AŞK DAĞDAN İNMEZ (Roman; Bölüm:18)





18_




İki Yıl Sonra















Bilimin tüm zaferlerinde bilgelikten yoksunluk göze çarpar.
John FOWLES (ö. 2005)

İnsanlık mükemmelleştikçe, insanın değeri azalıyor.

Gustave FLAUBERT (ö. 1880)

Benim bol vaktim var
Her zaman için ölüme,
Kayıtsız yürüyemem
Geleceksiz yoluma.
                                      
              Behçet NECATİGİL (ö. 1979)


Mars’ı kaybettiği kışın üstünden iki yılı aşkın zaman geçmiş. Kunduz’daki beşinci baharına giriyor Kenan. Dört uzun yıl geçirmiştir Dağ’ın tepesindeki küçük evinde… Duygularına bakarsanız o hep Dağ’lıdır; burada doğmuş burada yaşıyordur. Başka bir yere gitmeyi düşünmez. 
Bunlar Kunduz sakinlerinin onda gördüklerinden farklıdır. Onlara göre, zavallı adam yapayalnızdır, dağın başında kimsesiz… Hırlı mıdır, hırsız mıdır? Düzgün birinin ne iş olur ki bir köyde? İnsan tek başına, batık gemilerden savrulmuş kazazedeler gibi dostsuz hısımsız, akrabasız yaşıyorsa nedeni olmalıdır. Dönüş için kılını kıpırdatmamasını kimse anlayamaz… Bunlar Emine Hanım’ın kulağına da gider;  savunmaya çalışır, sıkışır kalır çoğu kez… Arada bir, sabah veya akşam yürüyüşlerinden dönüşte köy kahvesine çöküp iki laf aradığında ürkek bakışların tedirgin taraması altına girdiğini hemen fark eder. Bir süre sonra titrek, çekingen elleriyle karşısındaki sandalyenin arkalığını kavrayan,  günlerin sakalı çorak toprağın kavruk otlarına dönmüş yorgun bir köylü, “Selamünaleyküm,” der ve oturur. Egzotik bir çiçeği koklamaktan çekinir gibi temkinli, ancak olabildiğince sıcak tutumlar içindedirler. Doğrudan pek soru sormazlar, isterler ki kendiliğinden açsın gönlünü orta yere Kenan.
Düğünlere gider, cenazelere katılır, bazen akıl danışanlar olur, okumuş adamsın diye, ama yine gözlerindeki kuşku hep vardır: okuman bir işe yaramış olsaydı Dağ’da yalnız başına sürgün yaşamazdın… Dost edinecek vakti yoktur. Son bir yıldır neredeyse elzem olanlar dışında tüm harcamalarını kesmiştir. Otellerde bir şeyler yemek, rakı içmek, araba kullanmak –benzin parasına bütçesi yeterli değildir- gibi lüksleri yoktur artık. Kitap harcamalarını bile yarı yarıya azaltmıştır. Kasaba’nın kütüphanesine gider olmuştur haftada bir, Yüksek Okul’a derse gittiği günlerde.
Altı ay kadar önce Leman randevu aldı işletme bölümü dekanından, gitti görüştü. Özgeçmişini verdi, anlattı derdini: Dağ’da oturduğunu, kendisini henüz yazar gibi görmediğini ama birkaç ay önce ilk romanının yayınlandığını, ikinciyi yazmakta olduğunu, gelecek yıl içinde yayımlanmasını umduğunu… Dekan süzdü Kenan’ı, Leman’ın yakın tanıdığı olduğundan, Büyükşehirden Köy’e gelen tekinsiz biri diye kuşkuyla bakmıyordu. Sıcak davrandı, kitabını alıp okuyacağını söyledi; roman yazan birine verecek işleri olmadığını ancak işletme bölümünde yönetim dersleri verebileceğini anlattı. Ücret düşüktü ama aldırmadı, başka bir seçeneği yoktu.


-2-

Biraz Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktı yaptığı. Ayrıca işletmeyi sıradan ezberlerin anlattığı gibi değil, olması gerektiği gibi anlatıyordu.
İki yıldır yazdıklarını yayınevlerine yolluyordu. Çoğu cevaplamadı, bazıları bir iki satırlık gerekçe göstermişlerdi. Kenan bunları sessiz kalan büyük guruptan ayrı bir köşeye koydu kafasında. İki yayınevinden denize düşmüş birine atılan ip gibi yanıt geldi. Basıyoruz demiyorlardı, ancak üstünde konuşmaya değer bulduklarını yazdıklarından çıkarmıştı Kenan. Cevap yazdı, anlattı… Birkaç yazışma oldu aralarında. Ardından çağırdılar, gitti; yüz yüze görüşmenin yakınlaştırıcı tılsımı mı, yoksa kan uyuşması mı, bilinmez, editörlerin biriyle el sıkıştılar. Fena gitmiyormuş, öyle diyorlar.
Bundan böyle kitaplarının yayınlanmasında sıkıntı çekmeyeceğini sanıyor; ne var ki bu düşüncenin kafasında öyle tedirgin bir yeri var ki,  belleğinde ne zaman o bölgeye uğrayacak olsa elektik yüklü çıplak bir kablonun yanından geçiyormuş gibi hissediyor.
Dağdaki dört yılının ardından, dünyayı anlarken kullandığı merceklerin konumları değişmiştir kafasında. ‘Sanat’ yapışık kardeşi ‘bilim’den ayrılmış, karşı yana geçmiştir; doğanın, felsefenin bulunduğu tarafa. Bir tabloya bakarken, içine işleyen bir müziği dinlerken, Kunduz Orman’ında kör, sağır ve dilsiz ağaçların yanındayken, bir dini mekânda -semavi bir estetik ortam içinde- kendi içinde gezinirken hissettiklerinin benzer bir hayran kalma duygusu olduğunu sezer… Hepsinin aynı kaynaktan gelen bir mucizeler karşısında hayret etme, şaşırma, şaşakalma olduğunu görmüştür… Neden böyle etkilendiğinin açıklamasını bir türlü bulamaz. Bu işlerin bilimini yaptığını iddia eden ‘bilim insanları’ndan veya ‘sanat uzmanı’ diye bilinenlerden dinler, kafası hepten karışır; ama bir şeyden emindir, onlar da pek anlayamamıştır… Sonra, anlamadan haz aldığı şeylere sanat demekten hoşnut olduğunu görür… Bir şekilde genlere işlenmiştir estetik. 


-3-

Sıcak bir haziran günü okulun kapısından girer; beton yoldan yüzüne yansıyan nemli hava sevimsiz haberlere hazırlıyor gibidir.  Merdivenleri terini silerek çıkar, dekanın sekreteriyle göz göze gelir. Bir iki dakika sonra içerdedir. Dekanın yüzünde eskiden alışık olduğu dostluk ışıkları sönmüş, zamanın ruhuna uygun profesyonelce denilen mesafeli duruşun izleri peydahlanmıştır. Zorlama hoşbeşi hızla geçerler, dekan önündeki evrakları ille de şimdi düzenlenmesi gerekiyormuş gibi çekiştirir.
“Kenan Bey biliyorsunuz, biz aslında sizden mutluyduk, ancak takdir edersiniz ki belli prensiplerimiz var… Derslerde genel geçer iş yönetim uygulamalarının dışında konuları işlediğinizden… Gelecek dönem maalesef sizinle çalışamayacağımızı….”
Söylenenlerin arkasında başka şeyler olduğunu bilir, ama bunun için mücadele edecek değildir. Telefon eder Leman’a, durumu öğrenir: aynı kadroyu başka birine tahsis etmek niyetindelermiş… Leman’la akşam konuşuruz diye sözleşirler.
Minibüsle döner Dağ’a. Öğretim görevlisi olmayı düşünmediğine göre, başka türlü başının çaresine bakabilmelidir. Gülmek gelir içinden…
Akşam geç vakit buluşurlar Leman’ın otelinde.
“Merhaba, demek kapıya koydular seni?”diye dalgasını geçer Leman.
       “Hem de nasıl, ama alışmam gerekiyor…”
 “Neye, kovulmaya mı?”
“Yok, bedel ödemeye, yapmak istediğimin karşılığını…”
Leman, uzaktan işaretle garsonu çağırır. “Ne dersin bir şeyler içer miyiz? Ben rakı istiyorum.”
“Rakı?”
“Evet bana o gider bugün, anlatırım…”
“İyi, bana da rakı…” der Kenan.
İçkileri beklerken anlatır Leman. Nişanlısından ayrılmıştır, bir hafta önce,  geri dönüşü yoktur…
“Gerçekten beklemiyordum, üzüldüm.” Güleceği tutar, söylediklerini yalanlayan muzip bir tebessümle yakalanır.
“Niye güldüğünü tahmin edeyim mi?” diye bilgiççe sorar Leman.
“Bırak falcılığı.”
Leman, rakı kadehini karşıya doğru uzatarak kaldırır.
“Ne sen doğru dürüst bir koca bulabilirsin, ne de ben para, diye güldün değil mi?”
 Kontrolsüz bir kahkaha patlar masalarından, tüm diğer müşteriler onlara döner. Leman “kusura bakmayın!” diye özür diler.
Sonra Kenan’a döner,“Yanlış mı?”
“Ona benzer bir şey…”
Bir saate yakın sohbet ederler, Kenan’a iyi gelir sohbet. İçten teşekkür eder Leman’a.


-4-

Temmuz ayının ikinci haftasında sakin bir kuşluk vakti postacı, üzerinde yayınevinin logosu bulunan bir zarf getirir. İnce bir sızı düşer içine. İletişimde ana yol sanal ortamdır, e-posta veya cep telefonuna kısa mesaj… Zarftan çıkan, tepesinde yayınevinin adı çivit mavi yatık harflerle yazılı kâğıtta aykırı şeyler olmalıdır. “Yayın politikalarımızdaki değişiklik nedeniyle bundan sonra, bizden çıkan kitabınızın yeni baskıları da dahil, sizle çalışamayacağımızı…”
Biraz araştırınca, editörünün değişmesi bir yana, yayınevinin farklı siyasal görüşlü bir guruba satılmış olduğunu öğrenir… Dağ’daki beşinci yılına pek şanslı girmemiştir.  Hepsinin arka planında gönlünü okşayan, ‘yazabilecek’ kıvama geldiğini görmesidir. Artık okul bitirmiş genel maksatlı biri değildir, tek başına kalsa bile kullanabildiği bir becerisi vardır, kanatlarına binip dünyayı selamlayacağı, hayatının bir parçası olan, spor gibi, dağ gibi, orman gibi… Kendine yetiyordur… Bir de dış dünya ile ilişki kurmayı becerebilirse... Belki en zoru budur, ama neden bilinmez, kendiliğinden oluverecekmiş gibi geliyordur Kenan’a. Yapması gereken direnmek, yazmayı sürdürmektir…
Ancak ne işi ne de yayıncısı kalmıştır. Gelir durumu perişandır; bu gidişle zorunlu temel gereksinimlerini bile temin edemez duruma düşecektir aylar içinde.  İlk kez böylesi bir belirsizliğe karşı kürek çekiyordur. Sinir sistemi alışık değildir bilinmezin karanlığının bu denli koyu olanına. Bu mudur, kendini aramak yerine, insanı ruhunu gözü kapalı topluma teslim etmeye zorlayan? 
Bir şeyi anlamıştır. Her insanın tekliği ve benzersizliği onun yaşama nedenidir. Ancak böyle düşündüğünüzde toplumun en vahşi ‘genellemesi’ çevrenizi uğursuz kapkara bir duvar gibi sarıp sizi hapsedecektir: Faustvari bir şehvetle, şeytanla anlaşma yaparak hep daha görünür –başarılı- olmak zorunluluğu… Buradaki bilgelik yoksunluğu, diye düşünür Kenan, doğanın, sanatın, felsefenin -veya dinin- estetik imbiğinden süzülmemiş ham bilginin, el yordamıyla kırıp dökerek uygulanmasına yol açıyor... Bilimin estetikle bilenmemiş, kör –ancak parçalayarak kesebilen- bıçağı, kimseye aldırmadan doğayı, insanı ve tüm canlıları doğruyor… 
Flaubert’e “İnsanlık mükemmelleştikçe insanın değeri azalıyor” dedirten bu eksiklik olmalı diye geçirir içinden. “Her şey yalnızca ekonomik çıkarların karşılıklı dengelenmesine indirgendiğinde erdeme yer kalacak mı?”
Belki de bu nedenle aşk, hiç dağdan inmiyor…
Doğa, orman, sanat, felsefe -ve din-, bilim pazarlayan uzmanların zorbalığından kaçıyor…
Hiçbiri aşksız olamıyor, aşk ise bilim diye pazarlananlarla yatağa giremiyor, onlardaki –faydacı- sığlığa katlanamıyor!
Kenan elinde mektup ormana bakan pencerenin pervazına omzunu dayar. Karşısındaki ağaçlarda donmuş görünen bakışları aslında içine dönmüştür. Sünger avcılarının denizin tabanını taramasına benzer biçimde, kafasındaki düşünce koridorlarının diplerinde aranıyordur… Ansızın fark eder: İçimizdeki biricik insan tekini aramak, aslında toplum kurallarını aşmaya çabalayan -kendimize karşı- bir isyandır…
Bir yazarın,  zina için “toplum kurallarının üzerine yükselmenin toplum kurallarına uygun bir yolu...” dediğini okumuştu… Şimdi anlıyordur, insanın içine doğduğu toplumun kurallarının üstüne yükselmesinin, kurallara en uygun yolu aslında kendini keşfetmeye çalışmasıdır.
Bu bir hükümlülük hali, bitmeyen ebedi bir mahkûmiyettir.


-5-

Mektubu yırtar.
“Haydi bakalım Keltepe’ye çıkıyoruz…” Sanki Mars’la konuşur gibi söylemiştir. Nasıl da arka ayaklarının üstünde zıplar yükselirdi bu sözü duyunca… Gözyaşı oluklarının dolmasına meydan vermeden atar kendini dışarı. Öğle sıcağının öncüsü ılık bir esinti kayınların uç yapraklarıyla oynaşmaya başlamıştır. Hacer’den bu yana ilk kez Keltepe’ye çıkacaktır. Yolun güney batıya dönen son virajdan sonraki, Hacer’in boynuna benzettiği düzlüğe gelir. Kızarmış, mahcup yüzünü yere indirerek kendiyle konuşur gibi, “Daha güzel bir iltifat düşünemiyorum,” demiş, kalkıp yanağından öpmüştü. Belleğindeki bu kare parıltısını hiç kaybetmedi. Belki de bu hüznü uyandırmamak için gitmedi  Keltepe’ye şimdiye dek.
Arabayı park eder. Bagajdaki yedek kazağını omzuna alır. Özlemiştir güney batıya doğru giden üç farklı gelin alayı gibi sıralanmış sarıçamları, köknarları ve kayın ağaçlarını. Oturduğu yerden üst taraçaya göz ucuyla bakar.  Hacer’i görür gibi olur, başını çevirir. Yangın gözetlemecisi Yahya oradadır, anlar.
 “Zor! Değil mi abi? Ben ömrü hayatımda onun gibisini görmedim, güzelini…”
Sessizlik gelir.
Yahya, “Yoktun epeydir… O gün doğurmuştu bizimki, oğlan şimdi iki yaşını geçti… Öğrendiğinde beni zorla yollamıştı eve…”  diye ekler.
Kenan kalkar, yamaca bakan korkuluklu üst terasa çıkan toprak merdivenlere yönelir. Hacer’den sonra iyice sağlamlaştırılmıştır ağaçtan korkuluklar. Yahya ürkek gözlerle arkadan izliyordur. Güneş tepeye iyice yükselmiş, köknarların dibindeki gölgeler Kenan’ın ruhu gibi koyu derin karanlıklara dönüşmüştür. Dirseklerini dayar korkuluğun üst sırasına, bakışlarını ağaçların tepelerindeki ufukta özgür bırakır, ağaçlardan başka bir şey düşünmemeye çabalar. Ama Hacer, beyaz yüzünü çevreleyen açık kumral kısa saçları ve derin kahverengi gözleriyle ışıl ışıl ona bakıyordur. Neler yazıyorsun, dediğini duyar gibi olur. Özlem, içinde açık bir yara gibi kanıyordur.
Fazla dayanamaz.
Döndüğünde Yahya’nın korkmuş endişeli gözleriyle karşılaşır. Eliyle hoşça kal deyip arabaya yollanır. Yahya arkada rahatlamış yüzünü eliyle ovuşturuyordur.


-6-

Boynundaki kazağı arka koltuğa atar, geçer direksiyona. Ayakları gitmek istemez.  Camları açar, ötücü kuşların cıvıltıları serin kuzey esintisiyle birlikte dolar içeri. Arabanın gidebileceği en yavaş hızla,  bilgeliklerini kıskandığı ağaçların dallarını okşayarak gelen hafif esintinin serenadını ruhuna kaydetmeye çalışarak iniyordur yokuşu.
Beynini kemiren bir soruyu yeniden anımsar.
Hacer gibi ölümü göze alabilir miydi? Keltepe’den atlayacak cesareti var mıydı? İlkokul öncesi olmalı, din hocalarından birinden duymuştu, aklına küçük bir kuşku düştüğü anda, Allah’ın varlığına ilişkin, kâfir oluyordun… O zaman şu zehirli şüphe çengellenmişti kafasına: acaba yok muydu?  Sabahlara kadar özür dilediği olurdu Allah’tan…
Hacer gibi atabilir miydi kendini Keltepe’den aşağıya?  Yedi yaşında gecelerini bölen şüpheye benzetti bunu. Hayır, istese de yapamazdı… Çünkü hâlâ sahtedir, hâlâ taklittir… ‘Kapıyı vurup çıkma hakkını’ kullanabilmek ancak kendini tanıyıp gerçek özgürlüğe ulaştığın zaman mümkün. İçine doğduğun kültürün ezberlettiği ‘ne olman gerektiği’ şarlatanlıklarını aştığın zaman… 
İnsan bir kere kendini bulmaya görsün, ne pahasına olursa olsun bırakmak istemez, gerekirse elinin tersiyle hayatı bile iter…
Sahteyseniz korkulacak bir şey yoktur. Hayatın içine hiç giremediğiniz için, ‘kapıyı vurup çıkma’nız  söz konusu değildir… İçeri giremeyen dışarı çıkar mı?
Ovacık’ın sıcağı neden geldin der gibi çarpar yüzüne. Otellere giden yola sapar,  sonra fikir değiştirir döner Köy yoluna girer. Tuhaf bir sessizlik var. Yolun iki yanında uzanan, yazın ortasında bile diri koyu yeşil rengi solmadan koruyabilmiş çayırlar ıpıssız. Köyün girişindeki kahvede kimsecikler yok, kafasını tezgâha yaslanış bir çocuk uyuyor. Dükkânların çoğu kapalı, kimisinde de beklemekten sıkılmış çocuklar oturuyor.  Ahşap caminin kavşağına gelip durur, etrafa bir göz atar, ne olup bittiğini anlamaya çalışır. İnsanlar caminin dışına taşmıştır.

Arabayı park eder, camiye yürür. Küçücük avlu doludur,  öğle namazından çıkmış kalabalık cenaze namazı kılınmak üzeredir. İmamı bekliyorlar diye düşünür Kenan. İkili üçlü guruplardan mırıltılar yükseliyordur. Öbür dünyaya göçen biri için yapılan veda töreni bunca kayıtsızlıkla sıradan bir görüşme ve sohbet etme fırsatına dönüşmüştür. Buradaki saygı, incelik ve zarafet eksikliğini insanların görmemesini anlayamaz… Yolcu edilene, kendilerine, Allah’a, doğaya ve ölüme karşı saygı eksikliği…
On dakika olsun susup bir cenazenin başında bile tek başına kalamayan bu kendinden kaçışın bir açıklaması olmalı…
Çevrede gözüne tanıdık simalar ilişir, ama yalnız kalmak ister, bir kenara çekilip durur. Kalabalık, şekilsiz kıpırtılardan oluşan bir kümeye dönüşmüştür. Bir anda gözleri dolmuş, söz geçiremediği damlalar elmacık kemiklerini aşmayı başarıp yanaklarından aşağı süzülmüştür. Kimin öldüğünden haberi yoktur. İnsanlar görmesin diye yanaklarını temizleme isteği falan duymaz. Kimin ne diyeceği umurunda değildir. Rahat, huzurlu, içini temizleyen bir boşalmadır bu.
Kendi cenazesine gelmiş gibi hisseder. 
İnsanın arada bir kendi cenazesine gidebilmesinin iyi bir fikir olacağını düşünür. Doyasıya, kanasıya ağlar… Camiden çıkarken bazı konuşmalar çalınır kulağına.
“Habibe Hala’nın nesi ola? Öyle içten ağladı ki…”
Benzer bir sahneyi Amerikalı bir yazarın romanında okuduğunu anımsar. “Günü Yaşa”yan roman kahramanı, tanımadığı birinin cenaze törenine karışıp katıla katıla ağlıyordu…
Cenaze alayıyla mezarlığa kadar yürür. Hacer’in ve Hamza’nın mezarlarını ziyaret eder. Konuşur onlarla, anlatır olanları... Hamza’nın bu dünyaya bir türlü uyduramadığı zekâsının sindiği aydınlık temiz yüzünü görür gibi olur, Hacer’in kahverengi gözleriyle yan yana.
Mezarlıktan çıkar ve karşıdaki ağaçlık bölgeye tırmanır, Dut’la Mars’ı gömdükleri kayın ağacının dibine. Mars, her eve gelişinde yaptığı gibi ön ayaklarıyla bacaklarına zıplamıştır. İki damla gözyaşı tutunamaz gözünde. 
                                                                                                                        
SON
∘∘∘




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder