-4-
Saat onda Patron’un odasındaydım.
“Gel bakalım, ne içersin?”
Söyledim.
Telefonun tuşuna bastı.
“Kızım, bize iki çay söyle, benimki açık!”
Zaten boş olan geniş masasının
üzerindeki birkaç şeyin yerini değiştirerek yerleştiriyormuş gibi yaptı.
Birden, içimden gelen bir sesle irkildim: İstifa mı ettin, böyle işlerde
çalışmak istemediğini mi söyledin, bas git! Ne anlamsız bir ziyaret şimdi bu! Kararsızlığım
had safhadaydı; neredeyse kusura bakmayın yanlış gelmişim, rahatsız ettim,
deyip çekip gidecektim…
“Gitmek istediğin başka bir şirket var mı?” diye başını kaldırmadan sordu.
Bir ara duraklıyorum, üstüme almadan, telefonda konuşuyor diye düşünmüş
olacağım.
“Başvurduğun veya anlaştığın başka bir şirket var mı, dedim”
“Ben mi? Hayır…”
Sekreter elinde tepsiyle geldi, iki çay, yanında birkaç yulaflı bisküvi,
Patron’un sevdiklerinden olmalı.
“Kızım, şuraya koyar mısın?” Koltuk grubunu işaret etti. “Gel, şöyle
geçelim…”
Karşılıklı oturduk. Ne yapmak istediğimi sordu. Kısaca anlattım ve şöyle
bağladım.
“Şirket’teki görevlerimin hiçbirinde tutkuya evrilen heyecanlar
yakalayamadım. İş, en sorunsuz zamanlarda bile cevabını veremediğiniz sorularla
uykusuz bırakmıyorsa yanlış yerdesiniz, diye düşünmekten hoşlanıyorum. Beni
heyecanlandıran şeylere Şirket duyarsız kalıyor… Anlamıyor değilim, –hafif ahlak ve kanun dışı bile olsa- herkes
gibi kolay ve dolaysız yoldan para kazanmayı seçiyorlar… Oyun dışı kalmaktan
korkuyorlar. Bu oyuna ait olmadığımı hissediyorum…”
Sözüm biter bitmez fazlaca derinden, aşırı edebi bir açıklama yaptığımı
fark ettim; patron poposuyla gülmüştür, eminim. Elimden gelseydi söylediklerimi
geri alır, “Artık çalışamıyorum şirketinizde, bundan sonra burada ne kendime ne
de size hayrım dokunur,” der kesip atardım. Patron ne derdinde, bense hangi
telden çalıyorum; anlaşıldı ben adam olmayacağım!
Beklediklerim çıkmadı. Söylediklerimin çocukça olduğunu, bu tür hayallerin
başımızı sıkıntıya sokacağını, gerçekçi olmam gerektiğini falan öğütlemedi.
Özellikle, o müthiş(!), her aklı başında insanın basmakalıp görüşlere teslim
olmasını “gerçekçilik” sayan nasihatler de gelmedi. Baktım, yüzündeki
çizgilerden beni ciddiye alıp almadığı okunuyor mu, diye. Hayır! Ama açık bir
küçümseme de göremedim… Ayrıca ne yapacaksın, bir planın var mı, diye de
sormadı.
“Pekâlâ,” dedi, “o zaman beni dinle…”
Rahatladım. En azından kısa bir süre için top benden çıkmıştı.
Telefon geldi; bir süre telefonda konuştu konuştu Patron, sonra dönüp
anlattı benim için düşündüklerini. Şirket’e ülkemizde uygulanmayan bazı
yöntemleri yerleştirmeye karar vermişti. Kendisine bu konularda yardımcı gibi,
danışman gibi çalışmamı öneriyordu.
Sürpriz olmuştu, böyle bir öneri kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.
Teşekkür ettim güveni için. Niçin beni seçiyordu? Son ihalede sınırları epeyce
zorlayacak –en diplomatik söylenişi buydu- kertede işi kovaladığım içindi… Pek
de aptal sayılmazdım!
İş falan umurumda mıydı? Hayır… Biraz zaman kazanmak istiyordum... Dünyam
her an biraz daha kör düğüm olabilirdi. Can sıkıntım boğazıma çıkmıştı, Şeyda
hamileydi, Şükran birileriyle tanışma arifesindeydi, ben de tutkuyla
sarılacağım şeyi arıyordum… Bulamazsam ne yapardım?
Ardından diğer ayrıntıları sıraladı:
Maaşıma da hatırı sayılır bir zam yapacak, bana kendi katında bir oda
ayarlayacaktı. Bunlar da son işimin primi olmalıydı…
Ayrıldım. Keyifsiz değildim.
-5-
Akşam Şeyda’ya anlattım. Karnı burnunda, kilo almış da olsa yine güzelliği
üzerindeydi. Evde adım atmaya yer yok,
annesi bizde kalıyor, herkes bizde, her şey her yerde… Odama giden yolu zor
buldum. İstifa ettiğimden falan bilgisi olmadığı için, yeni bir öneri, diye
sundum teklifi, altın tepsi içinde, yükselmeymiş gibi allayıp pullayarak. Şeyda
kaçırır mı, istediğin kadar süsle; uyanıklığı güzelliğine bile ters düşüyor,
ama başka nasıl anlatırsın? Pirelendi.
“Ne kadar zam alırsan al, bu seni işin ana yolundan savurup atar, yan yola,
patikaya geçersin; çevre yollarındaki yan yollar gibi…” Kaybolan göz çizgileri
ortaya çıkmıştı tombul yüzünde, suratı asılmıştı.
“Bir de bakmışsın oyun dışındasın...”
Eski ihalelerin çabuk unutulacağını kafama sokmaya çalışıyordu. Bu kadarcık
şeyi anlamıyor olmamı neye bağlıyordu, merak ediyordum, ama sormadım. Son bir
gayretle kafama sokmaya çalıştı.
“Mevsimsiz açan dağ çiçeğe, zamansız öten horoza dönersin herkesin gözünde.
Koparıp atarlar, kafanı kesiverirler!”
Böyleydi. Çabucak deşerdi görüneni, gözünün önüne atıp mideni kaldırır,
hayallerinin yumuşak toprağında yeni yeşermiş güzelim umut çiçeklerini koparıp
atardı. Böylesine zeki olup hayata hep farklı pencereden bakınca olacağı buydu.
Aslında doğru söylüyordu, dediğine katılıyordum. Anlaşamadığımız nokta
şuydu. Onun için işin ana yolundan
sapmak kötü bir şey, benimse aradığım şeydi! Bunu anlamıyordu, beklemiyordum
artık anlamasını. İlişkimizin ipe çekildiği sehpa burasıydı.
Annesi yemeğin hazır olduğunu söyledi. Konu kapanmış,
rahatlamıştım. .
Ertesi gün Patron’la görüşüp çalışacağımız alanları belirledik; birkaç
temel yayını kütüphaneden bulup işe giriştim. Kitaplara tekrar gömülmüştüm.
Bir sabah internetten çeşitli sitelerden çıktılar ayarlıyorum, masam, odam
allak bullak, dalmışım…
“Kolay gelsin.”
Gülücüğü yüzüne yayılmış Şükran, kapıda bana bakıyordu. Davet ettim; ona
kahve, kendime çay söyledim. Tebrik etmeye gelmiş, yeni işimi. Ona bile haber
veremedim, oysa söz vermiştim… Doğru dürüst iki laf edemedim, nedenini hâlâ
bilmem, kafam yeni işle çok dolu ondan mıydı, Şeyda’nın doğumu yaklaştığından
mıydı, bilmiyorum.
“Görüşemiyoruz.” Yüzünün kızarmasını önleyemedi. Sorusunu, neden beni
aramıyorsun, diye anlayacağımı
biliyordu.
Onu rahatlattım. “Doğru, son günlerdeki sıkıntılarım yüzünden belki de…
Oysa seninle konuşunca gerginliklerim buharlaşıyor.”
“Yeni işin? Ne olduğunu anlamadım. Herkes başka bir şey söylüyor.”
“Anlamaya çalışıyorum, görüyorsun; çok şey öğrenirim gibime geliyor;
bıkmıyorum biliyorsun, bu öğrenmekten…” Odamın karışıklığına işaret ettim.
“En azından bir süre daha buralardasın… ”
İki kolumu yana açtım… İşim var gitmeliyim diye kalktı Şükran. Gelecek
hafta görüşelim dedik. Yanaklarından öpmek geldi içimden, tuttum kendimi.
-6-
Asık suratlı, kurşuni, puslu bir gündü; ama keyfim yerindeydi, iyiydim,
gerisini boş veriyordum. Odam her zamanki gibi altüsttü, gönlüm gibi. Çay
almaya çıktım, sırf yürüyüş olsun diye kendim alıyorum. Şükran’ın yanından
geçtim, bir sürü insana dert anlatıyor. Melodinin sonundaki küçücük bir es gibi
ritmimi aksatmadan duraksadım, göz göze gelebilmek için. Eliyle dönüşte bana
uğra dedi. Kıpır kıpır sabah canlılığım coştu. Belli belirsiz bir el işareti
ile ayaklanmıştı içimdeki güzellik akraba tüm duygular. Mehmet’in çay ocağına
uğradım. Ayak üstü bir-iki laf edip güldük. Demli bir çayla birlikte zulasından
küçücük bir çikolata ikram etti.
Uzaktan gördüm, dağılmış başındaki grup Şükranın. Becerikli kız. Yanında
durdum, elimdeki çay bardağından bir yudum aldım ve çikolatayı ona uzattım.
Yorgun bir sevinç tebessümü, karanlıkta yanan el lambası gibi aydınlattı beyaz
yüzünü. Çikolatayı ağzına attı, onu düşünmüş olmamdan hoşnuttu.
“Sana söylemem gereken bir şey var.” Başını eğdi. Nedir diye soran meraklı
gözlerle baktım. Tatsız bir şey mi seziyorum?
“Beni mutlaka biriyle tanıştırmak istiyorlar, epeydir sallıyordum…” diye
ekledi.
Sesim çıkmadı. Sessizdim hep, küfrettim kendime. İşimde gidiyorum dedim,
hâlâ ortalıktayım. Şeyda’ya karşı çaresizlikle karışık bir suskunluk
içindeydim, hem sorularından hem gözlerinden kaçınmaktan yorgun düşmüştüm.
Şimdi de Şükran…
Bir şeyler söylemem şarttı… Elimdeki
çayı bitirdim. Gözlerim ayaklarımda sabitlendi, dudaklarım kilitlendi, telde
yürürken düşmemeye çalışan cambazlar gibi pabuçlarımın burunlarını sürüye
sürüye odama döndüm. Tüm umutlu duygularım ürküp havalanıveren küçük kuşlar
gibi bir anda kaybolmuştu. İçimi rahatlattığım tek yeşil alanın da
betonlaşacağını görüyordum, ruhum sıkışıyor, ince bir sızı derinden bildiğim en
hüzünlü şarkıları mırıldanıyordu. Kaçıp gitmek ama nerelere, mutlaka bir yerler
bulabilmeliydim.
Elimde kalan tek silaha sarıldım, birdenbire karar verip çıktım Şirket’ten,
ver elini Belgrad Ormanları. Hava serindi ama otomobilin arkasında kabanım
yedekte bekliyordu. Park edip yüz metre ya yürüdüm ya yürümedim, telefonda
Semih, epeydir yoktu ortalıkta.
“Yahu nerelerdesin? Hiç sesin çıkmıyor.”
“Belgrad Ormanı’ndayım, attım kendimi…”
“Ne kadar daha oradasın?”
“Hep buradayım izin verdim kendime.”
“Bekle geliyorum…”
Yarım saat sonra Semihle yürüyorduk, Şükran’dan söz ettim. Neden attım
kendimi ormana falan…
Ağzı açık kaldı. ”Herkes aklıma gelirdi de senle Şeyda…”
“Şeyda’nın haberi yok.”
Semih’te değişiklik yokmuş, nerde akşam orda sabah, gelsin sarışın gitsin
esmer, aynen sürdürüyormuş; değiştirmek için bir neden görmüyormuş henüz. Belki
bir gün kim bilebilirmiş, birisi aklını çelebilirmiş…
Bir saate yakın yürüdük ormanda, kimsecikler yok, gün petek bal gibi her
hücresi altın sarısı ışın saçıyor... Biraz olsun içim açıldı, gel dedim ilerde
güzel bir yer var, bir şeyler yiyelim.
Ağaçları cepheden gören bir masaya oturduk. . Kendin pişir kendin ye… Biz, dedik, pişirmek istemiyoruz, siz
getirin.
“Olur abi! Başım üstüne.”
Ormanda yenen yemekle birlikte her zaman bir-iki kadeh bir şeyler içmek
isterdim. Bu sefer araba kullanacağımı düşünerek savuşturuyorum içki faslını
kafamdan. Semih, uyanık oğlan... Bizimkilerin, dedi, yakında bir firmada işleri
var, onları ben alacaktım, hesabımız öyleydi; küçük bir değişiklik yaparız,
onlar buraya uğrar, birlikte gideriz. İki kişiler, biri senin arabayı öbürü de
benimkini kullanır. Bizimkiler dediği birlikte çalıştığı iş arkadaşları.
Rakı söyledik.
Kimsecikler yoktu bizden başka, günün ters vaktiydi öğleden sonra dörde
geliyordu saat, serin ama parlak bir güneş vardı.
İlk yudumlarımızı aldık. Gözlerimi önümüzdeki meşenin üzerinden ufuklara
yönelttim. “Kendime fildişi bir kule yapmadan rahat etmeyeceğim, gündelik
hayatın bok gibi elime yüzüme bulaşmayacağı bir yerde…” Çevremizdeki ağaçları
ve yeşilliği elimle işaret ettim.
“Olsa olsa böyle ağaçlar içinde olur…”
“Sen bizim Kunduz Dağı’nı gördün, değil mi? Bizim küçük otelin bulunduğu,
şu Kasaba’nın eteklerine kurulduğu dağ...”
Gözümde canlandı, epey oldu birkaç gün kalmıştık, yeşilin böylesini başka
bir yerde görmedim, diye geçirmiştim aklımdan.
Kafamda bir ışık çaktı, gönlüm ısındı, belki de kendimi atacağım yer
orasıydı!
“Gördüm, görmem mi! Muhteşemdi, iyi ki anımsattın bana… ”
Birkaç yudum daha rakıdan sonra iş şamataya döndü. Semih’in sevgilileri
girdi mi işin içine, tutamazsınız onu. Bitmek bilmez anlatacakları. Bu defa bir
şeyin, epeyce tuhaf bulduğum bir şeyin ayırdına vardım. Semih ilgisiz konularda
konuşurken, örneğin sevgililerini anlatırken araya Şeyda’yı sokuveriyordu.
Şeyda’nın haberi var mıydı? Nasıl söyleyecektim? Ben oyunu hep tek kişilik
düşünüyordum.
“Şeyda’nın hayata bir itirazı yok!” Kalktım ağaçlara doğru yürüdüm. “O da
senin gibi...”
Akşamüstünün hüznü içkinin rehavetinde demleniyordu. Göklere pervasızca,
yalnızlığı umursamadan tırmanan kayın ağaçlarının tepelerine seslenir gibi üst
perdeden konuşuyordum. “O hüznü anlamaz, şeydeki gibi, ‘melali anlamayan nesle
aşina değiliz’… Anlamıyor, en kötüsü çalışmıyor bile anlamaya.”
Hesabı istedik. Semih telefonla ekibini çağırdı.
-7-
Ertesi gün erkenden işteydim. Koridorda doğru amaçsız adımlarla turluyorum,
henüz kimseler gelmemişti. Şükran’ın erkenden damladığını biliyordum. Bir-iki
laf etsem, ne diyeceğim? Adamla tanışmış mıdır? İlk görüşte hoşuna gitmiş
olamaz mı? Ruhum pislik içinde, bakışlarım bile kirlenmişti, umutsuzluğun pası
vardı üzerimde. Yanından geçtim dalgın adımlarla, ışıl ışıl gözbebekleri ılıman
bir selam bakışı yolladı, yakaladım. Hayır tanışmamışlar… Lavaboya gidip yüzümü
yıkadım. İlgisiz birkaç telefon… toplantıdan çağırdılar. Patron’un genizden konuşan sekreteri
müjdeymiş gibi bildirdi. Sanki yüzlerini görmek içimi açıyor, iş olsun…
Patron’la, Genel Müdür koltuklara yayılmış oturuyorlardı. Çok daha erken
geldikleri odanın karışıklığından belliydi. Dersimi iyi çalışmıştım. Epey ahkam
kestim. Yeni anlayışlar, yaklaşımlar, moda yöntemler konusunda. Çoğunun ticari
olduğunu, atacağımız taşın ürküttüğümüz kurbağaya değmeyeceğini söyledim… İnsan
böyle havaya girip ağırbaşlı cümlelerle kendini dinletince, söylediklerinin
saçma sapan şeyler olduğunu bilse bile kendini önemsemeye başlıyor.
Çıktığımda öğle olmuştu.
Aşağı kata indim, Şükran yemeğe inmiş mi, ona bakacağım. Uzaktan gördüm
kimseler yok, o yalnız çalışıyor. Selam verip sordum, yemek yememiş, birlikte
iniyoruz. Yemekte toplantıyı anlattım.
“Sataşıyorsun. Durup dururken bulaşıyorsun…”
Şükran benimle ilgili pek yorum yapmazdı. Sezgileri fena sayılmazdı, bendeki
tuhaf tehlikeyi sezmişti. Duymamış gibi yaptım. Son sözü hoşuma gitti, birinin
olsun pek de saçmalamadığımı söyler gibi yapması ne denli önemli bana,
bilemezsiniz.
“O iş ne oldu?” diye sordum.
“Ne işi?”
“Canım şu tanışma…”
Şaşırmıştı, “İlgilenmiyorsun sanmıştım,” dedi.
Sustuk. Yanımıza katılanlar oldu. Gündem güncele kaydı. Kalkarken soruma yanıt alamadığımı anımsadım.
Şükran’ın yemek sohbetindeki canlı tutumu gözümden kaçmadı. Yemek salonundan çıkmadan kayınvalide aradı,
elim ayağım birbirine karıştı, hastane, doğum geliyor sandım bir an. Değilmiş.
Almamı istedikleri şeyleri söyledi… Sinirime dokundu! Kahve içmeye çağırdım
Şükranı. Birlikte çıktık, o yerine
uğrayıp arkamdan geldi.
“Biraz daha salladım, bilmem ne kadar daha uzatabilirim…” dedi odama girerken.
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder