13 Kasım 2017 Pazartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (14)




-3-

 Emine Hanım’ın yaptığı dolma ile kendi hazırladığı salatayı yiyor, elindeki şarap kadehinin son yudumlarını sindire sindire tatmaya çalışıyordur. Arada bir, akşam yemeğinde bir kadeh şarabın günü kapatırken ona eşlik etmesini sever.
Hacer’in öyküsünü okumuş, sevmiştir, ondan heveslenmiş olacak garip bir yazma tutkusu ateşlenmiştir içinde, kaçırmak istemez. Kafasına koymuştur. Bir ay içinde en az beş bin kelimelik bir yazısını ciddi bir dergiye yollayacaktır. Her gün kaç saat okursa o kadar da yazmaya karar verir. Bilgisayarı hazırlar, başlamak üzeredir, telefon çalar:
“Mühendis çocuk, artık aramaz oldun, hazırlan geliyorum, ayrıca sana iyi bir haberim var, yemeğini yedin mi?”
“Evet, yedim…”
“O zaman bir iki sütlü tatlı alıp geliyorum. Umarım çayın vardır, yoksa onu da mı getireyim?”
Leman’ı kıramaz, borçlu hissediyordur ona. “Yok, tamam, atla gel...”
Leman, sahneye ilk çıktığında alkışı hak etmek için dikkat çekmeye çalışan tiyatro oyuncusu gibi telaşla, evin çevresindeki köpeklerden yakınarak girer eve, elindekileri bırakacak yer arar.
“Hoş geldin!” Öper yanaklarından Kenan, alır getirdiklerini, mutfağa koyar. Ayaklarına dolanan Mars’ı sever, sohbet eder onunla. Üçü birlikte yukarı çıkarlar. Odanın çalışmaya hazırlandığı bellidir.
“Çalışkan çocuğu baştan mı çıkardım?”
“Seninle o kadar hukukumuz yok mu Leman, ne olacak? Başlayacaktım, yarına erteliyorum. Oldu mu?”
Sitemli gülücüğü renklenir Leman’ın, derinleşmiş ve canlanmıştır. Kenan’ın yanında önemli olduğunu hissetmek mutlu etmiştir onu.
“Dur, geliyorum, sen işine bakadur, hemen şimdi…” Hızlı adımlarla daracık merdivenleri iner.
Kenan endişelenir.  “Aman, merdivenler dik, yavaş! Deli kız!” Kitapları düzenler masada yer açmak için.
İki tatlı kâsesini taşıdığı tepsi elinde gelir Leman.
“Otelde aşçıya özel yaptırdım, az şekerli, yok gibi şekeri, ama yine de tatlıya benziyor…”
Tatlılarını yerler, beğenir Kenan. “Aşçı övgüyü hak etmiş.”
 Tabakları ve çanakları toplamak için kalkar Leman, iyice keyiflendiği zamanlar olduğu gibi kısa, keskin, kesik kesik ve coşkulu, sanki bir modern bale koreografisine uyuyormuşçasına hareket etmeye başlamıştır. Kenan’ın tabağını almaya eğilince aniden durur, tabağı masadan kaldırmadan başını sola çevirerek Kenan’la göz göze gelir. Gözlerindeki yaramaz çocuk ışıltısı çekilmiş, yerini yumuşak, şefkatli ama tutkuyla isteyen buğulu bakışlar almıştır. Bir an öylece kalırlar, zaman donmuştur. Kenan tüm gücünü toplayarak oturduğu yerde yüzünü geriye ve sola atar, “Bak Leman…” diye ayağa kalkar. Arkasını getiremez. Hâlâ tabak elinde, eğilmiş durumda bekleyen Leman kısacık bir duraksamadan sonra tabağı sertçe masanın ilerisine fırlatarak merdivenlere yönelir, öfkeli, sert, kararlı ama ağır adımlarla. Her basamağın hakkını verircesine mutfağa iner.
 Kenan gönlünü almak için seslenir:
“Çocuk olma Leman, lütfen…” Gitmesini istemez.
Mutfaktan dolap kapaklarının ve çekmecelerin açılıp kapanma sesleri gelir. Birkaç dakika sonra Leman elinde bir şarap şişesi, iki kadeh, aynı sert tempoda yukarı çıkar.
 “Otur buraya Kenan!”
İşkencecilerin, zevk için öldürenleri seyrederek eğlenenlerin oyunu, boğa güreşinde kırmızı pelerin görmüş yaralı boğaya dönmüştür. Elindekileri masaya çiviliyormuş gibi vurarak yerleştirir, sanki öfkesini masadan çıkarıyordur.
 “Beni dinle, ben tamam diyene dek! Sormadan konuşma! ” İki kadehi de taşırarak doldurur, birinden büyükçe bir yudum alır diğerini Kenan’a özensizce iter, kadehten masaya biraz daha şarap dökülür, kitapların bir kısmı lekelenir.
Kenan’ın sesi çıkmaz, yavaşça yanaşmış ve eski yerine oturmuştur.
“Şimdi söyle bakalım, benden niye kaçıp duruyorsun? Çok mu iticiyim ben, dokunamadığın kadar, soğuk, çirkin, böyle dersen anlarım… Bana olur, bilirim, yaklaşamam, uzak durmak isterim, olmaz, bitmiştir, öldürsen değişemem…” Birkaç büyük yudum daha alır şarabından, yüzünü ekşiterek kadehi masaya koyar. “Söyle! Açıkça, beni asla istemediğini, bana dokunamayacağını, aklının başka yerde olduğunu, söyle neyin varsa, içini dök… hadi bekliyorum… şimdi… Ama lütfen kem küm etme, geveleme, açıkça, dürüstçe…” Bakışları pencerede rüzgâra uyarak salınan çamlara saplanmıştır.
Kenan elindeki kadehi bırakarak ayağa kalkar.
“Pekâlâ Leman, dinle, öyle müşterilerini dinler gibi, zaten ezbere bildiğin şeyleri anlatacaklarından emin olduğun müşterilerini dinler gibi değil... Sen harika bir insan ve çok güzel bir kadınsın… Seninle yatmaya hayır diyebilecek biri, budalanın tekidir… Senden kaçmamın nedeni korkmam, anladın mı? Senden, çekiciliğinden korkmam! Şu anda bir sana tutulmam eksik… Başım belada Leman, beni anlamaya çalışmıyorsun bile… Ama sen anlamak için çaba harcayanlardan değilsin, onu biliyorum, sen yalnızca yaparsın ve sonuca bakarsın, iyi olmamışsa düzelterek yeniden yaparsın... Lütfen, gözünü seveyim belki ilk defa bir şeyi, beni, anlamaya çalış, burada senin dostluğuna nasıl ihtiyacım var, görmüyor musun? Ya seni de kaybedersem ne yaparım, korkum bu, daha başka nasıl söyleyebilirim, bilemiyorum…”
Masaya yanaşır, kadehten aldığı küçük bir yudumla ağzını ıslatır Kenan.
“Başım kendimle belada, kendimle… Kafamın içinde kendime yönelik bir tehdit var, onu söküp atmaya çalışıyorum, -yeni ‘ötekileştirme’ deyişi var ya- işte ben kendi kendimi ötekileştiriyorum… Aslında her insanın biraz olsun kendiyle başı beladadır, ancak çoğu sıkıntıyı karşıdaki birine yükler, işi çözdüğünü düşünür, hiçbir şey çözülmez. Ben biliyorum problemin ‘ben’ olduğunu.  Arkamda karım var, bak bıraktım geldim, herkes soruyor, başka birisi mi var diye, anlatamıyorum kendimle sıkıştığımı; arkamda işim var, diplomam var, hepsini bıraktım, neden biliyor musun? Kendime ihanet ediyormuşum hissi beni boğuyor.”
Gidip kadehini doldurur. Ağız dolusu şarabı bir süre tutar dilinin üzerinde, yavaş yavaş içine iyi işlesin diye bekleyerek yutar.
“Senin ballandırarak şehvetle anlattığın iş pazarı beni itiyor. Seni suçladığımı sanma, ben yaşamın mucizelerini başka yerlerde aramam gerektiğini seziyorum, belki de hiçbir yere ait olmayan, ilgisiz, gerçekten anlamsız biriyim... Ne için yapılmışsam onunla uğraşmak istiyorum; bu okumak ve yazmak olabilir, ancak lanet olsun, başka bir yeteneğim yok… Beğensen de beğenmesen de bu böyle… İçimdeki yaşama gücü ve kuvvetiyle gündelik hayat denen arenadaki kuvvetleri nasıl birleştirip ortak çalıştıkları bir alan, –kendi gözümde- adam yerine konduğum bir yaşama alanı bulabileceğim? Teslim olmamak için becerebilmem gerekiyor.
“Ya seni de kaybedersem, senin dostluğunu da; tümüyle yönsüz kalmaz mıyım? Farkında bile değilsin, çoğu kez imreniyorum sana. Hayatla bir oluvermişsin, yaşamı önüne çıktığı gibi göğüsleyip yaşıyorsun, kendinle barışıksın, arada bir hayata kızıyorsun; ya ben? Kendimle barışık olmaktan geçtim, kendime selam bile veremez durumdayım, anlıyor musun? Hayatı anlamaya çalışıyorum ama onunla ayrı tellerden çaldığımı biliyorum. Tenler birleşince kafalarda başka beklentiler doğuyor, korkuyorum onlardan… Yatacağım Dolarla büyülenmiş Leman’da, sohbet ettiğim Leman’da bulduğum uyumu bulamazsam ne olacak?”
Ter içinde çöker sandalyesine Kenan, kadehinde kalanları bir yudumda bitirir. Şişeye elini atar, bitmiştir. Leman yavaşça kalkar, kendi kadehinde kalanları onunkine boşaltır ve önüne sürer. Durulmuştur. Ormanın uğultusunu dinleyerek Kenan’ın içkisini yudumlamasını seyrediyordur. Kendisinden bu denli değişik birini istemesini tuhaf bulur, ancak nedenler, niçinler onun işi değildir, istiyorsa istiyordur… Yavaşça kalkar, masayı çepeçevre dolanıp Kenan’ın sandalyesinin arkasına geçer. Sandalyenin sırtına iki elinin avuç içleriyle bastırarak Kenan’a tepeden bakar. Dışarda sesler duyan Mars masanın altından yıldırım gibi fırlayarak merdivenlere atar kendini. Rüzgârda savrulan ağaçların ilahi fısıltıları andıran sesinden başka bir şey duyulmaz olur. Leman eğilerek Kenan’ın sağ kulak memesine dokunur dudaklarıyla, yanağını yanağına değdirir usulca, nefes alıp vermesini duyuyordur. Kenan’ın soluma ritmiyle, derinlerden, gecenin içinden gelen rüzgâr fısıltıları uyumlu iki farklı melodiye dönüşür. Beynindeki bu müziğe teslim olur Leman. Ellerini üstten Kenan’ın gömleğinin içine sokar, memelerinin üzerinde gezdirir… Büyülenmiş gibidirler, sandalyeden nasıl kalkıp biraz ilerdeki yatağa geçerler anımsamazlar. Rüzgârın melodisi ile nefes alıp vermelerindeki ritmin armonisi sabaha dek bozulmaz.

∘∘∘



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder