2. (Dev.) __________________
Descartes
(ö: 1650)
17. yüzyılın ilk yarısında
yaşadı Rene Descartes. Ortaçağın sonunda başlayıp günümüze kadar gelen Modern
Felsefenin ilk düşünürü olduğu söylenir.
Fransa’da doğdu. 16 yaşına
kadar cizvit okulunda okudu. Çok iyi bir eğitimden sonra askerlik nedeniyle
Avrupa’yı dolaştı. Hiç evlenmedi.
Okulda ve hayatta
rastladığı otoritelerin argümanlarının çoğunun tutarlı olmadığını görüyor,
yaşamın kitaplarda yazdığından çok daha fazla çelişkilerle dolu olduğunu
söylüyordu.
33 yaşında Avrupa’nın
gerçek özgürlükler ülkesi olan Hollanda’ya yerleşti. 20 yıl boyunca Hollanda’da
sürekli çalıştı. 1637’de “Yöntem Üzerine Konuşmaları”, 1647’de “Meditasyonları”
yayımlandı.
İsveç Kraliçesi’nin
davetiyle gittiği İsveç’de öldü.
İlgi alanlarından başta
geleni matematikti. Analitik geometriyi
buldu. Bugün bir noktanın yerini kesin olarak belirlemek için kullandığımız
yatay ve dikey çizgiler (koordinatlar)
onun buluşudur. Kartezyen sözcüğü
Descartes adından gelmektedir. Bu çizgilere o nedenle kartezyen koordinatlar
deniyor.
○○○
Descartes’ın tüm
çabaları, matematiğin kesinliğini olgusal bilimlere uygulayabilmek
içindi. Matematikte olduğu gibi kuşku götürmez apaçık doğruları bulabilirsek,
onları öncül olarak kullanıp dedüktif kanıtlamalarla kesin diyebileceğimiz yeni
doğrulara ulaşabilirdik.
Sorun, bu denli kesin yargılara
nasıl ulaşabileceğimizdi…
Duyulara hiç güvenmiyordu.
Onlarla kesinliğin yakalanamayacağına inanıyordu. Örneğin eşyayı, günün değişik
saatlerinde değişik renklerde görebiliyorduk.
Üstelik gece rüyamızda gördüklerimiz sabah olunca
yanımızda olmuyordu! Gündüz gözüyle gördüklerimizden nasıl emin olabilirdik?
○○○
Tüm bu düşünceler içinde
hep kuşkulandığının farkına vardı. Kuşkulanması için bilinçli olarak
düşünebilmesi gerekiyordu… Bilinçli olarak düşünebilmesinin olmazsa olmaz
koşulu ise varolması idi…
Bu akıl yürütmeler onu ünlü
“Düşünüyorum öyleyse varım”a
(Latincesi, cogito ergo sum)
götürdü…
Böylelikle ilk defa kuşku
duymadığı bir yargıya erişmişti…
4. bölümde Descartes’in bu
ünlü argümanını, 20. yüzyılın tanınmış İngiliz düşünürü Russell’ın (ö: 1970)
yorumuyla tartışacağız.
○○○
Bu buluşun Descartes
için önemi, onun kafasını sürekli meşgul eden soruyu yanıtlıyor olmasından
gelmektedir. Soru şudur: Olgusal dünyada, matematiğin ve mantığın formel
(biçimci) dünyası dışındaki duyulur görülür dünyada, şaşmaz bir kesinlikte
bilebileceğim şeyler var mıdır?
Descartes şimdi bu soruyu
evet diye yanıtlamaktadır. Ancak henüz sonuç almış değildir. Bu apaçık
gerçeklerden yenilerini nasıl bulabileceğini bilemez ve Aziz Anselmus’a (ö: 1109)
ait olduğu sanılan Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamaya dönük bir akıl yürütmeden[1]
faydalanır:
Ben ölümlü, kusurları
olan bir varlığım.
Buna karşın Tanrı gibi
yüce, ölümsüz bir varlık var kafamda. Bunu düşündüğümü, kuşkulandığımı bildiğim
kesinlikte biliyorum.
Oysa nedenlerin,
kendilerinden üstün bir şey yaratabilmesi düşünülemez. (Bu argüman açık değil,
zorluk, Descartes’ın ille de bir sonuç çıkarabilmek için zoraki bir mantık
oluşturmaya çalışmasından gelmektedir.)
Descartes devam ediyor: Bu
nedenle Tanrı fikrini kafama kendim sokmuş olamam, bunu yapan kusursuz varlığın
kendisi (Tanrı) olmalıdır. Başka bir seçenek düşünülemez. Bu nedenle Tanrı vardır ve ona güvenebilirim.
O, beni yanıltmayacaktır.
Ben eğer üzerime düşen her
şeyi aklımı kullanarak yapabilirsem, kendi varoluşumu, Tanrı’yı ve matematiği
kavrayabildiğim gibi, aklıma apaçık görünen şeylerin de doğru olduğundan kuşku
duymam için nedenim olmaz.
○○○
Böylece Descartes
bilginin yolunu bulmuştu. Önce kesin olduğundan emin olduğu doğruları bulacak,
sonra bunlardan dedüktif (tümdengelimsel) çıkarsama ile yeni kesin doğrular
üretecekti.
Descartes’ın bu sonucunu,
Aristoteles’in bilgisiyle karşılaştırırsak gördüğümüz şudur: Aristoteles özcü
tanımlarla (buna keyfi de diyebiliriz) genellemelere gitmekteydi… Bu
genellemeleri öncül olarak kullanıp kanıtlamalar yaparak yeni bilgiye
ulaştığını savunuyordu… Sonsuz gerileme engeli de ispata gereksinim göstermeyen
sezgisel, apaçık özcü tanımlamalarla aşılmaktaydı…
Descartes’ın
önemi, tanımların tümünü kaldırıp yerine kesinliği apaçık önermeleri koyup
keyfi tanımların doğurabileceği curcunaya son vermiş olmasındadır…
Bu anlayış batı biliminin
geleneksel temeli olmuştur: Kesin olguları bulmak, bunlardan dedüktif
argümanla yeni kesin bilgiler üretmek.[2]
İleride (Locke’ın bilgi
kuramında) göreceğiz… Dedüktif akıl yürütme için gerekli olan öncüllere
ulaşmada farklı yaklaşımlar denenecektir. Deney
ve gözlemden yola çıkılarak doğruların bulunabileceği savunulacaktır…
○○○
Zihin-beden ikiliği
Descartes ikici (dualist)
görüşlerle dünyayı, insanı ve bilgiyi kavramaya çalışmıştır.
Buna göre, insanda madde ve
onu gözlemleyen akıl (ruh) birlikte varolmaktadır. Descartes’ın ikici
açıklamasını 20. yüzyılın İngiliz düşünürlerinden Gilbert Ryle (ö: 1976)
“makinedeki hayalet” benzetmesiyle anlatmaya çalışmıştır.[3] Ruhun, hayalet gibi maddenin içinde var
olduğu ve onu yönlendirdiği anlatılmak isteniyor olmalıdır…
Doğayı gözlemleyen ve
gözlemlenen diye de ikiye ayıran Descartes’ın ikilik kavramı çok
eleştirilmekte ve değişik görüşler ileri
sürülmektedir.
Tekli (monist) görüşlere
örnek olarak da, insan ve doğayı
zihinsel bir imge (rüya) gibi gören idealistleri
veya her şeyin madde olduğunu savunan maddecileri
ve köktenci davranışçıları gösterebiliriz.
Çoklu (pluralist) dünya
görüşlerine de rastlamak olanaklıdır. Bunlar gerçek olarak zihin ve madde
dışında bilginin de üçüncü bir sınıf (dünya) olarak var olduğunu ileri
sürerler... Üçlü görüşü savunanlardan biri
bu kitabın adında yer alan Karl Raimund Popper’dır. Onun üçüncü
dünyasını oldukça ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
°°°
Descartes’ın kesinlik
arayışının hangi kaynaktan beslendiğini araştırırken yaşamış olduğu 17.
yüzyılın ilk yarısının entellektüel iklimini anımsamaya çalışmalıyız.
Bilindiği gibi 17. yüzyıl,
Luther’le (ö: 1546) başlayan, geleneksel katolik yönetime karşı yükselen
eleştirilerin öne çıktığı reformasyon devridir.
Dini gerçeklere nasıl
ulaşılacağı sürekli tartışılmakta, çeşitli savlar ileri sürülmektedir.
Birbirleriyle çatışan bu iddialar arasından doğrunun nasıl ayırt edileceği
konusunda kimsenin bir fikri yoktur…
Bu ortam doğruya giden
yolda “aklın” başarılı olamayacağı düşüncelerine güç vermektedir… Yeni bilgi
edinmenin olanaklı olamayacağını savunanlar (septikler, kuşkucular) oldukça
güçlü bir konumdadırlar.
°°°
Diğer yanda İngiliz devlet
adamı ve düşünür Francis Bacon’ın (ö: 1626) başını çektiği aşırı iyimser bir
çizgiyi de not etmeliyiz. Bacon önyargılarımızdan kurtulup gözlem ve
deneyimlerimizi ciddiyetle incelersek doğaya ilişkin problemlerin kolayca
çözüleceği görüşündedir. Aslında pek de gerçekçi olmayan bu iyimser görüşün
bilimin ilerlemesi için önemli bir motivasyon yarattığını kabul etmeliyiz.
Descartes’ın dediklerinin
böyle bir düşünsel çerçeve içinde daha iyi anlaşılacağını umuyoruz.
Reformasyon sonrasının
düşünsel karmaşası, anlam bulanıklığı, sağlam ve kesin bilgiye ulaşılarak
karşılanmak istenmiştir…
Bilginin güvenilir ve
saygın olabilmesi için kesin olması gerektiği görüşü insanlığa çok pahalıya
patlamıştır. Bilginin serüveninde olmazsa olmaz bir durak olarak görebiliriz kesinliği…
Uğrunu büyük acılar çektikten sonra ancak aşabildiğimiz bir engel… Varsayımsal
bilgiye ulaşabilmenin bir bedeli belki de…
Bu serüvenin, bizim
uğrayacağımız önemli duraklarından biri de İngiliz Locke’dır. 1704).
○○○
[1] Magee, Bryan, Felsefenin Öyküsü, Türkçesi
Bahadır Sina Şener, Ankara: Dost,
2000(1998), 240 pp, 28 cm,
s. 57, 87.
|
[2] Ibid., s. 88.
Locke
(ö: 1704)
John Locke modern felsefenin
İngilizce konuşulan dünyadaki kurucusudur. Modern ampirizmin, deneyciliğin
(veya deneyimciliğin) öncüsüdür. Bugün Anglosakson dünya görüşü denen anlayışın
temellerini atan yine Locke’dır. Bilgi üretiminde, spekülatif akılcılığın ve
doğuştancılığın karşı kutbu olan deneyciliğin kuramsal ve yöntemsel olarak
temellerini atmıştır.
Locke’ın görüşleri,
demokrasi geleneğini geliştiren ve bugünkü duruma gelmesini sağlayan etmenler
arasında en başta gelmektedir.
Bir avukatın oğludur.
İngiltere’nin Oxford Üniversitesi’nde noktalanan iyi bir eğitim almıştır. Tıp
doktorudur.
17. yüzyılın
İngiltere’sinde Krala karşı gelen parlamentocuların yanında yer almış ve
sonunda bir süre (1683-1689) Hollanda’da yaşamak zorumda kalmıştır. 1689’da baş
yapıtı “İnsanın Anlama Yetisi Üstüne Bir Deneme”yi (An Essay on Human
Understanding) yayımlanmıştır. İkinci önemli eseri “Devlet Yönetimi Üstüne İki
Deneme” 1690’da çıkmıştır.
Ünlü Alman düşünür Kant
gibi ilk büyük eserini 57 yaşında yayımlayabilmiştir. Hiç evlenmemiş, 72 yaşında
ölmüştür.
○○○
Öğrenme süreci
Descartes’dan sonra Locke
için de aynı nitelemeyi kullandık: Modern düşüncenin, modern felsefenin
kurucusu…
Bu doğrudur. Ancak çok
farklı görüşleri savunmaktadırlar. Ortak yanları, Aristoteles’ci (tanımlar
üzerine kurulu) bilgi kuramı yerine yeni bir anlayış getirme çabası içinde
olmalarıdır.
Locke’a göre
deneyimlediğimiz nesneleri onların zihnimize akseden imgeleri ve tasarımlarıyla
tanırız. Örneğin ağaca baktığımızda gördüğümüz, onun imgesidir. Zihnimiz
aslında karanlık bir odadır. Duyu organlarından gelen verilerle aydınlanır. Bu
tür ham verileri (izlenimler) sürekli alırız. Sıcak, soğuk, ince, kalın, ağır,
hafif… hepsini tutup muhafaza etmeye çalışır, kaydederiz. Onların arasında
tekrarlayan bağıntıları, ilişkileri ayırt edip bu imgeleri ilişkilendirmeye
çalışırız. Bu düzenekle nesneler hakkındaki bilgilerimiz (düşüncelerimiz)
oluşmaya başlamıştır.
Locke, zihnimizdeki
ham tasarımlar arasındaki bağıntının algılanması… Sezgisel olarak kavranması
şeklinde tanımlıyor bilgiyi… Onun için akıl yürütme denilen şey, zihindeki ham
nesne imgeleri üzerinde gerçekleştirilen ve bizi bilgiye götüren işlemlerdir.
Descartes’ın dediği de buna
benzermiş gibi geliyor ilk bakışda… O da bir şeyi bilirken gerçeği
kavradığımız, sezip yakaladığımız konusunda birleşiyor…[1]
Ancak Descartes, ham duyu verilerinin oluşturduğu bağıntıların bilgi
olmadığını, önce akılla yorumlanmalarının gerektiğini ileri sürmüştür.
Descartes, duyu verilerine
güvenmemiş, septiklerin (kuşkucuların) iddialarını ciddiye alıp dış dünyada
gördüklerimizin rüya olabileceği kuşkusu üzerinde uzun uzun düşünmüştür.
Oysa Locke, duyuları
bilginin kendisini sağlayan yetiler olarak görür. Kuşkucuların görüşlerini
ciddiye almaz, onları çifte standartçı olmakla suçlar: “Gördüklerinin rüya olduğundan kuşkulanıyorlar (görme duyusuna
inanmıyorlar), bunu yaparken düşünce verisi olan kuşkularına inanıp ciddiye
alıyorlar (düşünce yetisine inanıyorlar).[2]
○○○
Tün bu açıklamalardan sonra
iki görüşü temelde şu şekilde ayırt edebiliriz:
Descartes duyu verilerine
bilgi demez… Onları bilgiye dönüştüren süreç aklın bu veriler üzerinde yaptığı
yorumlardır… Başka bir deyişle bilgi “yorum
yapmaktır”… Ham duyu verilerini yorumlamaktır... Bilgiyi üreten “akıldır”... Söz konusu olan aklın
yaptığı bir “seçimdir”...
Locke’da ise algılanan duyu
verileri bilginin temelini oluşturur… Onlara (arada bir yanılsalar da)
güvenmeliyiz. Bu verilerin tekrarlayan benzerliklerinden, bağıntılarından
çıkardığımız, sezdiğimiz şeyler ise yeni bilgilerdir… Bilgi “yorumlama değildir…“Seçim değildir…” Doğadan duyu
organlarımız aracılığıyla “öğrenmedir…” Tekrarlayan ilişkileri görerek yeni bilgilere
ulaşmaktır… Bir seçim söz konusu değildir.
Locke’ın bu anlayışı,
çevremizdeki dünyanın, duyu organlarımızın bize ulaştırdığı şeylerden
çıkardığımız bilgilerle öğrenilmesi demek olan ampirizmin (deneyciliğin) özünü
oluşturmaktadır.
○○○
Bilginin sınırları
Locke’a göre bilginin
kaynağı nesnelerin imgeleridir. Bu yüzden, nesnelerle ilişkimiz dolaylıdır,
imgeseldir…
Nesnelerin dolaysız (direkt,
doğrudan) bilgisine sahip olamayız… Nesnelerin gerçek, içsel doğrularına
ilişkin bilgiyi hiçbir zaman edinemeyişimizin nedeni budur.
Bilgilerimiz şeylerin
davranışlarını öğrenmemizle sınırlıdır... Nesnelerin içsel dünyalarıyla ilgili
bilgilerimiz ancak “spekülasyon”dur…
Locke bu iddiasıyla,
Descartes’ın kesin bilgiyi her alanda bulabileceğimiz savını çürüttüğüne
inanmaktadır…
Locke’ın bu görüşü
önemlidir. Din bilginlerinden sonra Locke, lâik alanda ilk kez “Her şeyi bilemeyiz,” demektedir...[3]
Locke insan
bilgisinin bir yere kadar gideceğini, ötesini bilebilmemizin yetilerimizin
dışında kaldığını söylemektedir…
Kant da aynı iddiaya
katılmıştır…
İleride göreceğimiz gibi
Popper aynı görüşte değildir… Bilgi edinme yeteneğimizin sınırsız öğrenmeye olanak
tanıdığı görüşündedir. Ancak bu iddiasını değişik bir bilgi kuramıyla
savunmaktadır… (Bak bölüm 2, Bilgi, Popper).
Locke, bilgimizin sınırlı
olduğu görüşü nedeniyle çağdaşı İngiliz fizikçi Newton’un buluşlarını farklı
değerlendirmiştir. Aralarında, Newton’un en çok alıntılanan sözüyle noktalanan
aşağıdaki tartışma geçmiştir:
Locke, Newton’un 1687’de
yayımladığı kütleçekimi kanununun[4]
evrenselliğini kabul edip alkışlamıştr. Ancak onu bir açıklama olarak kabul
etmemiştir!.. Bu kuram onun gözünde kütlenin içsel doğasını açıklayabilen bir
kanun değildir… Eşyanın davranışlarının, şaşkınlık veren doğrulukta bir
betimlemesidir… Newton, kütle çekiminin nasıl oluştuğunu açıklayamamaktadır…
Newton, Locke’ın bu
görüşüne katılmış, ünlü kitabının ikinci baskısına, Locke’dan etkilendiği açık
olan ekler yapmış ve şu ünlü sözünü eklemiştir:
“Açıklamalar sunmuyorum ( hypothesis non fingo).” [5]
○○○
Tabula rasa (boş sayfa)
Deneycilik insanların boş
bir zihinle doğduğunu ileri sürer. Doğumdan itibaren duyu organlarının getirdiği
verilerle öğrenme sürecinin başladığı iddia edilmektedir…
Bu anlayışlar Descartes’ın
görüşlerine bütünüyle terstir… Descartes’a göre, insan bazı fikirlerle doğmasa
da bazı bilgileri üretebilme (düşünebilme) yetisiyle birlikte doğar… Örneğin
yüce bir varlık olarak Tanrı fikri,
matematiksel kavramlar, geometrik kavramlar, mantıksal ilkeler insanın
doğuştan getirdiği bir yatkınlık sayesinde oluşmaktadır.
Locke bunların
hiçbirine katılmaz… Ona göre boş sayfaya (zihin) yazıla yazıla bilgiler
birikmektedir… Bu görüş pek tabii ki her insanın (hangi sınıfdan olursa olsun)
iyi bir öğrenimle yeterli gelişmeyi gösterebileceği anlamına gelmektedir.
Doğuştan gelen üstünlükler reddedilmektedir…
○○○
Locke’ın bilgi kuramının
sosyal sonuçlarını büyük değişikliklerde izlemek olanaklıdır. Eşitlikçi ve
hoşgörülü bir yaklaşım doğmuştur onun görüşlerinden.
Fransız ve Amerikan
devrimlerinde (1789 ve 1776) onun sosyal etkisi önemlidir.
Voltaire’in ( -1778) devrim öncesi Fransa’da yaymaya çalıştığı
görüşler Locke’ın ve fizikçi Newton’un fikirleridir. Amerikan anayasası
düzenlenirken birincil yol gösterici yine Locke’dır.
Aşağıda Locke’ın bilgi
kuramından yola çıkıp ilk modern görüşlü insan kabul edilmesine yol açan
düşüncelerinden iki örnek vereceğiz. İlki “otorite” diğeri “hoşgörü” üstünedir.
○○○
Otorite üstüne :
“İster
düşünsel, ister siyasal, ister dinsel olsun, ne otoriteyi körü körüne izleyin,
ne de gelenekleri ve toplumsal adetleri... Kendiniz düşünün… Olgulara bakın…
Görüşlerinizle davranışlarınızı şeylerin gerçek hallerine dayandırmaya
çalışın…”[6]
○○○
Hoşgörü üstüne:
“İnandığı her şeyin doğruluğunun veya yanlış bulduğu şeylerin
kusurlarının, tartışılmaz deliline sahip olan insan var mıdır?.. Ya da
kendisinin veya başka insanların kanaatlerini baştan aşağı incelemiş olduğunu
iddia edebilen insan var mıdır?.. İçinde
bulunduğumuz bu ölümlü eylem ve körlük halinde, hiç bilgi olmadan inanma
zorunluluğumuz vardır… Bu bizi, başkalarını bir şeylere zorlamak yerine,
kendimizi şekillendirmede (değiştirmede) aceleci ve dikkatli olmaya
sevketmelidir…”[7]
○○○
İstanbul: Paradigma, 2000, 369 pp,
21,5 cm, s.
119.
|
[2] İbid.
[4] Challober, Jack, Fizik,
Türkçesi Gürsel Tanrıöver, Ankara: Tübitak, 2001(1995), 64 pp, 31 cm, s.
12;
Tübitak’ın
“Popüler Bilim Kitapları” dizisinden çıkan bu yayındaki anlatımıyla şöyle:
Birinci Yasa: Bir cisme etki eden herhangi bir kuvvet yoksa, cisim hareketsiz kalır
veya bir çizgi üzerinde sabit hızla hareketine devam eder (Eylemsizlik Yasası).
İkinci Yasa: Bir cisme bir kuvvet etki ettiğinde cismin hareketi değişir.
Hareketteki bu değişmeye ivme denir.
Bu yasayı şu basit
formülle gösterebiliriz , F (kuvvet) = M (kütle) x a (ivme).
Üçüncü Yasa: Bir cisim ikinci bir cisme kuvvet uygularsa, ikinci cisim de birinci
cisme aynı büyüklükte ancak zıt
yönde olan ve tepki kuvveti adı verilen bir kuvvet
uygular.
Kütleçekimi Kuvveti: İki cismin arasındaki kütle çekim kuvveti cisimlerin kütlelerinin
çarpımıyla doğru orantılı, aralarındaki Uzaklığın karesiyle ters orantılıdır:
F = G (sabit) M1 x M2 / d².
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder