilenmeyen”,
“kapalı indeterminist” bir evrenden
söz edilmektedir.
Bunun, Laplace’ın “kapalı determinist” evreninden tek farkı, geleceği, belirlenmemiş
ve belirlenemeyen, “şansa bağlı” bir
bütün gibi algılıyor olmasıdır.[21]
Değiştirilemeyen, etkilenmeyen, nedensel olarak
kapalı determinist evren anlayışının iddiası şudur: 14 milyar yıl önce
evrenin oluşumunda ortaya çıkmış olan parçacıklar, Beethoven’in senfonilerini
ve Einstein’ın kuramlarını belirlemiştir!..
Bu görüşler,
insanın özgürlüğünün, amaçlarını gerçekleştirme ve sorunlarına çözüm arama çabalarının, geleceğin şekillenmesinde hiçbir etkisinin
olmadığını öngörmektedir.
Evrenin değiştirilemeyen, etkilenmeyen,
kapalı, olasılıksal ve indeterminist olduğunu savunanlar bu
konuda ne diyor? Beethoven’in senfonilerinin, Einstein’ın kuramlarının şans
eseri, tesadüfen oluştuğunu savunuyor...
○○○
Oysa insanı, birazcık olsun (hiç olmazsa
kısmen) özgür sayabilmemiz için çok nedenimiz vardır...
Bütün bu akıl yürütmelerin sonunda Popper,
Evren – insan –bilgi” üçlüsünün etkileşimini şöyle oluşturur:
“Evrenimiz
kısmen nedensel, kısmen olasılıksal (şansa bağlı), kısmen etkilere açıktır...
Sürekli oluşum halindedir...Her an eksik
ve hiç tamamlanamayacak (emergent) durumdadır...[22]
İnsan, kısmen doğanın bir parçasıdır...
Ancak zekâsının ürünleriyle kendini ve doğayı aşabilmektedir...
İnsan yaratıcılığını anlayabilmek için
indeterminizmi kavramak yeterli değildir. Evrenin sürekli eksik durumunu...
Oluşma halindeki yapısını... Fiziksel evren-insan-insan bilgisi arasındaki
nedensel etkileşimi... Nesnel insan bilgisinin özerk, sürekli gelişmeye dönük,
açık yapısını görebilmek gerekmektedir...
“Fizik
indeterministtir. Tarih indeterministtir. Yeni kuramlar hem tarihi hem fiziksel
evrenin yönünü etkilemektedir.”[23]
Bugünümüz dünkü problemlerimizi çözme
çabalarımızın sonucudur. Yarınımız bugünkü sorunlarımızı nasıl çözdüğümüzün
sonucu olacaktır.
Doğrudur...
Çabalarımızın
sonuçlarını etkileyen unsurlar arasında “öngörülemeyen gelişmeler” ve “şans”
vardır...
Ancak biz
kararlarımızı kontrol edebiliriz ve onlardan sorumluyuz...
Bilgimizle ve
kararlarımızla etkileyip değiştirebileceğimiz bir evrende yaşıyoruz. “Açık
evren” sözüyle kastettiğimiz budur... Yalnızca eleştiriyi yok etmek yerine
teşvik eden açık toplumlar... Bilgisini eleştiriye borçlu olduğunu
kavrayabilmiş saydam toplumlar... Yarattıkları düşünce zenginliği ile daha iyi
anlayacaktır açık evreni...
○○○
Akılcılık (Rasyonalite)
Akıl ve
akılcılık çok değişik anlam ve çağrışımlarla kullanılabilen sözcüklerdendir.
Genellikle kararlarının önemli bir bölümü doğru çıkan, başarılı görülen
insanlara, “akılla hareket eden,
davranışlarını akla dayandıran” anlamında, akıllı deriz. Günlük
yaşamdaki bu kullanım, işini bilen becerikli anlamlarını da çağrıştırabilir.
Hangi
kullanımda olursa olsun, “akılcılık”
sözcüğü mutlaka düşünsel bir etkinliğe, zihinsel bir çabaya işaret etmektedir.
Bizim burada
kullandığımız anlamıyla “akılcılık”,
Poppercı düşüncede olduğu gibi hem düşünsel bir etkinlik, hem de gözlem ve
deney içermektedir.
Sosyal
bilimlerde veya felsefede rasyonalitenin bundan değişik anlamlarda
kullanılmasına sık sık rastlayabiliriz.
Örneğin “Descartes, Spinoza ve Leibnitz gibi büyük
akılcılar..…” sözündeki akılcı sözcüğü yalnızca zihinsel etkinliği
kapsamaktadır. Deneyi ve gözlemi dışarda bırakır…
Bu kullanıma
“entellektüelizm “ demek daha
doğrudur.
○○○
Popper
akılcılık tanımını bilimsel yönteme benzeterek yapar. 3. Bölümün başında
verilen ikinci alıntıya dönersek görürüz… Poppercı düşüncede akılcılık, bilimsel yöntemin akılla
deneyi birlikte kullanmasına benzer… Problemlerin,
(duygular ve tutkular yerine) akla başvurularak, yani açık düşünceye ve gözleme dayanılarak
çözülmeye çalışılmasıdır...[24]
Aslında bu
yaklaşım, öğrenme dörtlüsünde olduğu gibi problemden başlayıp (akılla) geçici
çözümler üretmek ve (deneyle ve
gözlemle) hataları bulmaya çalışmaktan farklı değildir.
Bu nedenle
akılcı tutum, her durumda eleştirel argümanları dinlemeye hazır olmak, gözlem
ve deneylerden öğrenmeye istekli olmak şeklinde anlaşılmalıdır. 3. Bölümün
başındaki son alıntıda söylendiği gibi Popper, eleştiriyi, “birlikte,
doğruya biraz daha yaklaşabilme”
olarak nitelemektedir.[25]
○○○
Akılcılık bir
yetenek değildir!
İnsanı doğru
bilgiye götüren, doğru kararlar üretmesine yardım eden akılcılığı, “düşünce, gözlem ve deneyi kullanarak
problemleri çözmeye çalışmak” diye tanımladık…
Problemler ve
onların geçici çözümleriyle düşünüp ürettiğimiz çözümleri gözlem ve deneylerle
test ediyoruz.
Düşüncenin,
bir zihinsel etkinlik olarak sürekli yorum yapmak olduğunu (Bak bölüm 2,
Popper’ın Üçlü Dünyası) görmüştük. Bu yorumlama etkinliklerinin zihnin çeşitli
iç ve dış duyu yetilerine (Bak Şekil 9) bağlı olduğunu biliyoruz. Bunlar,
algılama becerileri, özel ilgi duyulan alanlar, hayal gücü, duygular, bellek,
öğrenme düzeyi … gibi unsurlardır.
Bir başka
deyişle akılcılık yukarda saydığımız çeşitli zihinsel yeteneklerle yapılan
yorumların eleştirel bir ortamda test edilmesinden oluşan bir yöntem olarak anlaşılmalıdır.
Gelmek
istediğimiz nokta, akılcılığın yukardaki yorumlama yeteneklerinin dışında,
onlara ek olarak başka boyutlar da içeren, daha kapsamlı bir şey olduğudur…
”Doğuştan gelen üstün bir müzik yeteneği var,”…
Veya “Dilsel ve matematiksel zekası
yaşıtlarının önünde,” sözlerindeki anlamıyla bir “akılcılık zekasından” söz
edemeyiz…
○○○
Dikkat
istiyoruz… Akılcılık derken değişik kişilerde değişik düzeylerde bulunan,
farklı derecelerde geliştirilebilen bir “yetenek”ten söz etmiyoruz!
Akılcılığı
bir “yöntem”,
doğruya yaklaşmakta kullanılan herkesin öğrenebileceği bir metod olarak
anlamaya çalışmalıyız.
Doğuştan
gelen zihinsel beceri ve yeteneklerin akılcı düşünceye katkı yapabileceği
gerçeği sağduyunun gereğidir. Genetik yapıya bağlı olan çeşitli yetenek
grupları kişilerin “zeka bileşimini” oluşturmaktadır.[26]
Bunlar işlenme düzeyine ve çevresel etkilere göre sürekli değişmektedir…
kişiden kişiye değiştiği gibi, aynı kişi için zamanla farklılıklar
gösterebilmektedir.
Ne var ki,
düşünsel zeka bileşiminin insanların “akla
yatkınlık tutumları “ üzerinde doğrudan belirleyici bir etkisi bulunmamaktadır.
Herhangi bir alanda çok zeki olan bir
kişi, mantıksız olabilmekte… Önyargılarına saplanıp diğer kişilerden
gelebilecek eleştirilerin tümüne kulaklarını tıkayabilmekte… Bir türlü “performans” üretemeyen olumsuz çıkmazların
esiri olabilmektedir.[27]
Einstein’ın,
zamanının en zeki matematikcisi ve fizikçisi olduğunu savunamayız; ancak en
başarılısı olduğu doğrudur.[28]
○○○
Buluş ve
yaratıcılık sürecinde önemli ve genellikle belirleyici olan, herkesin
öğrenebileceği “yöntem”dir…
Poppercı
akılcılık öğretisine göre: “Aklımızı
başkalarına borçluyuz… Üstelik, mantıklı
davranmak ve akla uygun düşünmek açısından bir otorite olabilecek kadar
başkalarından üstün olamayız…
Akılcılıkla otoriter tutumlar asla bağdaştırılamaz… Çünkü eleştirme ve
eleştirileri dinleyebilme sanatından oluşan ‘akıl yürütme’, akılcılığın temelidir…”[29]
Akılcılığın
bir yetenek olmayıp öğrenilebilir bir yöntem olduğu gerçeğinin
saptanabilmesinin en çarpıcı sonucu şudur: İnsanın genetik yapısını değiştirebilme
olanağı (en azından şimdilik) bulunmamaktadır. Buna karşın kişi, “daha doğru akılcılık yöntemini”
öğrenebilir… Daha yüksek “performansa”
ulaşabilir… Daha değerli “sonuçlar”
alabilir… Sununda daha kaliteli bir yaşama
kavuşabilir…
Bu olanakların
herkes için var olduğunu görebilmeliyiz. Gereken minimum iki koşulu şöyle
sıralayabiliriz:
a)
Akılcılığın
işleyebilmesi için olmazsa olmaz olan “açık toplum”…
b)
Sonuç
üretebilmeyi olanaklı kılan nesnel
bilgiye dayalı “akılcılık yöntemi”…
○○○
Sahte akılcılık,
gerçek akılcılık
Düşünce
tarihinin en yüce tepelerinden biri (belki de en büyüğü) sayılır Platon.
Görüşlerinin ana çizgileri yukarda anlattığımız Poppercı görüşlerle
uyuşmamaktadır.
Tanrısal güce
sahip bazı üstün kişilerin, aklı kullanabilmek açısından diğer insanlardan çok
daha yetenekli oldukları görüşünü savunmuştur. Üstün kişilerin (sade vatandaşın
ulaşamadığı) gerçek bilgiyi öğrenebildiğini, bu nedenle onların, aklın
gelişmesini planlayıp kontrol etmeleri gerektiğini ileri sürmüştür.
Bugün hâlâ
çoğunluğun bu görüşü bir dereceye kadar paylaştığını saptayabilecek durumdayız.
Geleneksel görüşün uzun yıllar boyunca kemikleşmiş yaklaşımlarının
şekillenmesinde, bu görüşlerin (Platon’un) rolü yadsınamaz.
“Akıl, bilim gibi, karşılıklı eleştiri
ile gelişmektedir. Aklın gelişmesini planlamanın tek yolu, ‘eleştiri
özgürlüğünü’, ‘düşünce özgürlüğününü’ koruyup onlara kanat gerecek kurumların
kurulmasına, yetişip gelişmesine ve hep güçlü kalmasına ön ayak olmaktır.”[30]
Platon, üstün
insanların bir yeteneği gibi görür aklı… Ona göre akılcılık bir “düşünsel
sezgicilik”tir… Otoritelere yakıştırılan bir kesin olarak bilebilme gücüdür…
Poppercı anlayış bu tutumu sahte akılcılık olarak tanımlar…
Sokrates’in tavrına da gerçek akılcılık der…
“Gerçek akılcılık, kişinin bilme sınırlarının
farkına varmasıdır… Ne sıklıkta hata yapabildiğini iyice görmesinin… Kesin
olmayan bilgiler için bile diğer kişilere ne denli bağımlı olduğunu anlamasının
sonucunda oluşan ‘entellektüel alçakgönüllülüktür...’ Akıldan çok şey beklemememiz
gerektiğini kavrayabilmektir… Akıl yürütmelerin (öğrenmenin biricik yolu olduğu
halde), sorunlarımıza kesin yanıt bulamadığını kabul etmektir… Yalnızca
eskisine göre daha açık seçik bir görüş, daha gelişmiş bir duruş
sağlayabildiğini içimize sindirebilmektir.”[31]
○○○
Kapsamlı
(eleştirel olmayan) akılcılık
Akılcılığın
yanlış uygulanmasının en belirgin sonucu kendi kendini zayıflatıp “akıldışı”
(irrasyonel) tepkilere güç vermesidir. “Akılcılıkla” “akıldışıcılığın”
etkileşimine bundan sonraki altbölümde değineceğiz. Şimdi konumuzu tartişmayı
sürdürelim.
Akla sahip
olmadığı gücü atfetmeye çalışan bir önemli akılcılık türü de “kapsamlı
(eleştirel olmayan) akılcılıktır”. Hiç
alçakgönüllü olmayan bu tür akılcılık öğretilerine “aşırı akılcılık” da
diyebiliriz
Akıldışı
tepkilerin güçlenmesini önleyebilmenin yolu, gerçekleştirilmesi olanaklı
olmayan aşırı akılcı savları eleştirel bir gözle incelemektir. Daha
alçakgönüllü, belli sınırlamaları gerçekçi olarak kabullenmiş, özeleştiri
yapabilen bir akılcılığa destek olmaktır.[32]
Eleştirel
olmayan akılcılık, herhangi bir argüman veya deneyim ve gözlemle desteklenmeyen
önermeleri (ifadeleri) ciddiye almaz. Başından reddedilmeleri gerektiğini ileri
sürer.
Ona göre, bir
önermeyi destekleyen argümanın bizatihi kendisini doğrulayan başka bir akıl
yürütme bulmak zorundayız… Ve bu durum bizi sürekli geriye giderek sırasıyla
kullandığımız her akıl yürütmeyi destekleyen başka bir önerme bulmaya
zorlayacaktır: Sonsuza dek birbirini doğrulayan önermeler aramaya başlayacağız…
Sonsuz,
gidilmesi olanaksız bir uzaklıktır. Bu gerilemeyi bir yerde durdurabilmemiz
gerekecektir. Aksi takdirde sistem çalışmıyor demektir.
Kapsamlı
akılcılığın bu zayıf noktasını başka bir açıdan şöyle anlatabiliriz. Onu
savunan kişi, ileri sürdüğü görüşlerinden herhangi biri için şöyle bir meydan
okumayla karşılaşabilir:
“Nereden
biliyorsun bunları ?”, “Nedenlerini açıkla!” veya “Kanıtla bunları”…
Bu sorulara
yanıt olarak gösterilebilecek her neden,
aynı sorularla karşılaşabilecektir. Böylelikle gerileme süreci sürüp gidecektir…[33]
Pratikte, başlangıçta savunulan iddianın kanıtlanmasının tek yolu arada bir
yerlerde bu gidişi durdurabilmektir…
Gerilemeyi
durdurabilmemizi sağlayacak altı seçenek için, Bölüm 3, Sonuçlar İçin
Düşünmenin Kazandırdıkları, Yanılabilirlik, altbölümüne bakınız.
○○○
İngiliz
düşünür Bertrand Russell ( -1970), kapsamlı akılcılığın bu çıkmazı karşısında
kendini “tümevarıma” bağlamıştır. Şair T.S.Eliot ( -1965) ise hocası
Bertrand Russell’ın kuşkucuların argümanlarını çürütememesi üzerine, akılcılıktan
vazgeçtiğini açıklamıştır.
Görüldüğü
gibi kapsamlı akılcılık kendi argümanıyla kendini vurmaktadır. Akılcılığa karşı
ve akılcılık dışı akımlara, kendilerini savunabilmeleri için “akılcı bir neden“ yaratmıştır.
Kapsamlı
akılcılığı, geri dönen ve kendini vuran anlamında “bumerang argüman” diye
niteleyen düşünürler de vardır.[34]
Bu
argümanların sonunda kişi, düşünsel bütünlüğünü zedelemeden akıldışı kalabilme
hakkını elde etmiş olacaktır. Ancak, aklı reddettiği için, seçimlerinden dolayı
insanları eleştirebilme hakkını kaybedecektir[35]…
Akılcılığın
dirilebilmesi için düşünsel saygınlığı olan bir akılcılık kuramına duyulan
gereksinme açıktır. Popper’ın “eleştirel akılcılığı” bu ihtiyacı
karşılamaya çalışmaktadır…
○○○
Kapsamlı
akılcılığın otoriter ispatlamacılığı
Antikçağdan
Popper’a gelene dek geçerliliğini koruyabilen geleneksel bilgi öğretilerinin
tümünde otomatik olarak kabul edilen bir dogmayı izleyebiliriz:
“Eleştiri ispatlamayla kaynaşmış durumdadır”[36]
Bir görüşün entellektüel saygınlığını incelemeye dönük her eleştiri, onun
geçerli otoritenin kurallarına uyup uymadığını göstermek durumundadır.
Geleneksel olarak daha anlaşılır bir söylemle anlatmayı denersek, o görüşün
doğru veya yanlış olduğunu “kanıtlamak” zorundadır… “Doğruluk”
ve “yanlışlık”
değişmeyen kesin nitelikler gibi anlaşılmaktadır.
Bu otoriter
sonuçları, Popper’ın çalışma arkadaşlarından Prof. W.W.Bartley III, geleneksel
düşüncenin otoriter yapısının bir sonucu olarak görmektedir. “Nereden
biliyorsun?”, “görüşlerini ispatlayabilir misin?”, benzeri sorular, kesin
değişmez ve otoriter yanıtlar
aramaktadır. Bu “otorite” “dini kurumlar”, “lider”,
“toplumsal
sınıf”, “ulus”, “düşünsel sezgi”, “duyu deneyimleri”, “akılcılığın
kuralları diye tanımlanan değişmez standartlar”…. olabilmektedir.[37]
İspatlama bir
çeşit garanti belgesi olarak görülmektedir. İspatlamayı gerekli gören anlayış,
otoritenin varlığını kabul etmenin ötesinde onu arzulamaktadır. Düşünsel
düzenin sağlanması için kaçınılmaz
bulmaktadır.
○○○
Modern
düşüncenin ilginç yanı, “eleştiri”yi bir değer olarak
görmekle birlikte, “otoriter yapıyı” aynen korumuş olmasıdır.
“Eleştiri”
ile “otorite”nin
pek de olağan görülmemesi gereken bağdaşık durumunu, düşünce tarihinde ilk
sorgulayan düşünür Popper olmuştur.
Eleştiriyle
otoriteyi uyum içinde tutan koşulları iyi anlamaya çalışmalıyız.
İnsan
düşüncesinin önde gelen sorunlarından biri, birbiriyle yarışan görüşlerden,
fikirlerden ve iddialardan hangisinin daha iyi olduğuna karar
verebilmektir. Bu talep Batı’da yoğun
dini tartışmaların olduğu reformasyon (16. ve 17. yüzyıl) döneminde daha çok
öne çıkmıştır.
Geleneksel
felsefe eleştiriyi bir kanıtlama süreci saymaktadır. Kapsamlı akılcılık
dediğimiz öğretide “eleştiri” sözcüğüyle “kanıtlama” sözcüğü neredeyse
kaynaşmış durumdadir. Bugün, “eleştirme”nin anlamı, bir görüşün
deney ve gözlem kullanarak ve akıl yürütülerek doğru mu yoksa yanlış mı
olduğunu kesin olarak saptamaktır.
Aslında bu
tutum her yeni görüşün otoriter bir entellektüel yargılanmasıdır. Bu yaklaşımın
değişmesi, “eleştiri”nin, “kanıtlama”nın zorbalığından
kurtulabilmesi için yine Popper’ı, onun “eleştirel akılcılığı”nı beklemek
zorundayız.
○○○
Popper’ın
eleştirel akılcılığı
Popper’ın
çeşitli yenilikçi “ilk”lerinden biri de “ispatlamacı olmayan eleştiri”
görüşünü ilk kez ortaya atmış olmasıdır.[38]
Kendi
sözleriyle “pozitif nedenlerle” iddiaların doğruluğunu kanıtlamak yerine, “eleştirel
nedenlerle” hataların (varsa) bulunması gerektiğini ileri sürmektedir.
Popper,
kapsamlı akılcılığın yalnızca akılcı kanıtlama koşulunu reddetmemiş, aynı
zamanda (otoriter) standartların eleştirilemez oluşuna da karşı çıkmıştır.
Üstüne üstlük, standartların eleştirisinin düşünürlerin ana görevi olduğunu
ısrarla savunmuştur. Eleştirilemeyen hiçbir bilgi kaynağı kalmamalıdır.
Bilginin saygınlığı eleştirilebilmesinden gelmektedir…
Birkaç kez
tartıştığımız “Nereden biliyorsun?”
sorusunun Poppercı öğretideki yanıtı: “ ‘Bilmiyorum,
hiçbir garantim yok’ olmalıdır. Benimsediğim
birtakım kuramlar gerçekten doğru olabilir, ancak doğrunun ölçütü olmadığından,
hiçbir zaman inandığım şeylerin kesin olarak doğru olduğunu bilemem……. Önemli olan, düşünsel yaşamımızın ve
kurumlarımızın, inanışlarımızı, kestirimlerimizi, politikalarımızı, düşünce
kaynaklarımızı, geleneklerimizi… en üst düzeyde eleştiriye açabilmektir… Olabildiğince
entellektüel hatanın elenmesine olanak verecek şekilde düzenleyebilmektir…”[39]
○○○
Eleştirel
akılcılıkta “görüşler” yanlışlanarak öğrenilir.
Oysa kapsamlı
akılcılıkta öğrenme ispatlamalarla olanaklıdır. Doğru bulunanlar değişmez ve
kesindir. Eleştirel akılcılığın yanlış bulduğu görüşler, yanlışlığı
kanıtlanarak kesinleşmiş görüşler değildir. Onlar, geçici olarak daha doğru
olduğu düşünülen hipotezlerle çelişik olduklarından yanlış bulunmuşlardır.
Yanlışlamaya neden olan hipotez de kesin olarak ispatlanmış bir doğru kabul
edilmediğinden, sürekli eleştiri ve sınama altındadır.
“Tüm kuramlar prensip olarak bitmeyen bir
sınama süreci altında test edilir durumdadır. Burada kapsamlı akılcılıkta
olduğu gibi ‘sonsuz gerileme’ söz konusu değildir. Çünkü yanlışlığın ve
doğruluğun) kanıtlanması gibi bir durum yoktur.”[40]
“Yeni çerçevede akılcı kimlik, tüm inanışları (standartları da dahil olmak üzere)
eleştiriye sürekli açık tutabilmektir. Akıldışı olarak ispatlamaya kalkarak,
hiçbir şeyi eleştiriden korumaya kalkmamaktır…”[41]
○○○
Son olarak
Popper’ın gündelik hayatta, sosyal yaşamında, öğrencileriyle ilişkilerinde
uyguladığı ve “benim akılcılığım” dediği tutumu kendi sözlerinden dinleyelim:
“Ben akılcıyım… ‘Akılcı’ sözcüğünü, dünyayı
anlamak isteyen, başkalarıyla tartışarak öğrenmek isteyen “bir kişi” anlamında
kullanıyorum. (Burada dikkatinizi çekmek istediğim nokta, bir rasyonalistin,
insanların tümüyle veya önemli ölçüde akılcı oldukları gibi yanlış bir iddiaya
sahip olduğunu söylemediğimdir.) ‘Başkalarıyla tartışmayla’ anlatmak istediğim
şudur: Onları eleştirmek… Onların da beni eleştirmeleri için teşvik etmek,
eleştirilerini özenle davet etmek… Tüm eleştirileri öğrenme fırsatı olarak değerlendirmektir.
Tartışma sanatı, savaş sanatının
(silah yerine sözcüklerle yapılan) özel bir biçimidir. Dünyaya ilişkin
gerçeklere biraz daha yakınlaşabilmenin verdiği coşkudan alınan esinle
uygulanmaktadır.
Bir tartışmanın başarılı olabilmesi
için, tarafların önemli ölçüde ortak yanlarının bulunması gerektiğini savunan,
günümüzün genel olarak geçerli sayılan anlayışını doğru bulmuyorum.
Aksine, tarafların birikimleri ne
denli farklı ise tartışma o denli verimli olabilir. Ortak bir dile gereksinme olmayabilir……. Çeşitlilik, eleştirel tartışmayı
verimli kılabilir. Taraflara gerekli olan şey ‘bilme isteği’ ve ‘karşı
taraftan öğrenmeye hazır olmaktır’… Karşı tarafın görüşlerini sert şekilde
karşıyı eleştirmek ve gelecek yanıtı
dikkatle dinlemektir.
İnanıyorum ki, bilimsel yöntem denen
şey de bu tür eleştiriden oluşmaktadır. Bilimsel kuramların efsanelerden farkı
yalnızca eleştirilebilir olmaları ve eleştiriler karşısında
düzeltilebilmeleridir. Bilimsel kuramlar da efsaneler gibi ispatlanamaz.”[42]
○○○
Yanılabilirlik
Değişik
görüşlerden hangisinin daha doğru olduğuna karar verebilmek için bir mihenk
(denektaşı, ölçüt) olmadığını daha önce gördük. Bildiğimiz gibi, “hangi kanının daha doğru olduğuna karar verirken”
seçtiğimiz yöntem akılcı tavrın temelini oluşturmaktadır.
Günlük
yaşamımız, genellikle ardı ardına uyguladığımız karar alma aktivitelerinden
oluşmuş süreçler topluluğudur. Doğru
bulduğumuz akılcı bu karar alma durumlarında
kullanırız…
Bunlardan biri
de yanılabilirliktir…
Kaçınamadığımız
düşünce hataları bu süreçlerde ortaya çıkmaktadır. Konuyu önemli bulduğumuzdan, yanılabilirliğe
geçmeden önce, bazı noktaları tekrar etmek pahasına diğer akılcı tavırlara da
değineceğiz.
1. Görecilik
(Relativism)
Bu görüşün
savunucularının savları kısaca şöyledir:
Değişik
iddialar karşısında kişiler, kendi kurallarına uygun olarak karar alabilirler.
Her görüş diğerleri kadar saygıdeğerdir. Doğruyu bulmakta kullanılan karar alma
standartları içinde kesin olarak doğru olanı bulunmamaktadır…
İnsan sayısı
kadar doğru sayısı vardır.
Aklın yolu
bir değildir…
Göreciler
(relativistler) prensipte akılcıdır ve kendilerini, akılcı olarak
tanımlayabilirler. Marx ve Hegel bunlara örnektir. (Bak 3. Bölümün başındaki
birinci alıntı). Marx ve Hegel’in öğretilerinde bilgi mutlak değildir…
Sırasıyla “sınıf çıkarlarıyla” ve “milli çıkarlarla” belirlendiğinden
“görece”dir.
Onlara göre
işçinin ve patronun çıkarları farklı olduğundan, doğruları da farklıdır. Sınıflar değişik
bilgilere ve doğrulara göre hareket etmelidirler! Aynı fizik ve kimya
bilgilerini doğru bulmalarına karşın, sosyal bilimlerde, politikada ve insani
bilimlerde doğruları ayrılmaktadır!.. (Bak bölüm 4, Doğrunun göreceliği
yorumu.)
Görecilik,
kapsamlı akılcılıktaki sonsuz gerilemeyi durdurabilmenin de bir yoludur. (Bak
Bölüm3, Kapsamlı Akılcılık.)
2. Kuşkuculuk (Skepticism)
Değişik
görüşler karşısında seçim yapmaya çalışmak boşunadır. Hiç boşuna
uğraşmamalıyız. Doğruyu bulma şansımız yoktur. En azından kafamız rahat olsun
istiyorsak doğru görüşü ayırt edebilme çabalarımıza son vermeliyiz! Yok yere
didinmeyi bırakıp gönlümüzü hoş tutmaya çalışmak daha akılıcadır!..
3. Pragmatik Yaklaşım
Faydalı, hoş,
zevkli, işe yarar olmalarına bakarak görüşlerin doğruluk derecesine karar veren
görüştür. Amerikan pragmatistleri, C.S.Pierce ( -1914), William James ( -1910)
ve John Dewey ( -1952) savunmuştur bu kuramı.
4. Akıldışıcılık (irrationalism)
Akıldışıcılar
ise
kapsamlı akılcılığın mantıksal tutarsızlığı karşısında kendi duruşlarını
destekleyen akılcı bir neden bulmuş durumdadırlar. Onlara göre aklın ve
gözlemin dışında bilgi kaynaklarımız vardır. Örneğin “sezgi”, “esin”, “gelenekler”,
“duygular”, tutkular”… Bizim adımıza doğru karar verebileceğini apaçık
ortada gördüğümüz diğer “otoriteler” bunların arasındadır.
Bu öğreti
insan davranışlarının kaynağının, “akıl”dan
çok “duygular”,
“tutkular”, “sezgiler”… olduğunu
savunmaktadır. Akılcılar, aslında bu görüşlere karşı çıkmazlar; böyle olmasına
karşın elimizden geldiğince bu durumu iyileştirmeye, düzeltmeye çalışmamız
gerektiğini ileri sürerler. Aklın
kararlarımızda olabildiğince etkin olması ve geniş çapta rol alması için çaba
harcanmasını önerirler.
“Akıldışıcı, bu tavrı ümitsizce gerçek dışı”
bulur. İnsanın zayıf yapısının unutulduğunu, insanlarda gözlemlediğimiz az
buçuk düşünsel donanımın da aslında duygulara bağımlı olduğunu ileri sürer.[43]
Bu görüşler
karşısındaki tavrını şöyle açıklamaktadır Popper:
“İnancım odur ki, akıldışıcılığın duygular ve
tutkular üzerindeki bu ısrarı, sonunda “suç” ve “şiddet” olarak
tanımlayabileceğim bir noktaya varacaktır. Bu görüşümün bir nedeni şudur: En
olumlu yaklaşımla bu tavır insanın akıldışı doğasına boyun eğmektir... Kötümser
bir bakışla ise insan aklının küçümsenmesi ve aşağılanması… Bu anlayış,
herhangi bir anlaşmazlığın çözümünde şiddete ve kaba kuvvete başvurulmasına yol
açacaktır. Çünkü, bir anlaşmazlığın
ortaya çıkması demek, yapıcı duygularımız ve tutumlarımız olan saygı, sevgi ve ortak bir amaca
bağlılığın, sorunun çözümünde işe yaramadığının kanıtlanması demektir.
Bu durumda bir akıldışıcının elinde
kalan seçenekler (akla güvenilmediğine göre) daha az yapıcı duygular ve
tutkular olan öfke, nefret, kıskançlıktır. Sonunda şiddete
başvurmaktan başka ne yapılabilir?”[44]
Yanlışlığı
doğruluğu bir yana (ki eleştirel akılcılık gibi mantıksal yapısı sağlam kuram
karşısında akıldışıcılığın sağlam bir argümanı yoktur) akıldışıcılık hiçbir “tutarlılık kuralı”na bağlı değildir.
İnsanlığı her zaman ahlaki olarak istenmeyen noktalara taşıyabilme olasılığı
her zaman vardır. İnsanların kardeş olduklarını savunabileceği gibi, insanların
doğal olarak “yöneticiler” ve “köleler” diye ayrıldıklarını savunan
romantik bir inancı da destekleyebilecektir.
“ ‘Akıldışıcılık’ ve ‘eleştirel akılcılık’tan birinin seçilmesi
sorunu, mantıksal tatışmanın yanında bir ahlak sorunudur da.[45]
6. Yanılabilirlik
Değil mi ki
doğruyu kesin olarak saptayamıyoruz… Bu durumda el yordamıyla tahminler yaparak
ilerlemekten… Karanlıkta yolunu bulmaya çalışanlar gibi temkinli olmaktan…
Gözleri bağlı oyun çocukları gibi yavaş ve kontrollu olmaktan başka
yapabileceğimiz ne olabilir?..
Şöyle bir
dokunup ne olduğunu anlamaya çalışmak, küçük de olsa bir ipucu yakalayabilmeyi
hayal edip hemen sonrasını ona göre planlamak… Körebe oyununun ebe’sinin ritmi
ve mantığıyla ilerleyebilmek… Bir
varsayımda bulunup deneyip görmek… Sonra bir yenisi, ardından bir yenisi…
Körebe
oyununda “ebe”nin hiç yanılmadan, hata yapmadan, gözleri açık bir oyuncu gibi karar
alabileceğini nasıl düşünemiyorsak, insanların karar alma oyununda da
yanılgısız ilerleyebileceğini sanmamalıyız…
Ne kadar
akıllı olursak olalım (aslında bu cümle “aklı” zeka gibi tanımladığından
yanlıştır!)… Ne denli zeka kıvılcımları fışkırırsa fışkırsın beynimizden… Her an hatalı bir karar alma olasılığı ile
karşı karşıya olduğumuzu bilebilecek kadar düşünce deneyimimiz vardır…
En büyük
silahımız, “yanılabilir” olduğumuzu bilip düşünce yöntemimizi ona göre
tasarlayabilmeyi akıl edebilmiş olmamızdır…
Eleştirel
akılcılıkta sonuçlar için düşünürüz… Yanılgılarımızı ilerlememizin motoru
haline getirmektir, ürettiğimiz sonuçlara bakarak bir sonraki adımı atmaya
çalışmak… İddialarımızı uygulamak… Hatalarımızı görmek… Ve yeni iddialar icat
etmek… Bilimin, eleştirel akılcılığın ve sonuçlar için düşünmenin yöntemi
budur.
○○○
Alçakgönüllülük
ve anlaşılır olmak
Kendimizi,
içinde bulduğumuz gerçekliği (dünyayı ve evreni), aklımızla güç de olsa
tanımaya ve anlamaya çalışırız… Socrates’in akılcılığı dediğimiz “gerçek
akılcılık”ın oldukça sınırlı olduğunu görmüştük. Aklın gücünü abartıp,
varılması olanaksız hedeflerle kendimizi oyalamamalı ve haddimizi bilmeliyiz.
Düşünce
tarihinde insan aklı çeşitli yönlerden sınırlı bulunmuş ve bunun nedenleri saygın düşünürler
tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Bunlardan önemli bulduğumuz bazılarını
belirtmek istersek:
1. Kant, “düşüncenin psikolojisine” ilişkin olgusal sınırlamalar olduğu
görüşünü benimsemişti. Akıl, ona göre, tüm insanlar için aynı olan “kategorik“ yapısı ve temel (değişmez)
öngörüleriyle algıları yorumlamaktaydı. Bunun dışına çıkması düşünülemezdi.
Kant, aklın değişmezleri derken zaman, mekan ve Newton’un kanunları gibi
deney öncesi doğru kabul ettiği kesin öznel doğrulara işaret etmekteydi.
2. Diğer bir görüş, duyu
deneyimlerimizin sınırını, aklımızın sınırı olarak yorumlamaktadır. Ne denli
doğru algılayabilirsek o denli iyi ve doğru bilebiliriz.[46]
Her şeyi tam ve kesin algılayamadığımızı bildiğimize göre, bilgi
edinebilmemizin bir sınırı olduğu apaçık ortadadır.
3.
Evrim kuramı, zihnin ürettiği duyguların bir çeşit hızlı düşünme
olduğunu söyler. Akıl yürütmeler için zamanın yeterli olmadığı, saniyeden de
küçük zaman dilimleri içinde karar verip uygulayabilmenin yaşamsal önem
taşıdığı anlar olabilir… Duyguların bu tür tehlikeli durumlarda kullanılmak
üzere ortaya çıktığı ileri sürülmektedir.[47]
Milyonlarca
yıl önce, canlıların sürekli ölüm tehlikesi altında olduğu dönemleri (insanlar
dışında diğer canlılar için durum hâlâ aynı) düşünmeliyiz. Duygusal zihni hızlı
çalışan canlıların sağ kalabildiklerini, diğerlerinin yarışta elenip yok
olduğunu öngörebiliriz…
İnsanları da
içine alan bugünün canlılarının, duyguları baskın olduğundan (akla başvurmadan
duygularıyla süratle karar alabildiğinden) sağ kalabilmiş atalarının sinir
sistemine sahip olduğunu ileri sürebiliriz.
Akıldışıcıların,
insan davranışlarının temeli diye gördükleri “duygular”ın ve “tutkular”ın
evrimsel açıklamalarıdır bunlar…
○○○
Duyguları,
daha da somut biçimde kavrayabilmek
için, tehlikelere karşı çok hızlı çalışıp hareket (davranış) kararı veren
radarlar veya zihinsel refleksler olarak düşünebiliriz. Hız uğruna, uygun ve doğru karar alamama riskini göze alıp aklın
çevresinden dolaşan (baypas eden) bir düşünce sapmasıdır bir bakıma duygular…
Tabii ki
olumsuz duygulardan söz ediyoruz… Olumlu olanlar, çevremizdeki kaos denizinde
gözümüze ilişen, uyum içindeki düzen adacıklarının bizde uyandırdıkları
olmalıdır. Senfoniler, saz eserleri, ustaların heykel ve tabloları, bir
parçacık da olsa yeşillik, hoş bir manzara, uyum içinde çalışan bir kurum
karşısında duyumsadıklarımız gibi…
Sağlıklı hoş
duygular kuşkusuz aklın verimine ciddi katkı yapacaklardır. Aklın görevi,
duyguları iyi yorumlayıp kendi verimini artıracak biçimde onlardan
faydalanabilmek olmalıdır. İnsan zihninin duygusal öğeleri, doğru yorumlanmadığında,
aklın sağlıklı çalışmasını önleyen engeller haline gelebilmektedir.
4. Canlıların sinir sisteminin ve
zihinsel yapılanmasının sınırlamalarının
dışında, Evren’in birtakım fiziksel özelliklerinin, akılla dünyayı anlamaya
çalışmanın önünde ciddi engeller oluşturduğu da ileri sürülmektedir.[48]
Örneğin
Popper, Evren’in neredeyse tüm bölgelerinin radyasyon kaosu içinde olmasının ve
geri kalan bölgelerinin de düzensizlik ve karmaşıklık içinde ”madde” ile dolu
olmasının bilimin (aklın) önündeki güçlüklerden birini oluşturduğu
görüşündedir.[49]
5. Akılcılığın sınırlarından biri de
bilginin (indeterminist, bilinemezci) yapısından gelmektedir. (Bak bölüm 3,
Değişim ve Poppercı indeterminizm.) Akılcı ve bilimsel yöntemlerle gelecekte
bilgimizin nasıl gelişeceğini hiçbir şekilde kestirebilme gücümüz ve
yeteneğimiz yoktur. Oysa insanlık tarihinin yönünün, üretilen bilgiye önemli
ölçüde bağlı olduğunu biliyoruz.
Bilginin
yönünün belirsizliği, indeterminist (belirlenemezci) bir dünyada yaşamamızın
nedenlerinden biridir.
○○○
Aklın yukarda
anlatılan sınırları alçakgönüllü bir tutumun bir tercih değil, gerçekliğin önemli
bir niteliğinin saptanması olduğunu göstermektedir.
“Bilgi”,
“akılcı yöntem“ içinde, eleştirileri (insan kardeşlerimizin görüşlerini)
toplayarak ulaşabildiğimiz en değerli varlığımızdır.
Gücümüzün
sınırlı olduğunda kuşku yoktur; ancak başka seçeneğimiz bulunmamaktadır…
Yapabileceğimiz,
daha fazla güçlük çıkarmadan (tartıştığımız gibi yeterince engel var önümüzde)
aklın yolunu açabilmektir:
a)
Ne
denli sınırlı olursa olsun, en güçlü silahımızdır akıl. Yalnızca alçakgönüllü davranarak daha çok hata
yapmaktan kurtulabiliriz. Bilim, rakipleriyle karşılaştırıldığında problem
çözümünde çok daha etkili iddialarla ilerlemektedir. Elimizde daha iyi sorun
çözen, henüz yanlışlanamamış, ama ilerde yanlış çıkma olasılığı bulunan
iddialardan daha iyisi ne yazık ki
bulunmamaktadır.”Yalnızca yanlışlarımız
vardır; doğrularımız yoktur.”[50] Bu
gerçeği unutmamalıyız… Dik kafalılığı bırakıp alçakgönüllülüğe sarılabilmenin
gerçekçi bir tutum olduğunu sanıyoruz.
b)
Eleştirel akılcılığın
toplumsal eleştiri yanını rahat ve akıcı bir şekilde çalıştırabilmek için
yazıda ve sözde basit, yalın, kolay
anlaşılır bir
üslup edinmeliyiz. Etkilemekten çok anlatabilmeye, ikna etmekten çok dinleyenin
görüşlerini, eleştirilerini alabilmeye dönük üslup… Haklı çıkmaktan çok öğrenebilmeyi amaçlayabilmeliyiz.
○○○
“Anlam ve
değer problemleri”
Eleştirel
akılcılık uygulamalarının sonuçlarından,
özellikle kıta Avrupası ve Türkiye için önemli gördüğümüz ikisini, 3. bölümün
son iki konusu olarak işleyeceğiz. Bunlar
“Anlam Problemleri” ve “Değer Problemleri”dir.
Ayrıca “anlam
ve değer” sorunlarının, “gerçek” sorunların çözümlerini nasıl etkilediğini
inceleyeceğiz. Çevremizi, insanı ve bilgiyi daha doğru yorumlamamızı sağlayacak
sorunlara gerçek diyoruz. Doğayla, toplumla, ekonomiyle, sağlıkla,
güvenlikle, kısaca yaşam kalitesiyle ilgili olanlar…
Anlam ve
değer sorunlarına ilgimizin, gerçek sorunları çözme çabalarımıza katkı mı
yaptığını, yoksa köstek mi olduğunu tartışmaya açacağız.
○○○
Sorunları
keşfetmek, yanıtlarını bulmak kadar, bazen yanıtlarından çok daha önemli
olabilmektedir. Gerçek amaca yönelik, hoş ve estetik bir sorunu bulabilmek
şansların en büyüğü olarak görülmelidir.
Popper, böyle
bir sorunla nasıl karşılaştığını şöyle anlatır. On beş yaşında olmalıdır. Bir
akşam babasının tavsiyesiyle okuduğu İsveçli yazar Strindberg’in ( -1912)
otobiyografisinin bazı bölümlerini babası ile tartışır bulmuştur kendini…
Strindberg’in birtakım sözcüklerin gerçek dediği anlamlarından önemli şeyler
çıkarma çabalarını eleştirmektedir. İlerleme karşıtlığı, cehalet taraftarlığı,
olguları karanlıkta bırakma (obscurantism) olarak görmektedir onun yaklaşımını…
Popper, büyük
bir entellektüel olarak saygı duyduğu babasının, Strindberg’in bu yanlış
tavrını görememiş olmasına şaşırmanın da ötesinde şoke olmuştur…[51]
Tartışma geç
vakitlere dek sürmüş, hiçbir noktada anlaşamamışlardır.
O geceden
sonra, sahte, aldatıcı ve önemsiz diyerek sözcüklerin anlamları üstüne bir
tartışmaya girmemeye, yazmamaya hep özen gösterecektir.
Yıllar sonra
babasına haksızlık ettiğini düşündüğü olmuştur. Sözcüklerin tanımları ve
anlamlarından derin sonuçlar çıkarmanın okumuş çevrelerde yaygın bir uğraş
olduğunu şaşkınlıkla görecektir.
○○○
Felsefe
kitapları, bu tür yorumlarla doludur. İnsanların bu denli yanlış
düşünebilmeleri onu felsefeden soğutmaktadır.
Gerçek
hayatın sorunları yetmezmiş gibi, olmayan sorunlar yaratılmaktadır. Ardından, “zaten yok olan”
bu sorunları çözdüğü söylenen ciltler dolusu kitaplar yazılmaktadır!..
Yine
babasının önerisiyle Spinoza’nın ( -1677) “Etik”ini okumuş aynı çıkmazı
görmüştür. Bu düşünceler içinde umutsuzluğa kapılmak üzeredir ki, imdadına Kant
( -1804) yetişir…
Kant,
olgulara tamamen farklı bir açıdan bakmakta, gerçek sorunları tartışmaktadır.
Kant’ı okuyan Popper’ın, insana ve akla güveni tazelenmiştir. On yedi yaşında,
Kant’ın “antinomi”(çelişki) lerini pek anlayamamakla birlikte, gerçek dünyanın
sorunları olduğunu kavrayabilmekte ve heyecan duymaktadır.
○○○
Popper,
Strindberg’in otobiyografisinde karşılaştığı ve yapay sorun olarak nitelediği
“anlam” sorununu aydınlatabilmeyi görev edinmiştir. İnsan düşüncesi, “anlam”
sorunları dediği sahte problemleri ciddiye almak gibi bir tuzağa nasıl
düşebilmektedir? Bu problem onun “aşık
olduğu”[52]
sorunlardan biri olmuştur…
Sonunda
geldiği noktayı kendisi için bir yaşam felsefesi olarak benimsemiştir:
“Sözcükler
ve onların anlamlarına ilişkin problemler asla ciddiye alınmamalıdır.
Ciddiye alınması gereken olgularla
ilgili sorular ve iddialardır. Bunlar, kuramlar ve hipotezler; onların çözdüğü problemler ve onlardan doğan
yeni problemlerdir.”[53]
○○○
Popper’ın
özcülük (Bak Bölüm 2, Platon , Aritoteles) karşıtı bir yaklaşım olarak
geliştirdiği bu pratik öneri aslında doğanın davranışlarını açıklayan “evrensel doğa kanunları”
(düzenleyiciler) sorununun bir parçasıdır.
Platon ve
Aristoteles’ten bu yana kavramlar gerçek sayılmakta, çevrede görülen bireysel
varlıklar, ideal varlıklar olan kavramların “bozulmuş” hali olarak
anlaşılmaktadır. Aristoteles, ideal ve değişmez gerçek olan kavramları belirsiz
bir zaman ve mekandan yere (bireysel varlıkların içine) indirmişse de,
varlıkların geçek olan “özünün” üstün tutulması görüşü değişmemiştir.
“Özcülükte”
öğrenmek demek, tanımları ve sezgileri öncüller gibi kullanıp dedüksiyonla ek
bilgiler üretmektir. Böylece daha çok bilecek ve doğayı daha iyi
açıklayabiliyor olacaktık!
Aristoteles’in
keyfi tanımlarıyla, Strindberg’in gerçek anlamlardan önemli sonuçlar türetme
çabaları arasında ciddi benzerlikler vardır… Strindberg “özcü” geleneğin bir
uygulayıcısı durumundadır.
Popper,
“karşı-özcü” öğütüyle kendini bu geleneğe karşı korumaya çalışmaktadır.
○○○
Özcü
gelenekte kavramlar “gerçek” ve birincil önemde görülmektedir.
Varlıkların kendileri ise ikincil ve önemsiz sayılmaktadır… Bu anlayış içinde “kavramsal
realizm “ diye bir görüş türemiştir. Popper, 1935’de “gerçekçilik
(realizm) kavramını anlaşılmaz hale getiriyor“ gerekçesiyle bu anlamdaki “realizm”
yerine “özcülük” sözcüğünü
kullanmaya başlamıştır.
Bugün
benimsenip kullanılmakta olan “özcülük” (essentialism) sözcüğünün
hikayesi budur.
○○○
Tümel (genel;
bir sınıfın, kümenin içindeki tüm üyeleri ilgilendiren) sözcükler arama sorununun bedeli büyük olmuştur: “Tümel
sözcükler” ve onların anlamlarıyla ilgilenilirken, çok daha önemli
problem olan “tümel bilimsel kanunlar“ (düzenleyiciler) gölgede kalmış ve
unutulmuştur…
“Bugün bile, kuramlarımızı formüle etmekte
kullandığımız dilsel simgecilikte ‘sözcükler sorunu’ veya ‘dilin kullanım
sorunları… doğanın düzenleyici
kuramları (doğa kanunları) sorunu’ olarak algılanmaktadır.”[54]
Bu anlayışın
temelinde, dilin iyi kullanılamamasının entellektüel tıkanıklıkların, pratik ve
kuramsal problemlerin çözülememesinin nedeni olduğu görüşü yatmaktadır.
Sözcükleri ve
kavramları iyi tanımlayarak, kesin bir
şekilde anlatabilmenin olanaklı olmadığını… Tanımlama çabaları arttıkça
iletilmek istenen anlamın daha bir karanlığa gömüleceğini, Aristoteles’i
tartışırken gördük… Üstelik biliyoruz ki, bilimde kesin tanımlara gereksinme
yoktur. Bilim, işini anlamları üstünde yüzde yüz anlaşma olmayan sözcükler ve
kavramlarla pekâlâ yürütebilmektedir.
○○○
Ortaçağda
tartışılıp duran tümeller sorunu Platon’un ve Aristoteles’in “özcülüğü”nden
kaynaklanmaktadır. Her metafizik sorun gibi özcülüğü de, bir bilgisel yöntem
sorunu olarak ele alabiliriz.
Özcülük,
tümel kavramların (enerji, siyah, beyaz, hız, adalet, insanlık…) yalnızca var
olduklarına inanmaz… Onların bilim için çok önemli oldukları görüşündedir...
Bireysel varlıklar (tikel olanlar, tümel olamayanlar) sürekli değiştiklerinden,
geçicidir… Bu nedenle bilim için önemli
değildir.
Örneğin
milyonlarca değişik insan vardır. Duyularımızla algıladığımız dünyanın
varlığı olan “insan” tikeldir ve sürekli
değişmektedir.
Oysa bilim
kesin bilgi istemektedir…
Bu durumda
özcüler şöyle bir çözüm öneriyordu:
Aklımızla
algıladığımız kavramlar, Biçim ve İdea’lar dünyasında bulunan “insanlık” kavramı gibi, hiç
değişmeyecektir… İnsanların tümünde ortaktır…
Bilim için önemli olan da budur…
“İnsanlık kavramı”nı iyice
öğrenebilirsek, birey olarak “insanları”
da zahmetsizce öğreniveririz. Bu yüzden
insanlık kavramı “tümel”dir… Her
insan için geçerli bir “düzenleyici”dir…
İnsan yerine
“insanlığı”, beyaz renk yerine “beyazlık kavramını”, toplumun sorunları
yerine “ideal toplum kavramını”…
inceleyerek dünyayı tanıyabilecektik. Yalnızca kavramları düşünüp inceleyecek
ve de sonunda “şeylerin” davranışlarını düzenleyen kuralları
keşfedebilecektik!...
Bin yıldan
uzun bir süre, ortaçağ boyunca tartışılan “özcülüğün” evrenseller sorunu kısaca
böyledir.
○○○
Özcülükte, “insanlık”
gibi hayali kavramlar, bulanık ve anlaşılmaz olduğu halde, kesin ve anlaşılır
kabul edilerek tartışılıp durmuştur.
Bu hayali öğretinin insan düşüncesini
hala etkiliyor olması günümüzün bir gerçeğidir.
Gelenekler ve geleneksel eğitim
kurumlarıyla bu etki antikçağdan günümüze taşınmıştır.
Özcü öğrenme
(bilgi) yöntemini kullananlar, bilimsel sorularını “Nedir ?” şeklinde formüle
ederler: Madde nedir? Kuvvet nedir? …. Bu sorular özü keşfetmeye yönelik
anlayışın yansımasıdır.
Platon’dan bu yana özcüler, Biçim ve İdea
dünyasının hayali varlıklarını
(kavramlarını) araştırmaktadır. “Platonik” sözcüğü bu dünyayı çağrıştırmakta ve
hayali olana gönderme yapmaktadır.
○○○
Bir realist
(gerçekçi) için durum tümüyle farklıdır. Realist, “dış dünya”ya ve onun gerçekliğine inanır. Dış dünyaya inananlar
belli bir düzenin (kozmos) varlığına inanmak durumundadır. İçine doğduğumuz
evrende tam bir karmaşıklık (kaos) yerine, bir dereceye kadar da olsa düzen
varsa, bu düzeni temellendiren birtakım kuralların (düzenleyiciler) bulunması
gerçekçi biri için akla uygundur. Sonuç olarak:
Dış dünyaya
inananın, dış dünyanın kurallarının varlığına da inanması mantıklıdır.[55]
Düzenleyici
kuramların nasıl bulunduğunu, buluşun mantığını, Popper’ın bilgi kuramını
tartışırken görmüştük…
○○○
Anlam
sorunları ve gerçek sorunlar üstüne bu altbölümde ileri sürülen görüşleri
özetleyen iki tabloyu, Popper, 1960 yılında bir makalesinde yayımlamıştır. Bu tabloları iki ayrı şekil olarak aşağıda
özetledik (Şekil 12, Şekil 13).
Şekiller
soldan sağa doğru kolonlar birbirine eklenerek okunmalıdır. Her iki şekilde de
ana cümle altı kolondan oluşmaktadır. Cümlelerin elemanları arasındaki
mantıksal benzerliği vurgulayabilmek için her bir önerme kolonlara bölünerek
gösterilmiştir.
İDDİALAR
|
‘la oluşturulan
|
ÖNERİLER
TEORİLER
KURAMLAR
denilen
YENİ
FİKİRLER
|
Sınanarak
|
DOĞRUYA
|
Yaklaşılır
|
Şekil 12
Popper’ın Özcülük
Karşıtı Özendirme Yaklaşımı
○○○
SÖZCÜKLER
|
‘le oluşturulan
|
TANIMLAR
TERİMLER
KAVRAMLAR
denilen
YENİ
FİKİRLER
|
le
|
ANLAM
|
üretilme-ye çalışılır
|
Şekil 13
Özcülüğün
İzlerini Taşıyan Anlam Arayışları
○○○
Şekil
12 ve Şekil 13’ü, Popper, sırasıyla
“özcülük karşıtı bir özendirme” ve “özcülüğün izlerini taşıyan anlayış” diye
tanımlamaktadır. Onun kişisel düşünsel politikansını özetlemektedir bu
tablolar. Şekil 12’nin içeriğini entellektüel olarak önemli, şekil 13’ünkünü
ise sıradan ve önemsiz bulmaktadır.
Bu noktada
oldukça yaygın bir yanılgıyı düzeltmeye çalışmalıyız. Anlamların
kesinleştirilmesinin, kuramların düşünsel olarak daha “doğru” tasarlanmasında
doğrudan etkili olacağı görüşü oldukça yaygındır. Bu argüman “anlam” bulmaya
çalışanların (Şekil 13) temel
dayanaklarından biridir.
Bu konuya daha
önce değindiysek de, Popper’ın “anlamcı” görüşe karşı aşağıdaki açıklamalarına
sorunu iyici içselleştirmemize yardım edeceğini düşünerek tekrar dönüyoruz. İddia şudur: Bir kuramın
anlamı onu anlatmakta kullanılan sözcüklerin anlamına bağlıdır. Daha
matematiksel söylemeyi denersek: Kuramın
anlamı, sözcüklerin anlamının bir fonksiyonudur.
Bu görüşün
genellikle, üzerinde pek düşünülmeden, sonuçları araştırılmadan bilinçsizce
kabul gördüğünü sanıyoruz. Popper, karşı görüşlerini şöyle açıklamaktadır:
“Bir cümle ile, onun kuruluşunda kullanılan sözcüklerin
ilişkisi, çeşitli yönlerden sözcüklerle onların yazılmasında kullanılan
harflerin ilişkisine benzetilebilir.
Pek
tabii ki harflerin, sözcüklerin sahip oldukları anlamda bir ‘anlamı’ yoktur.
Buna karşın eğer sözcükleri tanımak ve anlamlarını sökmek istiyorsak, harfleri
(yani başka bir açıdan onların anlamlarını) bilmemiz gerektiği açıktır. Aynı
şeyin sözcükler ve cümleler için de geçerli olduğu söylenebilir.
Harfler, sözcüklerin oluşturulmasında, pratik ve teknik
bir rol oynamaktadır. Bana göre sözcüklerin de cümlelerin kurulmasında yalnızca
teknik ve pragmatik bir rolü vardır. Kısaca, sözcükler ve harfler belli
sonuçlara (farklı sonuçlara) ulaşmakta kullanılan sadece bir araçtır.
Entellektüel açıdan önemli sayılabilecek amaçlar yalnızca:
a) problemlerin formüle edilmesi
b) bu problemlere geçici çözümlerin önerilmesi
c) rakip çözüm önerilerinin eleştirel olarak tartışılıp
sınanmalarıdır.
○○○
Eleştirel tartışma, birbirleriyle yarışan kuramları,
sorunlara çözüm üretebilmelerinin, doğruluklarının veya doğruya yakınlıklarının
göstergesi olan rasyonel veya düşünsel değerler açısından değerlendirir.
‘Doğru’, kuramların eleştirilmesinde ana düzenleyici
prensiptir... Diğer prensip ise kuramların yeni problemler oluşturma ve onları
çözebilme güçü olmalıdır.....
Bir
harf değişikliğinin bir sözcüğün anlamını radikal olarak değiştirdiğini
biliriz.. Açıktır ki, bir sözcüğün değişmesi de, bir cümlenin (o da sonunda bir
kuramın) anlamını kökten değiştirebilir.
Kopyalama ve baskı yanlışlarının önemli yanlış anlamalara neden olabileceği
anlaşılabilir. Ancak bu yanlışlıklar genel bağlam üzerinde düşünülerek,
çoklukla düzeltilebilmekte ve karışıklık
önlenebilmektedir.....
Hem cümlelerin ve kuramların dilsel anlatımında, hem
kuramların test edilmesinde, amacın gereksinmesinin ötesinde bir ‘kesinlik’,
‘tamlık’ ve ‘kati’ lik istenmeyen bir şeydir. Her iki durumda da açıklığı bozmakta, zaman
ve çaba kaybına neden olmaktadır.....
Açıklıkta sağlanabilecek her ilerleme ek bir entellektüel
değerdir. Oysa kesinlik ve tamlığın katkısı yalnızca pratikte bazı kolaylıklar
sağlamaktan ibarettir.”[56]
○○○
Değerler,
olgular, sorunlar
Popper’cı eleştirel
akılcılıkta, “Bir şey, bir fikir, bir
kuram, bir yaklaşım… Bir problemin çözümüne katkıda bulunduğu durumlarda,
problemi çözmeye çalışanların bilinçli takdirlerinden bağımsız bir şekilde ‘nesnel’ anlamda ‘değerli’ olarak
kestirilebilir.”[57]
Eğer bu anlayış
geçerli ise, Dünya’da hayat başlamadan “değer” diyebileceğimiz bir şeyin
olmadığını düşünebiliriz. “Problemin” ve “bilgi”nin yaşamla
birlikte ortaya çıkmış olabileceğini 2. Bölümde gördük. “Değer”ler, problemlerin
çözümüne katkıda bulunan şeyler ise, yaşamla birlikte ortaya çıktıklarını düşünmemiz akla uygundur.
Yaşamın 3 milyar yıl
önce ortaya çıktığını, benlik (ego) bilinci oluşan insansıların ise (bir
tahmine göre)1,5 milyon yıl önce evrimleştiğini kabul edelim… İki tarih
arasında düşünmeye alışık olmadığımız ölçüde uzun bir süre vardır… Bu devrede,
canlıların bilincinde olmadığı “nesnel
değerlerin” var olduğunu kabul etmek durumundayız.
Bilincin oluşmasıyla
insan zihni, başarıyla üstesinden geldiği güçlüklerin (problemlerin) çözümüne
katkıda bulunan şeyleri “değer” diye belleğinde tutmaya
başlamış olmalıdır.
Örneğin, yalan
söylemenin insanların başını belaya soktuğuna sıklıkla tanık olunduğundan, “yalan
söylememe”nin bir değer olarak kabul edilmiş olması mantıklı
görünmektedir.
Aynı şekilde “savaşmak”
veya “savaşmamak“, “savaş
taraftarı” veya “savaş karşıtı”
olmak farklı insan guruplarında yüksek değerler olabilmektedir.
○○○
Bu açıklamalardan
sonra iki tür “değer” olduğunu söyleyebiliriz:
1. Bilinç dışı değerler.
2. İnsan
zihninin eski problem çözümlerini göz önüne alarak yarattığı, karşılaşılacak diğer güncel problemlerin
çözümünde kullanmayı amaçladığı “değerler”. [58]
○○○
Popper’ın bilgi
dünyasını (D3) hatırlarsak (Bak Şekil 8), bu dünyanın temel öğeleri problemler, kuramlar ve eleştirilerdir.
Bunların arasında değerler olmamasına karşın, biliyoruz ki, bilgi dünyasına
egemen olan değerler “nesnel doğru” ve “nesnel
bilginin çoğaltılmasıdır”.[59]
Öğrenmeyi
sürdürebilmemizin nedeni nesnel doğruyu birincil değer olarak kavrayabilmiş
olmamızdır.
Kültür dünyası
“nesnel doğrunun” öncelikli değer sayılmasıyla gelişebilmektedir.
Ayrıca her yeni değer
(veya standart) önerisi kültür dünyasının bir önerisidir. Çünkü önerilen her
değer, şu tartışmaları otomatikman gündeme taşıyacaktır:
“Bunun bir değer olduğu doğru mudur?” veya “Nezaket mi yoksa adalet mi daha üstün bir değerdir?”gibi…[60]
Bunlar kültür dünyasının yan öğeleri olan etik problemlerdir.
Değerlerimiz, kültür
dünyamızın hem düzenleyicisi hem de ana problemini oluşturmaktadır..
○○○
Olgu- Değer (standart) İkiliği
“Ne değerler ne problemler, olgulara ilişkin ve bağlantılı olmalarına
karşın, olgulardan türetilebilirler veya doğrudan onlardan elde edilebilirler.”
[61]
Olgular ve değerlerin
farklı şeyler olduğunu, bir olguyu açıklayan ifadenin aynı zamanda değer olarak
kabul edilemeyeceğini, aşağıdaki akıl yürütmelerle anlamaya çalışacağız:
Olguları ifade eden
anlatımlara “önerme”, olguları değerlendirmede kullanılan anlatımlara da “standart”,
“prensip”,
“politika”,
“politikaların
standartları” diyelim.
Önermeler arasından
daha doğru olanı, eleştirel yöntemimizle seçebildiğimizi biliyoruz.
Standartlar arasından
geçerli sayacağımız “prensip” için de
karar vermek durumundayız.
○○○
Ancak bu iki karar verme arasındaki “iki
asimetriyi” iyi ayırt etmeliyiz:
“1. İlki, bir standart kabul etmek için verilen kararla, geçici de olsa,
ilgili standartı yaratmış olmaktayız… Oysa bir önermeyi kabul ederken
verdiğimiz kararla ilgili olguyu yaratmıyoruz…
2. Başka bir asimetri ise standartların her
zaman olgularla ilgili olduğu ve olguların standartlarla değerlendirildiğidir…
Bu ilişkide roller değiştirilemez! (olgular standartları değerlendirmede
kullanılamaz-Hİ.)
Her
ne zaman bir olgu ile karşılaşırsak (özellikle de değiştirebileceğimiz bir olgu
olursa) onun belli standartlara uyup uymadığını kontrol etme yoluna
gidebiliriz…..
Pek
emin olamadığımız bir olgunun kabul (veya red) edilen bir standartla
değerlendirilme ilişkisi, değerlendiren kişinin olguyla veya standartla olan,
sevme veya sevmeme gibi, psikolojik ilişkisinden (bu ilişki bir olgudur,
standart değil) tümüyle farklıdır.”[62]
○○○
Bu iki asimetriyi
örneklerle somutlaştırmaya çalışalım:
1. Olgularla ilgili “yarın güneş doğacak“ diye bir karar
verirsek, doğru veya yanlış bir seçim yapmış oluruz. Güneşin doğup doğmaması
bizim kararımıza bağlı değildir. Doğar veya doğmaz…
2. Ancak bir şirketin yöneticisi olarak “bu şirkette hiç kimse her ne gerekçeyle
olursa olsun rüşvet veremez” diye bir standartı uygulama kararı alırsak, o
standartı yaratmış oluruz. İyi bir yönetici isek, doğru veya yanlış, şirkette
bu politikanın uygulanmasını sağlayabilmemiz gereklidir..
3.
Aynı şirkette, rüşvet vererek kârlı bir iş alıp övgü bekleyen bir çalışanın
önerisi geri çevrildiği gibi, standartlar öyle söylüyorsa, kişi işini bile
kaybedebilir… Bu durumda yönetici değiştirebileceği bir olguyu standartlarla
değerlendirmiş ve olguyu değiştirmiştir.
○○○
Değerler ve olgularla
ilgili şu ayrımları artık yapabiliriz:
1. Önermeler
(olgular) ve standartlar (değerler, prensipler, ahlaki ilkeler) tartışılabilir,
eleştirilebilir ve sonunda onlar hakkında da her türlü değişikliğe dönük karar
verilebilir.
2. “Her ikisinde de eleştiriye ve karar
alma mekanizmasına yön veren bir tür düzenleyici fikir vardır. Olgularla ilgili
kuramların “nesnel doğru anlayışı” ile yönlendirildiğini daha önce
görmüştük. Değerleri de kuramlara benzeterek düşünmeliyiz. Değerler ve
standartlar tartışmasına yön verecek düzenleyici fikirleri şöyle
sıralayabiliriz: Haklı (haksız), iyi (kötü), geçerli (geçersiz)… Uygulanan
standarta, tartışılan politika (veya değer) önerilerinin uyup uymamasına göre
onları yukardaki sıfatlardan biriyle değerlendiririz. Bu sonuçlara göre
tartışılan politika kabul edilir veya edilmez.
[63]
○○○
Kuramlarla,
standartların tartışılmasında, yukarda belirttiğimiz temel farkı unutmamalıyız.
Değerlerin kabulü nesnel verilere dayanmaz. Onları biz yaratırız. Kuramlar ise,
bildiğimiz gibi bize bağlı değildir, objektif verilerle ölçülür ve
değerlendirilirler.
Her şeye karşın,
“mutlak doğru” fikrinin düzenleyici rolünü, değerler için de model olarak kabul
edip mutlak doğru önermeleri araştırdığımız gibi, mutlak doğru veya geçerli
standartları araştırabilmeliyiz.
Ancak unutmamamız
gereken (kuramlarda olduğu gibi) mutlak iyi, geçerli veya haklıya hiçbir zaman
ulaşamayacağımızdır.
“Mutlak
haklıyı veya geçerliyi aramamıza karşın, hiçbir zaman onları kesin olarak
bulduğumuzu kanıtlayamayız; çünkü ‘mutlak haklı’nın da ölçütünü bulabilmemiz olanaklı değildir.”[64]
Her iki durumda da,
ölçütümüz olmadığı halde, ilerleme sağlıyabilmekteyiz. İnsanlığın bilgi ve
değerler düzeyinin sürekli geliştiğini, dogmatik birtakım saplantılar
içinde olanlar dışında kimse
yadsıyamayacaktır…
○○○
Karl
Raimund Popper’ın (1902-1994) Yaşam Öyküsü ve Eserleri
1902’de
Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’da doğdu. Babası
Viyana Üniversitesi’nde ders veren bir hukuk doktoru ve gerçek bir
entellektüeldir. Piyanonun hükmettiği oturma odası dışında kitapların her yeri
kapladığı, 10 000 kitaplık kütüphanesi olan bir evde büyümüştür Karl… Annesi
iyi bir piyanisttir. Müziğin Popper’ların yaşamında önemli bir yeri
vardır. Popper da keman ve piyano
dersleri almıştır, ancak pek yetenekli olmadığını yazmaktadır.
1973’de
Nobel Ödülü alacak olan ünlü hayvan psikoloğu
Konrad Lorenz ve ünlü pianist
Rudolf Serkin ömür boyu dost kaldığı yakın arkadaşlarıdır.
°°°
16 yaşında
kol işçisi olmak isteğiyle evden ayrılır. Mobilyacıda marangoz çıraklığı yapar. Bu arada bir işçi hareketine katılarak
komünist olmuştur. Ne var ki, kısa süre
sonra 1919’da, komünistlerin düzenlediği bir gösteride sosyalist kimi göstericilerin
öldürülmesine tanık olur. Bu olay ilerleme için gerekli görülen devrimci şiddet
kavramından soğutur Popper’ı.
Komünistleri değil daha çok polisleri haklı görmüştür.
Ayrıca
1919 yılı Einstein’ın kuramının Eddington başkanlığında test edildiği ve
Genel Relativite’nin doğrulandığı
yıldır. Aynı yıl Einstein’ın bir konferansına katılır.
°°°
Popper
entellektüel gelişimi ile müzik uğraşı arasında önemli bağlar olduğunu
söylemiştir hep. Müziğe olan ilgisi
sürekli etkisi altında kalacağı üç önemli fikri ona kazandırmıştır. Dogmatik ve eleştirel düşünce,
kompozisyonları sınıflandırmakta kullandığı nesnel
ve öznel müzik sınıflaması, tarihsici
(historicist)düşüncenin yıkıcı
etkilerinin müzikte ve sanattaki sonuçları…
Birinci
savaş sonundaki enflasyonist ortamda babası tüm birikimini kaybetmiştir. Popper, Alfred Adler’in çocuk kliniğinde çalışmaktadır… Üniversitede
özellikle matematik ve teorik fizik derslerine devam eder. Çok yoğun olarak
Kant’ın “Salt Aklın Eleştirisi”ni
tekrar tekrar okumaktadır… Bir ara profesyonel matematikçi olmayı düşler, ancak
yeteneklerinin o alanda odaklanmadığını düşünerek vazgeçer.
°°°
1925’de
Karl Bühler ve Heinrich Gomperz’le
bir Eğitim Enstitüsünde tanışır. Bu dostluklar Popper’ın ilgisinin psikolojiden bilimsel buluşun mantığına
dönmesini sağlayacaktır. 1928’de doktorasını alır. Doktora öğreniminde birincil
konuları psikoloji ve felsefe, ikinci derecedeki konusu ise müzik tarihidir. Doktora hocaları Karl
Bühler ve Moritz Schlick (- 1936) olmuştur.
°°°
1934’de “Bilimsel Buluşun Mantığı” (‘Logik der Forschung’, ‘Logic of Scientific
Discovery’) Almanca olarak yayımlanır. Kitabın İngilizcesi 1957’de
yayınlanacaktır. Bu kitabında Popper
şu iddialarda bulunmaktadır: 1-Olgusal bilimlerde hiçbir kuramı kanıtlamamız
mümkün değildir. 2- Gözlemlerden, deneylerden yola çıkıp ispatlanmış kuramlara
ulaşmanın yöntemi demek olan ‘tümevarım’(induction)
metodu yanlıştır. 3- Bilim doğrulama
(kanıtlama, ispatlama) ile değil yanlışlama
ile yeni bilgiler üretir. Bilimle bilim olmayanı ispatlama değil, yanlışlama
birbirinden ayırmaktadır.
Bu savlar
bütünüyle dünyada ilk defa dile getirilmektedir.
°°°
Temmuz
1934’de Viyana Çevresi’nin düzenlediği bir Praque Konferansında Polonyalı ünlü
matematikçi Alfred Tarski ( -1983) ile tanışır. O zamana dek temel
uğraşının doğrunun araştırılması olduğu konusunda kafasında bir açıklık yoktur.
Tarski, Popper’ın, kuramlarındaki entellektüel katkısını sürekli övgüyle andığı
matematikçidir… “Gerçeklerle örtüşen doğru” tanımını kuramıyla saygınlığa
kavuşturmuştur.
°°°
Almanya’da
Hitler iktidara gelmiştir. Tüm
museviler üniversiteden temizlenmektedir. Popper
ailesi yahudi kökenlidir, Luther’in protestan kilisesinde vaftiz olmuş
olmalarına karşın nasyonal sosyalist zulmünden kurtulabileceklerini kimse
beklememektedir.
Popper’ın
son kitabı Rudolf Serkin’in
kayınvalidesi vasıtasıyla Einstein’a ulaştırılır. Frieda, iyi bir kemancıdır ve
Einstein’ı tanımaktadır. 1935’de kitap, bir not ilişiğinde ulaştırılır ünlü
fizikçiye. Popper bir yahudi olup Avusturya’da yaşamaktadır ve bu ülkede hiçbir
geleceği yoktur. Einstein lütfedip kitabı okumaya zaman ayırırsa ve Popper
hakkındaki görüşleri de olumlu olursa bu sayede belki bir yerlerde iş bulma
şansını yakalayacaktır… Çok geçmeden Einstein’ın
mektubu gelir. Popper’ın görüşlerinden bir çok açıdan etkilenmiştir. “Tümevarım” yönteminin reddedilmesini,
yanlışlama metodunu ilginç bulmuştur ünlü fizikçi…
°°°
Popper’ın
Avusturya’da üniversitede iş bulma şansı yoktur. Geleceğin çok ünlü bir sanat tarihi profesörü
olacak olan Gombrich ile sık sık
buluşup dertleşirler… 1936 yılında bir arkadaşı Yeni Zelanda’da bir üniversitenin
ilanına dikkatini çeker. Buraya başvurur; Bühler, Carnap, Russell ve Tarski’in tavsiye mektupları
başvuruya eklenmiştir.
Mart 1937
de Yeni Zelanda Canterbury Üniversitesi’nde ders vermeye başlar. Ocak 1946’da Avrupa’ya geri döner, London School of Economics’de iş bulmuştur.
1950’de Harvard Üniversitesi’ne William James
konferanslarına çağrılı olarak katılır. Amerika’ya bu gezide Princeton
Üniversitesi’nde, Einstein’ın da dinlediği bir konferans verir: “Kuantum Fiziğinde
Belirlenimcilik-Determinism in Quantum physics.”
°°°
Popper,
1946’da katıldığı London School of Economics’de 1949’da Mantık ve Bilimsel
Yöntem Profesörü oldu. 1969’da emekliye ayrıldı; 17 Eylül 1994’de 92 yaşında
öldü.
Londra
Kraliyet Topluluğu (Royal Society of London) da dahil olmak üzere çeşitli
kurumlara üye kabul edildi.
NOT: Popper’ın biyografisinin bu kısa özeti onun “Bitmeyen Araştırma”-Unended Quest- adlı
1974’de yayımlanan kitabından ve London School of Economics’den öğrencisi ve
çalışma arkadaşı olan John Watkins’in
“Karl Raimund Popper 1902- 1994” adlı 1997’de yayımlanan
makalesinden faydalanılarak hazırlanmıştır.
°°°
Yayımlanan
kitaplarının bir listesi aşağıda çıkarılmıştır:
Popper, Karl Raimund, Logic of Scientific Discovery (Bilimsel
Buluşun Mantığı), London: Hutchinson of
London, 1959 (1934), 480 pp.
|
Popper, Karl Raimund, The Open Society and its Enemies V-1
The Spell of Plato (Açık Toplum ve
Düşmanları, C-1), New Jersey: Princeton University Press, 1971 (1945),
xi, 361 pp, 21,5 cm.
|
Popper, Karl Raimund, The Open Society and its Enemies V-2 The High Tide of
Prophecy: Hegel, Marx,and
The Aftermath (Açık Toplum ve
Düşmanlrı, C-2), New Jersey: Princeton University Press, 1971 (1945),
v,
420 pp, 23,5 cm.
|
Popper, Karl Raimund, Açık Toplum ve Düşmanları C-1 Platon, Türkcesi Mete
Tuncay , İstanbul: Remzi,
2000(1994), 362 pp, 23,5 cm.
|
Popper, Karl Raimund, Açık Toplum ve Düşmanları C-2 Hegel , Marx ve Sonrası, Türkçesi
Harun Rızatepe,
İstanbul: Remzi, 2000(1994) , 382 pp, 23,5 cm
|
Popper, Karl Raimund, The Poverty of Historicism (Tarihsiciliğin
Sefaleti), London: Routledge & Kegan
Paul, 1957, x, 166 pp.
|
Popper, Karl Raimund, The Open Universe An Argument for
Indeterminism From the Postscript to the
Logic of Scientific Discovery V-2
(Açık Evren), Edited by W.W. Bartley, III, London: Routledge ,
1995(1982),
Xxii, 186 pp, 23,5 cm.
|
Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler
ve Yanlışlamalar), London: Routledge,
1963, xiii, 431 pp.
|
Popper, Karl Raimund, Objective Knowledge (Nesnel Bilgi), New
York: Oxford University Press, 1972,
X, 395 pp.
|
Popper, Karl Raimund, Unended Quest An Intellectuel
Autobiography (Bitmeyen Arayış), London, New
York: Routledge, 1999(1974), 276 pp, 21,5 cm.
|
Popper, Karl Raimund, and John C.
Eccles, The Self and its Brain (Benlik ve
Onun beyni), New
York: Springer International, 1977, xv, 597 pp.
|
Popper, Karl Raimund, Daha İyi Bir Dünya Arayışı Son Otuz Yılın
Makaleleri ve Bildirileri, Türkçesi
İlknur Aka, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1984, 257 pp, 21 cm.
|
Popper, Karl Raimund, The Myth Of The Framework (Değerlendirme Çerçevesinin
Efsanesi), London
And New York: Routledge, 1994, xiii, 230 ppLogic of Scientific Discovery,
London: Hutchinson of London,
1959 (1934), 480 pp.
|
Popper, Karl Raimund, All
Life Is Problem Solving (Tüm Yaşam Problem Çözmektir), London:
Routledge,
1994, vii, 171 pp.
|
Popper, Karl Raimund, Realism and Aim Of Science From The Postscript To The
Logic Of Scientific
Discovery
V-1 (Gerçekçilik ve Bilimin Amacı), Edited By W. W. Bartley, III, London and New York:
Routledge, 2000(1982), xxxix, 423 pp.
|
[1] Magee,Bryan,
Philosophy and the Real World (Felsefe ve gerçek Dünya)An
Introduction to Karl Popper, Illinois: Open Court La Salle,
1985, 120 pp,
21,5 cm; s. 3, 96.
|
[2] Ibid., s. 4.
[3] Harvard
Üniversitesinde matematik ve fizik dersleri veren Michael Guillen’in kitabından
özetlenmiştir:
Guillen Michael,
Dünyayı Değiştiren BeşDenklem, Türkçesi Gürsel Tanroöver, Ankara: Tübitak,
2001, i, 283pp, 22 cm; s. 189- 206.
|
[4] Ibid., s. 189.
[5] İbid., s. 189,
90.
[6] Ibid., s. 191.
[7] Ibid., s. 193.
[8] Ibid., s. 6.
[9] Tarski’nin
makalesi: “On the Concept of Logical Consequences.” Bu makale Tarski’nin
“Logic, Semantics ve mathematics” (Mantık, Semantik ve Matematik) adlı
kitabında yayımlanmıştır. Bak, Popper,
Karl Raimund, “Bitmeyen Araştırma”, s.
141-142.
[10] Popper, Karl Raimund, Conjectures and Refutations (Kestirimler
ve Yanlışlamalar); s. 225.
|
[11] Ibid.
[12] Parantez içindeki
söz yazarın ekidir. Sözcükler bire bir çevrildiğinde böyle bir nota gerek
olmayabilirdi… Ancak metnin bütünü göz önüne alındığinda anlamı tamamlamak için
faydalı görüldü.
[14] Magee,Bryan,
Philosophy and the Real World An Introduction to Karl
Popper, s. 103.
|
[15] İslamın
yorumu bana göre kolaylıkla determinist denebilecek bir yaklaşım sayılamaz. Allah
kullarının ellerinden gelen tüm olanakları kullandıktan sonra, Kendisi’nden
yardım istenmesini buyurmuştur. Bu kuşkusuz Müslümanlıkta insan “geleceğini
değiştirebilme gücüne sahiptir” diye yorumlanabilir.
[16] Popper, Karl Raimund, The Open Universe (Açık Evren)An Argument
for Indeterminism From the Postscript to the Logic of Scientific
Discovery
V-2, Edited by W.W. Bartley, III, London: Routledge ,
1995(1982), xxii, 186 pp, 23,5 cm; s.
123.
|
[17] Newton’un 1687’de
yayımladığı eserinin adı:” Mathematical Principles of Natural
Philosophy” (Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri) dir . Marx ise
kendi kanunlarına “Natural Laws of
Capitalist Production” (Kapitalist Üretimin Doğal Kanunları) adını
koymuştur.
[18] Popper, Karl Raimund, Quantum Theory And The Schism in Physics
(Kuantum Kuramı ve Fizikteki Bölünme) From The Postscript To
The Logic Of Scientific Discovery V-3,
Edited By W.W.Bartley, III, London and New York: Routledge, 2000(1982),
xviii, 230 pp; s. 99.
|
[19] 1965’de Nobel
Ödülü alan fizikçi Richard Feynman.
[20] Popper, Karl Raimund, The Open Universe (Açık Evren); s. 126.
|
[21] İbid;
s. 127.
|
[22] ibid, s.130.
[23] ibid, s.xiii,
W.W.Barley,III, Editör.
[24] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its enemies V-2 (Açık
Toplum ve Düşmanları C-2) ; s. 224.
|
[25] İbid., s.225.
[26] Gardner, Howard, Frames of Mind (Zihnin Çerçeveleri),
New York: Basic Books, 1993 (1983), xxxii, 440 pp; “ Çokzekalılık kuramı”
|
[27] Popper, “The Open
Society and its Enemies”, C.2, s. 226.
[28] Einstein’ın beyni, 1955 yılında 76 yaşında öldüğünde, otopsiyi yapan patolojist Thomas Harvey
tarafından araştırılmak üzere çıkarıldı. Thomas Harvey ve diğer iki bilim
adamının beyin üzerinde yaptığı araştırmalar yayımlandı (1985 ve 1999):
Einstein’ın beyni 1230 gr olup ortalama yetişkin insan beynine oranla ( 1400
gr) daha hafif bulundu. Ancak nöron yoğunluğu açısından zengindi… Ayrıca beyin
kabuğunun bazı alanlarında (9 ve 39),
nöron / glia hücresi (değişik tip bir sinir hücresi) oranı normal
beyinlere göre daha küçük bulundu. Bu alanlarda nöron başına düşen glia hücresi
daha fazla idi.
[29] Popper, “The Open
Society and its Enemies”, C.2, s. 226.
[30] İbid., s.227.
[31] İbid.
[32] İbid., s. 229.
[33] The Critical Approach To Science And Philosophy
(Bilim ve Felsefeye Eleştirel Yaklaşım), Edited By Mario
Bunge, London: The Free
Press Glenco, 1964, xv, 445+; s. 6;
William W. Bartley III, “Rationality
Versus Theory of Rationality” (Akılcılık Kuramına Karşı
Akılcılık).
|
[34] Ibid., s. 7, Bu
söz Hans Albert tarafından önerilmiştir.
[35] Ibid.,s. 8
[36] İbid., s. 20.
[37] İbid.
[38] İbid., s.23.
[39] İbid., s.21.
[40] İbid., s.28.
[41] İbid., s. 29, 30;
Bartley , saygınlığın kaynağını “akılcı kimlik” diye tanımlıyor.
[42] Popper, Karl Raimund, Realism And Aim Of Science (Realizm ve Bilimin
Amacı) From The Postscript To The Logic Of Scientific
Discovery V-1,
Edited By W. W. Bartley, III, London and New York: Routledge, 2000(1982),
xxxix, 423 pp; s. 6, 7.
|
[43] Popper, Karl Raimund, The Open Society and its Enemies V-2 (Açık
Toplum ve Düşmanları C –2); s.
234.
|
[44] İbid.
[45] İbid., s. 232.
[46] The Critical Approach To Science And Philosophy
(Bilim ve Felsefeye Eleştirel Yaklaşım); s. 4; W.W.Bartley III, “Akılcılığın
Sınırları”.
|
[47] Goleman,
Daniel, Duygusal Zekâ (Emotional Intelligence, Why it can
matter more than IQ), Türkçesi Banu Seçkin Yüksel,
İstanbul:
Varlık, 1996, 421 pp, 19,5 cm; s. 362.
|
[48] İbid.
[49] Popper, Karl Raimund, Realism And Aim Of Science ( Realizm ve Bilimin
Amacı); s. 146.
|
[50] Richard Feynman,
1965 Nobel ödülünü alan ünlü teorik fizikçi.
[51] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış); s. 17.
[52] Popper yaşamı,
“Bir soruna aşık olursunuz ve mutlu mesut yaşayıp gidersiniz; onu çözersiniz
yeni bir aşk (sorun) bulursunuz “ diye tanımlamaktadır.
[53] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış); s. 19.
|
[54] İbid.
[55] İbid., s. 21.
[56] İbid., s.22, 23,
24.
[57] Popper, Karl Raimund, Unended Quest (Bitmeyen Arayış); s. 194.
[58] İbid.
[59] İbid., s. 195.
[60] İbid.
[61] İbid.,s. 193.
[62] İbid., s. 384.
[63] İbid., s. 385.
[64] İbid., s. 386.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder