7_
Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (1)
Kitle iletişim araçları herkes
tarafından kabul edilecek klişeleri yayar dünyaya. Bunların arkasında zamanın
ruhu gizlenir. Bu ruh romanın ruhuna aykırıdır. Romanın ruhu karışıklıkların
ruhudur. Her roman okuyucuya şöyle der: “Durum senin bildiğinden karışık.”
Basit ve hızlı cevapların patırtısı
içinde sesini daha az duyurmaktadır roman.
Milan
KUNDERA (d. 1929)
Şirket’te on yılın üzerinde
çalıştım. İşe başladığımda öylesi naif görüşler içindeydim ki, bu denli cehalet
eğitimle bile olmaz diyesim geliyor. Çok iyi okullarda okumuştum. Bayağı isim
yapmış bir devlet lisesini birincilikle bitirmiş, yabancı dille eğitim yapan
bir üniversitede okumuştum –yabancı dile olumlu bir anlam yükleyeceğinizi
sanıyorum, ben öyle düşünmüyorum.
Bana iyi yetişmiş diyorlardı.
Üniversiteyle tanışamamış bir aileden geliyorum; ne öğreneceksem öğrenecek,
sözü geçen –paralı- biri olacaktım, herkes benden bunları bekliyordu. Bütün
derslerimi başarıyla geçtiğim için çoğunlukla bir sürü insan bana bir şeyler
danışmaya gelirdi. Böyle olunca ben de kendimi ‘hayat uzmanı’ sanmaya
başlamıştım…
Tuhaf bir huyum vardı –şimdi değişti
mi, bilemiyorum-; gözümün tuttuğu birisi, örneğin lisedeki hocalardan biri bir
şey söylediğinde inanıyordum. Ailemde diplomalı birisi bulunmadığından benim
güvendiğim insanların hemen hemen tümü lise hocalarımdan oluşmuştu. Bazıları
gerçekten çok bilgiliydi, özellikle onlara çok güvenirdim, adları hâlâ
aklımdadır. Ama bizlerin nasıl bir yaşam cahili olduğumuzu kimse anlamamıştı.
Örneğin biz lise son sınıfta, meslek seçmeden önce, ne bir doktorla, ne bir
mühendisle, ne bir başka deneyimli biriyle, ne bir üniversite profesörüyle
–hangi alanda olursa olsun-, aklınıza gelebilecek herhangi bir meslek sahibiyle
iki laf edemeden seçimimizi yaptık.
Bu konu gündemimizde ilk yüze bile girmekte zorlanırdı, ciddi söylüyorum…
Hem biz öğrencilerin, hem okul yönetiminin, hem de öğretmenlerimizin gözünde
sıradan, küçük bir kuşkuya bile yer olmayan rutin bir işti yapmamız gereken:
Gidip çok para getireceğine inandığımız dalları işaretleyecektik… Yönetimin en
önemli işi bizim gibi yatılı öğrencilere, okula, yatakhaneye, etüde, yemeğe birkaç
dakika geç gelince ceza kesmekti.
Bize yol göstermek gibi bayağı(!) şeylere ayıracak zamanları yoktu.
Her neyse, aramızdan dersleri iyi olanların çoğu mühendis, bir kısmı da
doktor, ekonomist… oldu.
Yönümüzü şaşırmış çölde vaha arayan
acemi bedeviler gibi çaresizce ‘Hayat Bilgisi’ dersi arıyor olmalıydık, ama
susuzluğumuzdan haberimiz yoktu…
Yabancı dilde eğitim yapan bir üniversitenin sınavlarını kazandım, burs da
verdiler. İlk birkaç yıl İngilizcem
yeterli olmadığından konulara pek derinlemesine giremedim; derslerdeki
tartışmalara katılabilmek daha da güçtü. Belli bir zekânın adamı olduğumdan
sınavlarda bir yolunu bulup geçer not almayı başarıyordum. Son sınıfta biraz
olsun rahatladım ancak okul bitmişti. Bugün beni kimse anadilim dışında eğitim yapılan
bir okula yollayamaz! Dil mi öğreneceksin, yurt dışında lisansüstü eğitimle
birlikte… Başkasının diliyle eğitim, yabancı akılla düşünmek gibi bir
budalalık; nasıl oluyor da anne-babalar, devletler bu tuzağa isteyerek dalıyor,
anlamak güç... Yeterli ders kitapları mı yok, yabancı dilde kitap
kullanılmasını bile anlayabilirim; ama mutlaka ve mutlaka kendi dilimde hocamla
tartışabilmeliyim, başka türlü bilimsel kavramları sindirmek nasıl olabilir ki?
Canım boş ver para kazanmak için kavrama mavrama gerek mi var, derseniz,
gene de iyi düşünün derim. Aslında biraz olsun yaratıcılık gerekiyorsa para
kazanmanız için, o da zora girer…
-2-
Lisedeki –üstün başarı ile bitirmeme karşın- aymazlığım, üniversitedeki dil
engelli körebe oyunum geçmişte kalmıştı. Artık anlamak istiyordum, hem yaptığım
işi hem de bir parçası olduğumuz hayatı. Şirket’te çalışmaya başladığımda böyle
düşünüyordum. Şeyda’ya söz ettim bu düşüncelerimden, ne dediğini pek
anımsamıyorum, sanırım başka bir şeyle meşguldü.
Para kazanmak güzeldi. İlk yıl yapmam gerekenleri
benden istendiği şekilde yapmaya büyük özen gösterdim; bana mantıklı gelmeyen
şeyler olduğunda da pek çıkıntılık yapmadım. Bir gün, müdür çağıyor dedi bölüm
sekreteri. Sanırım dördüncü yılımın sonuna doğruydu.
“Kenan, gel bakalım,” dedi Genel Müdür’ümüz. Severdim onu aslında aklı başında kafası
çalışan birisiydi. Önündeki dosyayı göstererek, “Bu işte fiyatlandırmaya itiraz
etmişsin, nedir, bir şeyler söylediler ama, anlatsana…”
Geldiğimden beri çeşitli bölümlerde çalışmıştım. Önce
üretimde, sonra satışta, şimdi de pazarlamada… Sonunda amirin ve sen karşılıklı
değerlendirerek asıl görevini belirliyordunuz. Herhangi bir aşamada şirketin
‘bize yaramazsın’ deme hakkı vardı. Güzel bir uygulamaydı, çok şey öğrenmiştim.
“Ahmet Bey, bakın, böyle fiyatlandırma ayağımıza
kurşun sıkmak, hayali maliyetler uyduruyor, işi pahalı gösterip kendimize tuzak
kuruyoruz!
“Peki, onlar ne diyor?”
“Ne olacak abi –müdürümüzle o kadar samimiyetimiz
vardı- eski köye yeni adet getirme, diyorlar, şimdiye kadar hep böyle
yapılıyormuş…” Baktım bizim Müdür Bey’in alın çizgilerindeki derinlik aynen
duruyor, pek anlamış görünmüyor. Sürdürdüm. “Hani var ya, ‘şöyle diyorlar,
böyle diyorlar…’ dediklerinde ‘kim diyor bunları ?’ derseniz yanıt alamazsınız,
onun gibi bir şey bu da…”
Ahmet Bey’in bakışlarında değişiklik yoktu. Sesini
çıkarmadı. Sonra duydum ki benim karşı çıktığım hesaplar üzerinden teklifi
vermişler. İhaleye katılan firmalar anlaşmış fiyatları şişirmişler
anlayacağınız… Öylesine ciddi bir kâr vardı ki işte, maliyetleri doğru
hesaplamışsın , yanlış hesaplamışsın hiç önemi kalmıyor, sistem akıllı
olanlardan çok gözü kara olanlara prim veriyordu. Kazanmanın, canlıların
dünyaya gelmesiyle keşfedilen en ilkel ancak en emin yolu! Ben pişmiş aşa su
katan biri rolündeydim... Ahmet Bey, “Olsun, biz senden memnunuz, moralini
bozma…” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Kendimi gereksiz ve anlamsız
hissettim, ne işim vardı burada…
Doğru düşündüğümden kuşkum olmamasına karşın kendime
güvenim azalmıştı.
Duydum ki bizim büyük patron benim için “Zamanla ‘daha
gerçekçi’ olacaktır, aslında iyi bir eleman!” demiş. Ben sevineyim mi üzüleyim
mi bilemedim. Okulda ‘Devlet! Devlet!’ deyip üste çıkmaya çalışan solculara
karşı savunurdum serbest piyasayı… Patronun işaret ettiği ‘gerçekçilik’ serbest
piyasa gerçekliği olmalıydı… Hâlâ çok mu saftım, belki de kâr’a en kolay, en kısa yoldan
ulaşmak işin can damarıydı, kitapların arasından bir türlü çıkamıyordum, ne
bileyim… Neden kitaplar bunları yazmazdı, yani okuldaki ders kitapları. Belki
de işletme fakültelerinde okutulanlarda vardı… Biz işletmeyi falan pek bilimden
saymazdık… ‘Yoğurdu nasıl satarsın, gazozu nasıl beğendirirsin’in bilimi mi
olurmuş… Onlar da bize ‘rakam hastası’ derdi… Biz ölçüp biçip standartlarını bulmadan
gerdeğe bile giremezmişiz, Almanlara benziyormuşuz…
Aslında ben biraz böyleyim, geleceğe hep olasılıkları
kestirmeye çalışarak bakarım. Bir kız gördüm mü, bu kız derim, yüzde otuz
şöyledir. Bu müthiş, yüzde yüz evlenilir. Şeyda’yı gördüğümde de benzer bir şey
söylemiştim. Kesin yüzde yüz… Kaçmaz anlamında…
Ne oldu? Ne olacak, sürpriz yapıp fos çıktım…
Beceriksiz birinin rastgele seçtiği karpuz gibi…
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder