26 Aralık 2017 Salı

Yarasa






Köyün eteklerindeki evimde yaşamaya henüz başlamıştım, odun yakarak, kasaba pazarından alışveriş edip stok yaparak, yemeğimi kendim pişirerek…
Ekmeği unuttuysam ekmeksiz yemeye alışacaktım...
Köy dağdaydı; dağ eteklerini korurmuş, dediler, sevindim.
O gün yağmur sularına bahçenin ortasından kanal kazdım  - ilk kez bu denli uzun kazma-kürek kullanıyordu, kalem kağıt dostu ellerim- ter içinde kalınca kendimi fazlaca önemsedim: yapabiliyordum, yetiyordum kendime…
Tatlı bir yorgunluğun rehaveti içinde akşam yemeğimi yedim. Yarı aydınlık salonda dünyada neler oluyor öğrenmek istedim; kısa başlıklar halinde…
Fazlası boğuyor beni.
Bir iki televizyon kanalına göz gezdirdim. Değişiklik yoktu, dünya bildik şekilde dönüyordu; kendi sevincini kendin yapacaktın…
Kimse gelip al sana bir tutam demiyordu. Ya ağlayıp yakınacaktın ya meşrebine göre başının çaresine bakacaktın.
Kitaplarda gezindim bir süre, sonunda seçtiklerimi koltuğumun altına soktum, soğuk odamdaki sıcak yatağımı düşünerek kalkıyordum ki gözümün önünde kömür karası bir şimşek çaktı!
Taşa dönmüştüm şaşkınlıktan…
Genişçe denebilecek salon loştu, iki küçük sehpa lambası hem okumaya hem aydınlanmaya kıtı kıtına yetiyordu.
Aydınlığın –güneş ışığının bile- düşünceyi kovduğunu düşündüğümden yakınmak bir yana mutluydum. Eski fotoğraflara benziyor düşünce bana sorarsanız, yalnızca karanlıkta ele veriyor kendini.   
∘∘∘

Şimşek’in karası olur mu?
Kışın ortasında, doğaya nispet yaparcasına kurulduğun sıcak odanda uykuya meyletmiş yorgun gözlerinin önünden kapkara kanatları minik yelkenler gibi açık bir canlı yıldırım gibi geçerse olur!
Donup kalırsın…
Pat! Pat! Duvarlara çarpıyor ve boş koridorda kayboluyor. Mest olmuş, kendinden geçmiş baygın…
Kimdir, nedir? Korkudan utandığımı hissediyorum!
∘∘∘

Köy sessizdi. İki komşum çoktan yatmış olmalıydı. Ne konuşacak, danışacak kimsem ne kuşlar hakkında bilgim vardı.
Kısa bir süre oturdum. Sonra aklına müthiş bir fikir gelmiş gibi fırladım tüm pencereleri açtım. Işıkları söndürdüm. Aldım eline küçük el fenerini başladım beklemeye.
İçerlerde her ne delikteyse çıkıp gelecek, açık pencerelerin birinden çıkıp gidecekti kara şimşek…
Arada bir el feneriyle köşe bucak kontrol ediyor saklanıyorsa görmeye çalışıyordum.
Birden aklına düştü: olsa olsa yarasadır, dedim bu.
Yarasa!
Kan emer mi acaba? Korku filmlerinde öyle olmaz mıydı? Bu esnada tekrar bir patırtı koptu duvarlara çarparak salona girdi iki hızlı tur attı pencerelere uğramadan koridorda kayboldu. Koridor ve odalar doğrudan çatıya açıldığından, çelik makaslar arasında görünmez oldu.
Bir saate yakın poyraza karşı koltukta oturdum soğuk salonda; paltoma sarılmış başlığım kafamda...
Yarasadan çıt yoktu.
∘∘∘

 Sabaha dek soğukta oturamazdım. “Yavru bir yarasa ne yapacak bana…” Paniğim biraz yatışmıştı, aynı havayı bir saattir birlikte soluyor olmak karakuşla duygusal ilişkilerime yumuşama getirmişti.
Tuhaf oluyor bu insanlar, bir saat içinde yarasayı tanır olmuştum sanki.
Usulca kalktım pencereleri kendinden emin hamlelerle sakince kapattım. Yatak odasının kapısını dikkatlice araladım, ürkerek içeri süzüldüm, lambayı yaktım. Durum normaldi. Pijamalarımı giydim ve yorganın altına kaydım. Tavanın çelik makasları arasında kıpırdayan bir kuşun ne sesi ne görüntüsü vardı. Yorgunluk göz kapaklarımı aşağı çekti, uykunun tatlı bilinmezliğinde kayboldum.
∘∘∘

Uyandığımda saat sabahın sekizi idi. Yavaşça yorganımı sıyırdım, ayak yordamıyla ayağıma geçirdim terliklerimi, bütün odaları tedirgin ama sakin adımlarla –yarasayı uyandırmayım endişesiyle(!)- kolaçan ettim. Gitmiş olmalı diye aklımdan geçirdim; ama emin değildim, nasıl olabilirdim ki?
İlk iş, tanıdık tanımadık herkesi aradım. Google’a başvuramıyordum internetim yoktu. Kısa bir süre sonra yarasalar artık muamma değildi bana. Görmüyorlar, doğal radarlarıyla yön buluyorlar, gürültü ve ışıktan ürküyor, siniyorlardı. Tek istedikleri böcek yiyerek ayakta kalmaktı, insanlarla bir alıp veremekleri bulunmuyordu.
Aramızda doğal saldırmazlık anlaşması bulunması rahatlatmıştı beni. Bu kez, acaba ne yer ne içer evin içinde sorusu takıldı aklıma…
Radar iyi çalışmadığında önüne çıkan ne varsa bindiriyordu yarasa. Bize benziyor, diye düşündüm, kafayı duvarlara çarparak buluyor yolunu… Gülecek oldum, göz kaslarımda dondu gülücük, önce hayırlısıyla ondan kurtulmalıydım; o da benden…
∘∘∘

Gün sürpriz yapmadı, anlatmaya değer bir gelişme olmadı. Köy sessiz, hava durgun, cılız güneş nazlı mı nazlıydı; bulutlar yağsın mı yağmasın mı, rüzgâr essin mi esmesin mi karar veremedi.
Öğleden sonra yine dolaştım evi dipten doruğa, belirsizlik sürüyordu. Gece yatarken aklıma bile gelmedi karanlıkta yarasa ayaklanır mı diye, gündemden düşmüştü sanki.
İki saate yakın okudum yatakta, belirsizliğe mahkûm insanların tesadüfleri yenebilmek için girdikleri ümitsiz oyunlar üstüne… Gözlerim kapanıyordu, yarasa takıldı yine kafama; okuduğum ‘saçma sapan’ şeylerle ilgisi hiç olmamıştı onun…  Belirsizlik aklının ucunda bile değildi eminim. Yaşayıp gidiyordu. Başka ne yapacaktı ki? Aklı var mıydı? Neden olmasın, ne kadardır nereye kadardır bilinmez ama mutlaka vardır bir şeyler… Aklı azsa korkusu da az olmalı. Neden, akıllı olan çok korkmaz ki? Saçmalama be adam… Kitabı yere attım, yorganı çektim başıma, bilinçli belirsizlikten bilinçsiz belirsizliğe yollandım.
∘∘∘

Fizik sınavı çok zordu, sorular hangi sorudan başlayacağı bilemedim. Birine başlıyorum içinden çıkamayınca bırakıp başka soruya geçiyorum. Neredeyse tüm sorulara el atmış hiçbirinin içinden çıkamamıştım… Ter içinde gözlerimi açtım… Evde olduğuma sevindim.
Kabustan çıkmanın hoşluğu bir şeyde yoktur.
Kalktım yüzünü yıkadım. Gece yarısı dörttü saat. Salona çıktım, koltuğa attım kendini hemen önündeki küçük televizyonu açtım. İlk görüntüyle birlikte pırrrr sesiyle kara şimşek burnunu yalayarak kayıplara karıştı...
Yarasa hâlâ misafirimdi.
∘∘∘

Telaş etmedim. O an yapacak bir şeyim yoktu; ne evden dışarı çıkarabiliyordum ne yiyecek verebiliyordum yarasaya, açtı hayvan ancak çaresizdim. Yatağa döndüm, bir iki sayfa ya okudum ya okumadım dalmışım.
∘∘∘

Sabah hızla kahvaltı ettim. Sofrayı toplamadan başladım telefonla çözüm yolları aramaya. İnternet gezintilerini iyi bilen iki arkadaşımı aradım. Durumu anlatıp yol göstermelerini istedim. Bir saat içinde planım tamamdı. Aklım yatmıştı; geceyi bekleyecektim. Kapıyı pencereyi çektim kasabaya indim. Karanlığı beklerken biraz lak lak edip kafayı dağıtmak istedim sanırım. Gittim tanıdıkların uğradığı kafe-pastaneye çöktüm. Her gelene anlattım başıma gelenleri. Bunca insanın uzun uzun kendisini konuştuğunu bilseydi mutlu olurdu, diye geçirdim içimden… Yarasa bile olsa canlı değil mi, hep birbirimize bemzemiyor muyuz?
∘∘∘

Döndüğümde zifiri karanlık çökmüştü. Evin önündeki sokak lambası yanmıyor, şiddetli lodos dağın yamacına bindirip kırılıyor kalan gücüyle bıkıp usanmadan kapıyı dövüyordu. Sanki dağların ardındaki öfkeli ama zararsız –belki dost- bir ejderha kimedir bilinmez gazabını dindirmek için esip gürlüyordu…
Yarasayla vedalaşmanın tam gecesi, diye geçirdim aklımdan.
Eve sesizce –kendimce- yarasayı ürkütmeden sokuldum, kilidi okşayarak çevirdim, kabanımdan karanlığa karışan derin bir sıyırtı ile içeri sığındım. Ayaklarımın ucunda mutfağa yürüdüm. En büyük tencereyi çektim, bir gazete sayfasını olabildiğince sessizce içine sokuşturdum ve ucundan kibritle tutuşturdum.
Karanlıkta alevlerle karışık bir duman yükseldi. Gören ruh çağırıyorlar diyecek, diye geçti içimden…
Saçmalıyorsun, kim ne derse desin!
Lodosa bakan tüm pencereleri açtım. Karşı pencerelere dokunmadım, evi fırtına alıp götürecekti…
Elime iki eski gazete alıp tuvalete attım kendimi. Tam iki saat… Rüzgârın tekinsiz uğultusu, karanlık, soğuk, gazeteden yükselen mide kaldıran, umutsuzlukla sınayan insan soyu havası birbirine karışıyordu…
Ne için?
Yarasadan kurtulacaktım… Belki de o benden…
Kutsal bir görevi tamamlamanın huzuruyla çıktım dışarı. Işıkları yaktım, camları kapadım. Tencerenin içindeki külleri döktüm.
İçimi huzur kaplamıştı. Sanki ev kutsal dualarla vaftiz edilmişti. Artık huzurla ayaklarımı uzatıp keyif çatabilirdim…
∘∘∘

O günden bu yana epey zaman geçti. Yarasa bir daha görünmedi.
Ben mi mutluyum, o mu? Ben mi yolumu kolay buluyorum, o mu? Benim mi gözüm görüyor, unun mu? Kafamı duvarlara ben mi çok vuruyorum aklımın başıma gelmesi için, yoksa o mu kafasından yediği darbelerle bilgiye tutunuyor?
İçinden çıkamıyorum.

∘∘∘


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder