_5_
Via Negativa (Olumsuzla, Yanlışla yol bulma)
Negatif
(olumsuzu, yanlışı bildiren) bilgi,
positif (olumluyu, doğruyu bildiren) bilgiden daha
önemlidir.
Öyle
durumlar var ki, diye düşünür Kenan, eşlerin mutluluklarını severek birlikte
yaptıkları şeyler değil, ortaklaşa vazgeçtikleri sevimsiz şeyler belirliyor.
Eşinizin hoşlandıklarını sizin de sevmeniz veya anlayışla karşılamanız
yetmiyor; hoşlanmadıklarına da ‘kötü’ deyip içinize sindirebilmeniz, hatta
mantığını tutarlı bulup vazgeçmeniz gerekiyor.
Bir yıl
oldu, bebeklerini yanlış bir tanı yüzünden kaybettiler. Hem de çok güvenilen
pahalı bir hastanede. Doktorun hatası apaçıktı. Kenan iyi bir avukat aradı.
Çalıştığı şirketin avukatlarına danıştı. Üniversiteden mezun olduğundan beri
bir mühendislik şirketinde çalışıyor.
Anlattılar
her şeyi uzun uzun. Avukat notlar aldı, düşündü, elindeki kalemini bırakıp
saçlarını çekiştirdi, şakaklarını kaşıdı. Bir ara odadan çıktı. Kenan’la karısı
Şeyda gerilmiş bekledi, rahatsız koltuklarda, para kokan iç karartıcı bir
büroda. Kenan homurdanmaya başladı:
“Canım ne
olacak işte, avukat bürosu…” .
Sonunda
geldi avukat yandaki odadan, epey bir dosya karıştırdıktan sonra. Sandalyesine
iyice yerleşti ve gözlerini onlardan kaçırdı.
“Bakın, bu
tür davaları kazanmak kolay değil, biz elimizden geleni yaparız, epey de
masraflıdır…”
Kenan daha
da gerildi. “Yani?”
Avukat
kendinden emindi. “Şansımız fazla değil!”
Davayı
açtılar, bir sürü para harcadılar, sonunda kaybettiler. Şeyda açtı ağzını yumdu
gözünü avukata, kanunlara, kadere...
Hak verdi
avukat Şeyda’ya. “Kanunlar doktorları koruyor, öyle yapılmış bir kere…” ‘Ben
söylemiştim’i ima etmeyi unutmadı.
Kenan sustu,
tek kelime çıkmadı ağzından. O günden sonra karısıyla tartışmadılar, sanki
aralarında gizli bir anlaşma vardı. İkisi de konuşmanın bir şeyi çözmeyeceğinde
anlaşmış gibiydi.
-2-
Umut’un
ölümünden sonra hiç aşina olmadığı tuhaf bir düşünceyi kafasından atamaz olur
Kenan: Onun yerine kararlarını hep başkaları alıyordur! Başkalarıyla birlikte
yürüyor, ama kafayı takmıyordur. Üniversitede edebiyat bölümünden bir seçme
ders aldığında, yolunu kaybettiği yuvasına tekrar kavuşmuş bir kuş gibi sevinç
dolmuştu; ama hocası mutlaka bölüm değiştirmesini önerdiğinde üstünde bile
durmamıştı. Şimdi inanamıyor aymazlığın böylesine… Başkalarına benzemeden
yapabilecek, günün modasına uymadan yürüyebilecek ne cesareti, ne görgüsü, ne
de birikimi vardı demek ki!
Kazanç
kapısı, diye bugünkü işinde çalışan ‘kendisi’ değil, sahtesi, düzmecesidir...
Sahte doktor ne kadar işe yarıyorsa ben de o kadar işe yarıyorum...
Geçen yıl
durum değişti. Katlanmak zorundayım dediği gündelik hayatın yükü oğlunu kaybettiğinde öylesine ağırlaştı ki,
aynı minvalde gittiği takdirde takatinin tükeneceğinin sezgisi çırılçıplak bir
ışık çakması gibi gözlerini aldı. Hayatının kara deliği sanki apaçık önüne
serilmişti. Sahte kişiliği giderek ağırlaşan yükün altında, yandıkça tükenen
mumlar gibi azalıyordu…
Kurtulmalıdır!
Ama nasıl? Şeyda, evliliği, işi? Kafası karışıyordur...
Evdeki
kütüphanesini yeniden düzenler ve depodaki kitapların büyük bir bölümünü
odasına taşır. Üniversitenin kütüphanesini sık sık ziyaret etmeye başlar.
Umut’u kaybetmenin karanlığını kitapların ışığıyla mı aydınlatmaya çalışıyordur? Ne ahmağım ben, kitaplara dönmek için oğlumu
yitirmem mi gerekiyordu?
-3-
Sonunda zor
da olsa kararını verir: Hayata nereden bağlanacağını yeniden keşfetmelidir.
İşini bırakacaktır… Çalışmayı sürdürdüğü sürece dializ makinesine bağlı böbrek
hastaları gibi kımıldayamıyordur. Her sabah içine doğduğu günleri elinin ucuyla
eğreti tuttuğundan, durumunu
yaptıklarından haz almaya çalışan sahte bir doktor kadar marazi ve hüzün
verici buluyordur.
Lisede
düşünmesi gereken konulara ancak şimdi sıra geliyordur, yirmi yıllık
gecikmeyle… Oğlunu kaybetmese gecikme belki kırk yılı bulacak, emekliliğine dek
gündelik hayatın içinde debelenecekti. Yeni bir başlangıç için vakit hiçbir
zaman geç değil, diye düşünür. Neyi istemediğinden adı gibi emindir, sınayıp
görmüştür; elindeki okun menzili yetersizdir. Yerine ne koyacağı konusunda
denenmeye muhtaç sezgilerinden başka şeyi yoktur.
Temkinli olmaktan, dikkatli davranmaktan yorulmuştur. Bir türlü
kurtulamadığı gündelik hayat hapishanesine çıkan yolun sağduyunun ve ölçülü
tutumların taşlarıyla döşeli olduğuna inanıyordur… Bu yollarda tutkuyla istediğini
bildiği hiçbir şeyi denemeyi göze alamamış, kendi kişiliğinin yeşereceği
toprakları sulama cesaretini bir türlü bulamamıştır. Ne için yapıldığını
bulmak, nasıl biri olduğunu biraz geç bile olsa anlamak zorundadır.
Başaramadığı takdirde, kaybetmesinin mazereti olarak mermisinin bittiğini
söylemesi üzerine Napolyon’un, “Tamam gerisine gerek yok!” diye terslediği
generale dönmek istemiyordur. Hayatın
tıkıştırdığı yerden kurtulmayı başaramazsa bir gün gelecek alışacaktır
hapishanesine, ufak tefek haz da
alacaktır… İşkencecisini sevmeye başlayan mahkûmlar gibi… Şeytana uymanın daha
kutsanmış başka bir yolu var mıdır?
Sokaklar bu saçmalıklar içinde görünüşü kurtarıp ayakta durmaya çalışan
-aslında ölü- kurbanlarla doludur. ‘Ölü Canlar’ -veya heveslileri- ile
‘Tutunamayanlar’ –pek heveslisi olmuyor bunun- her yerdedir… Hangi grubun
içindeyim diye düşünür, hiçbirini
kendisine yakıştıramaz. Bunca kitaptan nice sayfalar çevirmiştir; hepsine karşı
büyük ayıp ettiğini düşünüyor, içi sıkışıyordur... ‘İş’ tuzağından hayata geri
dönmeyi becerebilmelidir. O ‘anlamak’ istiyordur… Oysa ‘iş’, “başkalarının hayatı yanlış anlaması için
çabalayıp durmak,” yaşam tablosunu kâr edebilmeyi sağlayacak biçimde
çarpıtmaktır…
Para kazandırıyor; ama ‘doğruya’ aldırmadan yanlışı öğretmekte bir sakınca
görmüyordur. Parasız bir şey olmadığı doğrudur; gelgelelim bu durumu
değiştirmiyordur…
Bu resmin içinde ne yapıp edip kendine bir siper kazabilmelidir.
Nietzsche’nin sözü aklından çıkmaz...
Hayat dediğin nedir ki, bir ucu
hayvana diğer ucu üstün insana bağlı bir ip, altı ise uçurum… Üstat
hayvanlara haksızlık ediyor ama konu o değil.
Belki de insan uçuruma düşme riskini göze almadan ne olduğunun farkına
varamıyor, diye düşünür. Üstün insanlıktan geçtim; gereksiz risk almayayım,
akıllı olayım diye insanlığımdan da çıkıyor gibiyim. Bizim akıl dediğimiz şeyin
çoğu, başkalarına bakıp kalabalıkla uygun adıma geçmek. Beni zehirli bir ‘akıl’
bitiriyor…
-4-
Bu konuları karısıyla hiç konuşamaz. Yıllar önce, işten iyice
bunaldığı, kendine bir çıkış araması
gerektiğinin iyiden iyiye aklına yatmaya başladığı günlerdi. Bir hafta sonu
kahvaltıda içini açtı.
“Şeyda, bu saçmalıkları çekemiyorum… Yolun sonuna geldim…”
Bir şaşkın sessizlik kaplamıştı
sofrayı. Kaşık, çatal sesleri, bardak çınlamaları duyuldu yalnızca, müziği
kesilmiş yavaş çekim film kareleri gibi.
Sonunda karısı duyduğuna dair bir belirti verdi. Kâğıt peçeteyi aldı, uzun uzun ağzını
temizledi. Zaman kazanmaya çalıştığı belliydi. Pencereden dışarı bakarak
konuştu.
“Ben epeydir psikoloğa gitmen gerektiğini düşünüyorum…”
Şaşırdı, ne halt söylemesi
gerekiyordu yanıt olarak? Düşününce Şeyda’nın yanıtının sürpriz olmadığı
kararına vardı. Yaşam heyecanlarını öylesine değişik insani durumlarda
buluyorlardı ki... Karısının onu anlamasını beklemek boşunaydı.
Konu kapandı. Belli ki düşünceleri henüz onunla paylaşılabilecek kıvama
gelmemişti. Ne yapmak istediğine yalnız başına karar vermeli, ardından Şeyda’ya
anlatmayı denemeliydi.
Bu denli farklı insanların ortak bir yaşam kurmaya çalışmalarını komik
bulur. Okulda tanıştıkları günü düşünür, dünyayı, hayatı ve karşı cinsi
birlikte öğrendikleri o günlerin sıcak anılarından süzülüp gelen duyguları onu
hâlâ etkiliyordur.
Şeyda, pratik zekâsı üst düzeyde, olaylara hızla göz gezdirip üstten
bakarak görünen bağlantıları çabucak kavrayan, bırakın daha derinlemesine
düşünmeye çalışmayı, bunu yapanları gırgıra alıp eleştiren, tam bir –gündelik-
hayat insanıdır. Hem klasik güzel hem de
alımlı denen o tılsımlı kadınlardan…
Burçları kimliğin bir parçası sayacak kadar ciddiye alır. İnsanların
adından önce burcunu anımsar. Kenan gülüp geçer bunlara, çoktandır
eleştirmekten de vazgeçmiştir. Arkadaş ziyaretlerinde çoklukla aşk
dedikoduları, burçların insanları tanımlamadaki mucizevi başarısı gibi derin(!)
konular konuşulur, herkes çocuklarının nasıl bir üstün zekâ olduğunun
belirtilerini keyifle anlatırdı. Nasıl oluyor da insanlar bu konuları hiçbir
zaman anlayamadığı bir tükenmeyen bir heyecanla tartışabiliyor? Evrim ne
inanılmaz, aynı türden bunca değişik tipler çıkarabiliyor…
Baygınlıklar geçirir, depresyona girerdi böyle gecelerin sonunda.
“İzninle bir yarım saatcik intihar edeyim, sonra görüşürüz!”
Odasına çekilir kitaplarına kapanırdı. Karısı ‘bir bunalım müziği’ koyup
şiir kitaplarına dalacağını bilir, gözlerini tavana dikerek yakınırdı.
“Gene asosyalliğin tuttu, çekil! Ben mazoşist miyim dersin?” Osmanlı’nın
müziği ile klasik müzik, özellikle de Wagnerien olanları, bir bunalımdı onun için…
Değişik
insanlardır, ama ondan ayrılmayı hiç düşünmemiştir, Şeyda’nın da onu sevdiğini
sanıyordur.
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder