Ara sokakların birinden altın sarısı, göğsünün ortası ve patilerinin üstü
beyaz, kokerden biraz daha dikçe, uzun bacaklı, henüz yaşını doldurmamış bebek
suratlı bir erkek sokak köpeği koşarak yaklaşır yanına. Cebindeki bisküvilerden
bir iki parça uzatır, başını okşar. Camiye kadar arkasına takılır Kenan’ın.
Camiye dönünce duraksar, arkasından pür dikkat izlemeyi sürdürür, içeri girince
gözleri kapıda asılı kalmıştır.
Ayakkabılarını çıkarıp eline alır ve küçücük, belki de hayatında gördüğü en
sıcak ve sevimli camiden içeri girer. Zemin, çatı ve çatının üstünde yükseldiği
kolonların hepsi ahşaptır. Yerler bölgedeki köylerde dokunan kilimlerle
kaplanmıştır. İlerler, mihrabın önündeki safın sol ucuna duvar dibine çöker,
ayakkabılarını hemen yanındaki rafa bırakır.
Belki de yirmi yıldır ilk defa camiye adım atıyordur. Anlam veremediği bir
hüzün, aniden çöküveren Kunduz Ormanları’nın sisi gibi inivermiştir üstüne. Bir
mihraba, bir minbere gidip gelir gözleri.
Küçüklüğünün camilerinden çok farklıdır burası. İlkokul öncesi, iki yılı
aşkın bir süre beş vakit namaz kılmıştır. Çok eskilerde kalmış, neredeyse
unutulmuş gerçek bir dostun hiç beklenmedik bir anda çıkıp gelmesi gibi
üşüşmüştür kafasına çocukluk anıları.
Camide kimse yoktur. Oturduğu yerden dua eder. Gözleri kapalı konuşur
kendisiyle, Kunduz Ormanları’yla, Ovacık’ın kurbağa yeşili çimleriyle,
Allah’la… Yavaş yavaş, heceleye heceleye, her bir kelimenin içine anlamlarını
zerk ederek… Yapmak istediklerini anlatır; becerebilmek için güç, sabır,
metanet, dayanıklılık diler…
Çıkış merdivenlerinden inip yola girdiğinde sarı köpeği bekler bulur.
Zıplayarak kalkar yanına gelir. Çömelir, kafasını okşayarak konuşur onunla;
anlayarak bakan gözleri Kenan’a çivilenmiştir.
-4-
Keltepe’ye çıkıp Kunduz Ormanı’na bin yedi yüz metreden bakmayan, sis
bulutları altındaki kayınların, köknarların, sarıçamların kuzey rüzgarları
altında yaralı bir aslan gibi inlemesini
de duymamıştır. Dağla ormanın nasıl bir
haşmetle kucaklaştığını bilmez, orman bağımlısı olmanın nasıl bir şey olduğunu
hayal edemez. Keltepe’de bir bardak çay içerseniz, ne yapıp eder, bir yolunu
bulur, tekrar düşersiniz başı hep dumanlı bu yangın gözetleme tepesine.
Tepe taraçalanmış, altta rahatça oturulabilecek geniş bir teras, bir metre
kadar üstünde arkadaki derin yamaca bakan ağaç dallarından korkuluklarla
korunmuş bir üst taraça yapılmıştır. Alt terasta oturur dinlenir, yukarı çıkar,
aşağıdaki uçurumun dibinde koca bir orman kütlesinin dev bir yeşil anakonda
yılanı gibi kımıldamasını izlersiniz.
İsmet’le Kenan alt taraçada serili kilimin üstüne uzanırlar. Mars’ın
keyfine diyecek yoktur, ağaçların arasında dolanıp durur, rastladığı her dal
parçasını, humus öbeklerini, çürümeye meyletmiş kahverengine dönmüş yaprak
kümelerini derin derin koklar, her sese uzun, anlamak isteyen derin bakışlar
atar, kulak kabartır.
Köyde karşılaştığı köpeğe Mars adını vermiştir Kenan.
Karşılaşmalarından iki gün sonra Kasaba’ya sağlık kontrolüne götürdü. Veteriner
aşılarını yaptı, nasıl beslenmesi gerektiğini anlattı. Bir hafta sonraya
kısırlaştırma ameliyatı için gün verdi. Büyükşehir’den hazır mama getirtti.
Yedi-sekiz aylık ya var, ya yokmuş, sağlığı da gayet yerinde.
İsmet Mars’ın kafasını okşar.
“Ne şanslı köpek!”
“Şanslı olan ben miyim, yoksa o mu?”
Mars söylenenleri anlamış gibi Kenan’ın yanına gelir, yüzünü yalayarak
cevap verir. Artık alışmıştır bunlara, ilk günler yüzünü yıkardı hemen. Şimdi
kimse Mars’dan ona kötü bir şey geçeceğine inandıramaz. Belki de ‘Ne gelirse
razıyım’ tevekkülüdür onunkisi.
(devam
edecek) 6/38-13
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder