29 Kasım 2017 Çarşamba

AŞK DAĞDAN İNMEZ (23)








7_







Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (1)





                                                              






Kitle iletişim araçları herkes tarafından kabul edilecek klişeleri yayar dünyaya. Bunların arkasında zamanın ruhu gizlenir. Bu ruh romanın ruhuna aykırıdır. Romanın ruhu karışıklıkların ruhudur. Her roman okuyucuya şöyle der: “Durum senin bildiğinden karışık.”
Basit ve hızlı cevapların patırtısı içinde sesini daha az duyurmaktadır roman.
Milan KUNDERA (d. 1929)



 Şirket’te on yılın üzerinde çalıştım. İşe başladığımda öylesi naif görüşler içindeydim ki, bu denli cehalet eğitimle bile olmaz diyesim geliyor. Çok iyi okullarda okumuştum. Bayağı isim yapmış bir devlet lisesini birincilikle bitirmiş, yabancı dille eğitim yapan bir üniversitede okumuştum –yabancı dile olumlu bir anlam yükleyeceğinizi sanıyorum, ben öyle düşünmüyorum.
Bana iyi yetişmiş diyorlardı.
Üniversiteyle tanışamamış bir aileden geliyorum; ne öğreneceksem öğrenecek, sözü geçen –paralı- biri olacaktım, herkes benden bunları bekliyordu. Bütün derslerimi başarıyla geçtiğim için çoğunlukla bir sürü insan bana bir şeyler danışmaya gelirdi. Böyle olunca ben de kendimi ‘hayat uzmanı’ sanmaya başlamıştım…
 Tuhaf bir huyum vardı –şimdi değişti mi, bilemiyorum-; gözümün tuttuğu birisi, örneğin lisedeki hocalardan biri bir şey söylediğinde inanıyordum. Ailemde diplomalı birisi bulunmadığından benim güvendiğim insanların hemen hemen tümü lise hocalarımdan oluşmuştu. Bazıları gerçekten çok bilgiliydi, özellikle onlara çok güvenirdim, adları hâlâ aklımdadır. Ama bizlerin nasıl bir yaşam cahili olduğumuzu kimse anlamamıştı. Örneğin biz lise son sınıfta, meslek seçmeden önce, ne bir doktorla, ne bir mühendisle, ne bir başka deneyimli biriyle, ne bir üniversite profesörüyle –hangi alanda olursa olsun-, aklınıza gelebilecek herhangi bir meslek sahibiyle iki laf edemeden seçimimizi yaptık.
Bu konu gündemimizde ilk yüze bile girmekte zorlanırdı, ciddi söylüyorum… Hem biz öğrencilerin, hem okul yönetiminin, hem de öğretmenlerimizin gözünde sıradan, küçük bir kuşkuya bile yer olmayan rutin bir işti yapmamız gereken: Gidip çok para getireceğine inandığımız dalları işaretleyecektik… Yönetimin en önemli işi bizim gibi yatılı öğrencilere, okula, yatakhaneye, etüde, yemeğe birkaç dakika geç gelince ceza kesmekti. 
Bize yol göstermek gibi bayağı(!) şeylere ayıracak zamanları yoktu.
Her neyse, aramızdan dersleri iyi olanların çoğu mühendis, bir kısmı da doktor, ekonomist… oldu.
 Yönümüzü şaşırmış çölde vaha arayan acemi bedeviler gibi çaresizce ‘Hayat Bilgisi’ dersi arıyor olmalıydık, ama susuzluğumuzdan haberimiz yoktu…
Yabancı dilde eğitim yapan bir üniversitenin sınavlarını kazandım, burs da verdiler.  İlk birkaç yıl İngilizcem yeterli olmadığından konulara pek derinlemesine giremedim; derslerdeki tartışmalara katılabilmek daha da güçtü. Belli bir zekânın adamı olduğumdan sınavlarda bir yolunu bulup geçer not almayı başarıyordum. Son sınıfta biraz olsun rahatladım ancak okul bitmişti. Bugün beni kimse anadilim dışında eğitim yapılan bir okula yollayamaz! Dil mi öğreneceksin, yurt dışında lisansüstü eğitimle birlikte… Başkasının diliyle eğitim, yabancı akılla düşünmek gibi bir budalalık; nasıl oluyor da anne-babalar, devletler bu tuzağa isteyerek dalıyor, anlamak güç... Yeterli ders kitapları mı yok, yabancı dilde kitap kullanılmasını bile anlayabilirim; ama mutlaka ve mutlaka kendi dilimde hocamla tartışabilmeliyim, başka türlü bilimsel kavramları sindirmek nasıl olabilir ki?
Canım boş ver para kazanmak için kavrama mavrama gerek mi var, derseniz, gene de iyi düşünün derim. Aslında biraz olsun yaratıcılık gerekiyorsa para kazanmanız için, o da zora girer…


-2-

Lisedeki –üstün başarı ile bitirmeme karşın- aymazlığım, üniversitedeki dil engelli körebe oyunum geçmişte kalmıştı. Artık anlamak istiyordum, hem yaptığım işi hem de bir parçası olduğumuz hayatı. Şirket’te çalışmaya başladığımda böyle düşünüyordum. Şeyda’ya söz ettim bu düşüncelerimden, ne dediğini pek anımsamıyorum, sanırım başka bir şeyle meşguldü.
Para kazanmak güzeldi. İlk yıl yapmam gerekenleri benden istendiği şekilde yapmaya büyük özen gösterdim; bana mantıklı gelmeyen şeyler olduğunda da pek çıkıntılık yapmadım. Bir gün, müdür çağıyor dedi bölüm sekreteri. Sanırım dördüncü yılımın sonuna doğruydu.
“Kenan, gel bakalım,” dedi Genel Müdür’ümüz.  Severdim onu aslında aklı başında kafası çalışan birisiydi. Önündeki dosyayı göstererek, “Bu işte fiyatlandırmaya itiraz etmişsin, nedir, bir şeyler söylediler ama, anlatsana…”
Geldiğimden beri çeşitli bölümlerde çalışmıştım. Önce üretimde, sonra satışta, şimdi de pazarlamada… Sonunda amirin ve sen karşılıklı değerlendirerek asıl görevini belirliyordunuz. Herhangi bir aşamada şirketin ‘bize yaramazsın’ deme hakkı vardı. Güzel bir uygulamaydı, çok şey öğrenmiştim.
“Ahmet Bey, bakın, böyle fiyatlandırma ayağımıza kurşun sıkmak, hayali maliyetler uyduruyor, işi pahalı gösterip kendimize tuzak kuruyoruz! 
“Peki, onlar ne diyor?”
“Ne olacak abi –müdürümüzle o kadar samimiyetimiz vardı- eski köye yeni adet getirme, diyorlar, şimdiye kadar hep böyle yapılıyormuş…” Baktım bizim Müdür Bey’in alın çizgilerindeki derinlik aynen duruyor, pek anlamış görünmüyor. Sürdürdüm. “Hani var ya, ‘şöyle diyorlar, böyle diyorlar…’ dediklerinde ‘kim diyor bunları ?’ derseniz yanıt alamazsınız, onun gibi bir şey bu da…”
Ahmet Bey’in bakışlarında değişiklik yoktu. Sesini çıkarmadı. Sonra duydum ki benim karşı çıktığım hesaplar üzerinden teklifi vermişler. İhaleye katılan firmalar anlaşmış fiyatları şişirmişler anlayacağınız… Öylesine ciddi bir kâr vardı ki işte, maliyetleri doğru hesaplamışsın , yanlış hesaplamışsın hiç önemi kalmıyor, sistem akıllı olanlardan çok gözü kara olanlara prim veriyordu. Kazanmanın, canlıların dünyaya gelmesiyle keşfedilen en ilkel ancak en emin yolu! Ben pişmiş aşa su katan biri rolündeydim... Ahmet Bey, “Olsun, biz senden memnunuz, moralini bozma…” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Kendimi gereksiz ve anlamsız hissettim, ne işim vardı burada…
Doğru düşündüğümden kuşkum olmamasına karşın kendime güvenim azalmıştı.
Duydum ki bizim büyük patron benim için “Zamanla ‘daha gerçekçi’ olacaktır, aslında iyi bir eleman!” demiş. Ben sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Okulda ‘Devlet! Devlet!’ deyip üste çıkmaya çalışan solculara karşı savunurdum serbest piyasayı… Patronun işaret ettiği ‘gerçekçilik’ serbest piyasa gerçekliği olmalıydı… Hâlâ çok mu saftım,  belki de kâr’a en kolay, en kısa yoldan ulaşmak işin can damarıydı, kitapların arasından bir türlü çıkamıyordum, ne bileyim… Neden kitaplar bunları yazmazdı, yani okuldaki ders kitapları. Belki de işletme fakültelerinde okutulanlarda vardı… Biz işletmeyi falan pek bilimden saymazdık… ‘Yoğurdu nasıl satarsın, gazozu nasıl beğendirirsin’in bilimi mi olurmuş… Onlar da bize ‘rakam hastası’ derdi… Biz ölçüp biçip standartlarını bulmadan gerdeğe bile giremezmişiz, Almanlara benziyormuşuz…
Aslında ben biraz böyleyim, geleceğe hep olasılıkları kestirmeye çalışarak bakarım. Bir kız gördüm mü, bu kız derim, yüzde otuz şöyledir. Bu müthiş, yüzde yüz evlenilir. Şeyda’yı gördüğümde de benzer bir şey söylemiştim. Kesin yüzde yüz… Kaçmaz anlamında…
Ne oldu? Ne olacak, sürpriz yapıp fos çıktım… Beceriksiz birinin rastgele seçtiği karpuz gibi…
(Devam edecek)
∘∘∘





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder