4 Kasım 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (3)





-3-

İlk akşam dere kenarında attığı küçük turun ardından sıcak bir çorba içer, duş alıp  yatar. Beklentilerinin aksine deliksiz uyur. Sabah erkenden gözlerini açtığında nerede olduğunu anlayıncaya dek şaşkınlık geçirir. Tam karşısındaki boydan boya pencerede, dalga dalga mora dönen koyu yeşil bir tablo sislerin içinden uyanıyordur. Yataktan atar kendini, pencerenin perdesini sonuna kadar açar, seyreder uzun uzun, ormanda yürüyen birinin temiz havayı içine çekmek istemesi gibi, karşısındaki görüntüyü beynine kazımak istiyordur.
Dağ Otel iki katlı, on dört odalı, üç yıldızlı bir otel. Kenan’ın odası ikinci katın köşesinde. Ormana bakan pencerelerin karşısındaki duvara yatağını dayamış, yatağın biraz ilerisine ve geniş odanın neredeyse tam ortasına çalışma masasını yerleştirmiştir. 
Tam karşısındaki sarıçamların, kayınların arasında oturuyor gibidir. Bu masayı İsmet nereden bulmuş? İki kitaplığından birini masasının arkasına duvara yaslamış, diğerini ise masanın solunda kalan yan duvara bitiştirmiştir. 
Doğru yerdeyim, diye geçirir içinden. Tıraş olup erkenden kahvaltıya iner. Dışarda oturmak için hava henüz serindir, ormanı doğrudan gören camın kenarındaki bir masaya oturur. Kahvaltı servisini de Cemal yapıyordur. Çayla birlikte tek yumurtalı omlet, zeytin, domates ve kızarmış ekmek ister. Kahvaltının sonuna doğru İsmet Bey güleç yüzüyle görünür.
“Hoş geldiniz…” Ses yapmasın diye kaldırarak çektiği sandalyeye oturur. “Akşam uğrayacaktım, erken çekildiğinizi söylediler, rahatsız etmek istemedim.”
“Sağ ol İsmet Bey…”
“Bey’e gerek yok be abi…”
“Yabancılarla çalışırken bile ben bu işe zor alıştım; yirmi beşmiş, yetmiş beşmiş, hiç fark etmez onlarda, biliyorsun, herkes birbirine adıyla… ”
“Nasıl buldun, beğendin mi Kunduz’u? ”
“Gelmiştim daha önce, burası otel olmadan. Küçücük bir evdi…” Oteli işaret eder.  “Çevre değişmemiş, oteller yapılmış…  ama aynı vahşi, rahatlatıcı güzellik…”
Buraya niçin geldin, ne kadar kalmayı düşünüyorsun, diye sormaz İsmet. “Odanı beğendin mi?”
Kenan atılır. “Bak unutuyordum, kitaplıklar, masa… Nerden buldun bu dağ başında onları?”
Memnun olur İsmet. “Kunduz Otel’in sahibi, bilmem tanıyor musun, Leman Hanım, soruştururken onun deposunda çıktı...”
“Şansa bak…”
İsmet ilk gün fazla tutmak istememiş olacak, iyi günler, deyip ayrılır.
Yarım saat sonra birkaç kilometre ilerde olduğunu öğrendiği köyün yolundadır. Kalın kışlık eşofman altının üstüne siyah kabanını geçirmiştir, başında yün bir başlık, ayaklarında yürüyüş ayakkabıları...
Derenin yanından kuzeye, Köy’e giden patikaya sapar. Serin, ıslak yaprak kokan kuzey esintisi hafifçe dokunuyordur. Bir kaybolup bir gözüken bahar güneşinin, ağaçlardan sıyrılabildiği kadarıyla yola ölgün lekeler yollamanın ötesinde bir gücü yoktur. 
Ağaçlar uzun ömürlerinin herhangi bir günü olmasına karşın her şeye yeni başlıyormuş gibi canlı, diri ve heyecanlı, toprak yumuşacık, uysal ve sevecendir. İçindeki karmakarışık duygular doğaya kaynaşıyor, pişmanlıklar törpüleniyor, kızgınlıklar yatışıyor, sanki bir güç onu kendisiyle barıştırmaya çalışıyordur.
Bir saatlik yürümenin ardından girer Köy’e. Meydandaki kahvehane neredeyse boştur. Yolun kenarındaki çamların altında çay içen üç kişinin dışında kimse görünmüyordur. Selam verip önlerinden geçer. İlerdeki dört yol kavşağından sağa döner, yüz metre kadar ilerde köyün minik camisi görünür. Daracık yolun iki tarafında, bazıları kâgir, bazıları ahşap, bazıları da karkas tek katlı veya iki katlı evler dizilmiştir. Bir kısmının ikinci kat kolonlarından filiz demirleri fışkırıyordur.
(Devam edecek) 4/38-11

∘∘∘


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder