16 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (32)






11_













Düştür doğaldır içlenme
Bezginlik göllerinde bir gece
Karanlıkta senin de
Yüzdüğün olmuştur.

Behçet NECATİGİL (ö. 1979)


Sokağa bakan geniş pencerelerle karşıdaki büfenin üstünde duran telefon arasında kararsız adımlarla gidip geliyordur… Telefonun ahizesini eline alır, bir iki numaraya basar, vazgeçer; sertçe kapatır telefonu. Kaç akşamdır aynı kararsızlık tünelinde sıkıntılı saatler geçiriyor ama bir türlü telefonu çeviremiyordur…
Kadehine özel günler için ayırdığı kırmızı şaraptan doldurur, büyükçe bir yudum alır, hoşuna gider, güveninin arttığını iliklerinde duyar. Bir yudum daha, şarabın damarlarındaki güç veren etkisini iyice hissetmek ister, koltuğa geçer, gözlerini kapayıp bir süre ayaklarını uzatarak hayallere dalar. Birden kalkar, hızla telefona atar kendini, ahizeyi kaldırır, artık ezberlediği numarayı çevirir… Hayır… ama çok geç… Uçağın açık kapısı önünde atlamayı bekleyen acemi bir paraşütçü gibidir. Telefon düşer…
“Buyurun!”
Karşıdaki sesi tanır, daha da heyecanlanır. 
“Şeyda,  iyi akşamlar, Ben Semih,” Güç bela kesik kesik konuşmuştur.
“Merhaba Semih, nasılsın?”
Konuya nasıl gireceğini düşünürken bu ‘nasılsın’ sürpriz olur.
“İyiyim, gayet iyi… sen… İyi misin?”  Pişman olur, aylar önce kocasının terk ettiği bir kadına sorulacak soru mudur bu?
“İyiyim…” der şeyda, sesi sıkılmış izlenimi verir.
“Ne diyecektim…  Yemek yiyelim mi? Konuşuruz eski günlerden…”
İşte hepsi buraya kadardır. Rahatlar.
Kısa bir boşluk olur.
      “Boş ver yemeği falan…”
Şeyda’nın derinden gelen sesinden kuşkulanır, pişman olmaya başlamıştır Semih. Erken aradık! Biliyorum… 
“Ne diyordum, yemek değil de…” der Şeyda, sesinde düşünceli bir tonlama vardır. “ Bir akşam bana gel…”                   
 “Olur, gelirim tabii…”
Kaldığını düşündüğü bir sınavdan geçer not almış gibi sevinir. Amma da pimpiriklisin! Bir kadeh şarap daha doldurur, bu sefer salonu arşınlamayı bırakır, güzel bir müzik koyup zafer şarkıları dinlermiş gibi keyifle kutlar başarısını.
O günü hatırlar, kim bilir kaç yıl önceydi, okulda… Şeyda’yı için için istiyordu, ama o Kenan’ı seçmişti. Nişanlanacakları, evlenecekleri konuşulmaya başlamıştı. Derken işler sarpa sarmış olacak ayrıldılar. Uzun süre ayrı kaldılar. İşte bu arada umutları tekrar yeşermişti Semih’in, bir gün uzun uzun anlattı duygularını Şeyda’ya. Hatırlamak istemez o günü, kuşların dalından düştükleri ağaca bir daha konmamaları gibi. Yalnızca dinlemiş, ne evet ne hayır, ağzından tek sözcük çıkmamıştı Şeyda’nın. Bakışlarından, yüz çizgilerinden de bir işaret vermemiş olmalıydı. Bir muammadır o görüşme…
Şimdi işte onun zamanıdır…  Allah’ın sevgili kuluyum, gerçekten…


-2-

Çiğ güneş ışığının kızıla dönüp yumuşamaya başladığı sahte umutlar dağıtan bir pastırma yazı akşamında kapıyı çalar.  Elinde pahalı bir çiçekçide özenle hazırlattığı kırmızı güllerden bir buket ve ağırından bir şarap vardır. Kırmızılar umuyorum ki uğur getirecek, diye düşünür.
Şeyda aynıdır, sadeliğin içinde mavi kanlı denebilecek bir güzel. Bana kimse bu dünyada Kenan’dan daha budala birinin bulunduğunu anlatamaz, diye düşünür içeri girerken.  
“Göz kamaştırıyorsun.”
Elindeki çiçekleri uzatır Şeyda’ya, göz göze gelmemeye özen gösterir. Gizli bir utancın beklenmeyen etkisi midir anlayamaz. Salonun köşesindeki masa hazırlanmıştır: Sandviçler, çerezler, küçük çikolatalı tatlılar, kurabiyeler…
Şarap servisini Semih yapar. Tabaklarına bir şeyler alıp koltuklara geçerler. Şeyda’nın bütün doğallığının altında tedirginliği sezilir. Hoşuna gider bu, onu ciddiye alıyordur… Rutin bir ziyaretçi sayılmadığının göstergesidir.
“Ben de görüşmek istiyordum…” der Şeyda, tabağına bir şeyler alıp Semih’in karşısındaki koltuğa oturur.
“Araman iyi oldu, tesadüf işte.”
“Öyle mi? Kalp kalbe karşı—“
Araya girer Şeyda. “Yoksa hesap…” Arkasını getirmez. “Boş verelim bunları…”
Yaptığı hoşluğu beğenir Semih; ‘hesap’ sözcüğü sevimsiz düşse de keyfini kaçırmanın sırası değildir. Acele etmemelidir.
İşten, politikadan, piyasadan konuşurlar. Şeyda Kenan’la ilgili bazı noktaları aydınlatmak peşindedir; en çok kanına dokunan başka birinin olup olmadığıdır… Semih Şeyda’nın bu gizli gündemini sezmiştir, ancak açıkça sormak istemez. Yerinde kullanması gereken tabancasındaki tek kurşundur bu. Rus ruletinde, şarjördeki tek mermi… Şansa kalmamalı, atınca mutlaka vurabilmelidir.
“Kenan ne yapıyor? Günleri… Nasıl vakit geçiriyor?” Daha daha nasılsın, sıradanlığında iş olsun diye soruyormuş havasındadır Şeyda.
Bu soruları sezmesine karşın tedirgin olur Semih.
“Bunlar kapandı sanıyordum…” Ancak pişman olmuştur. Şeyda’yıı kırmaktan korkar. İnebildiği en yumuşak tondan yanıtlar. “Kasaba’da biriyle birlikte mi, onu mu soruyorsun? Bildiğim kadarıyla yalnız, aksi olsa İsmet’ten bir şekilde öğrenirdim… Kenan’la da birkaç kez konuştum, böyle bir durum olsa söylerdi. İstersen sorup öğrenebilirim.” Son cümlesindeki tedirginliği vasat zekâda birisi bile hissederdi, ama Şeyda kaçırmıştır, kulakları dinlemek istediği şarkıdan başkasını duymuyordur. Kenan’la Dağ’a gittiğinden beri hiç görüşmediği halde, Şeyda ters karşılayabilir diye görüştüğünü söylemiş hemen ardından alel acele öğrenebileceğini sıkıştırmıştır Semih.
“Yapar mısın?”
Becerikliliğini zekâsının bayrağı gibi dalgalandırırcasına hızla İsmet’i arar, bir sürü iş ayrıntısının arasına öğrenmek istediğini sıkıştırır. Yanıt olumsuzdur. Kenan mutlu mesut yalnız yaşadığı bir düzen kurmuştur Kunduz’da, köpeğiyle birlikte.
Semih hedefe doğru adım atmanın zamanı geldiğini düşünür.
“Bir şey sorabilir miyim, açık bir sinire dokunurum diye endişe ediyorum… Kabalık etmek istemem.”
“Bizim Kenan’la açık sinirimiz kalmadı, bütün yaralarımız kabuk bağladı, endişen yersiz.”
Duyduklarından hoşnuttur.
“Önce, senelerdir sana anlatmaya çalıştığım ancak bir türlü duymanı sağlayamadığım bir nokta var… Benim gözümde apaçık… Sahnede spot altında… Nasıl bir beceriksizsem seni bu alana bir türlü yönlendiremedim.” Durur, kelimeleri özenle seçmeye çalışmanın bilgeliği gözüksün,  sözleri vurucu olsun ister. “Biz seninle zamanın ruhuna uygunuz. Keyif alıyoruz, işimizi seviyoruz, kafamız günün çarklarını döndürmeye uygun çalışıyor; sonra para harcamaktan, yemekten içmekten… nasıl söyleyeyim, hoşlanıyoruz, neden olduğunu pek bilmiyorum ama bu böyle, kazandıkça daha çok çalışmak, güçlenmek… Başka neye gerek var ki? İkimiz benzeriz…”
Şeyda hareketsiz ve mimiksiz dinler. Semih küçük de olsa kendisini destekleyen bir jest, bir kaş göz kıpırtısı, sıcak kucaklayıcı bir gülümseme arar, bulamaz; yine de umutludur, dinlemesi bile iyiye işarettir.
“Kenan, bizim gibileri hayatın tuzaklarına yakalanmış, kurtulmaya çalışmak yerine işkencecisini sevmeye çalışanlar gibi görüyor… Senin kıvrak, hızlı zekân nasıl oluyor da bu kareyi kaçırıyor, başka şeyler olmalı benim anlayamadığım… Mevsim değişikliklerinde başka denizlere göç eden balıklara benziyor onun gibiler. Asıl istedikleri gündelik hayatın bize uygun düşen rüzgârlarından kaçıp özel barınaklara sığınmak… Biz gerçekçiyiz, toplumun omuzlarımıza yüklediği işlevden haz alıyoruz; onlar nefret ediyor, belki de hayatlarını gönüllerince, yaşamaya değer bir macera gibi sürdüremediklerine inanıyorlar... Hayal içindeler, roman ruhu onlarınkisi, hikâyelerdeki, romanlardaki ruh… Lütfen bu dediklerim üstüne düşün.”
Semih çok konuştuğunu düşünerek susar. Allah kahretsin yine acele ettim galiba… Bu heyecanımdan çektiğim… Şeyda’nın gerginliği azalmış, gözlerinin pırıltısı geri gelmiştir; gerilmiş kaskatı olmuş kasların yerini ritmik küçük kımıltılar almıştır.
“Nasıl biliyorsun?” 
En romantik şekilde, kadife yumuşaklığında bir tonlama ile cevap vermek ister Semih. “Neyi, Şeyda?”
“Senin gibi düşündüğümü?”
“Görüyorum, okuldan biliyorum, şimdi tekrar düşünmeye başladım…”
“Ben bile emin olamazken?”
Kadınlarla iddialaşmanın ayağına kurşun sıkmanın en çarpıcı yöntemi olduğunu bilir Semih, Söyleyeceğini söylemiştir, bastırıp üstelemek yerine bundan sonra yapılacak olan Şeyda’nın kafasında olgunlaşması için süre tanımaktır. Tartışmayı keser; konu değiştirmek için fırsat kollamaya başlar. Bir şeyler almak bahanesiyle masaya yönelir. “İstiyor musun sen de?” İstemez Şeyda. Biraz çerez alıp döner.
“Mahkemeye başvurdun diye duymuştum…”
“Henüz değil!”
“Kenan’ın sevgilisinin olup olmadığı senin için gerçekten önemli—“
Şeyda bitirmesine izin vermez.
“Anlamaya çalıştığım, ben varken birinin olup olmadığı.”
Rahatlar Semih. Düzeltme çabaları değil intikam kokusu almaktadır. Kalkar kendine ve Şeyda’ya şarap doldurur, tabağına yiyecek bir şeyler alır. Koltuğuna daha bir güvenle oturur.
“Ne diyeceğim, aramızca kalacağına söz verirsen…” Sandviçinden ısırır. “Kenan’ın Kasaba’ya gitmeden çok önce… Birisi vardı… Şirketinde.”
Şeyda donup kalır, yüzünün kızardığını hisseder, önleyemez; öfkeden deliye dönmüştür, olabildiğince saklamaya çalışır.  Önündeki kadehi bir dikişte bitirir. Kalkar biraz yürür, tabağına bir şeyler alır.
 “Neden?.. Neden olacak budalaca güven…” Şeyda kendi sorup kendi yanıtlıyordur. Derin bir iç geçirir. “Ahmak yerine koydu beni…” Gözleri masanın yanındaki dalları tavana tırmanan benjaminin yapraklarında donar.
Semih’in kafasına hiç beklemediği bir kuşku düşer. “Şimdi beni pislik bir muhbir gibi görmüyorsun değil mi?”
Şeyda’nın hiçbir şeyi duyacağı yoktur, donuk yüzüyle acemi bir heykeltıraşın elinden çıkmış ucuz bir büste dönüşmüştür. Kendine hesap veremeyen kişi böyle ezilir mi, yoksa bu onun aşırı duyarlılığı mı? Kaybolur bu düşünceler anaforunda Semih; çıkarı için en yakın arkadaşını ilk hamlede ele veren biridir. Şeyda’ya bakar çökmüş bir kleopatra rolünde bile öyle alımlıdır ki, biraz olsun içine su serpilir…
Şeyda’nın öfkesi çenesini kilitlemiştir. Semih bir an önce onu yalnız bırakması gerektiğini anlar, ancak nasıl söyleyeceğini çıkaramaz. Allah kahretsin yanlış yapmış olabilir mi, geri tepebilir mi bu zamansız ve sevimsiz ihbar.
Şeyda işini kolaylaştırır. “İzninle biraz yalnız kalmak istiyorum Semih.”
(Devam edecek)
∘∘∘





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder