7 Kasım 2017 Salı

AŞK DAĞDAN İNMEZ (6)



2














Sanatta aradığım gayri faydacı hazları doğada keşfettim ben. Sanat ve doğa büyünün biçimleriydi; her ikisi de karmaşık efsunlanma ve kandırmaca oyunlarıydı.
Viladimir NABOKOV (ö. 1977)


Gece yatarken saate bakmaz; morali bozulmasın, ertesi gün uykusuz hissetmesin ister. Sabah kalktığında yorgun ama istekli, umutlu ve hafifçe tedirgindir. Çok çalıştım dediği gecelerin ardından gelen bu duyguları tanıyordur.  Çabucak kalkıp tıraş olur ve Mars’la dere boyuna yürüyüşe inerler.
Bir süre gittikten sonra kaslarındaki ve beynindeki telaşın onda nasıl tarazlı bir ruh yarattığını hisseder.  Yavaşlar, adımlarını küçültür. Ne kadar koşarsanız –aradığınız her neyse- yakalama şansınızın o kadar azaldığına inanır; ama yine de bir türlü yavaşlayamıyordur. 
Sihirli söz çabuk olmak değil, hazır olmaktır…  Yürüyüş yolu epey kalabalıktır; hafif puslu dipdiri bir hava etkisini göstermiştir, gizemli bir güç damarlarında usulca yayılıyordur.
Birkaç alan onu heyecanlandırıyordur.  Evrenin oluşumu, şiir, orman ve ağaçlar –ağaç onun için doğa denen ziynet sandığının en kıymetli mücevheridir- ve edebiyat daha doğrusu roman…  Ağaçların kökleriyle topraktan su emerek beslenmesi gibi, o da bu konularda derlediği hayranlık duygularından özümlediği yaşam enerjisi ile besleniyordur.
Sosyal bilim kitaplarında, ‘insan teki’nin –tek bir insanın- yalnızca kendisinin olan, kimseninkine benzemeyen, onu “biricik” yapan özellikleri yoktur. Kalabalıklar anlatılıyordur onlarda, çoklukla istatistiğin toparladığı veriler, göz alıcı ambalajlar içinde vitrinlere sürülüyordur. Eskiden boş verdiği, topluma acımasızca eleştirel bakan şu görüşleri artık gerçekçi buluyordur:  Kalabalıkları bir arada tutan ilgi alanları daha çok ortaklaşa sahip olduğumuz, çekimsiz, bencil ve ahmak meraklarımızdır. Fiziksel çekicilik, seks, ucuz ve kolay mizah, herkesin bir anda gözünü alıveren parlak, canlı ve tuhaf görünüşler…
Okula adımını attığında tuhaf çekim alanları içinde bulmuştu kendini. Söylenenleri fazlaca ciddiye aldı. Okul bitip de hayata atıldığında -Şirket’te çalışmaya başladığında- olan olmuş, yönünü çoktan yitirmişti. Yankesicilere cüzdanınızı kaptırsanız, ödeme yapmak için elinizi ilk cebinize attığınızda cüzdanınızın olmadığını anlar ve parasızlığın çaresizliğini iliklerinizde duyarsınız… Kendinizi tanımanın da ne kertede önemli olduğunu iliklerinizde hissettiğiniz anlar vardır… Hakiki kimliğinizi bulmadan hesabı ödeyemediğiniz zamanlar… Sahteliğin sizi fırlattığı umutsuz boşluktan çıkamamanın çaresizliği…
Her şeyi oğlunun ölmesi tetiklemiş olmalıydı. Akıldı, bilimdi, şirketti… hiçbirinin hayatla ilgili sorulara gelince bir işe yaramadığı beynine kazınmıştı. Muharebe meydanındaki mağlup ordu subayları gibi, hayatı düşmanın iyi niyetine kalmıştı.
Cenazeden sonra ıssız bir yer ararken kendini Belgrad Ormanları’nda buldu. Kimsenin girmeyeceği kuytu bir bölgede, yüzlerce yıl görmüş geçirmiş bir meşe ağacının yaralı gövdesine sırtını dayayıp hüngür hüngür ağladı, yüksek sesle. Çaresizlik göz yaşı oldu, meşenin köklerini saldığı toprağa karıştı. Gözlerinde yaş tükenince, saatlerce ağaçları dinledi. İşte o gövdesi yaralı yaşlı meşe düşürdü aklına ağaçların arasında biraz olsun yaşarsa yönünü tekrar bulabileceğini. Yara ne kadar derinse kaybettiği ‘yaşam yönünü’ tekrar yakalayabilme şansının o denli yükseldiğini bu bilge meşeden duydu.
 Acı ne denli büyükse insanın aczini ve yalnızlığını anlaması kolaylaşıyor, yalnızlık ve acz içindeki küllenmiş tutkuları tutuşturuyordu. Ruhundaki güvensizlik öylesine baskındı ki, tüm diğer duyguları kasırga altında can derdine düşmüş hayvanlar gibi kaçışmış, sığındıkları en yakın korunakta büzüşerek pusup kalmışlardı. O denli incelmiş ve narinleşmişti ki, yaşama henüz düşmüş tomurcuğun tüm tehlikelere açık korumasız zayıflığını iliklerinde duyuyordu. 
Ya yok olup gidecek, ya da yeniden can bulup yeşerecekti.
Meşeler, ardıçlar, çınarlar gibi yüzyıllarca kendisiyle baş başa kalabilme arzusu yaktı ruhunu; ancak ‘içindeki insanın’ nasıl bir şey olduğundan habersizdi.   Sığınmak istediği limanı ne tanıyor ne de yolunu kime soracağını biliyordu.
Şimdi romanlarda arıyor kendine giden yolu, el yordamıyla…
Lisede gazete çıkarmıştı, sürekli hikâye, roman, şiir okurdu. Müzikle ilgiliydi, iyi  resim yapardı. Bunlardan elinde kalan yalnızca okumak...  Sevdiği bir şeyi okurken kaybolur, her şeyi unutur, zamanın dışına çıkar, saatlerin geçtiğini gece ile gündüzün yarışından anlar. İmkânı olsa da hep okusaydı sonsuza kadar, konuşmadan ve yazmadan.
(Devam edecek)
∘∘∘



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder