1 Kasım 2017 Çarşamba

AŞK DAĞDAN İNMEZ (1)



1









Sanatın başarısı bizi güldürmek, ağlatmak, öfkelendirmek veya cinsel arzularımızı körüklemek değildir. Doğanın yaptığı gibi bizi hayranlık ve şaşakalma duygularıyla beslemektir.
                                      Gustave FLAUBERT (ö. 1880)



Hayatlar kendimizi aradığımız oyunlardır. Böyle düşününce rahat ediyordur… 
Hedefe yaklaştıkça mutluluk duyar, uzaklaştıkça kederlenir mahzun oluruz… Tuhaf olanı, hedefe en yakınken yarışa başlamamız ve giderek uzaklaşmayı marifet bilmemiz.
Kendimiz olarak doğuyor, yaşadıkça sahteleşiyoruz.
Bir yerden sonra oyun geçmişe yolculuğa dönüşüyor… Bazen ortalarda bir yerde ipi göğüslemeye çok yaklaşıyor, sonunda yine kaybediyoruz.   
Yokuşun başına gelince tepeden görür Kasaba’yı. Otomobili vitesten atar, hızını düşürüp yavaşça yolun kenarındaki karaçamın altına çeker. Kasaba’nın ufuklara uzanan yeşilliği, içindeki kuşku kıvılcımlarını biraz olsun söndürür. Rahatlamış hisseder. Arabadan çıkar, ilerdeki çeşmede ellerini ve yüzünü yıkar. Çamın alt dallarında cıvıldaşan serçelerin huzuruna imrenir.
Telefonu kapalıdır, açmaya yeltenir, hayır bu kafayla kimseyle konuşamam… Telefonu cebine atar. Gökyüzünde gelişi güzel serpiştirilmiş birkaç bulut kümesi vardır. Sırtını çama verip oturur, ayaklarını uzatır. Sigarayı bırakmamış olsa, tam da ‘anasını satayım’ kıvamında bir sigara yakılacak zamandır. Gözlerini bulutlara çevirir, bir süre sessiz kalır. Bulutların süt köpüğü duruluğundaki ilahi beyazının, tertemiz bir vicdan gibi içine sızmasını ister. Düşüncelerini de temizler mi bulutların akı, sağduyularından arındırır mı acaba? Başka türlü Allah’ın cezası özgürlüğü tadacağı yoktur…
“Abi, Kasaba’ya mı?” On yaşlarında yüzü gözü toz toprak, sert kumral saçları alnından kaşlarına yürüyen bir oğlan çocuğu, meraklı gözlerle ona bakıyordur.
“Evet, Dağ’a...”
Kasabalılar Kunduz Dağ’ına ‘Dağ’ der, kısaltır.
“Ne güzel! Ben daha Dağ’ı görmedim.”
“Öyle mi? İster misin, Dağ’a çıkmayı?”
Elindeki ince dalı havada kamçı gibi savurur.  “İnsan istemez mi be amca! Sen niçin…, yani sizin gibi büyükler?”
“Ben? Yoruldum galiba, dinlenmek falan…”
Beyaz yüzlü, sert saçlı çocukta kendi çocukluğunu görür. Epey sohbet ederler. Okuyormuş, dersleri gayet iyiymiş, en iyisi de matematik… En çok nede para varsa onu okumak niyetindeymiş.
Bu yaşlarda babasıyla sinemaya giderlerdi, kasabanın ahşap, her ayağa kalkanın ağırlığı altında son nefesini veren bir hasta gibi inleyen, içinde sigaradan göz gözü görmeyen sinemasına. Hep kahramanlar arardı gözleri, güçlüler, zenginler, havalılar, herkesin hayran hayran baktığı kişiler… Onlara ‘bizden’ derlerdi, kendi de ‘biz’in içinde keyifle ve huzurla yerini alırdı.
Çok sonraları öyle bir ‘biz’i bulamamanın hayal kırıklığını çekecekti.
Çocukluğunu özleyenlerin hep aradığı, kısacık ömürlü kelebekler gibi yalnızca hayallerde yaşayan ‘biz’i…
Vedalaşırlar diken saçları kaşlarına inen çocukla.
(Devam edecek.) 2/38-11

∘∘∘

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder