-3-
“Kim bilir
neler duydun, herkesin hakkımda değişik bir hikâye anlattığını sanıyorum.”
Mars’ın masanın altından gelen kıpırtılarından başka ses duyulmaz.
“Abi, bir
isteğiniz?” Cemal müşterilerini dolaşıyor.
Eliyle sağ
ol, der. Başını masaya çevirdiğinde Hacer’in suratının düştüğünü, renginin
attığını fark eder.
“Neyin var
Hacer?”
“Bir şeyim
yok… Yapamam, söyleyeceklerimi yüz yüze söyleyemem…”
“Yürüyebiliriz
istersen; ama rüzgâr sert, üşümeyesin?”
“Kabanım
sağlam, başlığım bile var.”
Rüzgâr
şiddetini artırmış, gece Ovacık Yaylası’na katlanılmaz vicdan sızısı gibi
yapışmış, kapkara bir balçık sanki sıvaşmış yere göğe… Orman Kafe’den sızan
ölgün sarı ışık yamaçlardan sarkan çam ve kayın dallarında kırılıyor,
çaresizlikten kendini bilinmez uzaklara atanların delirmiş umutları gibi
ormanın derin karanlıklarında kayboluyor… Anlatıyor Hacer gözlerini geceye
dikerek… Kendini kurmaca karakterlerinden birinin yerine koymuş, başka birinin
hikâyesini anlatır gibi… Kenan bakamıyor, görmüyor; sanki düşman
bombardımanından kaçmış, sığınakta uçakların çekilmesini bekliyor.
-4-
Erken
çocukluğundan oldukça mutlu günler anımsıyordu Hacer. İlkokulda başarılı ve
neşeli bir öğrenciydi, güzelliğinin ciddi bir üstünlüğü olduğunu hissediyordu.
Derslerinde, arkadaşlarıyla olan oyunlarında bu üstünlüğünün ne denli önemli
olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Babasının o küçükken öldüğünü söylemişti annesi,
baba diye bildiği bıyıklı adam aslında onun gerçek babası değildi, ancak bunu
duymaktan hoşlanmıyordu. Durumları fena değildi, ne iş yaptığını hâlâ
bilmiyordu adamın, bilmek de istemiyordu.
Bir gece
bacaklarında bir şeylerin gezindiğini hissederek uyandı. Gözlerini açtığında
burnunun dibinde salyası akan, açık bir ağız gördü. Bıyıklıydı, terliyordu.
Üstündeki yorgan açılmış, geceliği yukarı çekilmişti. Kocaman, nasırlı, terli
bir el narin bacaklarında zehirli bir akrep gibi geziniyordu. Adam hızlı hızlı
nefes alıp veriyordu. Gözünü açmasıyla kapaması bir oldu. On iki yaşının
aklıyla ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Tepesinde salyaları akarak
sırnaşan, elini ayak bileklerinden baldırlarını okşayarak dizlerinin üstünden bacaklarının yukarısına,
kasıklarının arasına sokmaya çalışan babasıydı, daha doğrusu, annesinin kocası…
İradesi dışında ağlamaya başladı, avazı çıktığı kadar bağırarak. İşte ne
olduysa o anda oldu, sol yanağının üstünde balyoz gibi bir tokat patladı.
“Ağzını
açarsan ananı da seni de gebertirim!”
Adam
sarhoştu, gözü bir şey görmüyordu. Annesi diğer odada uyuyor olmalıydı.
Öylesine korkmuştu ki, hıçkırıkları göğsünde düğümlenip kaldı. Donmuştu;
duyuları susmuş, gözleri görmemiş, kasıklarında gezen eli duymaz olmuş, adamın
ter, alkol ve rezillik saçan derisinden yayılan aşağılık insan kokularını burnu
reddetmişti… Bu geceden en son hatırladığı, kasıklarının arasında duyduğu
keskin bir acı ile birlikte, o adamın kısa, kesik kesik kasılmaları…
Ertesi sabah
uyandığında eski Hacer bir daha dönmemek üzere kayıplara karışmıştı. O gün
okula gitmedi. Annesinin ısrarlı sorularını yanıtsız bıraktı. Bunu niçin
yaptığını bilmiyordu, korkudandı belki, evde olay çıksın istememiş olabilirdi.
Bir hafta
okula gitmedi, rapor aldılar.
Aynı şey bir
hafta sonra tekrarladı. Bu defa daha geç vakitti, belki de gece yarısından
sonra. Gene sarhoş, vıcık vıcık, kızarmış bir surat. Gene, “sesini çıkarırsan
ikinizi de…” Gene kasıklarının arasında bir sızı, kasılmalar, titremeler;
ardından gelen donmuşluk…
Bu durum
altı ay kadar sürdü. Üçüncü müydü, dördüncü mü hatırlayamıyordu, kusma
başlamıştı Hacer’de; ne zaman midesinin ağzına geleceğini bilemiyordu. Bazen
adam bacaklarında gezinirken, bazen eli döl yolunu karıştırırken, bazen de bu
olanları anımsadığında kusuyordu. Annesi doktora götürdü bir iki kez,
mahallelerinde bir doktor vardı, olanlardan hiç bahsetmeden bulantıyı
anlatıyorlardı. Bir sürü ilaç verdi doktor, hiçbiri kusmayı kesemedi.
Hâlâ
bilmediği, annesinin olanlardan son ana kadar haberi olup olmadığıydı. Altı ay
boyunca annesiyle bir şey konuşmadı, o da bir şey sormamıştı. İnanamıyordu.
Bunca gürültü, kusma, tuvalete koşma, babası olacak kırmızı yüzlünün odasına
girip çıkması. Bugün bile annesine soramıyordu olanları bilip bilmediğini. Ne
fark ederdi? Bilse ne olur, bilmese ne olurdu? Bu sorular normal dünyanın
normal insanları için anlamlıydı. Sonunda nasıl olsa öğrenecekti annesi de, boş
veriyordu.
Neden buna
tahammül etmişti, niçin kaçıp gitmemişti birilerine; öğretmenlerine, polise
anlatmamıştı? Bunlara cevabı yoktu. Küçücük aklında neler geçmişti?
Çıkaramıyordu. Anneye güvenememenin, ona bir zarar gelmesin endişesinin,
utanmanın, yok olmak isteğinin, dünyaya yanlışlıkla sıvaşmış bir pislik gibi kazınıp
atılmak isteğinin insana neler yaptırabileceğini az çok düşünebilse de, nasıl
olup da kendini öldürmediğine inanamıyordu.
Okuldan
almışlardı Hacer’i. Soranlara hastalandı, diyorlardı. Yalan değildi.
-5-
Sanki
yapayalnız, karanlığa anlatıyor bunları. Gözü kimseyi görmüyor Hacer’in. Öylesine rahatlamıştır ki, şaşırır Kenan.
Mars’ın tasmasını sonuna kadar açmış yanlarından uzaklaştırmıştır. Araya girmez, soru sormaz, kesmek istemez,
serbest kalsın, bir hamlede kusabildiği kadarını kussun, rahatlasın ister.
Ovacık çayı
boyunca bir aşağı bir yukarı turlarlar. Bazen dakikalarca susar Hacer, Mars’ın
ıslak çimlerdeki ayak sesleri kuzeyden esen hafif esintiye birlikte gecenin
karanlığına karışır. Sert güney rüzgârları Hacer’in anlattıklarına dayanamamış
geri çekilmiştir.
“Altı ay
sürmüş olmalı bu işkence, belki biraz daha fazla. Sonunda…” Durur, başını
yukarı kaldırır. “Şu anda karanlığı delip yıldızsız bu gecede eriyip yok
olabilmeyi ne kadar çok istediğimi asla bilemezsin; başka kimsem yok, yalnızca
sen biliyorsun. Seni de kaybedersem
ölürüm, dediğimi falan sanma. Kendimi zaten yaşıyor saymıyorum…”
Kenan
omuzlarından tutup teselli etmek ister, ama sadece bakışlarıyla, bu lacivert
karanlığa onun sesinden başkası karışsın istemez. Sezgileri böyle söyler ona.
Hacer kurtulur Kenan’dan, birkaç adım ilerler, çömelir, ince, derin, fısıltı
şeklindeki küçücük hıçkırıklarla gözyaşlarına boğulur. Bir süre öylece kalır,
belki beş belki on dakika.
“Sonunda…
Sonunda deyip duruyorum, ne oldu? Adam giderek her akşam beni ziyaret etmeye
başladı. Giderek çok daha içkili ve sarhoş geliyordu ve birinde bana tecavüz
etti, doya doya…”
Susar, biraz
açılır uzaklaşır Kenan’dan. Mars’ın yanına gidip uzun uzun sever, başını okşar
öper. “Şimdi beni bunlar ayakta tutuyor.” Mars’ı işaret eder. “Doğa,
ağaçlar… Kendim ne yazık ki alamıyorum
eve, kendim sığamıyorum ki bir yerlere… Ne zaman insanlardan bunalsam
köpeklere, sokak köpeklerine, şu bildiğimiz, çevremizde dolaşanlar, canlı
olmayı yakıştıramadıklarımıza sığınıyorum… O zamanlar köpeklerle tanışmamıştım
tabii, ağaçlarla da; Kunduz’a gelince tanıştım onlarla… Neden ölmedim, yaşamayı
sürdürebildim? Tahmin bile edemezsin…”
Kenan’ın
yanına gelir koşarak, omuzlarından tutarak sarsar onu. Kafasını sallar Kenan
iki yana.
“Bilmiyorum…”
“Aklına bile
gelmez… Hikâyelerim, yanımda taşıdığım defterlerime kaydettiğim küçük
hikâyelerimin kahramanları… Onları düşünürdüm, adamın eli kasıklarımın arasında
gezinirken, onlar bana kendilerini anlatırdı, onların çekimi kasıklarımda
dolaşan akrebi boğardı, duyurmazdı bana, sen yeni selamlaşıyorsun öyküyle,
henüz gözlerin kamaşmış değil, beni onlar yaşattı, belki de kötü ettiler, ölsem
daha az acı çekerdim…”
Koşar Marsın
yanına, yere oturur, kucağına alıp öpmeye başlar.
“Sen babası
ırzına geçerken bir taraftan ağlayıp bir taraftan hikâyesinin kahramanlarıyla
sohbet eden bir aşüfte duydun mu? Önce hikâyelerim vardı, ardından sokaktaki
köpekler, ormandaki ağaçlar benim oldu… En sonunda da sen geldin… Yoksa
alınıyor musun beni köpeklerle bir tutuyor diye, benim için onlardan daha
değerli çok az şey var… ”
Uzun uzun
gözlerinin arasından öptükten sonra Mars’ı bırakır kucağından. Hadi, der, koş, benim gibi sıkışma.”
“O geceden
sonra ortadan kayboldu sevgili babamız. Annem teyzemi de yanına alarak beni
kadın doğum doktoruna götürdü. Doktorla benden önce gizlice görüştüler. Ne
anlattılar bilmiyorum; ama beni babamızın becerdiğini söylemediler, o kadarını
biliyorum. Bir hafta oldu olmadı, polis çaldı kapımızı. İş yaptığı şehirlerden
birinde bir orospunun üzerinde iş tutarken kalp krizinden ölmüştü... Gelin,
cenazenizi alın dediler. Annem, teyzem ve eniştem gittiler, cenazeyi gizlice
defnettiler.”
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder