18 Kasım 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (17)


_5_






















Via Negativa (Olumsuzla, Yanlışla  yol bulma)
Negatif  (olumsuzu, yanlışı bildiren) bilgi,
positif (olumluyu, doğruyu bildiren) bilgiden daha önemlidir.



Öyle durumlar var ki, diye düşünür Kenan, eşlerin mutluluklarını severek birlikte yaptıkları şeyler değil, ortaklaşa vazgeçtikleri sevimsiz şeyler belirliyor. Eşinizin hoşlandıklarını sizin de sevmeniz veya anlayışla karşılamanız yetmiyor; hoşlanmadıklarına da ‘kötü’ deyip içinize sindirebilmeniz, hatta mantığını tutarlı bulup vazgeçmeniz gerekiyor.
Bir yıl oldu, bebeklerini yanlış bir tanı yüzünden kaybettiler. Hem de çok güvenilen pahalı bir hastanede. Doktorun hatası apaçıktı. Kenan iyi bir avukat aradı. Çalıştığı şirketin avukatlarına danıştı. Üniversiteden mezun olduğundan beri bir mühendislik şirketinde çalışıyor. 
Anlattılar her şeyi uzun uzun. Avukat notlar aldı, düşündü, elindeki kalemini bırakıp saçlarını çekiştirdi, şakaklarını kaşıdı. Bir ara odadan çıktı. Kenan’la karısı Şeyda gerilmiş bekledi, rahatsız koltuklarda, para kokan iç karartıcı bir büroda. Kenan homurdanmaya başladı:
“Canım ne olacak işte, avukat bürosu…” .
Sonunda geldi avukat yandaki odadan, epey bir dosya karıştırdıktan sonra. Sandalyesine iyice yerleşti ve gözlerini onlardan kaçırdı.
“Bakın, bu tür davaları kazanmak kolay değil, biz elimizden geleni yaparız, epey de masraflıdır…”
Kenan daha da gerildi. “Yani?”
Avukat kendinden emindi. “Şansımız fazla değil!”
Davayı açtılar, bir sürü para harcadılar, sonunda kaybettiler. Şeyda açtı ağzını yumdu gözünü avukata, kanunlara, kadere... 
Hak verdi avukat Şeyda’ya. “Kanunlar doktorları koruyor, öyle yapılmış bir kere…” ‘Ben söylemiştim’i ima etmeyi unutmadı.
Kenan sustu, tek kelime çıkmadı ağzından. O günden sonra karısıyla tartışmadılar, sanki aralarında gizli bir anlaşma vardı. İkisi de konuşmanın bir şeyi çözmeyeceğinde anlaşmış gibiydi.


-2-

Umut’un ölümünden sonra hiç aşina olmadığı tuhaf bir düşünceyi kafasından atamaz olur Kenan: Onun yerine kararlarını hep başkaları alıyordur! Başkalarıyla birlikte yürüyor, ama kafayı takmıyordur. Üniversitede edebiyat bölümünden bir seçme ders aldığında, yolunu kaybettiği yuvasına tekrar kavuşmuş bir kuş gibi sevinç dolmuştu; ama hocası mutlaka bölüm değiştirmesini önerdiğinde üstünde bile durmamıştı. Şimdi inanamıyor aymazlığın böylesine… Başkalarına benzemeden yapabilecek, günün modasına uymadan yürüyebilecek ne cesareti, ne görgüsü, ne de birikimi vardı demek ki!
Kazanç kapısı, diye bugünkü işinde çalışan ‘kendisi’ değil, sahtesi, düzmecesidir... Sahte doktor ne kadar işe yarıyorsa ben de o kadar işe yarıyorum...  
Geçen yıl durum değişti. Katlanmak zorundayım dediği gündelik hayatın yükü  oğlunu kaybettiğinde öylesine ağırlaştı ki, aynı minvalde gittiği takdirde takatinin tükeneceğinin sezgisi çırılçıplak bir ışık çakması gibi gözlerini aldı. Hayatının kara deliği sanki apaçık önüne serilmişti. Sahte kişiliği giderek ağırlaşan yükün altında, yandıkça tükenen mumlar gibi azalıyordu… 
Kurtulmalıdır! Ama nasıl? Şeyda, evliliği, işi? Kafası karışıyordur...
Evdeki kütüphanesini yeniden düzenler ve depodaki kitapların büyük bir bölümünü odasına taşır. Üniversitenin kütüphanesini sık sık ziyaret etmeye başlar. Umut’u kaybetmenin karanlığını kitapların ışığıyla mı aydınlatmaya çalışıyordur?  Ne ahmağım ben, kitaplara dönmek için oğlumu yitirmem mi gerekiyordu?


-3-

Sonunda zor da olsa kararını verir: Hayata nereden bağlanacağını yeniden keşfetmelidir. İşini bırakacaktır… Çalışmayı sürdürdüğü sürece dializ makinesine bağlı böbrek hastaları gibi kımıldayamıyordur. Her sabah içine doğduğu günleri elinin ucuyla eğreti tuttuğundan, durumunu  yaptıklarından haz almaya çalışan sahte bir doktor kadar marazi ve hüzün verici buluyordur. 
Lisede düşünmesi gereken konulara ancak şimdi sıra geliyordur, yirmi yıllık gecikmeyle… Oğlunu kaybetmese gecikme belki kırk yılı bulacak, emekliliğine dek gündelik hayatın içinde debelenecekti. Yeni bir başlangıç için vakit hiçbir zaman geç değil, diye düşünür. Neyi istemediğinden adı gibi emindir, sınayıp görmüştür; elindeki okun menzili yetersizdir. Yerine ne koyacağı konusunda denenmeye muhtaç sezgilerinden başka şeyi yoktur.
Temkinli olmaktan, dikkatli davranmaktan yorulmuştur. Bir türlü kurtulamadığı gündelik hayat hapishanesine çıkan yolun sağduyunun ve ölçülü tutumların taşlarıyla döşeli olduğuna inanıyordur… Bu yollarda tutkuyla istediğini bildiği hiçbir şeyi denemeyi göze alamamış, kendi kişiliğinin yeşereceği toprakları sulama cesaretini bir türlü bulamamıştır. Ne için yapıldığını bulmak, nasıl biri olduğunu biraz geç bile olsa anlamak zorundadır.
Başaramadığı takdirde, kaybetmesinin mazereti olarak mermisinin bittiğini söylemesi üzerine Napolyon’un, “Tamam gerisine gerek yok!” diye terslediği generale dönmek istemiyordur.  Hayatın tıkıştırdığı yerden kurtulmayı başaramazsa bir gün gelecek alışacaktır hapishanesine,  ufak tefek haz da alacaktır… İşkencecisini sevmeye başlayan mahkûmlar gibi… Şeytana uymanın daha kutsanmış başka bir yolu var mıdır?
Sokaklar bu saçmalıklar içinde görünüşü kurtarıp ayakta durmaya çalışan -aslında ölü- kurbanlarla doludur. ‘Ölü Canlar’ -veya heveslileri- ile ‘Tutunamayanlar’ –pek heveslisi olmuyor bunun- her yerdedir… Hangi grubun içindeyim diye düşünür,  hiçbirini kendisine yakıştıramaz. Bunca kitaptan nice sayfalar çevirmiştir; hepsine karşı büyük ayıp ettiğini düşünüyor, içi sıkışıyordur... ‘İş’ tuzağından hayata geri dönmeyi becerebilmelidir. O ‘anlamak’ istiyordur… Oysa ‘iş’, “başkalarının hayatı yanlış anlaması için çabalayıp durmak,” yaşam tablosunu kâr edebilmeyi sağlayacak biçimde çarpıtmaktır…
Para kazandırıyor; ama ‘doğruya’ aldırmadan yanlışı öğretmekte bir sakınca görmüyordur. Parasız bir şey olmadığı doğrudur; gelgelelim bu durumu değiştirmiyordur…
Bu resmin içinde ne yapıp edip kendine bir siper kazabilmelidir.
Nietzsche’nin sözü aklından çıkmaz...  Hayat dediğin nedir ki, bir ucu hayvana diğer ucu üstün insana bağlı bir ip, altı ise uçurum… Üstat hayvanlara haksızlık ediyor ama konu o değil.
Belki de insan uçuruma düşme riskini göze almadan ne olduğunun farkına varamıyor, diye düşünür. Üstün insanlıktan geçtim; gereksiz risk almayayım, akıllı olayım diye insanlığımdan da çıkıyor gibiyim. Bizim akıl dediğimiz şeyin çoğu, başkalarına bakıp kalabalıkla uygun adıma geçmek. Beni zehirli bir ‘akıl’ bitiriyor…


-4-

Bu konuları karısıyla hiç konuşamaz. Yıllar önce, işten iyice bunaldığı,  kendine bir çıkış araması gerektiğinin iyiden iyiye aklına yatmaya başladığı günlerdi. Bir hafta sonu kahvaltıda içini açtı.
“Şeyda, bu saçmalıkları çekemiyorum… Yolun sonuna geldim…”
 Bir şaşkın sessizlik kaplamıştı sofrayı. Kaşık, çatal sesleri, bardak çınlamaları duyuldu yalnızca, müziği kesilmiş yavaş çekim film kareleri gibi.  Sonunda karısı duyduğuna dair bir belirti verdi.  Kâğıt peçeteyi aldı, uzun uzun ağzını temizledi. Zaman kazanmaya çalıştığı belliydi. Pencereden dışarı bakarak konuştu.
“Ben epeydir psikoloğa gitmen gerektiğini düşünüyorum…”
Şaşırdı,  ne halt söylemesi gerekiyordu yanıt olarak? Düşününce Şeyda’nın yanıtının sürpriz olmadığı kararına vardı. Yaşam heyecanlarını öylesine değişik insani durumlarda buluyorlardı ki... Karısının onu anlamasını beklemek boşunaydı.
Konu kapandı. Belli ki düşünceleri henüz onunla paylaşılabilecek kıvama gelmemişti. Ne yapmak istediğine yalnız başına karar vermeli, ardından Şeyda’ya anlatmayı denemeliydi.
Bu denli farklı insanların ortak bir yaşam kurmaya çalışmalarını komik bulur. Okulda tanıştıkları günü düşünür, dünyayı, hayatı ve karşı cinsi birlikte öğrendikleri o günlerin sıcak anılarından süzülüp gelen duyguları onu hâlâ etkiliyordur.
Şeyda, pratik zekâsı üst düzeyde, olaylara hızla göz gezdirip üstten bakarak görünen bağlantıları çabucak kavrayan, bırakın daha derinlemesine düşünmeye çalışmayı, bunu yapanları gırgıra alıp eleştiren, tam bir –gündelik- hayat insanıdır.  Hem klasik güzel hem de alımlı denen o tılsımlı kadınlardan…  Burçları kimliğin bir parçası sayacak kadar ciddiye alır. İnsanların adından önce burcunu anımsar. Kenan gülüp geçer bunlara, çoktandır eleştirmekten de vazgeçmiştir. Arkadaş ziyaretlerinde çoklukla aşk dedikoduları, burçların insanları tanımlamadaki mucizevi başarısı gibi derin(!) konular konuşulur, herkes çocuklarının nasıl bir üstün zekâ olduğunun belirtilerini keyifle anlatırdı. Nasıl oluyor da insanlar bu konuları hiçbir zaman anlayamadığı bir tükenmeyen bir heyecanla tartışabiliyor? Evrim ne inanılmaz, aynı türden bunca değişik tipler çıkarabiliyor…
Baygınlıklar geçirir, depresyona girerdi böyle gecelerin sonunda.
“İzninle bir yarım saatcik intihar edeyim, sonra görüşürüz!”
Odasına çekilir kitaplarına kapanırdı. Karısı ‘bir bunalım müziği’ koyup şiir kitaplarına dalacağını bilir, gözlerini tavana dikerek yakınırdı.
“Gene asosyalliğin tuttu, çekil! Ben mazoşist miyim dersin?” Osmanlı’nın müziği ile  klasik  müzik, özellikle de Wagnerien olanları,  bir bunalımdı onun için…
Değişik insanlardır, ama ondan ayrılmayı hiç düşünmemiştir, Şeyda’nın da onu sevdiğini sanıyordur.
(Devam edecek)

∘∘∘




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder