9 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (29)





-4-

Saat onda Patron’un odasındaydım.
“Gel bakalım, ne içersin?”
Söyledim.
Telefonun tuşuna bastı.
“Kızım, bize iki çay söyle, benimki açık!”
 Zaten boş olan geniş masasının üzerindeki birkaç şeyin yerini değiştirerek yerleştiriyormuş gibi yaptı. Birden, içimden gelen bir sesle irkildim: İstifa mı ettin, böyle işlerde çalışmak istemediğini mi söyledin, bas git! Ne anlamsız bir ziyaret şimdi bu! Kararsızlığım had safhadaydı; neredeyse kusura bakmayın yanlış gelmişim, rahatsız ettim, deyip çekip gidecektim…
“Gitmek istediğin başka bir şirket var mı?” diye başını kaldırmadan sordu.
Bir ara duraklıyorum, üstüme almadan, telefonda konuşuyor diye düşünmüş olacağım. 
“Başvurduğun veya anlaştığın başka bir şirket var mı, dedim”
“Ben mi? Hayır…”
Sekreter elinde tepsiyle geldi, iki çay, yanında birkaç yulaflı bisküvi, Patron’un sevdiklerinden olmalı.
“Kızım, şuraya koyar mısın?” Koltuk grubunu işaret etti. “Gel, şöyle geçelim…”
Karşılıklı oturduk. Ne yapmak istediğimi sordu. Kısaca anlattım ve şöyle bağladım.
“Şirket’teki görevlerimin hiçbirinde tutkuya evrilen heyecanlar yakalayamadım. İş, en sorunsuz zamanlarda bile cevabını veremediğiniz sorularla uykusuz bırakmıyorsa yanlış yerdesiniz, diye düşünmekten hoşlanıyorum. Beni heyecanlandıran şeylere Şirket duyarsız kalıyor… Anlamıyor değilim,  –hafif ahlak ve kanun dışı bile olsa- herkes gibi kolay ve dolaysız yoldan para kazanmayı seçiyorlar… Oyun dışı kalmaktan korkuyorlar. Bu oyuna ait olmadığımı hissediyorum…”
Sözüm biter bitmez fazlaca derinden, aşırı edebi bir açıklama yaptığımı fark ettim; patron poposuyla gülmüştür, eminim. Elimden gelseydi söylediklerimi geri alır, “Artık çalışamıyorum şirketinizde, bundan sonra burada ne kendime ne de size hayrım dokunur,” der kesip atardım. Patron ne derdinde, bense hangi telden çalıyorum; anlaşıldı ben adam olmayacağım!
Beklediklerim çıkmadı. Söylediklerimin çocukça olduğunu, bu tür hayallerin başımızı sıkıntıya sokacağını, gerçekçi olmam gerektiğini falan öğütlemedi. Özellikle, o müthiş(!), her aklı başında insanın basmakalıp görüşlere teslim olmasını “gerçekçilik” sayan nasihatler de gelmedi. Baktım, yüzündeki çizgilerden beni ciddiye alıp almadığı okunuyor mu, diye. Hayır! Ama açık bir küçümseme de göremedim… Ayrıca ne yapacaksın, bir planın var mı, diye de sormadı.
“Pekâlâ,” dedi, “o zaman beni dinle…”
Rahatladım. En azından kısa bir süre için top benden çıkmıştı.
Telefon geldi; bir süre telefonda konuştu konuştu Patron, sonra dönüp anlattı benim için düşündüklerini. Şirket’e ülkemizde uygulanmayan bazı yöntemleri yerleştirmeye karar vermişti. Kendisine bu konularda yardımcı gibi, danışman gibi çalışmamı öneriyordu. 
Sürpriz olmuştu, böyle bir öneri kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Teşekkür ettim güveni için. Niçin beni seçiyordu? Son ihalede sınırları epeyce zorlayacak –en diplomatik söylenişi buydu- kertede işi kovaladığım içindi… Pek de aptal sayılmazdım!
İş falan umurumda mıydı? Hayır… Biraz zaman kazanmak istiyordum... Dünyam her an biraz daha kör düğüm olabilirdi. Can sıkıntım boğazıma çıkmıştı, Şeyda hamileydi, Şükran birileriyle tanışma arifesindeydi, ben de tutkuyla sarılacağım şeyi arıyordum… Bulamazsam ne yapardım?
 Ardından diğer ayrıntıları sıraladı: Maaşıma da hatırı sayılır bir zam yapacak, bana kendi katında bir oda ayarlayacaktı. Bunlar da son işimin primi olmalıydı…
Ayrıldım. Keyifsiz değildim. 


-5-

Akşam Şeyda’ya anlattım. Karnı burnunda, kilo almış da olsa yine güzelliği üzerindeydi.  Evde adım atmaya yer yok, annesi bizde kalıyor, herkes bizde, her şey her yerde… Odama giden yolu zor buldum. İstifa ettiğimden falan bilgisi olmadığı için, yeni bir öneri, diye sundum teklifi, altın tepsi içinde, yükselmeymiş gibi allayıp pullayarak. Şeyda kaçırır mı, istediğin kadar süsle; uyanıklığı güzelliğine bile ters düşüyor, ama başka nasıl anlatırsın? Pirelendi.
“Ne kadar zam alırsan al, bu seni işin ana yolundan savurup atar, yan yola, patikaya geçersin; çevre yollarındaki yan yollar gibi…” Kaybolan göz çizgileri ortaya çıkmıştı tombul yüzünde, suratı asılmıştı.
“Bir de bakmışsın oyun dışındasın...”
Eski ihalelerin çabuk unutulacağını kafama sokmaya çalışıyordu. Bu kadarcık şeyi anlamıyor olmamı neye bağlıyordu, merak ediyordum, ama sormadım. Son bir gayretle kafama sokmaya çalıştı.
“Mevsimsiz açan dağ çiçeğe, zamansız öten horoza dönersin herkesin gözünde. Koparıp atarlar, kafanı kesiverirler!”
Böyleydi. Çabucak deşerdi görüneni, gözünün önüne atıp mideni kaldırır, hayallerinin yumuşak toprağında yeni yeşermiş güzelim umut çiçeklerini koparıp atardı. Böylesine zeki olup hayata hep farklı pencereden bakınca olacağı buydu. Aslında doğru söylüyordu, dediğine katılıyordum. Anlaşamadığımız nokta şuydu.  Onun için işin ana yolundan sapmak kötü bir şey, benimse aradığım şeydi! Bunu anlamıyordu, beklemiyordum artık anlamasını. İlişkimizin ipe çekildiği sehpa burasıydı.
Annesi yemeğin hazır olduğunu söyledi. Konu kapanmış,
 rahatlamıştım. .
Ertesi gün Patron’la görüşüp çalışacağımız alanları belirledik; birkaç temel yayını kütüphaneden bulup işe giriştim. Kitaplara tekrar gömülmüştüm.
Bir sabah internetten çeşitli sitelerden çıktılar ayarlıyorum, masam, odam allak bullak, dalmışım…
“Kolay gelsin.”
Gülücüğü yüzüne yayılmış Şükran, kapıda bana bakıyordu. Davet ettim; ona kahve, kendime çay söyledim. Tebrik etmeye gelmiş, yeni işimi. Ona bile haber veremedim, oysa söz vermiştim… Doğru dürüst iki laf edemedim, nedenini hâlâ bilmem, kafam yeni işle çok dolu ondan mıydı, Şeyda’nın doğumu yaklaştığından mıydı, bilmiyorum.
“Görüşemiyoruz.” Yüzünün kızarmasını önleyemedi. Sorusunu, neden beni aramıyorsun,  diye anlayacağımı biliyordu.
Onu rahatlattım. “Doğru, son günlerdeki sıkıntılarım yüzünden belki de… Oysa seninle konuşunca gerginliklerim buharlaşıyor.”
“Yeni işin? Ne olduğunu anlamadım. Herkes başka bir şey söylüyor.”
“Anlamaya çalışıyorum, görüyorsun; çok şey öğrenirim gibime geliyor; bıkmıyorum biliyorsun, bu öğrenmekten…” Odamın karışıklığına işaret ettim.
“En azından bir süre daha buralardasın… ”
İki kolumu yana açtım… İşim var gitmeliyim diye kalktı Şükran. Gelecek hafta görüşelim dedik. Yanaklarından öpmek geldi içimden, tuttum kendimi.  

                                                                
-6-

Asık suratlı, kurşuni, puslu bir gündü; ama keyfim yerindeydi, iyiydim, gerisini boş veriyordum. Odam her zamanki gibi altüsttü, gönlüm gibi. Çay almaya çıktım, sırf yürüyüş olsun diye kendim alıyorum. Şükran’ın yanından geçtim, bir sürü insana dert anlatıyor. Melodinin sonundaki küçücük bir es gibi ritmimi aksatmadan duraksadım, göz göze gelebilmek için. Eliyle dönüşte bana uğra dedi. Kıpır kıpır sabah canlılığım coştu. Belli belirsiz bir el işareti ile ayaklanmıştı içimdeki güzellik akraba tüm duygular. Mehmet’in çay ocağına uğradım. Ayak üstü bir-iki laf edip güldük. Demli bir çayla birlikte zulasından küçücük bir çikolata ikram etti.
Uzaktan gördüm, dağılmış başındaki grup Şükranın. Becerikli kız. Yanında durdum, elimdeki çay bardağından bir yudum aldım ve çikolatayı ona uzattım. Yorgun bir sevinç tebessümü, karanlıkta yanan el lambası gibi aydınlattı beyaz yüzünü. Çikolatayı ağzına attı, onu düşünmüş olmamdan hoşnuttu.
“Sana söylemem gereken bir şey var.” Başını eğdi. Nedir diye soran meraklı gözlerle baktım. Tatsız bir şey mi seziyorum?
“Beni mutlaka biriyle tanıştırmak istiyorlar, epeydir sallıyordum…” diye ekledi.
Sesim çıkmadı. Sessizdim hep, küfrettim kendime. İşimde gidiyorum dedim, hâlâ ortalıktayım. Şeyda’ya karşı çaresizlikle karışık bir suskunluk içindeydim, hem sorularından hem gözlerinden kaçınmaktan yorgun düşmüştüm. Şimdi de Şükran…
Bir şeyler söylemem şarttı…  Elimdeki çayı bitirdim. Gözlerim ayaklarımda sabitlendi, dudaklarım kilitlendi, telde yürürken düşmemeye çalışan cambazlar gibi pabuçlarımın burunlarını sürüye sürüye odama döndüm. Tüm umutlu duygularım ürküp havalanıveren küçük kuşlar gibi bir anda kaybolmuştu. İçimi rahatlattığım tek yeşil alanın da betonlaşacağını görüyordum, ruhum sıkışıyor, ince bir sızı derinden bildiğim en hüzünlü şarkıları mırıldanıyordu. Kaçıp gitmek ama nerelere, mutlaka bir yerler bulabilmeliydim.
Elimde kalan tek silaha sarıldım, birdenbire karar verip çıktım Şirket’ten, ver elini Belgrad Ormanları. Hava serindi ama otomobilin arkasında kabanım yedekte bekliyordu. Park edip yüz metre ya yürüdüm ya yürümedim, telefonda Semih, epeydir yoktu ortalıkta.
“Yahu nerelerdesin? Hiç sesin çıkmıyor.”
“Belgrad Ormanı’ndayım,  attım kendimi…”
“Ne kadar daha oradasın?”
“Hep buradayım izin verdim kendime.”
“Bekle geliyorum…”
Yarım saat sonra Semihle yürüyorduk, Şükran’dan söz ettim. Neden attım kendimi ormana falan…
Ağzı açık kaldı. ”Herkes aklıma gelirdi de senle Şeyda…”
“Şeyda’nın haberi yok.”
Semih’te değişiklik yokmuş, nerde akşam orda sabah, gelsin sarışın gitsin esmer, aynen sürdürüyormuş; değiştirmek için bir neden görmüyormuş henüz. Belki bir gün kim bilebilirmiş, birisi aklını çelebilirmiş…
Bir saate yakın yürüdük ormanda, kimsecikler yok, gün petek bal gibi her hücresi altın sarısı ışın saçıyor... Biraz olsun içim açıldı, gel dedim ilerde güzel bir yer var,  bir şeyler yiyelim. Ağaçları cepheden gören bir masaya oturduk. . Kendin pişir kendin ye…  Biz, dedik, pişirmek istemiyoruz, siz getirin.
“Olur abi! Başım üstüne.”
Ormanda yenen yemekle birlikte her zaman bir-iki kadeh bir şeyler içmek isterdim. Bu sefer araba kullanacağımı düşünerek savuşturuyorum içki faslını kafamdan. Semih, uyanık oğlan... Bizimkilerin, dedi, yakında bir firmada işleri var, onları ben alacaktım, hesabımız öyleydi; küçük bir değişiklik yaparız, onlar buraya uğrar, birlikte gideriz. İki kişiler, biri senin arabayı öbürü de benimkini kullanır. Bizimkiler dediği birlikte çalıştığı iş arkadaşları.
Rakı söyledik.
Kimsecikler yoktu bizden başka, günün ters vaktiydi öğleden sonra dörde geliyordu saat, serin ama parlak bir güneş vardı.
İlk yudumlarımızı aldık. Gözlerimi önümüzdeki meşenin üzerinden ufuklara yönelttim. “Kendime fildişi bir kule yapmadan rahat etmeyeceğim, gündelik hayatın bok gibi elime yüzüme bulaşmayacağı bir yerde…” Çevremizdeki ağaçları ve yeşilliği elimle işaret ettim.
“Olsa olsa böyle ağaçlar içinde olur…”
“Sen bizim Kunduz Dağı’nı gördün, değil mi? Bizim küçük otelin bulunduğu, şu Kasaba’nın eteklerine kurulduğu dağ...”
Gözümde canlandı, epey oldu birkaç gün kalmıştık, yeşilin böylesini başka bir yerde görmedim, diye geçirmiştim aklımdan.  Kafamda bir ışık çaktı, gönlüm ısındı, belki de kendimi atacağım yer orasıydı!
“Gördüm, görmem mi! Muhteşemdi, iyi ki anımsattın bana… ”
Birkaç yudum daha rakıdan sonra iş şamataya döndü. Semih’in sevgilileri girdi mi işin içine, tutamazsınız onu. Bitmek bilmez anlatacakları. Bu defa bir şeyin, epeyce tuhaf bulduğum bir şeyin ayırdına vardım. Semih ilgisiz konularda konuşurken, örneğin sevgililerini anlatırken araya Şeyda’yı sokuveriyordu. Şeyda’nın haberi var mıydı? Nasıl söyleyecektim? Ben oyunu hep tek kişilik düşünüyordum.
“Şeyda’nın hayata bir itirazı yok!” Kalktım ağaçlara doğru yürüdüm. “O da senin gibi...”
Akşamüstünün hüznü içkinin rehavetinde demleniyordu. Göklere pervasızca, yalnızlığı umursamadan tırmanan kayın ağaçlarının tepelerine seslenir gibi üst perdeden konuşuyordum. “O hüznü anlamaz, şeydeki gibi, ‘melali anlamayan nesle aşina değiliz’… Anlamıyor, en kötüsü çalışmıyor bile anlamaya.” 
Hesabı istedik. Semih telefonla ekibini çağırdı.


-7-

Ertesi gün erkenden işteydim. Koridorda doğru amaçsız adımlarla turluyorum, henüz kimseler gelmemişti. Şükran’ın erkenden damladığını biliyordum. Bir-iki laf etsem, ne diyeceğim? Adamla tanışmış mıdır? İlk görüşte hoşuna gitmiş olamaz mı? Ruhum pislik içinde, bakışlarım bile kirlenmişti, umutsuzluğun pası vardı üzerimde. Yanından geçtim dalgın adımlarla, ışıl ışıl gözbebekleri ılıman bir selam bakışı yolladı, yakaladım. Hayır tanışmamışlar… Lavaboya gidip yüzümü yıkadım. İlgisiz birkaç telefon… toplantıdan çağırdılar.  Patron’un genizden konuşan sekreteri müjdeymiş gibi bildirdi. Sanki yüzlerini görmek içimi açıyor, iş olsun…
Patron’la, Genel Müdür koltuklara yayılmış oturuyorlardı. Çok daha erken geldikleri odanın karışıklığından belliydi. Dersimi iyi çalışmıştım. Epey ahkam kestim. Yeni anlayışlar, yaklaşımlar, moda yöntemler konusunda. Çoğunun ticari olduğunu, atacağımız taşın ürküttüğümüz kurbağaya değmeyeceğini söyledim… İnsan böyle havaya girip ağırbaşlı cümlelerle kendini dinletince, söylediklerinin saçma sapan şeyler olduğunu bilse bile kendini önemsemeye başlıyor.
Çıktığımda öğle olmuştu.
Aşağı kata indim, Şükran yemeğe inmiş mi, ona bakacağım. Uzaktan gördüm kimseler yok, o yalnız çalışıyor. Selam verip sordum, yemek yememiş, birlikte iniyoruz.  Yemekte toplantıyı anlattım.
“Sataşıyorsun. Durup dururken bulaşıyorsun…”
Şükran benimle ilgili pek yorum yapmazdı. Sezgileri fena sayılmazdı, bendeki tuhaf tehlikeyi sezmişti. Duymamış gibi yaptım. Son sözü hoşuma gitti, birinin olsun pek de saçmalamadığımı söyler gibi yapması ne denli önemli bana, bilemezsiniz.
“O iş ne oldu?” diye sordum.
“Ne işi?”
“Canım şu tanışma…”
Şaşırmıştı, “İlgilenmiyorsun sanmıştım,” dedi.
Sustuk. Yanımıza katılanlar oldu. Gündem güncele kaydı.  Kalkarken soruma yanıt alamadığımı anımsadım. Şükran’ın yemek sohbetindeki canlı tutumu gözümden kaçmadı.  Yemek salonundan çıkmadan kayınvalide aradı, elim ayağım birbirine karıştı, hastane, doğum geliyor sandım bir an. Değilmiş. Almamı istedikleri şeyleri söyledi… Sinirime dokundu! Kahve içmeye çağırdım Şükranı.  Birlikte çıktık, o yerine uğrayıp arkamdan geldi.  
“Biraz daha salladım, bilmem ne kadar daha uzatabilirim…” dedi odama girerken.
(Devam edecek)
∘∘∘








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder