_8_
Sonra her şey değişti
Yolum bir ormana düştü
Gür otlar, çalı, ceylan
Vurulan ben oldum, bu onun resmi.
Bunlar da ellerim yazgı çizgi
Derken tenha bahçe
Biraz dinleneyim dedim
Kovulduğumun resmi.
Behçet NECATİGİL (ö. 1979)
Toplumun
çarklarından biri olmaya çalıştığı zamanlardaki boşluğun rahatlığı hafızasında
hâlâ diridir… Tek rizikonun can sıkıntısı olduğu boğucu, reksiz, güvenli
boşluk… Baştan çıkarıcı bu hayat zehri incecik bir cam tüp içinde kafasında
dolaşıp durur Kenan’ın. Tüp kırılabilir mi acaba? Bu boşluktan kendini
kurtarmış, Kunduz’a atmıştır… Doğrunun bir yanıdır bu… Diğer yanı ise,
yetenekleriyle, yapabildikleriyle gerçekten kendisi olabileceği bir kimlik
üretmek zorunluluğu… Eğlenceli olsa da çok riskli… Renklidir, çekicidir, çünkü
kendisiyle ilgili hakiki sezgileri izliyordur. Ancak içine bu sezgileri,
duyguları dolduran Tanrı’nın uygun
yetenekleri de koymuş olduğu konusunda elinde bir delil yoktur… Sahte ve
uydurma bir kimlikle yaşamak istemiyorum, diyorsa bu dağa tırmanmak zorundadır.
Gemileri
yakmalı, dönüş yollarını dinamitlemelidir. “Ya yapamazsam?” sorusunu zihninden
söküp atmalıdır… Becerebildim deyinceye dek,
gün gelecek, bu lanetli soru başına üşüşecek, kanını emecektir; bilir.
Kenan, “ya
yapamazsam?” sorusunun cevabının, “yapamazsam yaşamak istemiyorum…” olduğunu
derinlerde bir yerde hissediyor, ancak kendine bile açık edemiyordur. Yaşamdan
“kapıyı vurup çıkmanın” o denli kolay olmadığının farkındadır.
Sert, soğuk
sonbahar akşamı kararmak üzeredir. Emine Hanım’a uğrar, pişirmesini istediği
yemekleri söyleyecektir. Soğuk esintiler kış rüzgârlarına dönüşmektedir,
üstündeki eşofmanları değiştirmesinin gerektiğini düşünür. Kapıyı elinin
arkasıyla hızlıca tıklatır. Yaşının üstünde gösteren, kara kuru, delik deşik
edilmişçesine çizgili güleç yüzüyle görünür kapıda Emine Hanım.
“İyi ki
geldin, buyurun, ben de size uğrayacaktım…”
“Sağ ol girmeyelim, yürümek istiyorum,” der Kenan ve istediği yemekleri
söyler.
“Çay
demleseydim, kırkta bir gelmişsin…” Tuhaf bir tedirginlik içindedir Emine
Hanım.
“Bir şey mi
diyecektin?”
Emine Hanım
kapana kısılmışmış kuş gibi panikler. Ayaküstü konuşulmazmış diyecekleri.
Biliyormuş ya Kenan, tanıyormuş şu Dağ Otel’in bekçisi Hamza’yı, eski pehlivan,
onun bir sıkıntısı varmış, ama öyle bugünden yarına acelesi yokmuş. Nasıl olsa
iki gün sonra gelecekmiş o zaman oturup konuşurlarmış.
“Olur, nasıl
istersen. Kolay gelsin…” deyip ayrılır Kenan. “Hadi bakalım Mars, gidiyoruz.”
Dönüp Ovacık
yoluna girerler. Kışa yalnız gireceğim diye geçirir içinden. Hacer gitti,
kolayından geri dönmez… O uzun gecenin ardından, ertesi gün haber bile vermeden
ayrıldı Kunduz’dan. Önümüzdeki bahara daha donanımlı girmeliyim, bir yıl olacak
o zaman, elimde kendime hak vermemi kolaylaştıracak bir şeyler olmalı. Kışı iyi
kullanmalıyım, yolum açılmalı, yazmayı sürdürmem için yeterli nedenim olmalı
artık. Kendi gözüme girebilen, elle tutulur, işe yarar şeyler…
Telefon.
“Sen aramazsın, bundan sonra gör bakalım…”
Leman’ın deli dolu sesi coşku yükler yaşam akülerine Kenan’ın.
“Ne hoş
sürpriz, beni biliyorsun işte, utandırıp durma!”
“Nerelerdesin
bakalım, gelsene çaya!”
“Ovacık’ı
bekliyorum, büyük keyifle. Benim eski otelin önündeyim birazdan orada olurum.”
Leman
saçlarını uzatıp arkadan bağlamış, bakımlı, birinci sınıf bir yerde özenle
dikildiği hemen anlaşılan camgöbeği bir döpiyes içinde, gözlerinde hiç eksik
olmayan pırıltı alev olmuş yanıyor.
“Anlat
bakalım, nerelere kayboldun?” Öpüşürler.
“Hep sende
olacak değil ya, bu kez bende…”
“Neymiş
onlar?”
Leman
patroniçeler gibi sandalyesinin arkalığına iyice yaslanır:
“Nişanlanıyorum…”
Bu haber
öylesine rahatlatır ki Kenan’ı, sevincini abartıp Leman’ı gücendirmekten çekinir. Dengeli tepki vermeye özen gösterir.
“Harika! Kutlarım, tebrikler…”
Yanlarında
başka birisi olsa fark eder miydi bilinmez, ama Leman’ın hafiften burulduğunu
kaçırmaz Kenan. Narin bir hüznün yalnızca dikkatli gözlerin ağına takılan
durdurucu, dindirici, yatıştırıcı etkisi Leman’ın gözlerindeki pırıltıyı
kaçırmıştır. Susarlar. Epey zaman alan birkaç dakika geçirirler.
“Senden önce vardı bu olasılık, bir süre
kesintiye uğradı.”
Leman
suskunluğunu bozmuştur, ancak hâlâ tedirgindir.
“Elbisenin çok yakıştığını söylemeye vakit
olmadı,” der Kenan.
“Teşekkür
ederim… Ee anlat bakalım aylar oldu, ne yapıyorsun?” Başıyla garsonu çağırır,
çay, kurabiye, börek ister Leman ve keyifli bir coşkuyla sürdürür: “Seni de
kendim gibi deli gördüğümden olacak, bana heyecan veriyorsun, neler yapacağını merakla bekliyorum. İki deli
birlikte çekilmezdik, birimiz yeteriz bulunduğumuz yere. Dostluk için üçüncü
kişi fazla derler ya, ben aşkta bile bazen iki kişinin fazla geleceğini düşünüyorum.
Al ikimizi hangi aşkın ipi çeker bizi… Ama sen uyandırdın, ben gene dalardım
bodoslamadan… Her neyse, bunları bil istedim.”
Alev
kırmızısı demli çaylar masaya yerleşti. Patrona özel haşhaşlı çörekler, tel tel
açılmış su börekleri, unlu kurabiyeler, Osmanlı’nın başlı başına bir uygarlık
olan mutfağının seçkin ürünleri…
Leman’ın
dostluğunun onun için ne anlama geldiğini anlatmak kolay değil. “İkiyüzlü mü
davranıyorum?” diye geçirir içinden Kenan. Hayır, kendine haksızlık ediyordur;
bu adil bir tutum değil kendine yatığı bir acımasızlıktır. Yeni bir dünyanın ve
yaşamın başında, kıvrak zekâsıyla gündelik hayatla bir yandan dalgasını
geçerken diğer yandan bunaltan gerçeklikle kol kola girecek denli yakın
olabilen güzel bir kadının sıcak dostluğu, “Benim gibi çılgın birisin…” diyen
sıcaklık…
Leman’ın
vücut dilinin keskinleşmesinden keyfinin yerine geldiğini anlar.
“Bu kış
ilerlemeliyim, önümde birkaç yılım var…”
Manyak ulan
bu adam, der gibi bakar Leman. Konuyu
bildiği dile çevirir.
“Epeydir
aklımda, sana söylemek istiyorum bir türlü fırsat olmadı; istersen Kasaba’daki
yüksekokulda sana ders ayarlayabilirim…” Kısa bir sessizlik gelir, ardından
devam eder. “Hani o gece var ya… senin evde… Birlikte tatlı yediğimiz,
hatırlıyor musun?” Evet, diye başını sallar Kenan. “O gece de aklımdaydı… ‘İyi
bir haberim var’ demiştim…”
“Evet, evet
çok iyi anımsadım…” Leman’ın içtenliğinden etkilenmiştir Kenan. “Sağ ol çok
zarifsin, ancak henüz düşünmüyorum; istediğim zaman seni mutlaka ararım,
teşekkür ederim.”
“Sen
bilirsin, ben söyleyeyim, kulağının bir kenarında bulunsun…” Arkasını dönüp
çayları tazelemelerini işaret eder; kızmıştır garsonlara.
“Bak değil
mi? Yok aldırmazlar, İlla sen söyleyeceksin…”
Elimi
sürmeyeyim diyorum ama yine de dayanamıyorum diyerek büyükçe bir dilim su
böreği takar çatalına.
“Efendim,
iyi günler diliyorum…” Arkadan yaklaşan İsmet ikisine de selam verir, ellerini
sıkar. “Kusura bakmayın bir görüşmem var, sizin otelde kalıyor Leman Hanım,
katılamayacağım size.”
“İsmet’i
görünce, sen Semih’le yakındın değil mi? Nerelerde bu adam, çok mu meşgul?”
“İsmet’e
sordum geçenlerde, en az birkaç kez görüşüyorlarmış haftada; ama beni
aramıyor…” Bu durumu gerçekten
anlamadığı okunur gözlerinden Kenan’ın.
“Semih
kesmeyeceği koyuna ot vermez, onun dilini ben iyi anlarım; yine pis bir işi
vardır…”
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder