Tepeye çıktığımda sabah güneşi
henüz serin poyrazı yenememişti.
Yaşlı meşeler kocamış dallarını rüzgâra teslim etmiş sabah serinliğinde güneşleniyordu.
İri karaçamı geçtim köy göründü.
Yolun ortasında bir karartı gözüme ilişti.
Yavaşladım.
Şapkasıyla yüzünü kapatmış
birkaç günlük sakallı biri, torbasını yastık yapmış sırt üstü uyuyordu.
Ellerini ilikli ceketinin
üstünde bağlamış, ayaklarını bileklerinden çapraza almıştı.
∘∘∘
Otomobilden indim. Adama doğru
yürümeye başladım.
Karşıdan bastonlu biri belirdi.
Ayağına büyük gelen lastik ayakkabılarının üstünde kısa paçalı şalvara
benzer rahat bir pantolonu vardı.
Adamın yanında buluştuk.
Selam verdim, adımı söyledim.
Merhaba, dedi, ben Osman. Elimle yerde yatanı göstererek, başımla sordum.
∘∘∘
“Rahmi, bizim köyden, pek akıl
ermez yaptıklarına…”
"Niçin yolun ortasında yatıyor?"
Otobüs bekliyor, dedi,
kaçırmaktan korkuyor, işini sağlama alıyor…
Bu arada Rahmi kıpırdadı,
yavaşça kalktı, torbasını topladı, yolun kenarındaki dutun altına kıvrıldı.
Biz umurunda değildik;
rahatlığına imrendim…
∘∘∘
Osman Amca ile hâlâ yolun
ortasındaydık.
“Amca kaç yaşındasın?”
“75…”
“Allah ömür versin, yalnız
mısın?”
Bastonuna iki eliyle abandı.
“Doğduğumdan bu yana… hep
yalnızım.”
“Hiç evlenmek istemedin mi?”
Sustu. Gözlerini sırtı dönük
uyuyan Rahmi’ye çevirdi.
“Geçen yıl istedim birini…” dedi.
Tuhaf bir hüzün sezdim sesinde.
“Kaç yaşındaydı amca gelin?”
“40…”
“Neden olmadı?”
Kızgınlık bürüdü gözlerini.
“Kasabaya gidesiymişiz… O şartla
gelesiymiş…”
Sustu.
“Zaten kara kuru bişeydi… Ben
senin için kasabaya iner miyim…” diye sürdürdü.
Benim aşkım dağ, dağa aşığım ben,
aşk dağdan iner mi?”
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder