13 Kasım 2017 Pazartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (12)




_3_














    bilmemek bilmekten iyidir
                                                   düşünmeden yaşayalım
mâra
Asaf Halet ÇELEBİ (ö. 1958)

Ben bilmemeyi, emin olmamayı, değişim için daima bir yer olduğu duygusunu seviyorum.
John FOWLES (ö. 2005)

                                           

 Eve çıkmak fikrini ilginç bulur. Küçüçük, bahçe içinde bir evdir, ahşap caminin kuzeye doğru iki sokak üzerinde. Girişte mutfak, banyo ve küçük yuvarlak bir yemek masası ile gerekirse tek kişilik bir yatağın sığabileceği bir alan, ikinci katta otel odasındaki tüm eşyalarını alabilecek büyükçe bir yatak ve çalışma odası. Evin etrafı bir metre yüksekliğinde tuğla duvarla çevrili. Mars’ın oynayabileceği bahçesi bile var.
Bir hafta sonra taşınmıştır. Artık Kunduz ormanlarında yerleşik biridir, Ovacık yaylasına komşu Köy’de… Emine Hanım’la anlaşır;  Leman’ın önerisiyle, temizliği, bakımı o yapacaktır.  Derken, o da evin bir ferdi olmuştur, gerektiğinde Mars’ı gezdiriyor ve yemeğini veriyordur.
Evde uyandığı ilk sabah Mars’ı göz ucuyla onu izler bulur.
“Haydi bakalım… Nasıl kutlayalım?” Mars birden kalkar, ön ayaklarıyla yatağa tırmanır, sevinçle başını aşağı yukarı sallamaya başlar, İngiliz atları gibi… ‘Haydi’ sözcüğünü duyar duymaz ateşleniyordur, dışarı çıkmak demektir onun için...
Doğuya kıvrılan son dönemeci alınca küçük bir otomobil gözüne ilişir park yerinde. Bu saatte, diye düşünür, başka kim gelebilir ki Keltepe’ye? Biraz daha tırmanınca iki kadının kahvaltı etmekte olduğunu görür, Hacer’in uzun zarif boynunu uzaktan tanır, kazayı hatırlar.  Aylar oldu, nasıl acaba durumu?
“İyi sabahlar, ne güzel siz de mi? Kimse olmaz, diyordum…”
Hacer’in bakışları gerginliğini atmış, dingin, nemli bir ışıltıya kavuşmuştur; daha bakımlı gözükmektedir. “Günaydın, Kenan Bey’di değil mi?” Göğüs geçirir. “Müteşekkiriz size…”
Annesi de benzer cümlelerle, eksik olmayın, Allah sizden razı olsun der Kenan’a. Abi buyur, diye koşar yangın gözetlemecisi Yahya. “Çay veriyorum?”
Başıyla onaylar ve sağ ol anlamında elini kaldırır Kenan. Birkaç dakika havadan sudan konuşurlar. Annesi “Bizim küçük kız uyanır da kimseyi bulamazsa korkar biz kalksak iyi olur,”  diye kalkar. Hacer’e bakar, hadi gelmiyor musun der gibi.
Hacer gitmek istemez: “Sen git, ben ararım, gelip alırsın beni.”
Kenan çabuk davranır. “Birlikte dönebiliriz…”
Hacer’den evet diyen sıcak ve sevimli bir gülümseme gelir. 
Kenan getirdiği poğaçalardan ikram eder Hacer’e, Yahya’nın demli çaylarıyla yerler.  Hacer’e kocasını sorar. Kazada hafızasını kaybetmiş, sol tarafına felç gelmiş, bir ayı aşkın tedavi gördükten sonra vefat etmiştir İzzet Kalıpçı…
Başsağlığı diler Kenan. “Allah rahmet eylesin, çok üzüldüm.” 
Bakışlarındaki pırıltı biraz azalsa da keyfinin kaçmasına izin vermeye niyeti yoktur Hacer’in. Çay bardağını belinden zarafetle kavrar, incitmemeye özen göstererek kafesten kuş çıkarır gibi; küçük yudumlarla ağır ağır her zerresini duyumsayarak içer. Berrak, canlı kırmızısıyla yeşilliğin ortasında bir bardak çay hiç sönmeyen bir kor, Hacer de közle oynayan bir tanrıça gibidir. Elindeki bardağı bırakıp kalkar ve üst taraçaya tırmanır. Oturdukları geniş bölümün biraz üzerinde, daha dar, önündeki yamaçtan, daha doğrusu uçurumdan ahşap korkuluklarla korunmuş terasa... Kollarını korkuluğa dayayıp Kunduz’un başı dumanlı, hem “tek ve hür” hem de “kardeşçe” yaşamayı becerebilen kayınlarına, sarıçamlarına tepeden bakar. Bu arada Kenan da gelmiştir yanına, avcunun içinde kaybolan çay bardağıyla.
“Yıllarca önce İzzet’le gelmiştim buraya, şimdi hissettiğim duyguları aynen iliklerimde duymuştum, gene de duyuyorum… Öyle bir sihiri var ki, şairler bile anlatamaz…”
Susarlar. Kenan herhangi bir yerde söylenebilecek sıradan sözcüklerle, tenis çalışan sporcunun karşısındaki duvar gibi, diyalog sürsün kabilinden bir şeyler söyleyecek olur, vaz geçer; ağaçlardan yükselen doğa senfonisini dinlemeyi seçer.
Hacer bıraktığı yerden sürdürür: “Dilimin ucuna geldiği halde, İzzet yanlış anlar diye söyleyemediğim şeyler gene beynimde zonkluyor…” Bakışları ormanın üzerinden ufuklarda erir.
Nedir, diye sorar Kenan, bakışlarıyla.
“Şimdiye kadar yaşadığım hayatımın yerine, burada birkaç ay yaşayıp ölmeyi yeğleyebilirdim, seçme şansım olsaydı…”
Kenan beyninden diline inen sözcüklere izin vermez, susmaya devam eder. Ormanın Hacer’e söylediklerinden daha iyisini mi bulacaktır? Uzunca bir sessizlik olur. Sonunda konuşur Kenan:
 “Ne bilgi ne de eğitim gerekiyor burada büyülenmek için…”
Bir süre yan yana konuşmadan, kolları korkuluğa dayalı gözleri ufukta dururlar.
“Siz sürekli buralarda mısınız?” diye sorar Hacer.
Kenan özetler. Niçin geldiğini, Kunduz’da mutlu olduğunu şimdi de Köy’e eve çıktığını.
“Demek hep buradasınız artık, ne güzel; burası… Sarıçiçek…”
Kenan doğrudan sormaz, tahmin etmeyi yeğler,  “Aileniz de bu bölgede sanıyorum, ormana alışıksınız, çok seviyorsunuz… ”
Duraklar Hacer. “Benim ailem yok! Kimim varsa yanımda. Eşim Şehir’de çalışıyordu, bu nedenle bu bölgedeyim; yalnızım şimdi…” Soran bakışlarıyla süzer Kenan’ı. “Mühendistiniz, her şeyi bıraktınız, ormanda yaşıyorsunuz?”
Ayrıntıya girmek istemez Kenan. “Öyle diyelim, anlaşılır yanı hiç mi yok?”
Gözlerindeki pırıltı biraz daha canlanır Hacer’in. “Beni bir yana koyun, insanların size nasıl baktıklarını düşünebiliyorum…”
Telefon. Annesi çağırıyordur. Yahya’ya birer çay daha söylerler. Bir taraftan da toparlanırlar. Çaylarını içip arabaya yürürlerken Hacer:
“Ben tepelere genellikle yalnız gelirim, kitaplarımla; yarın Sarıçiçeği düşünüyorum…”
“Katılmamı ister misin, yoksa…”
“Memnun olurum, senin telefonun var bende.”
Kenan’ın kaçırmaz ona ‘sen’ diye hitap ettiğini.
“Seninki de bende var, o gün almıştım!”
“Hıhı… Hatırladım.”
(Devam edecek)

∘∘∘


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder