4 Aralık 2017 Pazartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (26)





_8_












Sonra her şey değişti
Yolum bir ormana düştü
Gür otlar, çalı, ceylan
Vurulan ben oldum, bu onun resmi.

Bunlar da ellerim yazgı çizgi
Derken tenha bahçe
Biraz dinleneyim dedim
Kovulduğumun resmi.
Behçet NECATİGİL (ö. 1979)


Toplumun çarklarından biri olmaya çalıştığı zamanlardaki boşluğun rahatlığı hafızasında hâlâ diridir… Tek rizikonun can sıkıntısı olduğu boğucu, reksiz, güvenli boşluk… Baştan çıkarıcı bu hayat zehri incecik bir cam tüp içinde kafasında dolaşıp durur Kenan’ın. Tüp kırılabilir mi acaba? Bu boşluktan kendini kurtarmış, Kunduz’a atmıştır… Doğrunun bir yanıdır bu… Diğer yanı ise, yetenekleriyle, yapabildikleriyle gerçekten kendisi olabileceği bir kimlik üretmek zorunluluğu… Eğlenceli olsa da çok riskli… Renklidir, çekicidir, çünkü kendisiyle ilgili hakiki sezgileri izliyordur. Ancak içine bu sezgileri, duyguları dolduran Tanrı’nın  uygun yetenekleri de koymuş olduğu konusunda elinde bir delil yoktur… Sahte ve uydurma bir kimlikle yaşamak istemiyorum, diyorsa bu dağa tırmanmak zorundadır.
Gemileri yakmalı, dönüş yollarını dinamitlemelidir. “Ya yapamazsam?” sorusunu zihninden söküp atmalıdır… Becerebildim deyinceye dek,  gün gelecek, bu lanetli soru başına üşüşecek, kanını emecektir; bilir. 
Kenan, “ya yapamazsam?” sorusunun cevabının, “yapamazsam yaşamak istemiyorum…” olduğunu derinlerde bir yerde hissediyor, ancak kendine bile açık edemiyordur. Yaşamdan “kapıyı vurup çıkmanın” o denli kolay olmadığının farkındadır. 
Sert, soğuk sonbahar akşamı kararmak üzeredir. Emine Hanım’a uğrar, pişirmesini istediği yemekleri söyleyecektir. Soğuk esintiler kış rüzgârlarına dönüşmektedir, üstündeki eşofmanları değiştirmesinin gerektiğini düşünür. Kapıyı elinin arkasıyla hızlıca tıklatır. Yaşının üstünde gösteren, kara kuru, delik deşik edilmişçesine çizgili güleç yüzüyle görünür kapıda Emine Hanım.
“İyi ki geldin, buyurun, ben de size uğrayacaktım…”
“Sağ ol girmeyelim, yürümek istiyorum,” der Kenan ve istediği yemekleri söyler.
“Çay demleseydim, kırkta bir gelmişsin…” Tuhaf bir tedirginlik içindedir Emine Hanım.
“Bir şey mi diyecektin?”
Emine Hanım kapana kısılmışmış kuş gibi panikler. Ayaküstü konuşulmazmış diyecekleri. Biliyormuş ya Kenan, tanıyormuş şu Dağ Otel’in bekçisi Hamza’yı, eski pehlivan, onun bir sıkıntısı varmış, ama öyle bugünden yarına acelesi yokmuş. Nasıl olsa iki gün sonra gelecekmiş o zaman oturup konuşurlarmış.
“Olur, nasıl istersen. Kolay gelsin…” deyip ayrılır Kenan. “Hadi bakalım Mars, gidiyoruz.”
Dönüp Ovacık yoluna girerler. Kışa yalnız gireceğim diye geçirir içinden. Hacer gitti, kolayından geri dönmez… O uzun gecenin ardından, ertesi gün haber bile vermeden ayrıldı Kunduz’dan. Önümüzdeki bahara daha donanımlı girmeliyim, bir yıl olacak o zaman, elimde kendime hak vermemi kolaylaştıracak bir şeyler olmalı. Kışı iyi kullanmalıyım, yolum açılmalı, yazmayı sürdürmem için yeterli nedenim olmalı artık. Kendi gözüme girebilen, elle tutulur, işe yarar şeyler… 
Telefon.
 “Sen aramazsın, bundan sonra gör bakalım…” Leman’ın deli dolu sesi coşku yükler yaşam akülerine Kenan’ın.
“Ne hoş sürpriz, beni biliyorsun işte, utandırıp durma!”
“Nerelerdesin bakalım, gelsene çaya!”
“Ovacık’ı bekliyorum, büyük keyifle. Benim eski otelin önündeyim birazdan orada olurum.”
Leman saçlarını uzatıp arkadan bağlamış, bakımlı, birinci sınıf bir yerde özenle dikildiği hemen anlaşılan camgöbeği bir döpiyes içinde, gözlerinde hiç eksik olmayan pırıltı alev olmuş yanıyor.
“Anlat bakalım, nerelere kayboldun?” Öpüşürler.
“Hep sende olacak değil ya, bu kez bende…”
“Neymiş onlar?”
Leman patroniçeler gibi sandalyesinin arkalığına iyice yaslanır:
 “Nişanlanıyorum…”
Bu haber öylesine rahatlatır ki Kenan’ı, sevincini abartıp Leman’ı gücendirmekten çekinir.  Dengeli tepki vermeye özen gösterir.
 “Harika! Kutlarım, tebrikler…”
Yanlarında başka birisi olsa fark eder miydi bilinmez, ama Leman’ın hafiften burulduğunu kaçırmaz Kenan. Narin bir hüznün yalnızca dikkatli gözlerin ağına takılan durdurucu, dindirici, yatıştırıcı etkisi Leman’ın gözlerindeki pırıltıyı kaçırmıştır. Susarlar. Epey zaman alan birkaç dakika geçirirler.
 “Senden önce vardı bu olasılık, bir süre kesintiye uğradı.”
Leman suskunluğunu bozmuştur, ancak hâlâ tedirgindir.
 “Elbisenin çok yakıştığını söylemeye vakit olmadı,” der Kenan.
“Teşekkür ederim… Ee anlat bakalım aylar oldu, ne yapıyorsun?” Başıyla garsonu çağırır, çay, kurabiye, börek ister Leman ve keyifli bir coşkuyla sürdürür: “Seni de kendim gibi deli gördüğümden olacak, bana heyecan veriyorsun,  neler yapacağını merakla bekliyorum. İki deli birlikte çekilmezdik, birimiz yeteriz bulunduğumuz yere. Dostluk için üçüncü kişi fazla derler ya, ben aşkta bile bazen iki kişinin fazla geleceğini düşünüyorum. Al ikimizi hangi aşkın ipi çeker bizi… Ama sen uyandırdın, ben gene dalardım bodoslamadan… Her neyse, bunları bil istedim.”
Alev kırmızısı demli çaylar masaya yerleşti. Patrona özel haşhaşlı çörekler, tel tel açılmış su börekleri, unlu kurabiyeler, Osmanlı’nın başlı başına bir uygarlık olan mutfağının seçkin ürünleri…
Leman’ın dostluğunun onun için ne anlama geldiğini anlatmak kolay değil. “İkiyüzlü mü davranıyorum?” diye geçirir içinden Kenan. Hayır, kendine haksızlık ediyordur; bu adil bir tutum değil kendine yatığı bir acımasızlıktır. Yeni bir dünyanın ve yaşamın başında, kıvrak zekâsıyla gündelik hayatla bir yandan dalgasını geçerken diğer yandan bunaltan gerçeklikle kol kola girecek denli yakın olabilen güzel bir kadının sıcak dostluğu, “Benim gibi çılgın birisin…” diyen sıcaklık… 
Leman’ın vücut dilinin keskinleşmesinden keyfinin yerine geldiğini anlar.
“Bu kış ilerlemeliyim, önümde birkaç yılım var…”
Manyak ulan bu adam, der gibi bakar Leman.  Konuyu bildiği dile çevirir.
“Epeydir aklımda, sana söylemek istiyorum bir türlü fırsat olmadı; istersen Kasaba’daki yüksekokulda sana ders ayarlayabilirim…” Kısa bir sessizlik gelir, ardından devam eder. “Hani o gece var ya… senin evde… Birlikte tatlı yediğimiz, hatırlıyor musun?” Evet, diye başını sallar Kenan. “O gece de aklımdaydı… ‘İyi bir haberim var’  demiştim…”
“Evet, evet çok iyi anımsadım…” Leman’ın içtenliğinden etkilenmiştir Kenan. “Sağ ol çok zarifsin, ancak henüz düşünmüyorum; istediğim zaman seni mutlaka ararım, teşekkür ederim.” 
“Sen bilirsin, ben söyleyeyim, kulağının bir kenarında bulunsun…” Arkasını dönüp çayları tazelemelerini işaret eder; kızmıştır garsonlara.
“Bak değil mi? Yok aldırmazlar, İlla sen söyleyeceksin…”
Elimi sürmeyeyim diyorum ama yine de dayanamıyorum diyerek büyükçe bir dilim su böreği takar çatalına.
“Efendim, iyi günler diliyorum…” Arkadan yaklaşan İsmet ikisine de selam verir, ellerini sıkar. “Kusura bakmayın bir görüşmem var, sizin otelde kalıyor Leman Hanım, katılamayacağım size.”
“İsmet’i görünce, sen Semih’le yakındın değil mi? Nerelerde bu adam, çok mu meşgul?”
“İsmet’e sordum geçenlerde, en az birkaç kez görüşüyorlarmış haftada; ama beni aramıyor…”  Bu durumu gerçekten anlamadığı okunur gözlerinden Kenan’ın.
“Semih kesmeyeceği koyuna ot vermez, onun dilini ben iyi anlarım; yine pis bir işi vardır…”
(Devam edecek)
∘∘∘





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder