_13__
Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (3)
Beni biçimlendiren aygıtı ne çevremde ne de irsiyetimde bulabiliyorum;
ömrüme karmaşık bir filigran basıp geçen meçhul merdanenin eşsiz tasarımı, ancak,
yaşam kağıdı sanatın lambasıyla aydınlatılırsa fark edilebiliyor.
Viladimir NABOKOV (ö. 1977)
Akşam işten döndüğünde ev kalabalıktı. Şeyda’nın ailesi, uzaktan
akrabaları, yeğenleri, hepsi iyi, tatlı, sevdiğim insanlar. Yemekler yapılmış,
masa hazırlanmış, eksikleri de benim getirdiklerim tamamlıyor olmalı. Şeyda
kapıdaydı, iyi görünüyordu, yeni hamile elbiseleri almış sanki başka biri
olmuştu.
“Nasıl durum, ne kadar var?”
Annesi erken davrandı.
“Bir aya kadar her şey olabilirmiş, ama bu yarın olmaz demek değilmiş;
nasıl oluyorsa, o kadar para alıyorlar yine de kesin bir şey yok ortada.”
Şeyda yaklaştı. “Ne yapmalarını bekliyorsun, doktor onlar, mucizeler yaratan asaları mı var?”
Salona geçtim, herkese en sıcağından merhaba demeye özen gösteriyordum.
Beceremediğimi hissettim. Odama geçip iki satır rahatlamak istediğimi
gözlerimin donukluğundan anlamış olmalıydı Şeyda.
“Hemen kaçıp yabanilik yapma, otur milletle iki çift söz…”
“Tamam…” dedim.
Yeğenlerden biri, pek çıkaramadığım ama İspanyol bir futbolcunun adı
olduğunu sandığım bir sözcükle başlayarak sordu: “….. ne yapar bu hafta, Kenan
abi?”
Boş gözlerle baktım oğlana, “O da
kim?” falan diyecektim, beni uzaydan gelmiş sanacaktı zavallıcık. Ne
ilgisiz biri! Bereket birisi başka bir soru attı ortaya ve konu değişti. Yemeği
kazasız belasız atlatmayı başarım, yeterince sıkılsam da bir kaza yapmadım. Aferin
aldım kendimden.
Bir ara punduna getirip izin istedim.
“Benim yarına hazırlanmam gerekiyor, kusura bakmayın.”
“Kusuru mu olurmuş?”
Şeyda’nın “Bak yine!” diyen kızgın bakışları çarptı yüzüme, aldırmadım;
güzel bir tenis maçı vardı televizyonda, müziği de hafiften açtım... Maç çabuk
bitti. Uzandım. Uyumuşum. Misafirler
giderken haber verdiler herkese güle güle dedim, yine gelin. İnsanlar gidince
Şeyda geldi yanıma.
“Yine yapacağını yaptın…” Suratı ekşimişti, sesimi çıkarmadım. Akşam erken
yattım. Şeyda’nın rahat etmesi için ben ayrı odada yatıyordum. Şikâyetim yok.
Gece yarısı ter içinde uyanıyorum, tam bir karabasan... Kalkıp oturdum
yatakta bir süre, anımsamaya çalıştım: Şükran’la yemek yiyoruz, kır lokantası
gibi açık bir alanda… Sonra üstü kapandı
lokantanın nasıl olduysa. Hoş bir ortam, güzel çok hafifinden bir müzik var,
çevreyi kirletmeyen. O susuyor ben konuşuyorum, sanırım yeni projeyi
anlatıyorum. Kalabalık bir grup giriyor birdenbire içeri, sağanak yağmur
ardından sokakları basan sel gibi doluşuyorlar: erkekler, kadınlar, yaşlılar
gençler, üç dört çocuk her boydan. En az on kişiler, espriler, kahkahalar
gırla…
“İşte şimdi bulduk…”
Şükran fırlıyor. “Ah, kimler gelmiş, siz de nereden çıktınız?” Öndekilerle
selamlaşıp öpüştükten sonra bana dönüp kalabalığı işaret ediyor. “İşte benim en
yakın akrabalarım…” Sırayla hepsiyle el sıkışma. Bazıları öpüyor beni. Beş
yaşından on iki-on üç yaşına dek çocuklar koşuşturup duruyor. Onları da uzun
uzun tanıtıyor Şükran. Öylesine bir coşku içinde ki sanırsınız günlerdir
bekliyorum, nasıl yapsam da bu çocuklarla tanışsam şunları görsem diye
sayıklayıp duruyorum. Vaktimiz de sınırlı olmalı, canım çok sıkılıyor, gün güme
gitti diyorum. Masaları birleştiriyorlar, bana soran düşüncemi öğrenmek isteyen
yok. Kimin konuştuğu kimin dinlediği belli değil. Amaç birlikte olmak,
söylenilenleri anlamak değil. Yemekler geliyor, kimileri içki söylüyor. Müzik
istiyorlar, ses sonuna kadar açılmış. Küçükler kalkıp oynuyor, dans ediyor,
büyüklerden üçü de ortalıkta. Ben artık çıkalım diye düşünüyorum, göz kaş
anlatıyorum Şükran’a.
“Haydi hazırlan!”.
“İmkân yok! Çok ayıp olur…” diyor
Şükran.
Bu arada içkinin etkisiyle pistteki çiftetelli ateşleniyor. Birisi yaka
paça Şükran’ı atıyor orta yere. Eyvah! Bana da gelecekler. Telefonu çıkarıp
birini ararmış gibi yapıyorum ki musallat olmasınlar. Ne çare! Günün en popüler
şarkısı tıslak-tıslak temposuyla başlamıyor mu? İki kişi birden bitiyor omuz
başımda elimde telefonla tepinen çocukların içindeyim. İri göbeğini coşku ile
hoplatıp duran çam yarması gibi biri yukarlardan süzülüp sağ ayak başparmağımın
üzerine ani bir iniş yapmaz mı?
“Allah kahretsin!” Bağırarak uyanıyorum.
Kan ter içindeydim. Şükran nasıl izin verdi böyle bir zırvalığa? Ne biçim
insanmış, o da mı? Bir tek ben mi kalıyorum, ayrıksı? Şükran’a böyle
öfkelenmemiştim hiç. Saçmalama, rüya bu…
-2-
Kahvaltıdaydık, karşımda Şeyda, evdekiler henüz uyanmamış, nasıl olmuş
anlamadım. İşgal kuvvetleri komutanı kayınvalidem ve yeğenlerden bir kızcağız
bizde kalıyordu. Sabahın taze duygularını delik deşik eden süpermarketlerde
çalınanlara benzeyen yakışıksız bir müzik… Sesimi çıkarmadım. Şeyda’nın tuhaf
müzik zevkleri vardı. Şirket’teki yeni gelişmelerin hiçbirini anlatacak uygun
bir ortam bulamamıştım. Gün güne seyahatlerde rastlantıyla yan yana düşmüş
yolculara dönüştüğümüzü görüyordum. Mutlaka pragmatik, sığ bir cevabı olurdu,
eminim; derinlerde aranmak, işi yokuşa sürmek veya beyhude yük taşımaktı onun için.
“Son günlerde dalgınsın…” dedi. Bir şeyler var bana söz etmiyorsun,
sitemini algılayacak kadar tanışıyorduk.
“Bildiğin işler, işte…”
“Konuşmuyoruz… Nereye varırız, kestiremiyorum…”
Şeyda zekâsında birinin hâlâ böyle konuşuyor olması nasıl açıklanabilir,
diye düşündüm. Acaba ince alay mı söyledikleri? Başka anlamlar mı aramalıydım?
Başka dünyalarda yaşayıp aynı evde oturunca böyle oluyor… Belki de ikimiz de
biliyoruz oyunun bittiğini, ancak zamanın sarhoş okunun önünde sürüklenme
alışkanlığı öylesine baskın ki, bir türlü direnemiyoruz.
“Çay ister misin?” Elinde çay bardağıyla ayakta… Başımı salladım. Eğilip
benim bardağımı aldı. Doğuracak bir kadının güzelliği ancak bu kadar
korunabilir. Öylesine alımlı görünüyordu ki, konuşmadığı, akıl vermediği, beni
değiştirmeye çalışmadığı, iş kadını rolünü oynamadığı zamanlar…
Taşranın küçük kasaba hüznüne gömülmüş hissediyordum. Kahvaltı masası
Şeyda’yı yolcu etmeye geldiğim tren garındaki perona dönüşmüştü. Masada onun
yerinde şimdi Şükran oturuyor. Aynı hüzünlü resme hiç de aykırı düşmüyor.
Gönlümün içine düştüğü sis bulutları açılmak bir yana, yoğunlaşıyor. Aynı
perondayız hep birlikte, birazdan Şükran da atlayacak vagonlardan birine.
Biliyorum. Yok yere aranmayı bırakmalıyım, belaya sarmış olan benim, mucizeleri
arayıp duran, bıkmayan, sürekli yeni ışıklar kovalayan benim. Şükranı
uğurlamaya dün akşam lokantada karşılaştığımız kalabalık da gelmiş. Bağırış
çağırış, kıza sarılıp duruyorlar. Bana elveda bile diyemeden vagonun kapısından
dönmemek üzere kayboluyor Şükran.
“Bak sana ne yaptım.”
Şeyda elinde küçük bir tepsiyle döndü mutfaktan. Buğulu gözlerini Şükran’ın
kaybolduğu vagonun penceresine dikmiş olan ben, sevimsiz bir rüyadan uyanır
gibi kahvaltı masasına geri ışınlandım.
“Az pişmiş bir yumurta.” Erken yaz güneşi gibi ılıman tavırları Şeyda’nın.
“Eskiden anlatırdın, artık anlatmıyorsun işini…”
Önemli bir şey yok ki, bile diyemedim, telefonum imdadıma yetişti: “Bugün
görüşebilir miyiz?” Üretim müdürüydü.
Saate göz attım geç olmuştu. “Saat bir, uygun mu?”
Hızla yumurtamı yiyip çıktım. Öptüm Şeyda’yı, teşekkür ettim ona. Son
aylarda ilk kez iyi ayrıldık. Bebek, gelecek misafirimizin etkisi…
-3-
Haber verdiler, işe varmadan yönümü hastaneye çevirdim; Şeyda evden çıkmak
üzereymiş… Şirketi arayıp bildirdim. Tuhaf duygular içindeydim. Rastgele bir
uzay gemisine binip başka bir gezegene yelken açacakmışım hissine kapılıyorum.
Düşünebiliyor musunuz, bir vücuda sokmuşlar sizi, adına “hayat” denen, ne
başına ne kıçına aklının ereceği bir serüvende başrol oynayacaksınız… Saçma değil mi? Aklı başında adamın yapacağı
şey mi? Sorumlulardan biri de benim.
Bir de iyi kötü kafam çalışır diye geçinirim. Kendi başımı nerede, nasıl rahat
ettireceğimin içinden çıkamamışım, başka birini daha çekiyorum. Trafik
tıkalıydı, oldukça geç gidebildim hastaneye.
Şeyda’yı almışlardı doğuma. Tüm takım koridorları arşınlayıp duruyordu. Her
şey normal… Birkaç sözcüklük diyaloglardan sonra iletişimimiz kesiliyordu. Hep
böyle olur, nedenini ben biliyordum; onların ne düşündüğünü ise gerçekten merak
ediyordum. İnsan üç kelime konuşamadığı birileriyle aile olabilir mi? Aile
olmak ne oluyor ki? Şimdi sırası mıydı bunları düşünmenin, yeni birini
getirmeye karar vermeden önce düşünecektin... Ne yani, her şeyi bilerek yaptık
da bir bebeği mi düşünmeden ısmarladık? Nasıl gördüysek onu yapıyoruz, kim
nereye yönelmişse onu izliyoruz!
Çehrem pek karışmış olmalı, bana
dediler ki, kimdi söyleyen, kayınpederim sanıyorum, “Sen istersen biraz dışarda
hava al, haber bekle, bahçede, açılırsın.”
Başımı salladım. “İyi fikir,
teşekkür ederim.”
Merdivenlere yöneldim. Gökyüzü fazla parlaktı, çimle kaplı bahçenin
yeşilinde dinlendirdim gözlerimi. Bilmediğim bir ülkeden dilini bilmediğim bir
ziyaretçi bekler gibiydim, el kol hareketleriyle haberleşecektim. Ne kadar
zaman oldu bilmiyorum, çağırdılar. Koşarak çıktım merdivenleri.
“Umut geldi!” Anladım. “Şeyda gayet iyi!” Öyle kararlaştırmıştık, erkek
olursa Umut... “Bekle birazdan göreceğiz.” İnsanların heyecanı beni şaşırttı.
İçeri girerken düşüncelerim dondu sandım. Anesteziyi yemişim de bayılmak
üzereydim. Bebeği görünce kafama ceryan geldi. Uzaktan üst dudağıyla burnu
tanıdık göründü. Gözlerim doldu, çıkıp tuvalete attım kendimi. Suyu sonuna
kadar açtım, yüzümü iki elimle kapatıp eğilip ağladım, içimdeki her şeyi dışarı
atana, iyice boşalana dek… Şeyda’yı iyi buldum, sanki doğuran o değil, bendim.
“Gözlerin kızarmış?”dedi.
“Poyrazdan olmalı, bahçede dolaştım.”
-4-
Şirket’teki son iki yılıma durağan bir işle girdim. Ahkâm kesiyordum, bilgi
veriyordum, insanlar beni patron korkusuna dinliyor ama yine bildiklerini
yapıyorlardı. Yenilik diye getirdiğimiz yöntemleri görünüşte uygular
durumdaydık, aslında kafalarının yatmadığı apaçıktı.
Evdeki çarklar Umut’tan sonra tümüyle değişti, kayınvalide eve yerleşti.
Akşamları hemen sıvışıp odama süzülmeden önce Umut’un dünyaya yeni açılan
gözlerine bakmaktan tuhaf bir zevk alıyorum. Neyi nasıl gördüğünü düşünmeye
çalışırken kendi küçüklüğüm canlanıyor hayalimde. Kendi kundağımdan
gözlediklerimi anımsama çabalarım başımı döndürüyor, hoş bir esriklik içine
giriyorum. Umut’un yanından çıkıp odama süzüldüğümde artık eskisi gibi pek fark
eden olmuyor.
Hoş bir telaş içinde dönüyordu çarklar, arada bir evde miyim değil miyim
diye gelip bakıyordu birisi, sonra tek söz etmeden sessizce kapıyı çekiyordu;
yalnızlığımın büyüsünü bozmamaya çalışmaları hoşuma gitmiyor değildi. Böyle
anlarda, beni daha az görünür yaptığı için Umut’a borçlu hissedip gülümsüyordum.
Daha çok okuyordum, daha uzun yürüyüşlere çıkıyordum.
Şükranla görüşmemiz kesilmiş gibiydi. Umut’un doğduğu günlerde rüyalarıma
kadar giren kuşkularım oldu onun hakkında. Beni hep dinleyen şefkatli
bakışlarının arkasında, yalnızlığımı vicdan azaplarıyla zehirleyecek birlikte
vakit geçirme ısrarlarıyla karşılaşacağımdan kuşkulanıyordum. Şeyda’dan sonra
büyük budalalık olurdu yeni bir hata. Kendimi iyice tanıyıp yapmak
istediklerimin bedeli her neyse ödemeliydim. Kafamda aramıza koyduğum mesafe
ilişkimize yansımıştı, görüşmez olmuştuk. İnanmayacaksınız, nişanlanıp
nişanlanmadığından bile haberim yoktu.
İşteki doyumsuzluğumu kitaplarım arasında ve yoğun spor yaparak gidermeye
çalışıyordum. Şikâyetçi değildim ama bunun böyle sürmeyeceğini görebiliyordum.
Bu minvalde geçirdiğim bir yıla yakın süre içinde içimdeki boşluğu çırılçıplak
gördüm. Ne zaman başım sıkışsa can
simidi gibi koşup sarılacağım bir beceriyi geliştirebilmeliydim. Bir daha
kafamdan hiç çıkmayacak olan bu düşünce virüsü işte o dönemde peydahlanmıştı
bende.
Çok sürmedi, bana sihirli bir ayna tuttuğuna inandığım bu evre. Bir akşam
Umut ateşler içinde ağlayarak uyandı. Koşturup iyi hastanelerden birine
yetiştirdik.
Sonrasını biliyorsunuz…
Umut’u kaybetmemizden birkaç ay sonra evde hayat tümüyle donmuştu. Şeyda
bile kendi kabuğuna çekildi. Haftalarca konuşmadığımız oluyordu. Bense,
görünüşte peşinde olduklarımı zaten artan bir hızla küçümser duruma geldiğimden
fırtınada karaya bindirmek üzere olan bir tekne gibi radikal kararlara
sürüklendiğimi hissediyordum. Kendimi kandırmaktan vazgeçtim; nasıl olsa belirsizlik içindeydik, hiç
olmazsa bildiğim şeyleri yaparak sezgilerimi sınamalıydım.
Bu düşüncelerle boğuşup durduğum günlerden birinde, öğle yemeği sonrası
kapımı çekmiş yanımda taşıdığım kitaplardan birinde işaretlediğim bölümleri
gezinerek okuyordum. Oldum olası ısınamadığım yemek muhabbetlerinden
sıkıldığımdan odama erken dönmüştüm. Eskiden kendimi insanlarla diyaloğa
zorlardım, şimdi iplemiyordum, gönlümün çektiğinin peşindeydim.
Kapıda bir tık duydum. Nasıl şaşırmam?
“Şükran! Gelsene.”
Uzun bir süredir mesafeli soğuk selamlarla yetiniyorduk. Umut’un ölümünde
başsağlığına gelmişti, görüşmüş, acılardan konuşmuştuk. Ondan beri ilkti bu,
koltuğa oturdu, ben de masamdan kalktım, yanına geçtim. Çay söyledik. Epeydir
birlikte olduğu nişanlısından ayrıldığını anlattı. Üzüldüğümü söyledim. Pek
öyle olmadığını biliyordum; sözlerimin tersi olan gerçek duygularımın yüzüme
yansıdığını ve onun da bundan hoşnut olduğunu sezmiştim. Neden bilmiyorum, onu
görünce çocukça duygular içine giriyordum, dizlerine yatıp sesimi çıkarmadan
masal dinlemeyi beklemek gibi…
Nasılsın, ne düşünüyorsun diye sordu. Son aylardaki karanlık bakışlarımdan
huysuz, aykırı düşünceler içinde olduğumu sezdiğini sanıyordum.
“Bu işleri bırakıp çekip ormanı bol bir yerde kendimi bulmak istiyorum.
Ağaçları budar gibi, istemediklerimi koparıp atmak hayatımdan…” İlk kez bu
düşüncemi seslendirdiğim kişi oluyor Şükran.
“Ne zaman?”
“Her an.”
“Beni arar mısın, giderken veya gittiğin yerden?”
“Yanlış fikir vermeyeyim sana Şükran…”
“Eşin?”
“Sonuna geldiğimizi görüyorum.”
Son konuşmalarımız oldu bunlar Şükran’la, bir ay sonra işi bırakıp Kunduz’a
gittim.
-5-
Yapmak
istediğim hayatın neye benzediğini çıkarmaya çalışmaktı. Ezberimdeki hazır
cevaplar merak edilecek bir şey olmadığına beni ikna etmeye çalışıyordu. Her
insanın özel bir ‘şey’ –isterseniz ‘iş’ diyebilirsiniz- için dünyaya gelmiş olduğunu
düşündüğüm zaman duygularım beni destekliyordu. Bana verilen beyindi, sinir
donanımıydı… hepsi mutlaka bir ‘işi’ işaret ediyor olmalıydı; gizli tutulmuş,
keşfedilmeyi bekleyen bir ‘işi’... Tutkuyla sarılacağım, can simidi gibi
yanımda taşıyacağım bir beceriyi…
Bu düşünceyi
biraz daha ileri götürüp herkesin ‘gizli bir görevi’ var bu dünyada, diyenlere
hak vermeye başlamıştım: “Her yaşam gizli bir görevdi”.
Hayata
nereden bir pencere açarsam açayım, dindar olayım, solcu veya sağcı olayım,
itikatım, meşrebim, güvendiğim bilgi ne olursa olsun, bu yaklaşımda hiçbirine
ters düşecek bir şey görmüyordum. Genel bir doğru gibi geliyordu bana.
Keşfetmem gerekiyordu işimi; işim
‘ben’dim. Asıl macera buradaydı. Toplum kimin hangi işe uygun olduğuyla ilgili
değildi. Ayakta kalmanın, yemenin, içmenin, barınmanın, eğlenmenin, seksin gereksinimlerine dönmüştü yüzünü.
Gündelik hayattaki güç ve gurur yarışı bunu gerektiriyordu. Sağ kalmanın hoşça
vakit geçirmenin, eğlenmenin konularıydı bunlar. Tutkularım yalnızca beni
ilgilendiriyordu…
Neden rahat
ediyordum böyle düşününce? Önüme bir yol açılıyordu, o yoldan yürüyerek seçimlerimi yapabilirim sanıyordum.
Bana öyle geliyordu ki, insanlar, bir ucunda “yapmaya çalışanlar”, diğer ucunda ise “anlamaya çalışanlar” –biraz fazlaca düşünenler- bulunan bir yelpaze
içinde sıralanıyordu. Yelpaze içindeki herhangi bir yerin diğerine karşı
üstünlüğü yoktu; önemli olan kendi donanımına uygun yeri seçebilmendi.
Çoğunluk “yapma” ucuna yığılmıştı. Sokakta, iş hayatında, politikada… Az plan
yapıp, az düşünüp ‘deneme-az yanılma’ yordamıyla yürüyorlardı bunlar.
Mantıkları “Alışkanlık”a yaslanmıştı. Geçmişe bakarak geleceği kestiriyorlardı.
Alışılmış, kutsal ve mantıklıydı onlar için. Tekdüzelikten çok rahatsız
değillerdi, ‘can sıkıntısı’ dertleri pek yoktu. Düşünenleri, hızlı adım
atamayanları oyun dışına iterlerdi. Hızlı cevapların dünyasında yaşıyorlardı;
felsefeyi, bilimi, sanatı, genellikle hayatın ritmine aykırı bulurlardı. Bu
raconuna uygun tutumlar şunlardı:
“Felsefe
yapma dostum…”
“Sen hikâye
anlatıyorsun, be güzel kardeşim!”
Yelpazenin “anlama” ucunda ise, alışılmışın
tekdüzeliğini, geleneklerin bilgeliğini, sağduyunun ezberlerini kurcalayanlar
vardı. Ben kendimi bunlar arasında görüyordum, bu nedenle de rahatsızdım. Şeyda’ya
bunu anlatamıyordum.
Aslında bu
ikinci grupta olanların, Dünya’nın neresinde olursa olsunlar, başları biraz
beladaydı, can sıkıntısı peşlerini bırakmıyordu. Tekrarlardan, monotonluktan
hazetmiyor hep yaşamın kendilerince parlak buldukları renklerini
kovalıyorlardı.
İşin can
alıcı yeri şurasıydı: Yaşamdaki gizli görevinizi keşfetmek peşindeyseniz “anlama yetinizi” kullanmayı seçmişsiniz
demekti. Aradığınızı bulmadan rahat yoktu. Yoksa geçim sıkıntısını aştığınız
ilk durakta can sıkıntısı boğazınıza sarılacaktı.
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder