Köyün
eteklerindeki evimde yaşamaya henüz başlamıştım, odun yakarak, kasaba
pazarından alışveriş edip stok yaparak, yemeğimi kendim pişirerek…
Ekmeği
unuttuysam ekmeksiz yemeye alışacaktım...
Köy
dağdaydı; dağ eteklerini korurmuş, dediler, sevindim.
O gün yağmur
sularına bahçenin ortasından kanal kazdım
- ilk kez bu denli uzun kazma-kürek kullanıyordu, kalem kağıt dostu
ellerim- ter içinde kalınca kendimi fazlaca önemsedim: yapabiliyordum,
yetiyordum kendime…
Tatlı bir
yorgunluğun rehaveti içinde akşam yemeğimi yedim. Yarı aydınlık salonda dünyada
neler oluyor öğrenmek istedim; kısa başlıklar halinde…
Fazlası
boğuyor beni.
Bir iki
televizyon kanalına göz gezdirdim. Değişiklik yoktu, dünya bildik şekilde dönüyordu;
kendi sevincini kendin yapacaktın…
Kimse gelip
al sana bir tutam demiyordu. Ya ağlayıp yakınacaktın ya meşrebine göre başının
çaresine bakacaktın.
Kitaplarda
gezindim bir süre, sonunda seçtiklerimi koltuğumun altına soktum, soğuk odamdaki
sıcak yatağımı düşünerek kalkıyordum ki gözümün önünde kömür karası bir şimşek çaktı!
Taşa
dönmüştüm şaşkınlıktan…
Genişçe
denebilecek salon loştu, iki küçük sehpa lambası hem okumaya hem aydınlanmaya kıtı
kıtına yetiyordu.
Aydınlığın
–güneş ışığının bile- düşünceyi kovduğunu düşündüğümden yakınmak bir yana
mutluydum. Eski fotoğraflara benziyor düşünce bana sorarsanız, yalnızca karanlıkta
ele veriyor kendini.
∘∘∘
Şimşek’in
karası olur mu?
Kışın
ortasında, doğaya nispet yaparcasına kurulduğun sıcak odanda uykuya meyletmiş yorgun
gözlerinin önünden kapkara kanatları minik yelkenler gibi açık bir canlı
yıldırım gibi geçerse olur!
Donup
kalırsın…
Pat! Pat!
Duvarlara çarpıyor ve boş koridorda kayboluyor. Mest olmuş, kendinden geçmiş baygın…
Kimdir,
nedir? Korkudan utandığımı hissediyorum!
∘∘∘
Köy
sessizdi. İki komşum çoktan yatmış olmalıydı. Ne konuşacak, danışacak kimsem ne
kuşlar hakkında bilgim vardı.
Kısa bir
süre oturdum. Sonra aklına müthiş bir fikir gelmiş gibi fırladım tüm
pencereleri açtım. Işıkları söndürdüm. Aldım eline küçük el fenerini başladım
beklemeye.
İçerlerde
her ne delikteyse çıkıp gelecek, açık pencerelerin birinden çıkıp gidecekti
kara şimşek…
Arada bir el
feneriyle köşe bucak kontrol ediyor saklanıyorsa görmeye çalışıyordum.
Birden
aklına düştü: olsa olsa yarasadır, dedim bu.
Yarasa!
Kan emer mi
acaba? Korku filmlerinde öyle olmaz mıydı? Bu esnada tekrar bir patırtı koptu
duvarlara çarparak salona girdi iki hızlı tur attı pencerelere uğramadan
koridorda kayboldu. Koridor ve odalar doğrudan çatıya açıldığından, çelik
makaslar arasında görünmez oldu.
Bir saate
yakın poyraza karşı koltukta oturdum soğuk salonda; paltoma sarılmış başlığım
kafamda...
Yarasadan
çıt yoktu.
∘∘∘
Sabaha dek soğukta oturamazdım. “Yavru bir
yarasa ne yapacak bana…” Paniğim biraz yatışmıştı, aynı havayı bir saattir birlikte
soluyor olmak karakuşla duygusal ilişkilerime yumuşama getirmişti.
Tuhaf oluyor
bu insanlar, bir saat içinde yarasayı tanır olmuştum sanki.
Usulca
kalktım pencereleri kendinden emin hamlelerle sakince kapattım. Yatak odasının
kapısını dikkatlice araladım, ürkerek içeri süzüldüm, lambayı yaktım. Durum
normaldi. Pijamalarımı giydim ve yorganın altına kaydım. Tavanın çelik
makasları arasında kıpırdayan bir kuşun ne sesi ne görüntüsü vardı. Yorgunluk
göz kapaklarımı aşağı çekti, uykunun tatlı bilinmezliğinde kayboldum.
∘∘∘
Uyandığımda
saat sabahın sekizi idi. Yavaşça yorganımı sıyırdım, ayak yordamıyla ayağıma
geçirdim terliklerimi, bütün odaları tedirgin ama sakin adımlarla –yarasayı uyandırmayım
endişesiyle(!)- kolaçan ettim. Gitmiş olmalı diye aklımdan geçirdim; ama emin
değildim, nasıl olabilirdim ki?
İlk iş,
tanıdık tanımadık herkesi aradım. Google’a başvuramıyordum internetim yoktu.
Kısa bir süre sonra yarasalar artık muamma değildi bana. Görmüyorlar, doğal
radarlarıyla yön buluyorlar, gürültü ve ışıktan ürküyor, siniyorlardı. Tek
istedikleri böcek yiyerek ayakta kalmaktı, insanlarla bir alıp veremekleri
bulunmuyordu.
Aramızda
doğal saldırmazlık anlaşması bulunması rahatlatmıştı beni. Bu kez, acaba ne yer
ne içer evin içinde sorusu takıldı aklıma…
Radar iyi
çalışmadığında önüne çıkan ne varsa bindiriyordu yarasa. Bize benziyor, diye
düşündüm, kafayı duvarlara çarparak buluyor yolunu… Gülecek oldum, göz kaslarımda
dondu gülücük, önce hayırlısıyla ondan kurtulmalıydım; o da benden…
∘∘∘
Gün sürpriz
yapmadı, anlatmaya değer bir gelişme olmadı. Köy sessiz, hava durgun, cılız
güneş nazlı mı nazlıydı; bulutlar yağsın mı yağmasın mı, rüzgâr essin mi
esmesin mi karar veremedi.
Öğleden
sonra yine dolaştım evi dipten doruğa, belirsizlik sürüyordu. Gece yatarken
aklıma bile gelmedi karanlıkta yarasa ayaklanır mı diye, gündemden düşmüştü
sanki.
İki saate
yakın okudum yatakta, belirsizliğe mahkûm insanların tesadüfleri yenebilmek
için girdikleri ümitsiz oyunlar üstüne… Gözlerim kapanıyordu, yarasa takıldı
yine kafama; okuduğum ‘saçma sapan’ şeylerle ilgisi hiç olmamıştı onun… Belirsizlik aklının ucunda bile değildi eminim.
Yaşayıp gidiyordu. Başka ne yapacaktı ki? Aklı var mıydı? Neden olmasın, ne
kadardır nereye kadardır bilinmez ama mutlaka vardır bir şeyler… Aklı azsa
korkusu da az olmalı. Neden, akıllı olan çok korkmaz ki? Saçmalama be adam…
Kitabı yere attım, yorganı çektim başıma, bilinçli belirsizlikten bilinçsiz
belirsizliğe yollandım.
∘∘∘
Fizik sınavı
çok zordu, sorular hangi sorudan başlayacağı bilemedim. Birine başlıyorum
içinden çıkamayınca bırakıp başka soruya geçiyorum. Neredeyse tüm sorulara el
atmış hiçbirinin içinden çıkamamıştım… Ter içinde gözlerimi açtım… Evde olduğuma
sevindim.
Kabustan
çıkmanın hoşluğu bir şeyde yoktur.
Kalktım
yüzünü yıkadım. Gece yarısı dörttü saat. Salona çıktım, koltuğa attım kendini
hemen önündeki küçük televizyonu açtım. İlk görüntüyle birlikte pırrrr sesiyle
kara şimşek burnunu yalayarak kayıplara karıştı...
Yarasa hâlâ
misafirimdi.
∘∘∘
Telaş
etmedim. O an yapacak bir şeyim yoktu; ne evden dışarı çıkarabiliyordum ne
yiyecek verebiliyordum yarasaya, açtı hayvan ancak çaresizdim. Yatağa döndüm,
bir iki sayfa ya okudum ya okumadım dalmışım.
∘∘∘
Sabah hızla
kahvaltı ettim. Sofrayı toplamadan başladım telefonla çözüm yolları aramaya.
İnternet gezintilerini iyi bilen iki arkadaşımı aradım. Durumu anlatıp yol
göstermelerini istedim. Bir saat içinde planım tamamdı. Aklım yatmıştı; geceyi
bekleyecektim. Kapıyı pencereyi çektim kasabaya indim. Karanlığı beklerken
biraz lak lak edip kafayı dağıtmak istedim sanırım. Gittim tanıdıkların
uğradığı kafe-pastaneye çöktüm. Her gelene anlattım başıma gelenleri. Bunca
insanın uzun uzun kendisini konuştuğunu bilseydi mutlu olurdu, diye geçirdim
içimden… Yarasa bile olsa canlı değil mi, hep birbirimize bemzemiyor muyuz?
∘∘∘
Döndüğümde
zifiri karanlık çökmüştü. Evin önündeki sokak lambası yanmıyor, şiddetli lodos dağın
yamacına bindirip kırılıyor kalan gücüyle bıkıp usanmadan kapıyı dövüyordu.
Sanki dağların ardındaki öfkeli ama zararsız –belki dost- bir ejderha kimedir
bilinmez gazabını dindirmek için esip gürlüyordu…
Yarasayla
vedalaşmanın tam gecesi, diye geçirdim aklımdan.
Eve sesizce –kendimce-
yarasayı ürkütmeden sokuldum, kilidi okşayarak çevirdim, kabanımdan karanlığa
karışan derin bir sıyırtı ile içeri sığındım. Ayaklarımın ucunda mutfağa
yürüdüm. En büyük tencereyi çektim, bir gazete sayfasını olabildiğince sessizce
içine sokuşturdum ve ucundan kibritle tutuşturdum.
Karanlıkta
alevlerle karışık bir duman yükseldi. Gören ruh çağırıyorlar diyecek, diye
geçti içimden…
Saçmalıyorsun,
kim ne derse desin!
Lodosa bakan
tüm pencereleri açtım. Karşı pencerelere dokunmadım, evi fırtına alıp
götürecekti…
Elime iki
eski gazete alıp tuvalete attım kendimi. Tam iki saat… Rüzgârın tekinsiz
uğultusu, karanlık, soğuk, gazeteden yükselen mide kaldıran, umutsuzlukla
sınayan insan soyu havası birbirine karışıyordu…
Ne için?
Yarasadan
kurtulacaktım… Belki de o benden…
Kutsal bir
görevi tamamlamanın huzuruyla çıktım dışarı. Işıkları yaktım, camları kapadım.
Tencerenin içindeki külleri döktüm.
İçimi huzur
kaplamıştı. Sanki ev kutsal dualarla vaftiz edilmişti. Artık huzurla ayaklarımı
uzatıp keyif çatabilirdim…
∘∘∘
O günden bu
yana epey zaman geçti. Yarasa bir daha görünmedi.
Ben mi
mutluyum, o mu? Ben mi yolumu kolay buluyorum, o mu? Benim mi gözüm görüyor,
unun mu? Kafamı duvarlara ben mi çok vuruyorum aklımın başıma gelmesi için,
yoksa o mu kafasından yediği darbelerle bilgiye tutunuyor?
İçinden
çıkamıyorum.
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder