2
Sanatta aradığım gayri faydacı hazları doğada
keşfettim ben. Sanat ve doğa büyünün biçimleriydi; her ikisi de karmaşık
efsunlanma ve kandırmaca oyunlarıydı.
Viladimir NABOKOV (ö. 1977)
Gece yatarken saate bakmaz; morali bozulmasın, ertesi gün uykusuz
hissetmesin ister. Sabah kalktığında yorgun ama istekli, umutlu ve hafifçe
tedirgindir. Çok çalıştım dediği gecelerin ardından gelen bu duyguları
tanıyordur. Çabucak kalkıp tıraş olur ve
Mars’la dere boyuna yürüyüşe inerler.
Bir süre gittikten sonra kaslarındaki ve beynindeki telaşın onda nasıl
tarazlı bir ruh yarattığını hisseder.
Yavaşlar, adımlarını küçültür. Ne kadar koşarsanız –aradığınız her
neyse- yakalama şansınızın o kadar azaldığına inanır; ama yine de bir türlü
yavaşlayamıyordur.
Sihirli söz çabuk olmak değil, hazır olmaktır… Yürüyüş yolu epey kalabalıktır; hafif puslu
dipdiri bir hava etkisini göstermiştir, gizemli bir güç damarlarında usulca
yayılıyordur.
Birkaç alan onu heyecanlandırıyordur.
Evrenin oluşumu, şiir, orman ve ağaçlar –ağaç onun için doğa denen
ziynet sandığının en kıymetli mücevheridir- ve edebiyat daha doğrusu
roman… Ağaçların kökleriyle topraktan su
emerek beslenmesi gibi, o da bu konularda derlediği hayranlık duygularından
özümlediği yaşam enerjisi ile besleniyordur.
Sosyal bilim kitaplarında, ‘insan teki’nin –tek bir insanın- yalnızca
kendisinin olan, kimseninkine benzemeyen, onu “biricik” yapan özellikleri
yoktur. Kalabalıklar anlatılıyordur onlarda, çoklukla istatistiğin toparladığı
veriler, göz alıcı ambalajlar içinde vitrinlere sürülüyordur. Eskiden boş
verdiği, topluma acımasızca eleştirel bakan şu görüşleri artık gerçekçi
buluyordur: Kalabalıkları bir arada
tutan ilgi alanları daha çok ortaklaşa sahip olduğumuz, çekimsiz, bencil ve
ahmak meraklarımızdır. Fiziksel çekicilik, seks, ucuz ve kolay mizah, herkesin
bir anda gözünü alıveren parlak, canlı ve tuhaf görünüşler…
Okula adımını attığında tuhaf çekim alanları içinde bulmuştu kendini.
Söylenenleri fazlaca ciddiye aldı. Okul bitip de hayata atıldığında -Şirket’te
çalışmaya başladığında- olan olmuş, yönünü çoktan yitirmişti. Yankesicilere
cüzdanınızı kaptırsanız, ödeme yapmak için elinizi ilk cebinize attığınızda
cüzdanınızın olmadığını anlar ve parasızlığın çaresizliğini iliklerinizde
duyarsınız… Kendinizi tanımanın da ne kertede önemli olduğunu iliklerinizde
hissettiğiniz anlar vardır… Hakiki kimliğinizi bulmadan hesabı ödeyemediğiniz
zamanlar… Sahteliğin sizi fırlattığı umutsuz boşluktan çıkamamanın çaresizliği…
Her şeyi oğlunun ölmesi tetiklemiş olmalıydı. Akıldı, bilimdi, şirketti…
hiçbirinin hayatla ilgili sorulara gelince bir işe yaramadığı beynine kazınmıştı.
Muharebe meydanındaki mağlup ordu subayları gibi, hayatı düşmanın iyi niyetine
kalmıştı.
Cenazeden sonra ıssız bir yer ararken kendini Belgrad Ormanları’nda buldu.
Kimsenin girmeyeceği kuytu bir bölgede, yüzlerce yıl görmüş geçirmiş bir meşe
ağacının yaralı gövdesine sırtını dayayıp hüngür hüngür ağladı, yüksek sesle.
Çaresizlik göz yaşı oldu, meşenin köklerini saldığı toprağa karıştı. Gözlerinde
yaş tükenince, saatlerce ağaçları dinledi. İşte o gövdesi yaralı yaşlı meşe
düşürdü aklına ağaçların arasında biraz olsun yaşarsa yönünü tekrar
bulabileceğini. Yara ne kadar derinse kaybettiği ‘yaşam yönünü’ tekrar
yakalayabilme şansının o denli yükseldiğini bu bilge meşeden duydu.
Acı ne denli büyükse insanın aczini
ve yalnızlığını anlaması kolaylaşıyor, yalnızlık ve acz içindeki küllenmiş
tutkuları tutuşturuyordu. Ruhundaki güvensizlik öylesine baskındı ki, tüm diğer
duyguları kasırga altında can derdine düşmüş hayvanlar gibi kaçışmış,
sığındıkları en yakın korunakta büzüşerek pusup kalmışlardı. O denli incelmiş
ve narinleşmişti ki, yaşama henüz düşmüş tomurcuğun tüm tehlikelere açık
korumasız zayıflığını iliklerinde duyuyordu.
Ya yok olup gidecek, ya da yeniden can bulup yeşerecekti.
Meşeler, ardıçlar, çınarlar gibi yüzyıllarca kendisiyle baş başa kalabilme
arzusu yaktı ruhunu; ancak ‘içindeki insanın’ nasıl bir şey olduğundan
habersizdi. Sığınmak istediği limanı ne
tanıyor ne de yolunu kime soracağını biliyordu.
Şimdi romanlarda arıyor kendine giden yolu, el yordamıyla…
Lisede gazete çıkarmıştı, sürekli hikâye, roman, şiir okurdu. Müzikle
ilgiliydi, iyi resim yapardı. Bunlardan
elinde kalan yalnızca okumak... Sevdiği
bir şeyi okurken kaybolur, her şeyi unutur, zamanın dışına çıkar, saatlerin
geçtiğini gece ile gündüzün yarışından anlar. İmkânı olsa da hep okusaydı
sonsuza kadar, konuşmadan ve yazmadan.
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder