29 Kasım 2017 Çarşamba

AŞK DAĞDAN İNMEZ (21)






-3-

“Kim bilir neler duydun, herkesin hakkımda değişik bir hikâye anlattığını sanıyorum.” Mars’ın masanın altından gelen kıpırtılarından başka ses duyulmaz.
“Abi, bir isteğiniz?” Cemal müşterilerini dolaşıyor.
Eliyle sağ ol, der. Başını masaya çevirdiğinde Hacer’in suratının düştüğünü, renginin attığını fark eder.
“Neyin var Hacer?”
“Bir şeyim yok… Yapamam, söyleyeceklerimi yüz yüze söyleyemem…”
“Yürüyebiliriz istersen; ama rüzgâr sert, üşümeyesin?”
“Kabanım sağlam, başlığım bile var.”
Rüzgâr şiddetini artırmış, gece Ovacık Yaylası’na katlanılmaz vicdan sızısı gibi yapışmış, kapkara bir balçık sanki sıvaşmış yere göğe… Orman Kafe’den sızan ölgün sarı ışık yamaçlardan sarkan çam ve kayın dallarında kırılıyor, çaresizlikten kendini bilinmez uzaklara atanların delirmiş umutları gibi ormanın derin karanlıklarında kayboluyor… Anlatıyor Hacer gözlerini geceye dikerek… Kendini kurmaca karakterlerinden birinin yerine koymuş, başka birinin hikâyesini anlatır gibi… Kenan bakamıyor, görmüyor; sanki düşman bombardımanından kaçmış, sığınakta uçakların çekilmesini bekliyor.


-4-

Erken çocukluğundan oldukça mutlu günler anımsıyordu Hacer. İlkokulda başarılı ve neşeli bir öğrenciydi, güzelliğinin ciddi bir üstünlüğü olduğunu hissediyordu. Derslerinde, arkadaşlarıyla olan oyunlarında bu üstünlüğünün ne denli önemli olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Babasının o küçükken öldüğünü söylemişti annesi, baba diye bildiği bıyıklı adam aslında onun gerçek babası değildi, ancak bunu duymaktan hoşlanmıyordu. Durumları fena değildi, ne iş yaptığını hâlâ bilmiyordu adamın, bilmek de istemiyordu.
Bir gece bacaklarında bir şeylerin gezindiğini hissederek uyandı. Gözlerini açtığında burnunun dibinde salyası akan, açık bir ağız gördü. Bıyıklıydı, terliyordu. Üstündeki yorgan açılmış, geceliği yukarı çekilmişti. Kocaman, nasırlı, terli bir el narin bacaklarında zehirli bir akrep gibi geziniyordu. Adam hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Gözünü açmasıyla kapaması bir oldu. On iki yaşının aklıyla ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Tepesinde salyaları akarak sırnaşan, elini ayak bileklerinden baldırlarını okşayarak  dizlerinin üstünden bacaklarının yukarısına, kasıklarının arasına sokmaya çalışan babasıydı, daha doğrusu, annesinin kocası… İradesi dışında ağlamaya başladı, avazı çıktığı kadar bağırarak. İşte ne olduysa o anda oldu, sol yanağının üstünde balyoz gibi bir tokat patladı.
“Ağzını açarsan ananı da seni de gebertirim!”
Adam sarhoştu, gözü bir şey görmüyordu. Annesi diğer odada uyuyor olmalıydı. Öylesine korkmuştu ki, hıçkırıkları göğsünde düğümlenip kaldı. Donmuştu; duyuları susmuş, gözleri görmemiş, kasıklarında gezen eli duymaz olmuş, adamın ter, alkol ve rezillik saçan derisinden yayılan aşağılık insan kokularını burnu reddetmişti… Bu geceden en son hatırladığı, kasıklarının arasında duyduğu keskin bir acı ile birlikte, o adamın kısa, kesik kesik kasılmaları…
Ertesi sabah uyandığında eski Hacer bir daha dönmemek üzere kayıplara karışmıştı. O gün okula gitmedi. Annesinin ısrarlı sorularını yanıtsız bıraktı. Bunu niçin yaptığını bilmiyordu, korkudandı belki, evde olay çıksın istememiş olabilirdi.
Bir hafta okula gitmedi, rapor aldılar.
Aynı şey bir hafta sonra tekrarladı. Bu defa daha geç vakitti, belki de gece yarısından sonra. Gene sarhoş, vıcık vıcık, kızarmış bir surat. Gene, “sesini çıkarırsan ikinizi de…” Gene kasıklarının arasında bir sızı, kasılmalar, titremeler; ardından gelen donmuşluk…
Bu durum altı ay kadar sürdü. Üçüncü müydü, dördüncü mü hatırlayamıyordu, kusma başlamıştı Hacer’de; ne zaman midesinin ağzına geleceğini bilemiyordu. Bazen adam bacaklarında gezinirken, bazen eli döl yolunu karıştırırken, bazen de bu olanları anımsadığında kusuyordu. Annesi doktora götürdü bir iki kez, mahallelerinde bir doktor vardı, olanlardan hiç bahsetmeden bulantıyı anlatıyorlardı. Bir sürü ilaç verdi doktor, hiçbiri kusmayı kesemedi.
Hâlâ bilmediği, annesinin olanlardan son ana kadar haberi olup olmadığıydı. Altı ay boyunca annesiyle bir şey konuşmadı, o da bir şey sormamıştı. İnanamıyordu. Bunca gürültü, kusma, tuvalete koşma, babası olacak kırmızı yüzlünün odasına girip çıkması. Bugün bile annesine soramıyordu olanları bilip bilmediğini. Ne fark ederdi? Bilse ne olur, bilmese ne olurdu? Bu sorular normal dünyanın normal insanları için anlamlıydı. Sonunda nasıl olsa öğrenecekti annesi de, boş veriyordu.
Neden buna tahammül etmişti, niçin kaçıp gitmemişti birilerine; öğretmenlerine, polise anlatmamıştı? Bunlara cevabı yoktu. Küçücük aklında neler geçmişti? Çıkaramıyordu. Anneye güvenememenin, ona bir zarar gelmesin endişesinin, utanmanın, yok olmak isteğinin, dünyaya yanlışlıkla sıvaşmış bir pislik gibi kazınıp atılmak isteğinin insana neler yaptırabileceğini az çok düşünebilse de, nasıl olup da kendini öldürmediğine inanamıyordu.
Okuldan almışlardı Hacer’i. Soranlara hastalandı, diyorlardı. Yalan değildi.


-5-

Sanki yapayalnız, karanlığa anlatıyor bunları. Gözü kimseyi görmüyor Hacer’in.  Öylesine rahatlamıştır ki, şaşırır Kenan. Mars’ın tasmasını sonuna kadar açmış yanlarından uzaklaştırmıştır.  Araya girmez, soru sormaz, kesmek istemez, serbest kalsın, bir hamlede kusabildiği kadarını kussun, rahatlasın ister.
Ovacık çayı boyunca bir aşağı bir yukarı turlarlar. Bazen dakikalarca susar Hacer, Mars’ın ıslak çimlerdeki ayak sesleri kuzeyden esen hafif esintiye birlikte gecenin karanlığına karışır. Sert güney rüzgârları Hacer’in anlattıklarına dayanamamış geri çekilmiştir.
“Altı ay sürmüş olmalı bu işkence, belki biraz daha fazla. Sonunda…” Durur, başını yukarı kaldırır. “Şu anda karanlığı delip yıldızsız bu gecede eriyip yok olabilmeyi ne kadar çok istediğimi asla bilemezsin; başka kimsem yok, yalnızca sen biliyorsun.  Seni de kaybedersem ölürüm, dediğimi falan sanma. Kendimi zaten yaşıyor saymıyorum…”
Kenan omuzlarından tutup teselli etmek ister, ama sadece bakışlarıyla, bu lacivert karanlığa onun sesinden başkası karışsın istemez. Sezgileri böyle söyler ona. Hacer kurtulur Kenan’dan, birkaç adım ilerler, çömelir, ince, derin, fısıltı şeklindeki küçücük hıçkırıklarla gözyaşlarına boğulur. Bir süre öylece kalır, belki beş belki on dakika.
“Sonunda… Sonunda deyip duruyorum, ne oldu? Adam giderek her akşam beni ziyaret etmeye başladı. Giderek çok daha içkili ve sarhoş geliyordu ve birinde bana tecavüz etti, doya doya…”
Susar, biraz açılır uzaklaşır Kenan’dan. Mars’ın yanına gidip uzun uzun sever, başını okşar öper. “Şimdi beni bunlar ayakta tutuyor.” Mars’ı işaret eder. “Doğa, ağaçlar…  Kendim ne yazık ki alamıyorum eve, kendim sığamıyorum ki bir yerlere… Ne zaman insanlardan bunalsam köpeklere, sokak köpeklerine, şu bildiğimiz, çevremizde dolaşanlar, canlı olmayı yakıştıramadıklarımıza sığınıyorum… O zamanlar köpeklerle tanışmamıştım tabii, ağaçlarla da; Kunduz’a gelince tanıştım onlarla… Neden ölmedim, yaşamayı sürdürebildim? Tahmin bile edemezsin…”
Kenan’ın yanına gelir koşarak, omuzlarından tutarak sarsar onu. Kafasını sallar Kenan iki yana.
“Bilmiyorum…”
“Aklına bile gelmez… Hikâyelerim, yanımda taşıdığım defterlerime kaydettiğim küçük hikâyelerimin kahramanları… Onları düşünürdüm, adamın eli kasıklarımın arasında gezinirken, onlar bana kendilerini anlatırdı, onların çekimi kasıklarımda dolaşan akrebi boğardı, duyurmazdı bana, sen yeni selamlaşıyorsun öyküyle, henüz gözlerin kamaşmış değil, beni onlar yaşattı, belki de kötü ettiler, ölsem daha az acı çekerdim…”
Koşar Marsın yanına, yere oturur, kucağına alıp öpmeye başlar.
“Sen babası ırzına geçerken bir taraftan ağlayıp bir taraftan hikâyesinin kahramanlarıyla sohbet eden bir aşüfte duydun mu? Önce hikâyelerim vardı, ardından sokaktaki köpekler, ormandaki ağaçlar benim oldu… En sonunda da sen geldin… Yoksa alınıyor musun beni köpeklerle bir tutuyor diye, benim için onlardan daha değerli çok az şey var… ”
Uzun uzun gözlerinin arasından öptükten sonra Mars’ı bırakır kucağından.  Hadi, der, koş, benim gibi sıkışma.”
“O geceden sonra ortadan kayboldu sevgili babamız. Annem teyzemi de yanına alarak beni kadın doğum doktoruna götürdü. Doktorla benden önce gizlice görüştüler. Ne anlattılar bilmiyorum; ama beni babamızın becerdiğini söylemediler, o kadarını biliyorum. Bir hafta oldu olmadı, polis çaldı kapımızı. İş yaptığı şehirlerden birinde bir orospunun üzerinde iş tutarken kalp krizinden ölmüştü... Gelin, cenazenizi alın dediler. Annem, teyzem ve eniştem gittiler, cenazeyi gizlice defnettiler.”

(Devam edecek)

∘∘∘



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder