29 Kasım 2017 Çarşamba

AŞK DAĞDAN İNMEZ (24)





-3-

Satışta çalışmayı istemedim, üretim de çok tekdüzeydi. Marketingde çalışacaktım, planlama, fiyatlama falan… Şimdiye dek şirketin gelişimi için önerdiklerimin çoğunu reddetmelerine rağmen bu teklif onlardan geldi. Ben de kabul etmek durumunda kaldım, çünkü istediğim bir yer bulamadım. Aslında şirketlerin fazla totaliter olduğunu ve yalnızca kârla ilgilendiklerini  düşünmeye –patronlar açısından bakınca haklılar, çünkü işin raconu bu- ve burası bana göre değil, demeye başlamıştım…
Takıldığım bir yer de şuydu, Şirket’te bir sürü önde gelen üniversiteleri bitirmiş genç vardı, onlar nasıl oluyor rahatsız görünmüyordu? Birkaçıyla yemekte konuşmaya çalıştım, Şeyda gibi sorumu bile anlamadılar. İaşe meselesi öne çıkıyordu tabii ki, benim için de öyle, aksi halde hemen ayrılırdım. Ama onlar bir şekilde durumu daha kolay sindirmiş görünüyorlardı. Ellerindeki projelerin kârlı olabilmesi için yaptıkları etik, hukuki, ahlaki, teknik cambazlıkları dinlerken bunları düşünürdüm.
Başımdan geçen bir olayda benim de onlardan farksız olduğum ortaya çıktı. Şirket’te sekiz yılı devirmiştim, artık oldukça deneyimli sayılırdım, Uzun zamandır üzerinde çalıştığım büyük bir ihale proje vardı. Çeşitli mühendislik dallarının iç içe geçtiği, artık benim adımla özdeşleşmiş, çocuğum gibi hissettiğim bir iş… Her bölüme uzun uzun anlatmıştım, hepsinin az çok rolü vardı… Yurt dışından alınması gerekli özel birimler için aylardır bir firmayla görüşüyorduk. İhalenin son ayında adamları çağırdık, geldiler, son teknik dökümanları bize verecekler, biz de kesin fiyatımızı belirleyeceğiz…
Tuhaf bir çalım geldi adamlardan. “Kusura bakmayın, biz daha önce konuştuğumuz fiyatlarımızı artırmak zorunda kaldık… Nedenlerimiz şunlar… -ister ye, ister yeme-, anlaşamazsak işi sürdüremeyiz…”
Buyurun buradan yakın diyorlar argoda…  Aynen öyle bir durum… Patronlara durumu bildirdim. Toplantılar, tartışmalar bir şey çıkmıyor… Başka bir şirket bulup anlaşmaya vakit kalmamış. Onca zamandır harcadığım tüm çabalar uçup gidecek, ihaleye bile katılamayacağız… Canım burnumda gözüm bir şey görmüyor… 
Bizim patron başkanlarını aradı ve işi oradan bağlamaya çalıştı. Tekrar aralarında görüşüp makul bir öneriyle döneceklerine dair söz aldığını söyledi; ancak bunlara güvenmenin hata olacağını, bizim işimizi sağlam kazığa bağlamamız gerektiğini de eklemeyi unutmadı. Ne yazık ki bunu nasıl yapacağımız konusunda küçücük bir ipucu bile göstermedi. Fırtınayı gösteriyor, başının çaresine bak yoksa ölürsün diyordu…
Eksik olma, pek makbule geçti…
Biraz rahatladıysak da ben bu uyanık firmayla işin yürüyeceğine inanmıyordum. Kuzuların sessizliği içindeydik, gözüme uyku girmiyordu. Birlikte çalıştığımız arkadaşımı çağırdım.
“Sen öğle yemeğine çıkar ekibi, yalnız iki saatten önce gelme; götürebileceğin en uzak lokantaya gidin… Lokantadan çıkmadan önce de beni mutlaka ara ve bildir…”
“Niye ki abi?”
“Sonra konuşuruz, sen dediğimi yap!”
Çıkmalarının ardından aradım.
“Neredesiniz?”
“Otobana çıktık, on beş yirmi dakika sonra lokantada oluruz…”
Sekreterimiz Şükran Hanım yeni işe başlamış, hoş bir kızdı, ona söylemiş, fotokopi odasını boşaltmıştım. Bütün işleri bırakmış bizi bekliyordu. Adamların çantaları ve bavulları bizim ofisteydi. Bütün teknik dosyaları çıkarttım, kopya edilmesi için götürdüm fotokopiye. Dosyalar elimdeydi, kopyalanan her dökümanı dikkatlice eski yerine koyuyordum. Şükran Hanım da yenilerini bizim için düzenlice başka bir klasöre dosyalıyordu. İki saate yakın çalıştık, gelenleri geri çeviriyor, kısa küçük cümlelerle konuşuyorduk; banka soyguncularının kasanın şifresini çözmeye çalışan arkadaşlarını beklerkenki gergin tedirginlik vardı üzerimizde. Şükran Hanım’a söz vermiştim biz de akşam gidecektik yemeğe.
İşimiz bitince dosyaları geri taşıdık yerlerine yerleştirdik; rahat bir nefes almıştık. Şükran’la aramızda adı konmamış bir yakınlaşma yaratmıştı bu hırsızlık. Artık ortak bir sırrımız vardı; ortak suç, kabahat aynı düşmana karşı savaşanların yakınlaşmasını sağlıyor olmalıydı. Ona karşı daha sıcak ve dostane duygular hissetmeye başlamıştım.
Bu arada telefon geldi. Lokantadan çıkıyorlardı.
Aynı akşam yabancılar ülkelerine döndü, yemekten mutlu olmuşlardı. Ben bizim ekibi yemeğe çıkardım, söz verdiğim gibi. Farklı bölümlerden iki mühendis, sekreterimiz Şükran ve ben gerçekten şık ve havalı bir İtalyan lokantasına gittik. Görevimizi tam anlamıyla yerine getirdiğimize inanıyordum. Yabancılar son anda kaypaklık ederek etik davranmamıştı, ben de onların cezasını vermiştim! Şimdi –umuyordum ki- onlarsız da teklif verebilecek durumdaydık… Biraz teknik yardıma gereksinim duyabilirdik; onu da zamanı geldiğinde düşünecektik…
Yemek keyifli geçti. Tüm ekibin morali, kendine güveni, enerjisi yerine gelmişti; uçurumun kenarından dönmüştük, tüm emeklerimiz heba olabilirdi, kara talihimizi küçük bir manevrayla çevirmiştik… Yemeğin sonunda ertesi sabah saat on birde buluşup yeni bilgileri incelemek üzere ayrıldık…
Şükran’ı evine ben bırakacaktım, evi yolumun üzerindeydi; diğer arkadaşlara iyi geceler dileyip ayrıldık.  Şarabın etkisiyle olacak bana bir rehavet çökmüştü. Direksiyonda kafama hiç düşünmediğim tuhaf düşünceler akın ediyordu. Yaptığımız düpedüz hırsızlıktı. Ve biz soygun akşamı banka soyguncularının filmlerde yaptığı gibi kutluyorduk… Arabayı biraz ilerdeki park alanına sokup stop ettim.  Şükran’a bakarak konuşuyor aslında onu görmüyordum.
“Şükran, saçmaladık biz, benim şimdi aklım başıma geliyor, başarabilme heyecanıyla gözlerim kararmış olmalı, adamların alçakça manevrasına öylesine canım sıkıldı ki, sanki intikam alır gibi, ne yaptığımı bilemedim… “
“Şirket için yaptınız, Kenan Bey…”
Titriyordum ve midem bulanıyordu. Bir iki dakika dinlenmek istediğimi söyleyerek dışarı çıktım. Açık hava iyi gelmişti ancak titremem durmak bilmiyordu. Baktım Şükran da çıkmış yanıma geliyor.
“İyi değilsiniz, evim çok yakın, hemen ilerde… Kahve yaparım, dinlenirsiniz…”
Yok daha neler! Şükran’la birlikte arabaya döndük, on dakika kadar gittik, sağdaki blokları işaret etti, park yerinde hemen girişte bir yer bulduk.
“Şükran, bu iş canımı sıktı, midem de kötü, bu saatte…” Geveledim.
“Canım saati var mı? Kendinize gelin…”
Çıktık. Nisan’ın başları olacak, hava epey serindi. Birkaç dakika sonra Şükran’ın küçük salonunda koltuğa gömülüp ayaklarımı uzattım karşı sehpaya; üzerime bir battaniye istedim, gözlerimi kapadım. 
“Bu migren olmalı Şükran, bana arada bir uğrar, özellikle üşüyünce ve de stres altında canlanır. Galiba biraz soğuk da aldım…”
“Ben şimdi ıhlamur yaparım, bir de ağrı kesici tamamdır…”
On, on- beş dakika sonra gözüm açıldı, kendime gelmiştim.
“Ben artık gideyim…”
İçerden seslendi. “Geliyorum Kenan Bey!”
Bluzunu değiştirmiş, makyajını tazelemiş, dirilmiş, canlanmış ve güzelleşmişti. Açık yakasından kurtulup yayılan beyaz teninin çekimine giriverdiğimi anımsıyorum. Damarlarımdaki kan kaynamaya başlamıştı. Gelip yanıma oturdu.
“Merak etmeyin şimdi bir şeyiniz kalmaz…” derken, eğilip elini kanepeye uzattığım elimin üzerine şefkatle güvercin kanadı yumuşaklığında bıraktı. Sanki bir kor yanıyordu elimin üstünde, ancak tatlı bir sarsıntıdan başka bir şey duymuyordum; bir anda sarhoş edici bir teslim olma duygusuna kapıldım; bana doğru eğilince neredeyse tümüyle açılmış mini eteğinin altından yayılan beyazlık beynimi esir etmişti, hücrelerimin dokunmak ve içinde yitip gitmek arzusuyla yandığını hissediyordum. Kafamı kaldırınca bakışlarını yakaladım, ela gözlerinin okyanusunda kaybolmuş, her şeyimle bırakmıştım kendimi… Zamanın nasıl akacağını bilemediği bir an geçti, eğilip bıçağını karnına dayamış harakiri yapan bir Japon’un saplamadan önceki donmuş birkaç saniyesi gibi. Ardından serseri, başıboş, dalgalarla boğuşulan saatler…
Yatakta uzanmış yatıyorduk… Saate baktım neredeyse iki saattir buradayım… Bugün tam suçla, kabahatle, günahla -adına ne derseniz deyin-, sıvanma günümdü.
Huzurla yatıyordu Şükran, aldırmış görünmüyordu; kim bilebilir kafasındakileri… Niye yaptık ki şimdi bunu, diye düşündüğünü sanıyorum. Hoş kızdı, ne diyeceğimi bilemedim. Hızla bir banyo yapıp yanaklarından öptüm ve ayrıldım. Tuhaf bir yakınlık duydum Şükran’a, çevremdeki beni anlayan tek kişi diye düşündüm. Cesur ve gözü kara bir kız.
Geldiğimde Şeyda uyuyordu. Sabah dokuzda uyandım, çoktan işe gitmişti.
(Devam edecek)
∘∘∘





AŞK DAĞDAN İNMEZ (23)








7_







Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (1)





                                                              






Kitle iletişim araçları herkes tarafından kabul edilecek klişeleri yayar dünyaya. Bunların arkasında zamanın ruhu gizlenir. Bu ruh romanın ruhuna aykırıdır. Romanın ruhu karışıklıkların ruhudur. Her roman okuyucuya şöyle der: “Durum senin bildiğinden karışık.”
Basit ve hızlı cevapların patırtısı içinde sesini daha az duyurmaktadır roman.
Milan KUNDERA (d. 1929)



 Şirket’te on yılın üzerinde çalıştım. İşe başladığımda öylesi naif görüşler içindeydim ki, bu denli cehalet eğitimle bile olmaz diyesim geliyor. Çok iyi okullarda okumuştum. Bayağı isim yapmış bir devlet lisesini birincilikle bitirmiş, yabancı dille eğitim yapan bir üniversitede okumuştum –yabancı dile olumlu bir anlam yükleyeceğinizi sanıyorum, ben öyle düşünmüyorum.
Bana iyi yetişmiş diyorlardı.
Üniversiteyle tanışamamış bir aileden geliyorum; ne öğreneceksem öğrenecek, sözü geçen –paralı- biri olacaktım, herkes benden bunları bekliyordu. Bütün derslerimi başarıyla geçtiğim için çoğunlukla bir sürü insan bana bir şeyler danışmaya gelirdi. Böyle olunca ben de kendimi ‘hayat uzmanı’ sanmaya başlamıştım…
 Tuhaf bir huyum vardı –şimdi değişti mi, bilemiyorum-; gözümün tuttuğu birisi, örneğin lisedeki hocalardan biri bir şey söylediğinde inanıyordum. Ailemde diplomalı birisi bulunmadığından benim güvendiğim insanların hemen hemen tümü lise hocalarımdan oluşmuştu. Bazıları gerçekten çok bilgiliydi, özellikle onlara çok güvenirdim, adları hâlâ aklımdadır. Ama bizlerin nasıl bir yaşam cahili olduğumuzu kimse anlamamıştı. Örneğin biz lise son sınıfta, meslek seçmeden önce, ne bir doktorla, ne bir mühendisle, ne bir başka deneyimli biriyle, ne bir üniversite profesörüyle –hangi alanda olursa olsun-, aklınıza gelebilecek herhangi bir meslek sahibiyle iki laf edemeden seçimimizi yaptık.
Bu konu gündemimizde ilk yüze bile girmekte zorlanırdı, ciddi söylüyorum… Hem biz öğrencilerin, hem okul yönetiminin, hem de öğretmenlerimizin gözünde sıradan, küçük bir kuşkuya bile yer olmayan rutin bir işti yapmamız gereken: Gidip çok para getireceğine inandığımız dalları işaretleyecektik… Yönetimin en önemli işi bizim gibi yatılı öğrencilere, okula, yatakhaneye, etüde, yemeğe birkaç dakika geç gelince ceza kesmekti. 
Bize yol göstermek gibi bayağı(!) şeylere ayıracak zamanları yoktu.
Her neyse, aramızdan dersleri iyi olanların çoğu mühendis, bir kısmı da doktor, ekonomist… oldu.
 Yönümüzü şaşırmış çölde vaha arayan acemi bedeviler gibi çaresizce ‘Hayat Bilgisi’ dersi arıyor olmalıydık, ama susuzluğumuzdan haberimiz yoktu…
Yabancı dilde eğitim yapan bir üniversitenin sınavlarını kazandım, burs da verdiler.  İlk birkaç yıl İngilizcem yeterli olmadığından konulara pek derinlemesine giremedim; derslerdeki tartışmalara katılabilmek daha da güçtü. Belli bir zekânın adamı olduğumdan sınavlarda bir yolunu bulup geçer not almayı başarıyordum. Son sınıfta biraz olsun rahatladım ancak okul bitmişti. Bugün beni kimse anadilim dışında eğitim yapılan bir okula yollayamaz! Dil mi öğreneceksin, yurt dışında lisansüstü eğitimle birlikte… Başkasının diliyle eğitim, yabancı akılla düşünmek gibi bir budalalık; nasıl oluyor da anne-babalar, devletler bu tuzağa isteyerek dalıyor, anlamak güç... Yeterli ders kitapları mı yok, yabancı dilde kitap kullanılmasını bile anlayabilirim; ama mutlaka ve mutlaka kendi dilimde hocamla tartışabilmeliyim, başka türlü bilimsel kavramları sindirmek nasıl olabilir ki?
Canım boş ver para kazanmak için kavrama mavrama gerek mi var, derseniz, gene de iyi düşünün derim. Aslında biraz olsun yaratıcılık gerekiyorsa para kazanmanız için, o da zora girer…


-2-

Lisedeki –üstün başarı ile bitirmeme karşın- aymazlığım, üniversitedeki dil engelli körebe oyunum geçmişte kalmıştı. Artık anlamak istiyordum, hem yaptığım işi hem de bir parçası olduğumuz hayatı. Şirket’te çalışmaya başladığımda böyle düşünüyordum. Şeyda’ya söz ettim bu düşüncelerimden, ne dediğini pek anımsamıyorum, sanırım başka bir şeyle meşguldü.
Para kazanmak güzeldi. İlk yıl yapmam gerekenleri benden istendiği şekilde yapmaya büyük özen gösterdim; bana mantıklı gelmeyen şeyler olduğunda da pek çıkıntılık yapmadım. Bir gün, müdür çağıyor dedi bölüm sekreteri. Sanırım dördüncü yılımın sonuna doğruydu.
“Kenan, gel bakalım,” dedi Genel Müdür’ümüz.  Severdim onu aslında aklı başında kafası çalışan birisiydi. Önündeki dosyayı göstererek, “Bu işte fiyatlandırmaya itiraz etmişsin, nedir, bir şeyler söylediler ama, anlatsana…”
Geldiğimden beri çeşitli bölümlerde çalışmıştım. Önce üretimde, sonra satışta, şimdi de pazarlamada… Sonunda amirin ve sen karşılıklı değerlendirerek asıl görevini belirliyordunuz. Herhangi bir aşamada şirketin ‘bize yaramazsın’ deme hakkı vardı. Güzel bir uygulamaydı, çok şey öğrenmiştim.
“Ahmet Bey, bakın, böyle fiyatlandırma ayağımıza kurşun sıkmak, hayali maliyetler uyduruyor, işi pahalı gösterip kendimize tuzak kuruyoruz! 
“Peki, onlar ne diyor?”
“Ne olacak abi –müdürümüzle o kadar samimiyetimiz vardı- eski köye yeni adet getirme, diyorlar, şimdiye kadar hep böyle yapılıyormuş…” Baktım bizim Müdür Bey’in alın çizgilerindeki derinlik aynen duruyor, pek anlamış görünmüyor. Sürdürdüm. “Hani var ya, ‘şöyle diyorlar, böyle diyorlar…’ dediklerinde ‘kim diyor bunları ?’ derseniz yanıt alamazsınız, onun gibi bir şey bu da…”
Ahmet Bey’in bakışlarında değişiklik yoktu. Sesini çıkarmadı. Sonra duydum ki benim karşı çıktığım hesaplar üzerinden teklifi vermişler. İhaleye katılan firmalar anlaşmış fiyatları şişirmişler anlayacağınız… Öylesine ciddi bir kâr vardı ki işte, maliyetleri doğru hesaplamışsın , yanlış hesaplamışsın hiç önemi kalmıyor, sistem akıllı olanlardan çok gözü kara olanlara prim veriyordu. Kazanmanın, canlıların dünyaya gelmesiyle keşfedilen en ilkel ancak en emin yolu! Ben pişmiş aşa su katan biri rolündeydim... Ahmet Bey, “Olsun, biz senden memnunuz, moralini bozma…” diyerek beni teselli etmeye çalıştı. Kendimi gereksiz ve anlamsız hissettim, ne işim vardı burada…
Doğru düşündüğümden kuşkum olmamasına karşın kendime güvenim azalmıştı.
Duydum ki bizim büyük patron benim için “Zamanla ‘daha gerçekçi’ olacaktır, aslında iyi bir eleman!” demiş. Ben sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim. Okulda ‘Devlet! Devlet!’ deyip üste çıkmaya çalışan solculara karşı savunurdum serbest piyasayı… Patronun işaret ettiği ‘gerçekçilik’ serbest piyasa gerçekliği olmalıydı… Hâlâ çok mu saftım,  belki de kâr’a en kolay, en kısa yoldan ulaşmak işin can damarıydı, kitapların arasından bir türlü çıkamıyordum, ne bileyim… Neden kitaplar bunları yazmazdı, yani okuldaki ders kitapları. Belki de işletme fakültelerinde okutulanlarda vardı… Biz işletmeyi falan pek bilimden saymazdık… ‘Yoğurdu nasıl satarsın, gazozu nasıl beğendirirsin’in bilimi mi olurmuş… Onlar da bize ‘rakam hastası’ derdi… Biz ölçüp biçip standartlarını bulmadan gerdeğe bile giremezmişiz, Almanlara benziyormuşuz…
Aslında ben biraz böyleyim, geleceğe hep olasılıkları kestirmeye çalışarak bakarım. Bir kız gördüm mü, bu kız derim, yüzde otuz şöyledir. Bu müthiş, yüzde yüz evlenilir. Şeyda’yı gördüğümde de benzer bir şey söylemiştim. Kesin yüzde yüz… Kaçmaz anlamında…
Ne oldu? Ne olacak, sürpriz yapıp fos çıktım… Beceriksiz birinin rastgele seçtiği karpuz gibi…
(Devam edecek)
∘∘∘





Modern Mutluluk






Endişenin kor ateşler olup yandığı dünyadansın,
Allayıp pullayıp takıştırırsın çıkarlarını…
Varlıkların görünsün dostlarına istersin:
Boyalı beton evler, topraksız…
Çok tabaklı sofralar, aşksız…
Sevinç yoksunu duraklara götürüp getiren, ruhunuzu sindiremediğiniz özel arabalar sevinçsiz…
Yakışmış! Ne beceriklisin! Başarılı!
Diyecekler; mutlu olacaksın!
∘∘∘

Geleceğini vermiş elindekileri almışsın;
Hayır, deme hakkından vaz geçmişsin…
(Bekle, suratına vuracak bunun ne olduğunu senden habersiz yol alan zaman)
Ne denirse onu yapacaksın…
∘∘∘

Hayatını anlatmayı bilmeyen patronundan yaşam dersi çıkarmışsın:
“Faturayı şişir, miktarı yüksek gösterme!”
(Sonunda ortaya çıkmamalı, iz bırakmadan fahiş kazanmalı.)
Kâr etmenin ar etmekten önce geldiği topluluklarda şekillenmiş dostlukların:
“Kişisel olarak alma, bu bir iş!”
(Sana kalleşlik yapıyorum; ama iş için, alınma; biliyorsun işte her şey mübah!)
∘∘∘

Gerçeklerin sanal –uydurma- ise doğadan ve hayattan mucizelerini sana açık etmesini umma.
Kişisel olarak alma, bu bir iş, diye kalleşliğe kılıf uydurarak yürümüşsen, aşksız, şiirsiz, ruhsuz bir mezbelelikte varlık teşhir etmekten yaşam sevinci damıtmaya çalışacaksın…
Tat vermeyince, hayat bu ne olacak ki tesellisine sarılıp avunacaksın…
∘∘∘

Seçimine razı olacaksın:
Ya teşhir keyfini (!) mutluluk sanarak aldanacaksın ya da becerilerinin seni taşıyacağı mucizelere yollanacaksın…

∘∘∘


Konuşma






      
     
         Yarat ey sanatçı! Konuşma!
         Bir soluk olsun şiirin yalnızca!
                         
                              Goethe (ö.1832)

Nazire yapalım Goethe’ye:
Bir şeyler yap ey güzel insan! Konuşma!
Hayat neşen becerin olsun yalnızca!
∘∘∘
İnsan konuşmasa daha mutlu olurdu.
Boş konuşarak ‘yaptım’ diye huzur buluyorsun…
Yapabileceklerinin ötesinde şeyler  bekliyorsun…
Kendini kandırarak…
∘∘∘

Konuşmayı, ‘şimdi’den kaçmak – ki vakit geçirmektir- için bilinçsizce kullanırız.
Oysa mutluluk dediğimiz şey ‘şimdi’yi sonsuza uzatıp tüm zamanlara yaymaktır…
‘Ben’in zamana köleliğini ancak böyle kırabilirsin…
Öyle becerilerin olmalı ki birini bırakıp diğerini almalısın eline…
Zihinseli, bedenseli… hepsi bulunmalı…
‘Şimdi’nin sonsuza kalkan tramvayları yalnızca beceri duraklarından kalkıyor.
∘∘∘

Ayaklarını sürüdüğün zoraki görevler için mi karşılıyorsun sabahları, coşkuyla yola düştüğün gönüllü uğraşlar için mi?
Konuştukça ilk gruba demir atıyorsun…
Kendine döner tek başına hayata tutunabilirsen ikincinin büyülü kapıları açılıyor önüne..
∘∘∘

Köpeklere imreniyorum, boş gevezeliğe düşmediklerinden;
Toplumun insani dokusu dedikleri, çoğu kez zamanı öldürüyorum derken kendini vurmak…
∘∘∘

Bir şeyler yap ey güzel insan! Konuşma!
Hayat neşen becerin olsun yalnızca!
∘∘∘








AŞK DAĞDAN İNMEZ (22)






-6-

Esinti kesilmiş, bal gibi bir hava var Ovacık’ta. Hacer, ağlayarak, kusarak, koşarak, Mars’ı severek, karanlığa seslenerek Kenan’a haykırarak anlattığı hikâyesinin ardından durulur. Kunduz’un esintileri çekilirken onun artık zor katlandığı acılarının zehrini de almıştır. Hacer yüzünü güneye ormana çevirmiş, derinlerden yükselen inlemeleri ve uğultuları yüreğine işleyen bir uzun hava gibi dinliyordur.
Kenan yaklaşır, “Hadi, artık git oteline dinlen…”
Hacer karanlıkta bakışlarını yakalamaya çalışır Kenan’ın, bir süre böyle kalır, suskun, dingin:
“Hayır, hayır bu akşam bitmeli, daha var, neler var bende, böyle bir karanlığı hem de bunca ıssızını bir daha zor bulurum, söylemek istediğim her şeyi söyleyebilmeliyim. Biraz daha katlan bana…”
Cevap vermez Kenan, peki der gibi susmuş, içinden yükselen hangi duyguya söz geçireceğini bilemez olmuştur. Çaresizlik, tüm duyguların üstünde, kınından sıyrılmış bir kılıç gibi sallanıyordur. Lacivert gece kararmış, kömür siyahına dönmüştür.
“Kendimize yetecek kıt kanaat bir gelirimiz vardı. Annem ve ben, birbirimizin gözüne bakmadan, günlük hayatı sürdürmemiz için elzem sözcüklerden bir fazlasını zinhar kullanmadan, yaşamaktan duyduğumuz utancı bile paylaşmadan, bir iki yıl geçirdik. Okuldan ayrılmıştım. Yiyor, tuvalete gidiyor, uyuyorduk. Niçin yaşadığımız hakkında ikimizin de bir fikri yoktu. Ben o zaman anladım içimizde birinin sürekli bize ‘yaşa’ diye seslendiğini. İnsan bu dünyaya gelmeyi kendi seçmediği gibi gitmeyi seçebilmesi de öyle kolay değil. Anlamsızca, amaçsızca, ezik ve bitmiş ama gene de yaşamın tarafındaydık.”
Susar, sesi çatallaşmıştır; çantasından çıkardığı küçük su şişesinden birkaç yudum içer, genzinden tuhaf sesler çıkararak sesini kontrol eder. Oteline dönmesini nasıl sağlayabilirim, diye düşünür Kenan. Rüzgâr yeniden sertleşmiş Orman Kafe boşalmıştır. Mars bile huysuzlanmaya başlar. Hacer öylesine bir coşkuyla kaldığı yerden sürdürür ki kesemez.

-7-

Babasının ölümünden iki yıl sonra teyzesi birkaç gün kalmaya ablasının yanına gelmişti. Evlerinde hava biraz olsun değişir diye sevindi Hacer. Kadıncağız, ablasına bu durumda nasıl yardım edebileceği konusunda aklına düşen birkaç parça fikir kırıntısını bizimle paylaşmak istiyordu. Kuyunun dibinde atılıp unutulmuş birine, günün birinde yukardan bir el uzanmasıydı teyzesinin ziyareti. Annesi de mutluydu elbette ancak göstermiyordu, daha doğrusu göstermekten, gülümsemekten utanç duyuyor olmalıydı. Karşılıklı susup oturdukları günlerde kinlendiği oluyordu annesine, sonra unutuyor yeni yaralar açmak istemiyordu. Başka kimi vardı? Aslında bu görüşlerin eski Hacer’in mi, yoksa bunları anlatan şimdikinin mi olduğu pek açık değildi.
Teyzesinin önerilerinden birisi onlara yakın bir muhite taşınmalarıydı. Niçin olduğunu bilmediği halde içinde bir takım umutlar yeşertmişti taşınmak. Teyzesi ablasının böyle bir kararı düşünecek ve uygulayacak durumda olmadığını anladı. Hacer’in istediğini gördüğünden bayrağı eline aldı. “Tamam, hadi bakalım karar verildi. Anlaştık.” Ablası konuşmadı pencereden bulutlara baktı.  “Anlaştık, anlaştık…” derken yüz çizgileri iki yıldır ilk kez değişti Hacer’in, dudaklarının kenarında belli belirsiz yaşam çizgileri oluştu. Teyzesi zamanla gülmeyi de becerecektir diye geçirdi içinden. Epey ev aradılar, altı ay kadar; sonunda teyzesinin çabalarıyla evlerini satıp onların mahallesine yakın bir eve taşındılar. Annesi pek konuşmuyordu ama Hacer kahreden anılarından kurtulmaktan neredeyse göklere uçuyor, ancak bu yüzüne minik gülücük çizgileri gibi yansıyordu. Teyzesi durumun ayırdındaydı, mutluydu, doğru yapmışlardı.
Tüm çabalarına karşın bundan fazla sürdüremez Hacer. Bitkinlik çökmüştür üstüne. Park Kafe’ye yürüyüp biraz nefeslenirler. Kapanmak üzere olduğundan bir şeyler içme şansları yoktur.


-8-

Kunduz Otel’in kapısında ayrılır Hacer.
“İyi geceler…”  derken bakışlarını Kenan’dan alıp yıldızsız derin karanlıklara dikmiştir. “Bu gece biraz olsun on bir yaşındaki Hacer’i sezer gibi oldum. Bunun benim için ne demek olduğunu kimse anlayamaz. Paylaşmak iyi gelmiş olmalı.” Eğilip Mars’ı öper burnunun üstünden. Telaşlı adımlarla çifte kanatlı dış kapıdan otelin güvenli yarı aydınlığına atar kendini.
Leman’ın oteli dar, basık koridorları, oldukça alçak tavanı, sıkışık odalarıyla ilk görüşte epeyce iticidir; ama bir iki gün içinde güvendiğiniz ve sevdiğiniz dostlarınızın evindeymiş gibi hissedersiniz. Öbür otellerden farkı kadın eli değmiş olması. Hacer ilk kez girişteki daracık basamakları koşarak çıkar, hızla tıklatır odanın kapısını. Annesi açar kapıyı, her zamanki gibi donuk bakışları yere dönüktür.   
Her yanı ağrıyordur ama uykusu yoktur. Anlatmayı sürdürecek, yazacaktır. Gripten yüksek ateşle titrediği, yorganın altında büzüştüğü zamanlarda aldığı mazoşist keyfe benzetir bu durumunu. “Sen yat anne!” Doğrudan masasına yürür. “Yazmak istiyorum bir süre...” Bilgisayarını açar. Bu gece tükenmeden, her şeyi paylaşabilmeliyim. İçimde ne varsa çıkmalı, atmalıyım avuyu!
Üstünde kabanıyla oturduğunu fark eder, çıkarır atar, geceliğini giyer, banyoya geçip yüzünü yıkar, aynada gördüğü yüze utanmadan bakabiliyordur, belki de yirmi yıldır ilk kez… Neredeyse koşarak gider su ısıtıcısının yanına kendine büyük su bardaklarından birinde sallama çay yapar. İki eliyle kavrar sıcak bardağı, masaya taşır, ellerinin yanmasına aldırmaz. Oturur, bilgisayarda yeni doğmuş bir bebek gibi umutlu boş bir sayfa açar, ağız dolusu bir yudum alır sıcak çaydan, yanan damaklarında ilk kez hissettiği egzotik hazlarla yazmaya koyulur. Kenan’a geceyi onu dinleyerek geçirdiği için nasıl teşekkür edeceğini bilemediğini ilettikten sonra taşınmalarından sonraki günlerini anlatır…
Yattığında sabah olmak üzeredir, ama bir türlü uyuyamaz; bıçak sırtı bir sınavdan çıkar çıkmaz uyumaya çalışıyor gibidir. Bitkindir. Bir müddet sonra nazarlık gözü gibi koca çakıllı yeşil mavi bir denizin serin sularına kendini bırakırcasına uykuya gömülür.
(Devam edecek

∘∘∘


AŞK DAĞDAN İNMEZ (21)






-3-

“Kim bilir neler duydun, herkesin hakkımda değişik bir hikâye anlattığını sanıyorum.” Mars’ın masanın altından gelen kıpırtılarından başka ses duyulmaz.
“Abi, bir isteğiniz?” Cemal müşterilerini dolaşıyor.
Eliyle sağ ol, der. Başını masaya çevirdiğinde Hacer’in suratının düştüğünü, renginin attığını fark eder.
“Neyin var Hacer?”
“Bir şeyim yok… Yapamam, söyleyeceklerimi yüz yüze söyleyemem…”
“Yürüyebiliriz istersen; ama rüzgâr sert, üşümeyesin?”
“Kabanım sağlam, başlığım bile var.”
Rüzgâr şiddetini artırmış, gece Ovacık Yaylası’na katlanılmaz vicdan sızısı gibi yapışmış, kapkara bir balçık sanki sıvaşmış yere göğe… Orman Kafe’den sızan ölgün sarı ışık yamaçlardan sarkan çam ve kayın dallarında kırılıyor, çaresizlikten kendini bilinmez uzaklara atanların delirmiş umutları gibi ormanın derin karanlıklarında kayboluyor… Anlatıyor Hacer gözlerini geceye dikerek… Kendini kurmaca karakterlerinden birinin yerine koymuş, başka birinin hikâyesini anlatır gibi… Kenan bakamıyor, görmüyor; sanki düşman bombardımanından kaçmış, sığınakta uçakların çekilmesini bekliyor.


-4-

Erken çocukluğundan oldukça mutlu günler anımsıyordu Hacer. İlkokulda başarılı ve neşeli bir öğrenciydi, güzelliğinin ciddi bir üstünlüğü olduğunu hissediyordu. Derslerinde, arkadaşlarıyla olan oyunlarında bu üstünlüğünün ne denli önemli olduğunu yaşayarak öğrenmişti. Babasının o küçükken öldüğünü söylemişti annesi, baba diye bildiği bıyıklı adam aslında onun gerçek babası değildi, ancak bunu duymaktan hoşlanmıyordu. Durumları fena değildi, ne iş yaptığını hâlâ bilmiyordu adamın, bilmek de istemiyordu.
Bir gece bacaklarında bir şeylerin gezindiğini hissederek uyandı. Gözlerini açtığında burnunun dibinde salyası akan, açık bir ağız gördü. Bıyıklıydı, terliyordu. Üstündeki yorgan açılmış, geceliği yukarı çekilmişti. Kocaman, nasırlı, terli bir el narin bacaklarında zehirli bir akrep gibi geziniyordu. Adam hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Gözünü açmasıyla kapaması bir oldu. On iki yaşının aklıyla ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Tepesinde salyaları akarak sırnaşan, elini ayak bileklerinden baldırlarını okşayarak  dizlerinin üstünden bacaklarının yukarısına, kasıklarının arasına sokmaya çalışan babasıydı, daha doğrusu, annesinin kocası… İradesi dışında ağlamaya başladı, avazı çıktığı kadar bağırarak. İşte ne olduysa o anda oldu, sol yanağının üstünde balyoz gibi bir tokat patladı.
“Ağzını açarsan ananı da seni de gebertirim!”
Adam sarhoştu, gözü bir şey görmüyordu. Annesi diğer odada uyuyor olmalıydı. Öylesine korkmuştu ki, hıçkırıkları göğsünde düğümlenip kaldı. Donmuştu; duyuları susmuş, gözleri görmemiş, kasıklarında gezen eli duymaz olmuş, adamın ter, alkol ve rezillik saçan derisinden yayılan aşağılık insan kokularını burnu reddetmişti… Bu geceden en son hatırladığı, kasıklarının arasında duyduğu keskin bir acı ile birlikte, o adamın kısa, kesik kesik kasılmaları…
Ertesi sabah uyandığında eski Hacer bir daha dönmemek üzere kayıplara karışmıştı. O gün okula gitmedi. Annesinin ısrarlı sorularını yanıtsız bıraktı. Bunu niçin yaptığını bilmiyordu, korkudandı belki, evde olay çıksın istememiş olabilirdi.
Bir hafta okula gitmedi, rapor aldılar.
Aynı şey bir hafta sonra tekrarladı. Bu defa daha geç vakitti, belki de gece yarısından sonra. Gene sarhoş, vıcık vıcık, kızarmış bir surat. Gene, “sesini çıkarırsan ikinizi de…” Gene kasıklarının arasında bir sızı, kasılmalar, titremeler; ardından gelen donmuşluk…
Bu durum altı ay kadar sürdü. Üçüncü müydü, dördüncü mü hatırlayamıyordu, kusma başlamıştı Hacer’de; ne zaman midesinin ağzına geleceğini bilemiyordu. Bazen adam bacaklarında gezinirken, bazen eli döl yolunu karıştırırken, bazen de bu olanları anımsadığında kusuyordu. Annesi doktora götürdü bir iki kez, mahallelerinde bir doktor vardı, olanlardan hiç bahsetmeden bulantıyı anlatıyorlardı. Bir sürü ilaç verdi doktor, hiçbiri kusmayı kesemedi.
Hâlâ bilmediği, annesinin olanlardan son ana kadar haberi olup olmadığıydı. Altı ay boyunca annesiyle bir şey konuşmadı, o da bir şey sormamıştı. İnanamıyordu. Bunca gürültü, kusma, tuvalete koşma, babası olacak kırmızı yüzlünün odasına girip çıkması. Bugün bile annesine soramıyordu olanları bilip bilmediğini. Ne fark ederdi? Bilse ne olur, bilmese ne olurdu? Bu sorular normal dünyanın normal insanları için anlamlıydı. Sonunda nasıl olsa öğrenecekti annesi de, boş veriyordu.
Neden buna tahammül etmişti, niçin kaçıp gitmemişti birilerine; öğretmenlerine, polise anlatmamıştı? Bunlara cevabı yoktu. Küçücük aklında neler geçmişti? Çıkaramıyordu. Anneye güvenememenin, ona bir zarar gelmesin endişesinin, utanmanın, yok olmak isteğinin, dünyaya yanlışlıkla sıvaşmış bir pislik gibi kazınıp atılmak isteğinin insana neler yaptırabileceğini az çok düşünebilse de, nasıl olup da kendini öldürmediğine inanamıyordu.
Okuldan almışlardı Hacer’i. Soranlara hastalandı, diyorlardı. Yalan değildi.


-5-

Sanki yapayalnız, karanlığa anlatıyor bunları. Gözü kimseyi görmüyor Hacer’in.  Öylesine rahatlamıştır ki, şaşırır Kenan. Mars’ın tasmasını sonuna kadar açmış yanlarından uzaklaştırmıştır.  Araya girmez, soru sormaz, kesmek istemez, serbest kalsın, bir hamlede kusabildiği kadarını kussun, rahatlasın ister.
Ovacık çayı boyunca bir aşağı bir yukarı turlarlar. Bazen dakikalarca susar Hacer, Mars’ın ıslak çimlerdeki ayak sesleri kuzeyden esen hafif esintiye birlikte gecenin karanlığına karışır. Sert güney rüzgârları Hacer’in anlattıklarına dayanamamış geri çekilmiştir.
“Altı ay sürmüş olmalı bu işkence, belki biraz daha fazla. Sonunda…” Durur, başını yukarı kaldırır. “Şu anda karanlığı delip yıldızsız bu gecede eriyip yok olabilmeyi ne kadar çok istediğimi asla bilemezsin; başka kimsem yok, yalnızca sen biliyorsun.  Seni de kaybedersem ölürüm, dediğimi falan sanma. Kendimi zaten yaşıyor saymıyorum…”
Kenan omuzlarından tutup teselli etmek ister, ama sadece bakışlarıyla, bu lacivert karanlığa onun sesinden başkası karışsın istemez. Sezgileri böyle söyler ona. Hacer kurtulur Kenan’dan, birkaç adım ilerler, çömelir, ince, derin, fısıltı şeklindeki küçücük hıçkırıklarla gözyaşlarına boğulur. Bir süre öylece kalır, belki beş belki on dakika.
“Sonunda… Sonunda deyip duruyorum, ne oldu? Adam giderek her akşam beni ziyaret etmeye başladı. Giderek çok daha içkili ve sarhoş geliyordu ve birinde bana tecavüz etti, doya doya…”
Susar, biraz açılır uzaklaşır Kenan’dan. Mars’ın yanına gidip uzun uzun sever, başını okşar öper. “Şimdi beni bunlar ayakta tutuyor.” Mars’ı işaret eder. “Doğa, ağaçlar…  Kendim ne yazık ki alamıyorum eve, kendim sığamıyorum ki bir yerlere… Ne zaman insanlardan bunalsam köpeklere, sokak köpeklerine, şu bildiğimiz, çevremizde dolaşanlar, canlı olmayı yakıştıramadıklarımıza sığınıyorum… O zamanlar köpeklerle tanışmamıştım tabii, ağaçlarla da; Kunduz’a gelince tanıştım onlarla… Neden ölmedim, yaşamayı sürdürebildim? Tahmin bile edemezsin…”
Kenan’ın yanına gelir koşarak, omuzlarından tutarak sarsar onu. Kafasını sallar Kenan iki yana.
“Bilmiyorum…”
“Aklına bile gelmez… Hikâyelerim, yanımda taşıdığım defterlerime kaydettiğim küçük hikâyelerimin kahramanları… Onları düşünürdüm, adamın eli kasıklarımın arasında gezinirken, onlar bana kendilerini anlatırdı, onların çekimi kasıklarımda dolaşan akrebi boğardı, duyurmazdı bana, sen yeni selamlaşıyorsun öyküyle, henüz gözlerin kamaşmış değil, beni onlar yaşattı, belki de kötü ettiler, ölsem daha az acı çekerdim…”
Koşar Marsın yanına, yere oturur, kucağına alıp öpmeye başlar.
“Sen babası ırzına geçerken bir taraftan ağlayıp bir taraftan hikâyesinin kahramanlarıyla sohbet eden bir aşüfte duydun mu? Önce hikâyelerim vardı, ardından sokaktaki köpekler, ormandaki ağaçlar benim oldu… En sonunda da sen geldin… Yoksa alınıyor musun beni köpeklerle bir tutuyor diye, benim için onlardan daha değerli çok az şey var… ”
Uzun uzun gözlerinin arasından öptükten sonra Mars’ı bırakır kucağından.  Hadi, der, koş, benim gibi sıkışma.”
“O geceden sonra ortadan kayboldu sevgili babamız. Annem teyzemi de yanına alarak beni kadın doğum doktoruna götürdü. Doktorla benden önce gizlice görüştüler. Ne anlattılar bilmiyorum; ama beni babamızın becerdiğini söylemediler, o kadarını biliyorum. Bir hafta oldu olmadı, polis çaldı kapımızı. İş yaptığı şehirlerden birinde bir orospunun üzerinde iş tutarken kalp krizinden ölmüştü... Gelin, cenazenizi alın dediler. Annem, teyzem ve eniştem gittiler, cenazeyi gizlice defnettiler.”

(Devam edecek)

∘∘∘