_16_
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir
gül oluyor dokununca
Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak yerinde
Kahve otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kağıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir
gül oluyor dokununca
Behçet NECATİGİL (ö. 1979)
Geç vakit gelir Kasaba’ya. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru geleneksel
Selçuklu kervansarayı modeline uygun olarak yapılmış ve birkaç yıl önce restore
edilmiş belediye misafirhanesinde geçirir geceyi. Beş yüz yılı aşkın geçmişi
olan bu Osmanlı-Selçuklu mekânı Kenan’ı eski yaşanmışlıkları hayal etmeye
zorlar. Kafasını yastığa koyduğunda eskiyi düşünmeden edemez. Seyahatin
yorgunluğunu alır, görüştüğü kişilerin ruhunda açtığı endişe veren yaraların
ateşini söndürür bunca uzak geçmişe dönmesi… Gündelik dertlerini önemsizleştirir.
Kim bilir ne gördü bu duvarlar diye düşünür, benimki ne ki! Tarihin küfü diye
çoğunun çiziktirdiği eski hayatlar bir bakıma takatini biler, yeniler ruhunu;
kendini ve sıkıntılarını fazla önemsediğini suratına vurur.
Sabah kalkan ilk minibüsle çıkar Dağ’a. Kunduz’un yeşil iklimi içinde biriktiğini
hissettiği duygusal atıkları temizlemeye hazırdır. Doğanın en kutsal imbiğidir
ormanlar…
Dağ Otel’in önünde iner, Köy’e yürür. Hoş geldin abi diyenlerle
selamlaşarak yürümek eve dönüş hissi verir Kenan’a. Eve yaklaştıkça Mars’ı ne denli özlediğini
anlar. Bekleyen bir ailesi olmadığı halde, bir köpeğin eve dönüşü nasıl
böylesine anlamlı kılabildiğini anlamaya çalışır. Emine Hanım’ın kapısını
çalar, Mars’ın çılgın gibi havladığını duyar dışardan. Kapı sığabileceği kadar
aralandığı anda aralıktan süzülerek atlar üstüne.
“Mars’la dolaşalım biraz, sen ne zaman istersen yemek yaparsın.”
“Olur, aklımda yapacaklarım… Hazırlandım geleceğini duyunca…”
Kenan evin kapısını açarken iliştirilmiş notu görür. Bir önceki gün
yazılmıştır: “Geldim oteldeyim. Sen de hoş geldin. Hacer.”
-2-
Eve dönmek güzeldir; böyle hissetmek Kenan’ı çok rahatlatır. Dağ’da attığı her adımın duygusal dünyasında
acımasızca sınandığının farkındadır. Mesele nasıl hissettiği ile ilişkilidir. “Dünyanın
Merkezine Yolculuk”a çıkmış ateşli bir yolcu gibi mi? Yoksa, tekinsiz
düşüncelerin anaforunda dönüp duran bir kazazede gibi mi? Bunlardan ilkine
yakın olduğunu duyumsadığında kaderindeki bulutların dağıldığını görüyordur. Sonuna kadar dayanmalı, her şeyi denemeli,
tüm kapılarını zorlamalı ve toplumun tepkisini yumuşatmaya çalışmalıdır.
Gitgide maddi imkânları daralıyordur. Harcamalarını biraz daha kısarsa, ikinci
sonbaharını karşılamaya hazırlandığı Kunduz yaşantısını, iki yıl daha uzatmak
mümkün olacaktır. Sonrası? İşte duygusal test burada yatıyordur. Her şey
olabilir. Kendini son anda yakaladığı bir ağaç dalına tutunmuş, altındaki
uçuruma dehşetle bakarken bulabilir. Duygusal takatinin, uçuruma hızla yaklaşan
bir arabanın içinde sağlıklı düşünmesine yetip yetmeyeceği, kaderinde belirleyici
olacaktır.
Mars’ın huysuzlanmasıyla fazla beklemeden yola koyulurlar. Hacer’le otelin
önünde buluşurlar; kahverengi gözleri ışıltılıdır. Merdivenlerden iner inmez
Kenan’dan önce Mars’a döner.
“Beni özlemişe benzemiyorsun!” Eğilir, kafasını iki elinin arasına alıp
sıkıştırır, kurtulmaya çalışır Mars.
Kenan ondaki hava değişikliğini sezer.
“Sende ne var?”
Hacer Mars’ı bırakıp doğrulur. “Doğru beni hiç neşeli, umutlu görmedin…”
Öpüşürler.
“Ne yaptın Büyükşehir’de?” diye sorar Hacer.
“Uzun… Konuşuruz.”
“Bir akşam yemeği ben hazırlayayım, konuşalım… Belki bir kadeh içki bile
içebilirim…”
Kulaklarına inanamaz Kenan, içkiden yıllardır fellik fellik kaçan Hacer.
Gülerek, “Olur, ama bu akşam değil. Hem Emine Hanım yemek yapacak bugün,
ben de yeni geldim, kendime gelmem gerek, ” der.
Küçük adımlarla yürüyüş yoluna çıkmışlardır. Hacer’de hayat buram buram
tüter… Liseli kızlar gibi futbol topuna vuruyormuş gibi yapmalar, eğilip bir
tutam çayır koparmalar, burnuna tutup uzun koklamalar sonra Kenan’ın başının
üstüne konfeti gibi savurmalar, Mars’la yarışmaya kalkmalar, yolun kenarındaki
çimenliği bol ceplerde alt alta üst üste yuvarlanmalar… Kenan tedirgin
bakışlarla izler, deneyimleriyle bilir, aşırı coşkulu zamanların ardından derin
çöküntülere düştüğünü Hacer’in.
Koluna girer Kenan’ın.
“Sana söylemiştim, Suna’yla ilgili?”
“Ne istiyorlar?”
“Ben kızıma bakamazdım, sağlığım da yaşam biçimim de uygun değildi, aklıma
estikçe Dağ’a çıkıyordum… Bunları söylüyorlardı…”
Pek de haksız değiller der gibi güler Kenan.
“Kabul ettim. Şaşırıp kaldılar; ne var bunun altında diye düşünüyorlardır… Didişmek
herkesi yoruyor… Yazdıklarım da benim çocuklarım nasıl olsa…”
Bir süre ormandan gelen esintiyi içlerine çekerek Ovacık çayı boyunca
yürürler. Bir ara Hacer’le Mars dere boyunca uzaklaşır. Hacer cebinden onunla
oynamak için getirdiği tenis topunu suya atıyor, Mars ok gibi fırlayıp dalıyor
sığ suya kapıp getiriyordur. Kenan yandaki küçük çam ağacının altına oturur,
bekler onları. Ovacık’ın küçük kuşlarından –serçe olmalı- konik gagalı,
sırtları dalgalı kahverengi göğüsleri kül rengi bir gurup daldan yere, sonra
geri ağaca, inip çıkarak şakıyıp dururlar. Ne zaman serçe sesi duysa içi
kararır Kenan’ın. İlkokul dönüşü sapanla avladığı yaralı kuşların –canlı canlı-
kafalarını kopararak kemerine astığı günleri anımsar. Yedi sekiz yaşlarında, doğanın en güzel ve en masum canlılarını
matador caniliğiyle sapanla yere indirip kafaları çekerek narin gövdelerinden
ayırmak… Nasıl bir masum (!) vahşettir?..
Kalkıp gitmek ister, yorgundur. Özür diler kuşlardan, ağaçlardan,
Tanrı’dan… Bu kaçıncı özürdür… Şefkatle dokunur toprağa, okşar özenle incitmemeye
çalışarak. Nasıl olmuş da öyle bir çocuktan bugünkü Kenan’a dönüşmüştür? Çamın
gövdesine dokunur ben de sizlerden biriyim, yanınıza geldim diye…
“Çamlarla mı dilleşiyorsun?” Hacer hemen arkasındadır.
Kenan serçelerle kanlı macerasından söz eder. Hacer’in bakışları kuşların
üstünde donmuş, yüzünde kâbustan kıvranan ama bir türlü uyanamayanların ıstırap
çizgileri peydahlanmıştır.
“Sen nasıl bir adammışsın?..”
Koşarak uzaklaşır.
Mars bir süre izler Hacer’i, ancak fazla uzaklaşınca durur geri döner çamın
altına. Kenan şaşırmamıştır.
“Ben bile zor dayanıyorum…”
-3-
Birkaç gün gözükmez Hacer, bir akşam arar, sesinin tonlaması normaldir.
“Özür dilerim?”
Rahatlar Kenan. “Hacer, biz dostuz unuttun mu? Ayrıca ben de aynı şeyi
yapardım… Gelsene akşam.”
“Olur, yemekten sonra bir şeyler alıp uğrarım; iyi ki varsın…”
“Sen de.”
Kenan işin sorunsuz atlatılmasına sevinir. Ovacık’ta sıkça görüştüğü tek
kişi Hacer’dir. Arada bir İsmet’e uğrar Dağ Otel’e, bir kadeh bir şey içmeye, havadan
sudan muhabbete. Leman nişanlandıktan sonra pek uğramaz olmuştur. Geldiğinde
rastlaşırlarsa oturup iki söz ettikleri olur.
İlk romanını yayınevlerine yollamaya hazırlanıyordur. Basılıp basılmayacağını
önemsemez. Öncelikle kendisinin
beğeneceği bir şey olmalıdır. Yazdıklarını ölçmekte kullandığı birincil ölçüt budur
şimdilik, gerisini sonra düşünecektir…
Elinde bir paketle gelir Hacer, akşam epey geç vakit. “Özel kurabiye
yaptırdım, Emine Hanım’a; izledim ustasından öğrenen çıraklar misali…”
Paketi alırken, elini sıkar Kenan. Öpüşürler.
“Aşçılığa soyunuyorsun?”
“Yakışmıyor muyum?”
“Yok canım, olur mu.”
Çay demlerler. Kenan kurabiyelerin bir kısmını genişçe bir tabağa
yerleştirirler. Kokuyu alan Mars damlamıştır mutfağa. Hacer çıkışır.
“Hayır Mars, sana göre değil…” Kenan’a döner. “Rafine olmamış buğday unu, mısır
unu, ceviz, sıvı yağ, tereyağı… Yedin mi hiç?”
Kahverengi-bej, bazıları hafif yarılmış, cevizin verdiği dalgalı tonun
vakarıyla havasından geçilmeyen gerinerek yayılmış kurabiyeler küçük masaya
taşınır. Çay demlenirken birini ısırır Kenan. “Müthiş, gerçekten!”
Yemek masasının dibindeki yatağa oturur Hacer; eğilir ayağının dibine
alelacele gelip yatmış olan Mars’ın başını okşar. Mars gördüğü sevgiye Hacer’in
elini yalayarak yanıt verir. Kenan
mutfağa dönük sandalyede geriye kaykılmış onların sıcak gösterisini izliyordur.
“Düşünüyorum da, benim böyle duygularım pek olmadı…” Mars’la oyununu
sürdürürken konuşur Hacer, sesinde dipten, mağaranın derinliklerinden
yankılanarak gelen hüzün ve umut karışımı, kucaklayan bir ton vardır. Kenan’ı
aklında ne varsa savuşturup onu dinlemeye zorlayan mistik bir ton… Gözleri
Hacer’in kuğuyu andıran uzun boynuna takılmıştır. Başı yere eğildiğinden açılan
hafif pembemsi kayısı renkli ensesinin çekimi içini titretmeye yeter. Hiç
kaldırmasın başını, hep sürsün bu gösteri ister.
“Emine Hanım’la konuştum, o da olmasa bir şey yapacağım yok. Bir de akşam
yemeği hazırlayacağız, menüyü seçtim, bilmek ister misin?”
Kenan onun boynuna takılıp kaldığından bir önceki cümlesinden ileri
gidememiştir. “Nasıl duygular yani?”
“Duygu değil, yemek; akşam yemeği vereceğiz Emine Hanım’la. Menüyü seçtik
dedim ya, duymadın mı?”
Kenan kendine gelmiştir, “Yap tabii, ne yiyeceğiz bakalım?”
“Bulgur pilavı, etli patlıcan şerefiye, salata, hafif bir de tatlı… Bu
yemeğe bura halkının koyduğu kuzu eti beni üzüyor aslında, bebek onlar bebek
biraz daha yaşamayı hak etmiyorlar mı?”
“Yemeği iple çekmeye başladım bile… Bak unuttuk çayı!” Mutfağa koşar.
Hacer atılır. “Sen bırak!” Sandalyelerin
arasından yol açar kendine. “Çay servisi benim işim…”
Kenan bardakları ve tabakları çıkarır tezgâha koyar, döner yerine oturur. Yüzündeki şaşkınlık iyimserlikle sarmalanmış hayranlığa
dönüşmüştür. Daha iyi bir dünya canlanır gözünde…
Canlı, berrak, duru kırmızı çayları getirir tepside Hacer. Masaya
otururlar. Kenan’ın mutluluğu gözlerinden okunur. Eğilir, hafifçe Hacer’in
yanağına dokundurur dudaklarını. Bir ara göz göze gelirler, ilk kez kahverengi
gözlerine bu denli yakındır. Hacer aralarındaki üç parmaklık uzaklığa tatlı bir
uykuya dalar gibi bırakır kendini, gözleri kapanmış, Kenan’ın dudaklarını
bulmuştur. Hareketsiz dudakları kısa bir süre birleşik kalır. Minik bir öpücük
alır, yavaşça çekilir Hacer. Zamanın durduğu, konuşmanın hiç yakışmadığı,
sessiz anlardan geçerler…
Hacer, “Ben artık kalkayım, öylesine yazmak istiyorum ki, belki sabaha
kadar… Yarın alış veriş yapıp Emine Hanım’la sana geliyoruz; istersen başka
yerde çalış, otellerden birinde falan…” diye hareketlenir.
Gülerek yumuşak baş hareketiyle olur
der Kenan; mutlulukla yaparım…
-4-
Ertesi günün Ağustos güneşi sanki Ovacık’a ilk kez doğuyordur. Hacer,
böylesine şavklısını, kara ormanların tepesinden kafasını böylesine çalımlı
çıkaranını, altın ışıklarını böylesine
afralı tafralı yayanını görmemiştir. Birden aynaya bakmak ister. Nedendir
anlayamaz... Aynada gördüğüne inanamaz aynı çalım, afra tafra, kurum…
İçinde kabaran coşkuyu saklamaya çalışarak, otelin gösterişsiz lobisine
iner. En alçak gönüllü haliyle,
“Nasılsın bakalım bu sabah?” diye selam verir resepsiyonda çalışan gence.
Oğlan anlamaz, alışık olmadığı bu samimiyet karşısında ne karşılık
vereceğini bilemez.
“Sağol abla, Allah razı olsun…” der
demez pişman olur. Allah kahretsin! Kaç kez anlatmıştır Leman Abla müşterilerle
böyle konuşulmayacağını…
Atlar arabasına Emine Hanım’a… Alışverişe giderler. Emine Hanım için
Hacer’deki değişiklik otelin çalışanına olduğu gibi sürpriz değildir. Akşamki
yemek belli ki söz kesme yemeğidir. Sevinmiştir buna; olması gereken, Allah’ın
yakıştırdığı budur… Hacer hakkındaki düşünceleri Hamza’nın ölümünden sonra
tümüyle değişmiştir. Kenan Bey’i ve Hamza’yı uzak durun diye hep uyardığı Hacer
şimdi en iyi dostudur. Tüm alışverişleri birlikte yaparlar ancak kasap’a girmez
Hacer. Kuzu etlerinin parçalanmasını görmek istemez, akşam bunu nasıl yiyeceğini
de bilemez; tüm ısrarına karşın, kuzu
etsiz bu yemeğin lezzetli olmayacağına ikna etmiştir onu Emine Hanım.
Kenan evde yoktur; belli ki otellerden birine kaçtı diye düşünür Hacer. Güler,
iç geçirir, yanında olmak ister. Sonra kızar: Budalalığı bırak, şimdi patlıcan
şerefiyesi yapmayı öğreneceksin… Geç vakte kadar uğraşırlar. Böyle keyifli
yemek pişirme, böyle eğlenceli mutfak işi yaşamamıştır. Yorgunluktan bitkindir
tatlı bir uyuşukluk içinde yatağa çöker. “Emine Hanım otur biraz dinlenelim. Geçen
günkü kurabiyeler var orada, otur nefes alalım.”
Tam masaya yönelecek olur, kapıda bir ses duyarlar. Oflaya poflaya gider
açar Emine Hanım.
“İşin bittiğini nasıl da anladınız?”
Mars dalar içeri. Emine Hanım zorla
zapt edip ayaklarını yıkar içeri girmeden.
“Tam bir şeyler atıştıralım… Biraz dinlenelim dedik…” der Hacer.
“Şansımız yerindedir, değil mi Mars?” Kenan şefkatle yanına oturur Hacer’in.
Mars yine Hacer’in yanına çöküp kafasını uzatır, kaşımasını istiyordur.
Kenan seslenir. “Emine Hanım kurabiyelerin harika!”
“Afiyet olsun, cevizin büyüsüdür o, benim yaptığım bir şey değil…”
Hacer bu ortamda bulunmaktan hoşnut… “Cevizi tatlıda kullanmak tam bir
sanat burada…” der.
Mutfaktan gelen şerefiyenin baygın kokusu cevizin ve mısır ununun ağızda
bıraktığı doyumsuz tatlara karışıyordur.
Kapı vurulur. Emine Hanım’ın sabrı taşmıştır: “Bugün bayram mı var Hacer
Hanım?”
Osman ve annesi ellerinde bir paketle kapıdadır. “Kusura bakmayın, biz Emine Hanım’a uğradık
bulamayınca buraya geldik. Allah razı olsun hepinizden demeye gelmiştik…”
Elindeki paketi uzatır. “Bu da bizim oralarda yapılan küçük bir şey…”
Hacer gülerek uzanır. “Ne getirdiniz bakalım Osman?”
Osman daracık salonda kendine bir yer açıp bekler. “Bizim köyde yaptığımız
kesme kadayıf…”
Hacer keyiften uçuyorudur, “Harika! Tatlımız eksikti akşama, şans diye buna
derim...”
Gelenleri daracık salonda yer açıp oturturlar. Ortama ısınınca Osman
açılır. “Hacer abla geçenlerde verdiğin sözü unutma!”
“Neymiş bakalım sözümüz?”
“Demiştin ya… Keltepe’ye çıkarken beni de götürecektin.”
“Ha, öyle mi dedim? Olur canım, istediğin Keltepe olsun…”
Annesi mahzun bir tona bürünen boğuk sesiyle konuyu değiştirir. “Hamza’nın
mezarını da ziyaret edeceğiz. Biz artık kalkalım.”
Kalkarlar. Hacer tekrar teşekkür eder, zahmet etmişlerdir. Osman’a döner,
“Çıkacağız birlikte Keltepe’ye…”
Akşam karanlığı çöktüğünde cevap veremediği ne kadar soru varsa
üşüşmüştür kafasına Hacer’in. Ön
sıralarda yer kapabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardır. Ne sinsice planlar,
katakulliler, düzenler… Yağma yok, der Hacer, bu akşam yağma yok, sizlere geçit
vermeyeceğim…
Yemekten önce müzik koyar Kenan, ikisinin de sevdiği tarzda şeyler. Yemekte
ne içeceğini sorar Hacer, Kenan’a.
“Bir kadeh rakı, belki…” der Kenan.
“Ben içebilir miyim acaba, öyle canım çekiyor ki!” Hacer çok istediği halde
destek bekler.
Kenan, Hacer’i teşvik etmek için:“Şarap dersen sana katılırım...”
“Küçük bir kadeh içsem?”
“Zehir değil ki, yapmaz bir şey canım…”
Kenan yemeğinden ilk lokmayı ağzına atar. Patlıcan muhteşemdir… “İşte ben
buna medeniyet derim… Hayatı yaşanmaya
değer yapan şeylerin adıdır medeniyet.” İran’da aç kaldığı iş seyahatini
anlatır, dönüşte nasıl kebapçıya koştuğunu. O zaman da ‘medeniyetle buluşma’
demişti kebaba kavuşmasına…
Şarapları koyar Kenan, yeni başlangıçlara, daha iyi bir dünyaya diye kadeh
kaldırır. Hacer’inki içmek değil şarabı damağına koklatmaktır. İlk kez
tanıştığı, zamanı eriten, hoş duygulara karışmıştır.
“Benimle yaşama riskini alabilir misin Kenan?”
Kenan düşünmeden karşılık vermek zorunda olduğunu hisseder, ama yapamaz… Ne
demelidir? Hemen atılmalı mıdır evet diye? Hesaplı kitaplı davranıp akıllı
olmak denen faydacılığa mı sapmalıdır? Yoksa, duyguları ne derse o mudur gerçek?
Kısa bir aradan sonra yanıtlar. “Kunduza gelmeden kalabalıklar içinde
yapayalnızdım; şimdi tek başına yalnız hissetmediğim bir işim olsun istiyorum. Sen
buna neden engel olasın ki?”
Hacer susar; memnuniyetini saklama çabalarına karşın, duyguları solgun bir
ay ışığı gibi yüzüne vurmuştur.
“Şaşırdığım bir şey okumuştum. Köleler köleliği kaldırmak yerine köle
sahibi olmak istermiş… Ben de köleydim biliyor musun, seks kölesi. Hem
anne-babamın evinde, hem evlendikten sonra… İzzet iyi bir insandı ama
cinsellikten alacağı tatlar için beni kullanmıştı. Eski bir köle olan ben,
düşünemiyorum bunu… Derdim köle sahibi olmak değil, köleliğimi unutabilmek…”
Kenan konuyu değiştirmek ister. “Hikâyen yayınlandı, sonrasını hiç
anlatmadın… Hoş şeylerden ayrılmayalım derim bu akşam…”
Hacer duyarsız bakar, değişik bir konuya geçmekte zorlanmış gibidir, ama
sonunda yüzüne normal ifadesi geri döner. “Bir yayın evi aradı diğer hikâyelerimi
istedi, belki bir kitap yapabilirlermiş.”
Kenan’ın gözleri ışıldar. “Ne güzel bir haber, keşke bana da biri böyle
şeyler söylese. Neden şimdiye dek söz etmedin?”
“Aklımdaydı, sana sürpriz yapmak istemiştim aslında… Bu akşam başka
konulara daldım atlamışım, ” der Hacer.
Kenan şarabını bitirir, gider Osman’ın annesinin getirdiği tatlının
kutusunu açar.
“İşte,” der “o demin anlatmaya çalıştığım medeniyetin son harikalarından
biri daha…”
Hacer’in gözleri kapanıyordur. “Öyle yorgunum ve de bir uyku çöktü ki…”
“Kıvrıl istiyorsan şuraya…” Divanı işaret eder
Kenan. “Üstünde yorgan da hazır.”
Hacer’in istediği gözlerinden okunur. “Olur mu? Yani tuhaf falan olmaz mı?”
“Sen istediğine bak.”
Sofrayı hızla toplarlar. Hacer kalkar çabucak yüzünü yıkayıp Kenan’ı
bekler, çıksın yukarı da yatayım diye. Çıkarken iyi geceler der Kenan, yavaşça
eğilip dudaklarından öperken mırıldanır, “Çok güzelsin.”
Hacer batan gemiden tek başına çıktığı adada küçük mutluluğa uçacağı prensini
bulmuş yeni yetme bir genç kız gibi mutludur. “Beni istiyor musun?” diye
mırıldanır, duyulmasından utandığı için kendisinin bile zor işittiği bir tonda.
Başıyla evet der Kenan.
“Ama olmuyor!..” Hacer’in gözleri kapanmak üzeredir.
“Bırak bunları, zaman…” Gerisini
getiremez Kenan. Merdivenleri yavaşça tırmanır, kapısını kapatırken Hacer’in
uyumlu uzun bacaklarını göğsüne çekip yorganın altına süzüldüğünü ve elbisesini
çıkarmaya başladığını görür.
-5-
Büyülü dağın tepesinden ormanın orta yerindeki çimen denizine paraşütle
iniş yaparmışçasına uyanır. İnmiştir ama sanki hâlâ bulutların arasındadır;
uyanmıştır ancak uykunun en derin yerindedir. Yukarıyı dinler, Kenan ve Mars’da
hareket yoktur. Yorganı kenara sıyırır, uzayda yürüyenlerin yer çekiminden
kurtulmuş rahatlığıyla, kendini dışarı ışınlıyormuş gibi yataktan çıkar,
sandalyenin arkalığına asılı, yıllardır ilk kez birine güzel görünmek için
özenerek seçtiği elbisesini üstüne geçirir çabucak. Masanın üstündeki çantasını
yavaşça koltuğunun altına sokar, yürüyerek değil de sanki havada yüzüyormuş
gibi dış kapıyı bulur. Dışardadır. Çimlerin boynuna çöküp zamansız ıslatmış
erken sonbahar habercisi çiy şaşırtmıştır.
Pabuçlarının ucunda kayarcasına arabasına yanaşır, sessizce içeri
süzülür. Evin önünden dönüp kavşağa
gelir, sola döndüğü sırada ilerde Osman’ı görür, köpeklere yemek veriyordur.
Yanına yanaşır.
“Günaydın.”
Osman koşarak gelir, açık camdan sokar başını içeri.
“Abla, beni de götürsene Ovacık’a?”
“Annenin haberi var mı?”
“Onlar uyuyor… Yazarım bir kağıda…”
Bir an tereddüt eder Hacer, ama
sonra olur der. Osman kaybolur ve koşarak gelip atar kendini ön koltuğa.
Otomobile binmiş köy çocuğundan daha mutlu insan bulmak kolay değildir.
Osman’daki coşkuya imrenir Hacer.
Arkasını köpüğe boğarak suyu yarıp yol alan sürat tekneleri gibi hisseder
Hacer. Zamanı delip geleceğe atılıyordur… Bedeni değildir hız yapan, bir türlü
dinginleştiremediği her daim altüst olan ruhu…
“Hacer abla sen nerelisin?”
Şaşırmış Hacer başını çevirir.
“Neden?”
“Bizim köyde hiç yok, senin gibi...”
“Nasıl ?”
Sesi kesilir Osman’ın, birden beyaz yüzüne kan akın eder.
“Söyle hadi! Niçin?”
“Kızmazsın değil mi?”
“Kızmam, söz!”
İki eline kısa bir süre havaya kaldırır, “Bizim köyde senin gibi güzeli
yok,” der Osman. Gidecekmiş onun gibi güzellerin olduğu yere, orada
evlenecekmiş…
Sabah mahmuru Hacer, kahkaha atmak ister, uyku sersemi henüz dünyaya
dönmemiş yüzünü kımıldatmak kolay olmaz. Bir gülümseme yayılır yüzüne, süzgün
ve dalgın bakan gözlerine ışıltı gelir…
“Sen ne tuhaf çocuksun. Sabahın bu
saatinde… İyi ki rastladım sana, Keltepe’ye çıkıyorum gelir misin? Şimdi.”
“Tabii, gelirim…”
“Gün gelecek ne güzeller göreceksin, merak etme…” Çeker arabayı otelin
önüne. “Bekle burada beni, geliyorum!”
Kabuldeki çocuk yerindedir. Dünkü sıcak diyalogun etkisini hâlâ
atamamıştır.
“Abla erkencisin, bir emrin var mı?”
Hacer merdivenin ortasında durur. “Sağ ol, bana birkaç poğaça sarar mısın,
sıcak…”
“Ne demek, tabii ki!”
Odasına girdiğinde ruhundaki coşkuyu birden kaybeder. Kitapları,
bilgisayarı, ormana bakan geniş pencerelerin soluk yeşil perdeleri, yerdeki
fabrika halısının eprimiş saçakları, gardırobun yerine oturmayan kapakları ona
köhnemiş gönlünün perişan halini anımsatır. Odasının kendinden bu denli uzak
olmasına akıl erdiremez. Perdeleri ardına kadar açar, orman içeri dolsun,
gönlünü rahatlatsın ister. Oturup yazmak için önlenemez vahşi bir arzu duyar
iliklerinde. İsteyerek seks yapmak herhalde böyle bir şey diye geçirir içinden.
Ama nasıl yazacaktır, Osman aşağıda…
Elbiselerini atar üstünden, bir süre yalnız külotla dolaşır odanın içinde.
Ne düşündüğünü unutmuştur. Yazsın mı? Yangın kulesine çıkacak mıdır? Osman
aşağıda, ne diyecek çocuğa, ne giyinmelidir? Ne yapacaksa ona göre giyinecek.
Ne yapacağını bilmiyor ki! Gider yüzünü yıkar. Eşofmanlarını üstüne geçirir,
rüzgarlığını ve beresini giyer. Süveterini
çantasına sıkıştırır. Ne olur ne olmaz, Keltepe’ye akıl mı erer? Yazmayı
unuttuğunun ayırdında bile değildir. Güneş gözlüklerini takar, tam kapıdan
çıkacak, bir şey eksiktir… Döner
masasında açık duran şiir kitabını -Behçet Necatigil- ve yanındaki defterini
kapar, dışarı atar kendini.
Kabuldeki gencin Hacer’le diyaloğundan aldığı keyfin de, onurun da sınırı
yoktur.
“Nerede diyelim abla?”
“Poğaçalar? Tepeye, Keltepe’ye”
Hacer’in küçücük arabası Osman’ı kaptığı gibi düzülür yola. Asıl keyif
Osman’ındır. “Kızmadın değil mi abla?”
“Yok canım!”
“Bizim köyde çok kızarlar.”
“Niçin kızıyorlarmış bakalım, bu insanların kızması bir türlü bitmiyor
değil mi Osman?”
“Güzel… Günah gibi bir şeydir… abla…”
“Benim de senin gibi kızım var biliyor musun?”
“Ne kadar şanslı…”
Atılır Hacer. “Kim?” Kenan’ı düşünmeye başlamıştır.
Osman, “Kızın abla, senin kızın.” der, “adı neydi?” diye sorar, ama
cevabını beklemeden, merak ettiği bir şeyi birden anımsamış gibi başka konuya
geçer. “Kenan abi ile siz… Ne zaman evleniyorsunuz?”
Hacer sözden düşmüş, dün geceye takılmıştır. Keltepe görünür. Yahya uzaktan
arabayı görür.
-6-
Onlar yukarı çıkıncıya kadar Yahya kilimi serip minderleri yerleştirmiştir.
“Kenan abi yok mu? O kaçırmazdı Keltepe’yi…” Hacer’in yanına gelir,
getirdiklerini almaya. “Bir ara neredeyse her sabah buradaydı.”
Hacer başını sallayarak yok der, elindeki poğaçaları uzatır. Osman’a göz
kırpar.
“Bu Osman, benim yeğenim olur.”
Osman bayılır böyle demesine, onun için Hacer Abla’sının yeğeni olmaktan
öte ne vardır ki?
“Çay döküyorum…”
Gülerek onaylar Hacer.
Kahvaltılarını ederler Yahya’nın demli çaylarıyla. Ancak Yahya Bekçi’de bir
haller vardır, kıpır kıpır yerinde duramaz. Onları yalnız bırakmak istemiyordur,
bilir Hacer, ancak tedirginliğine bir türlü anlam veremez. Aslında o da
Yahya’nın işinden gücünden olmamasını tercih ediyordur, ama bilir ki bura halkı
bunu kabalık sayar, bir türlü bırakıp gidemez. Bir yandan da çekinir, git,
derse alınabilir, biliyordur. Bir süre kararsız kalır, sonunda sorar.
“Yahya, sende bir tuhaflık var?”
“Yok be abla, olur mu hiç size karşı, ne demekmiş, bizim hatun doğuruyor
da, ondan biraz şeyim…”
“Doğuruyor mu? Kim var yanında?”
“Kim olur ki, o becerir aslında, ama bir ihtiyacı olursa, yanında olursam…”
“Kalk git, yardım isterseniz… aman Allah’ım!”
Yardıma gitmeli midir? Ne yapabilir, dayanabilir mi? Bilemez. Osman on
metre kadar ilerdeki sarıçamların altında yığılmış yaprakları eşeleyip duruyor,
alttan çıkan böcekleri hayranlıkla, daha çok da korkuyla karışık saygıyla
inceliyordur.
Hacer yukarıya, üst taraçaya tırmanır, ağaç dallarından korkuluklarla
çevrilmiş, güney batıdaki uçuruma bakan üst terasa… Keltepe’nin en uç
noktasındadır. Osman’ın altında oynadığı sarıçamların tilki sarısı üst
gövdeleri sabah güneşinin altında masallardaki kutsal hazineler gibi
yanmaktadır. Korkulukların önünde, aşağıda, sabah güneşini yakalama açısına
göre hareleri sarıya çalan, rengi kızıl kahverengiden yeşil-maviye kadar
değişen, ipek bir halı gibi orman uzanmaktadır. Hemen geride, park yerinin
yanında gri-kahve düzgün gövdeleri yatay kısa damarlarla bezenmiş İngiliz
atları gibi havalı köknarlar dizilmiştir. Ayrı bir küme ise, hepsine
küçümseyerek bakan sedef kakmalı pürüzsüz gövdelerini şişinerek teşhir eden
kayın ağaçları… Koyu yeşil oval yapraklarında insanı ilk anda çarpan bir zarafet…
Hacer kollarını korkuluğa dayamış, çevresindeki büyülü dünyanın içinde
erimiş kaybolmuştur. Kavuşmaya yakın durduğunu hisseden dervişler gibidir.
Ağaçların içinde bir ağaç olmuştur. Bir de Osman, şu kalkık saçlı çocuk, bir de
Yahya, bir de Yahya’nın yeni doğan bebeği… Bebek sevecek mi acaba diye düşünür,
bu göklere uzanma yarışında bulutlarla aşık atan kayınları; eğer sevmezse bende
onu sevmem…
Eğilip korkuluğun altındaki açıklıktan uçurum tarafına geçer.
Kendini boşluğa bırakır…
∘∘∘
_17_
Mutluluğun üç ön koşulu var: aptallık, bencillik, sağlık.
Gustave FLAUBERT (ö. 1880)
Hacer’in
ölümünden sonra bir daha savcılıktan aramazlar Kenan’ı, daha sonra davaların
düştüğünü öğrenir. Şüphelinin ölümünden
sonra kuşkuların incelenmesine gerek kalmamıştır.
Hacer’in
cesedini ertesi gün Keltepe’nin eteklerinde buldu, Kasaba’dan gelen arama
ekibi. Annesi geldi yalnızca cenazesine, başka gelen olmadı ailesinden. Köy’e
gömülmesini istedi annesi.
“Dağ’da kalmak
isterdi...” dedi.
Köy halkı,
otel çalışanları ve Emine Hanım günah çıkarırcasına cenaze namazına ve defin
törenine katılmaya özen göstermişti. Bunların arasında Leman da vardı. Hakkında
söylediklerinden mahcup, özür diledi Kenan’dan.
“Çok şeyler söylendi…
söyledik… yalan yanlış… Ovacık’ın çılgın kızı, bir kere kadersiz gelince
dünyaya…” diye iç geçirdi.
Kenan
konuşmadı, iki sebepten… Leman’ın zekâsı, gözlerine dikilmiş suskunluğun acılı
anlamını çözecekti, daha derin bir etkiyi sözcüklerle sağlayamazdı. İkincisi,
konuşursa sesi çatlayacak belki de gözyaşları süzülecekti yanaklarından;
bunu istemiyordu.
Bir daha
Keltepe’ye çıkmadı.
Sonra
soğuklar başladı bahara kadar erteledi yangın gözetleme tepelerine çıkmayı.
Biliyordu, sonunda hayat olanları umursamadan bildiği gibi akmayı sürdürecekti.
-2-
Soğuk kuzey
rüzgârlarının kendini iyice hissettirdiği bir ekim akşamı Şükran arar. “Gelecek
hafta iki günlüğüne gelmek istiyorum, ne dersin?”
“Çok
sevinirim…”der Kenan. Hazır olunca seni ararım, demişti ayrılırken Şükran’a. Anlaşılan
onun bir şey yapacağı yok deyip geliyor... Sevinir Kenan, özellikle de Hacer’in
vedasından sonra Dağ’a çöken hüznü biraz olsun dağıtır diye düşünür.
Bir
cumartesi günü Şükran’ı karşılamaya gider Kasaba’ya. Otobüs garajında
buluşurlar. Yolda Mars’la birlikte arka koltuğa oturmak ister Şükran. Ovacık
yaylasını tepeden görünceye dek ne olduğunu, Kenan’ın buralarda ne aradığını
anlamamıştır. Yaylayı üstten gören doruğa varınca boşalır.
“Neden
burada olduğunu anlıyorum, birkaç ayda sıkılıp döneceğini düşünmüştüm…”
Şükran her
zamanki hoş, huzur veren güzel bacaklı kızdır. Doğrudan eve gelirler. Kenan’ın
küçücük iddiasız köy evini görünce şaşkınlığını gizleyemez. Bir süre sonra
alışır… Bu küçük evi Kenan’la paylaşıyormuş gibi hissetmeye başlar, sevmiştir.
Akşam Mars’ı
evde bırakıp yemeğe Dağ Otel’e giderler. Dağ’ın yöresel yemeklerinin yanında
birer duble rakı söylerler, camın ardından bile olsa ormana karşı manzara
yeterince etkilemiştir Şükran’ı. Aklına gelen her şeyi sorar, Kenan anlatır,
her çeşit ayrıntıyı didikliyordur. Saatler alır Dağ’ı anlatmak. Yorgun
düşerler. Kenan’ın standart bir gününü anlamaya çalışıyordur Şükran. Dinlediklerine
inanamıyor, ince ince sorularla “mutlaka başka bir şeyler olmalı” kuşkusunu
yatıştırmaya çalışıyordur.
Sonunda beni
burada düşünebiliyor musun, diye sorar, son kurşunu atıp sandalyesinde geriye
kaykılmıştır. Kolları göğsünde bağlı, artık konuş bakalım diyen bakışları
keskindir... Kenan düşüncelerini onu kırmadan nasıl anlatacağını epeydir
kuruyordur kafasında.
“Çok isterim
senin burada olmanı, yanımda… Ancak, bir iki nokta var oturtamıyorum bir türlü,
yap-bozu tamamlayamıyorum…”
Şükran
ellerini çözer dirseklerini masaya dayar.
“Neymiş
efendim?”
“Evimi
görüyorsun, zor sığıyorum, üstelik sürekli evdeyim ve çalışıyorum… Televizyonum
bile yok, almayı da düşünmüyorum, ses istemiyorum çünkü.” Susar. Şükran bir
şeyler söylesin diye bekliyormuş gibi yapar. Aslında zaman kazanmaya
çalışıyordur.
“Bu evi
ayakta tutmaya bile ne kadar süre dayanabilirim bilmiyorum. Sanıyorum en geç
bir yıl içinde çalışmak zorunda kalacağım. İstemediğim şey…” Şükran’ın
gözlerinden sözlerinin etkisini anlamak ister.
“Daha büyük
bir yere geçemeyeceğimize göre, burada nerede, nasıl kalacaksın? Kendi başımın
çaresine bakamıyorum… Görüyorsun…”
Şükran hüzünle
gülümser, şimdiki evinde iki kişi kalabileceklerini düşünüyor olmasına karşın
uzatmaz, onun için Dağ’ın kapalı olduğunu anlamıştır. Kenan’ın, hadi kalk gel,
göze alabilirsen, burada ne yapar eder bir çaresine bakarız, demesini bekliyordur.
Kenan’ın Kunduz Dağ’ına gidiş nedenlerini anlamaya çalışmadı. Onu olduğu gibi kabul ediyor, tartışmak
istemiyor… Beklentileri göz önüne alındığında mantıklı görülebilir bu yaklaşım;
ancak, kafasındakileri gerçekleştirememenin yok olmak demek olduğunu düşünen ve
her bedeli ödemeyi göze almış biriyle, onu biraz olsun anlamaya çalışmadan
nasıl yaşanır?
Kenan’ın onu
kırmadan anlatabilmeliyim dediği can alıcı noktadır bu. Şükran’ın tek başına
Dağ’a gelip kendine bir ev tutacak veya otelde kalacak birikimi var mıdır? Bilmiyoruz,
ama böyle bir gücü olsa bile, bunu yapmak aklına bile gelmez, gelse de yapmaz,
çünkü Kenan’ın onu yeterince istemediği görüşündedir.
“Burada yanımda
olmanı çok isterim…” sözü Şükran için retorik bir süslemeden fazlası değildir.
Lokantadan
çıkıp biraz yürürler, esinti sert, soğuk bir rüzgâra dönüşmüştür. Şükran
huzursuz olur. Eve gitmek ister.
Yorgundur erken yatar. Kenan Mars’ı alıp yukarı odasına çekilir. Gece
aşağı inip Şükranı rahatsız etmeyecek şekilde elinden gelen her tedbiri alır.
Yorgunlukla karışan hayal kırıklığı Şükranı bir vakit uyutmaz, ayaklanan
sinirleri germiştir onu. Sonunda yorgunluk ağır basar. Uykuya dalmak üzereyken
tuhaf bir rahatlama duyar, iyi ki Kenan olmaz demiştir; bu dağlarda ne yapardı,
nasıl vakit geçirirdi; yakınları, hele de yeğenleri, hiçbiri yanında olmadan…
İstediğini almak için didinirken bedelin gerçek yükünü omuzlarında hissetmiyor
insan…
Rahatça
uykuya dalar.
Sabah
uyandığında hayal kırıklığı galebe çalar. Kenan da hüzünlüdür. Dağ
yalnızlığında artık Şükran’ın uzaklardan bakan hayalinin avuntusu da
kalmamıştır.
Şükran’ı
Kasaba’ya bırakır. Havanın elektriği arka koltuktaki Mars’ı huzursuz etmiştir.
Fırtınadan önceki sessizlik değilse bile, uzun süre güneşin görünmeyeceği
kurşuni günlerin başladığını haber veren, buruk duyguların yoğunlaştığı bir
veda olur. Otobüsün ardından, tekerleklerine takılır gözü Kenan’ın, duyarsızca dönüyor olmaları içindeki boşluğu
derinleştirir. Dönüş yolunu yarıladığında biraz olsun kendine gelmiştir. Arka
koltuktaki Mars’ın arada bir ön ayaklarını omzuna atarak, ben varım, demesinin
iyileştirici etkisini köpeklerle dost olanlar bilir.
-3-
Hayat bazen
insanın üstüne üstüne gelir, sabrını sınarcasına… Sanırsınız Tanrı nerede pes
diyeceğinizi ille de göreceğim diye tutturmuştur. Bu kadar da olmaz diye
düşünürsünüz, her şey üst üste gelebilir mi? Haklı gibi gözükmenizin, yaşamın çarklarının dönüşünü kestirmeye
gelince kıymeti yoktur. Sabah kalkar, yaşam önünüze nasıl açılırsa öyle
yaşarsınız. İsyan etmek özgürlüğünüz
vardır elbette…
Kışın ilk
günleridir, şiddetli bir rüzgar kasıp kavurur Ovacık yaylasını. Ne spor için
yürüyüşe, ne de Mars’ın gezmesine uygun bir gündür. Buna rağmen kendini dışarı
atmak ister Kenan. Göğsüne basan bir sıkıntı sanki yüreğini söküp almaya
çalışıyordur. Bilgisayarın başında çakılıp kalmış, tek cümle yazamamıştır.
Kalkmış, okunması zorunlu kitaplar diye ayırdığı guruptan birini almıştır
eline, ama boşuna… Olanaklı değildir işe yarar bir şeyler yapabilmesi.
Mars’ı çok
soğuk havalarda giymesi için aldığı giysisinin içine zorla sokmuş, kendisi ise
termal iç giyiminin üstüne sanki zırh kuşanırcasına giyinmiş, başlığını takıp
atkısını boynuna sarmıştır. Arabayı Dağ Otel’in önüne park edip yürüyüş yoluna
geçerler. Hava öylesine soğuk ve rüzgarlıdır ki, başka yürüyen kimsecikler
yoktur. Bak işte bu rüzgâr beni kendime getirir... Nereden aklına geldiyse
tasmasını açıp Mars’ı serbest bıracakağı tutar… Çimenli Yol’u ilk kez böylesine
boş gördüğünden olabilir.
Orman
Kafe’nin önüne geldiklerinde ilerde bir karartı görür, köpeğe benzetir,
buralarda köpek, hele böyle bir havada… Uyanır birdenbire, çayın kenarında
dolaşıp duran Mars’ı çağırır yanına, bir yandan da ona doğru koşuyordur. Mars
önce bir duraklar, ardından ok gibi fırlar ileri, o köpeğe benzeyen karaltıya
doğru… Kenan’a oyun yapmaya çalışıyordur. Kararsız kalır Kenan, dursun mu
koşsun mu? Bilemez. Bu arada Mars hızla uzaklaşmaktadır. Kenan tekrar koşmaya
başlar, çünkü karaltıya yaklaştıkça dehşete düşüyordur. Bir yandan, “Mars dur
gitme, gel yanıma!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir yandan da
çaresizlik içinde çimlerde taş veya odun benzeri, silah gibi kullanacağı şeyler
arıyordur. Neredeyse kalbi duracaktır, hem gücünün sonuna gelmiştir, hem
korkudan dehşet içindedir, karın boşluğundan yükselen alev beynine yürüyordur.
Beyin nasıl olur da böyle kaynayabilir? Yaklaştıkça gözlerine inanamaz, evet o
bir kurttur… Mars’ı altına alır… Saniyeler, saniyeler… Ne dediğini bilmeden
çılgın gibi bağırarak koşar. Çaresizlik ejderha olmuş tüm varlığını eziyordur.
Hayvan bir ara duraklar, Kenan’a da saldıracak gibi olur, ancak Kenan üzerine
saldırınca ürküp kaçar.
Mars kanlar
içinde hareketsiz yatıyordur.
Diz üstü
çöker, elini kanlar içindeki başının altına koyar, boynunda hayat belirtisi
diyebileceği titreşimler arıyordur, bulamaz… Gözyaşları içinde donup kalmıştır.
Sonra birden alır kucağına Mars’ın bedenini otele doğru koşmaya başlar. Hayır,
böyle taşımamalıdır… Yaşayacağı varsa bile sarsıntıdan… Bırakır yere Mars’ı,
kanlı elleriyle ceplerinde telefon arar… Çaldırır Dağ Otel’i… Doktor veya
benzeri biri acele oraya gelmelidir, mutlaka, hızla, yıldırım gibi… Cemal,
becerikli çocuk, dakikalar içinde gelir doktorla. Maalesef der, doktor… Çöker
Kenan. Zorla kaldırır otele götürürler, soğuktan donmak üzeredir.
Dut’un
yanına gömer, Mars’ı.
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder