11 Kasım 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (9)





-5-

İzzet’le ilk kez Kunduz’a gelmesi epey eskilere dayanır, tam beş yıl önceye… İlk geldiklerinde kafasına yazılmıştır Dağ, yaşamına anlam katan alanların en başına… Sabahların, yaşamı tutkusuz zifiri karanlık gecelerin elinden umutla,  şefkatle incitmeden devralmaya özen gösterdiği yorgun günlerdir… Kocasının, gücünü ve sabrını sonuna dek zorlayarak, yapabildiğince onu anlamaya çalıştığı zamanlar…   
Birlikte Keltepe’ye ilk çıktıkları günü bugün gibi hatırlar; yirmi beş yaşındaydı, yaşadığım tüm yılların yerine burada yaşayacağım altı ayı tercih ederdim, diye düşünmüştü. Tabii ki kocasından gizli düşüncelerdi bunlar, bir insan teki olarak kendi başına yaşadığı zehirli düşünceler… Kunduz öncesi bunları yalnızca kafasındaki hikâye kahramanlarıyla paylaşırdı; şimdi yeni dostlar, paylaşım alanları edinmiştir: Doğa, orman, ağaç, diğer canlılar…
İlginçtir, Dağ’la tanışmasından neredeyse bir yıl sonra, geçmişin on yıldan daha uzak bir yerinde içine düştüğü o çıkışsız lâbirentte bir daha kaybolacaktır. Hayat sanki verdiklerini aldıklarıyla kuyumcu terazisinde tartarak dengelemiş, bir yanda orman ve doğayla dayanma gücünü beslerken diğer yanda sırtındaki yükleri altında ezileceği kertelere çıkarmayı ihmal etmemiştir. Kazanılan bir gücün ne denli işe yaradığının gecikmeden sınanması illa ki gerekiyormuş gibi… Yine de yazıklanmaz, Dağ her zaman belleğinin başköşesinde, öykülerinin hemen yanı başında, hülyalı anılarının depolandığı ayrıcalıklı yerini korumuştur.
Yalnız gelişi, Kunduz Dağı’yla tanışmasından iki ay sonradır.  Yaz, temmuz veya ağustos. Kunduz Otel’de yer ayırtmıştır kocası, sahibi kadın diye burayı güvenilir bulmuştur.  
Annesiyle birlikte küçük arabasına atlarlar, bir saat sonra Kasaba’da parkın kirli yeşil boyalı demir kapısının önündedirler. Annesinin keyfi yoktur, her sözünü  geveleyip durduğu ‘kadın başımıza ne işimiz var bu yollarda’ lâfıyla bağlıyordur. 
 “Yiyecek bir şeyler alayım, sen…”
“Yok canım, ne işim var! Alış verişmiş…” Asık suratını parktan yana çevirir. Bir süre sonra elinde küçük bir torbayla gelir Hacer, civardaki tüm esnafın dükkânlarının önüne çıkıp onu seyrettiğini fark etmiştir. Makyajsızdır ve düşünebileceği en tutucu giysiler içindedir, buna karşın uzun boyu ve kayısı rengi teni yeterli ilgiyi uyandırmaya yetiyordur. Güler geçer, ancak annesinin bunu kızgınlığını körüklemekte kullanacağından emindir. Üzerinde dolaşan yapışkan bakışlara gülerek atlar arabaya.
“İstemiyorsan bundan sonra getirmem seni…”
“Bir de yalnız geleceksin, öyle mi?”
 Hacer’in yüzünde peydahlanan hınzır gülücük gözünden kaçmaz annesinin.  Kunduz Otel’in kapısına geldiklerinde Kasaba’daki annesinden iz kalmamıştır. Kunduz gezegeninin etkisi der Hacer buna, onun için Dağ başka bir gezegendir… Sizi çok etkileyen bir sanat eseri düşünün, resim olur, mimari bir yapı olur, heykel olur, bir müzik parçası olur, onun uyandırdığı duygularla sürekli yaşamaktır Kunduz’da olmak.

-6-

 Odalarına yerleşirler. Sıcak bir yaz öğleden sonrası ılık hoş bir akşama teslim olmuştur. Yemekten önce dolaşmak ister Hacer. Annesi dinlenmek istiyordur.  
“Anneciğim istersen  gel, gelmiyorsan…”
“Tamam. Ne halin varsa…”
Eşofmanını, yürüyüş ayakkabılarını giyer; çantasının içine küçük defterini ve kalemini atar, kapıya yönelir.
“Yemekte görüşürüz.”
Otelin önünde gezinir bir süre, yeşil dalgalı bir denizin içinde yürüyor gibidir; ağaçların arkasına sarkmak üzere olan güneşin eğik hüzünlü ışınları hareli bir kadife kumaşa benzetmiştir çimenleri.
Köy’e küçük bir gezinti… Neden olmasın? Kuzeydoğuya ayrılan Köy yoluna girer. Tek tük yürüyenler vardır. Epey hızlı yürümesine karşın yarım saatte ancak gelebilmiştir. Girişte, yolun kenarındaki kahvede, ağaçların altında bir masaya oturur. Yarısından fazlası doludur masaların. 
“Buyur abla!” Küçücük bir oğlan çocuğu dikkatle süzüyordur Hacer’i. Kahve söyler, yanında su geleceğinden emin olmak için hatırlatır. Oturanları kaçamak bakışlarla tarar, insanlara belli etmemeye çalışarak. Her masadan en az birinin yüzü ona dönüktür, sohbet konularının sürpriz konuğu olduğundan emindir. En arkada, yapılı, geniş omuzları masayı kaplayan biri eğilmiş, köpeğinin boynundaki iple –tasmaya benzetemez- oynuyordur. Yakın masalardan birinde beyaz sakallı, yaşlıca iki kişi, diğerinde otuzlarını aşmamış üç bıçkın delikanlı gözüne çarpar. Genç olanlarının tahta sandalyelerde göğüslerini öne atarak geriye kaykılmalarından babalanacak fırsat kolladıklarını çıkarmıştır.  Geldiği yol az ilerde bir kavşakta mola verdikten sonra iki yanında eşlik eden evler bitinceye dek ilerliyor, ufku kaplayan lacivert yeşil bir orman halesi içinde eriyordur.
(Devam edecek)

∘∘∘

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder