9 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (31)






-5-

Sonraki günlerde bazen annesiyle çoğu kez yalnız geldi Kunduz’a. İzzet’e gelince, onun için Kunduz nasıl vakit geçireceğini bilemediği bir yeşil kâbustu. Seveceğini haklı olarak görmüş ve Hacer’i buraya o getirmişse de, kendisi sıkıntıdan patlıyordu ormanda. Bana dokunmayın siz gidin, dedi her defasında. Ormanın Hacer’in yaşam coşkusuna yaptığı tarifsiz katkıların, mutlaka terazinin diğer kefesinde bir travmayla dengelenmesi gerekiyormuş gibi, o yıl beklenmedik başka bir gelişme daha oldu. Geceleri bildiğiniz gibi yaşamlarında hep sorunlu olmuştu. İlk yıllarda çoğunlukla iki kardeş gibi yaşadılar. Seyrek de olsa İzzet yatakta yanaşıp dokunur, sevişmek istediğini belli ederse Hacer sonuna kadar katlanmayı becerebiliyordu. Büyükşehir’de sürekli gittikleri doktorun dışında kimlere gitmediler, ünlü ünsüz, hepsinin tanısı merak etmemeleri sevgi ortamında kendiliğinden düzeleceği yolundaydı… Doktorlar sevgi çemberi içinde yaşadıklarını varsayarak kendilerinden emin, bu yargıda birleşiyorlardı.
Bir keresinde, doktorun soracağı tuttu, belki de İzzet’in yokluğundan cesaret almıştı.
“Siz kocanızı seviyor musunuz? Gerçekten?..”
Hacer böyle bir sorunun düşüncesinin bile onun için ne kertede yersiz bir lüks olduğunu nasıl anlatacaktı… Nefes almakta zorlanan ölüm döşeğindeki birine giysisinin ütüsünü sormak gibi bir şeydi bu. İzzet’e çok şey borçluydu, hastalığının sıkıntısını bile hissettirmemişti. Daha ne bekleyecekti? Belli ki doktor, eğer gerçekten sevmezsen bu iş kolay düzelmez demek istiyordu.
Kestirip attı. “Tabii ki, seviyorum…”
Sonraki günler, bu zehirli sorunun kafasının en görünen yerine çengellenmiş olduğunu, üstüne varıp düşünmese de önlerde görünür bir konumda salınıp durduğunun ayırdına vardı. Doktor, bilinçaltının kör kuyularından birinde çürümeye bırakılmış bir duyguyu, sıradan bir soruyla gün yüzüne çıkarmış aklının vitrinine hep göz önünde olan bir yerine asıp bırakmıştı.
Hacer bunun sorun olacağını aklının ucundan geçirmedi.
Durum İzzet için öyle miydi? Haftada bir iki kez garip bahanelerle eve geç geldiğini biliyor, sorun etmiyordu Hacer.  Abus suratlı kurşuni bulutların nasıl yapsak da gönülleri biraz daha karartsak dediği bir akşamdı. Çok içkili gelmişti eve ne dediği anlaşılmıyordu. Annesi odasında, Suna halasındaydı. Hacer’e sarıldı öpmek istedi. Tepki vermedi Hacer, her zamanki tutumundan değişik bir şey yoktu. İzzet birden gözlerini devirerek geri çekti kendini. Neredeyse kapaklanıyordu yere. Ayağı kilime takılmış yanındaki koltuğa tutunarak ayakta durabilmişti. Sözcükleri boğuyor, anlaşılmaz tuhaf ses öbekleri halinde topak topak dışarı üflüyordu.
“Yıllardır bekliyorum, bir şeyler değişecek umuduyla…”
Arkasında kaldığı koltuğun çevresinden güçlükle dolaşıp önüne gelmiş kendini dolu bir ceviz çuvalı gibi koltuğa koyuvermişti. Hacer ayakta ne yapması ne demesi gerektiğini sökmeye çalışıyordu.  Ne demeliydi? Bile bile evlendin şimdi neden mızıkçılık ediyorsun mu? Yoksa sen de haklısın İzzet, bu iş artık katlanılamaz duruma geldi mi? Hangisi? İzzet’e borçlu olduğu ve onu mutlu edemediğinin ayırdındaydı. Vücuduna hükmedebilse elinden ne geliyorsa yapacaktı. Kırılır korkusuyla ağzından çıkan sözcükleri tel tel çekip silip temizleyip allayıp pullayıp öyle salıyordu. Bir yığın “keşke” boğazında düğümleniyor, kâbustan çıkmayı bekler gibi uyanmayı bekliyor ancak uyanamıyordu.
“Bak İzzet!..”
“Benim bakacak halim kalmadı…” Bıkkın, yılgın ve tükenmişti İzzet.
“Seni üzmek istemem, ama başa…” Başa dönmeyelim bile diyemedi Hacer. Beyninde yeterince gidip gelen tekinsiz anılara iki kelimelik bir sözle bile dokunamıyordu. İzzet’in ne göreceği ne de anlayacağı vardı…
“Sen bana sevgili babanmışım gibi davranıyorsun...”
Hacer ne kadarını duydu bunu kestirmek kolay değil. Hiçbirini duymasa, yalnızca ima edileni azıcık sezmiş bile olsa vereceği tepki değişik olmazdı. Kara bir perde indi, onu çevresinden kopardı. Başı döndü önce, bayılacak gibi oldu; sonra kendine gelebildi.  Hiçbir şey görmez olmuştu. Boşluktaydı, kekremsi, buruk bir tat gibi bir şeyler hissediyordu. Pardesüsünü kaptı. Ayağına ne geçirdiğinden bile emin değildi.  Vurdu kendini sokağa.
Gece yarısı hastaneden aradılar, Hacer’i yolda baygın bulmuşlardı. Evde Anne’den başka ayakta kimse kalmamıştı. İzzet gündelik giysileriyle atmıştı kendini yatağa, kalkamayacak kertede sarhoştu. Anne gitti hastaneye. Ertesi gün getirdiler Hacer’i, on üç yıl önceki büyük bunalımına geri dönmüştü. Boş gözlerine deney için uyuşturulmuş hayvanların ölgün bakışları oturmuştu.
Sanmayın ki İzzet bu davranışından çok mahcup oldu, evinin eski -ideal olmasa da- yaşanabilir iklimini geri getirmeye çalıştı. Tersi oldu,  tamamen dağıttı… Yeterince varlıklıydı artık, işinin yönetimini tümüyle ortağına bırakmıştı. Her akşam ayrı bir içki alemindeydi... Bölgenin namlı ne kadar orospusu varsa ondan sorulurdu. Kendisini kahreden, inim inim inleten, bal mumu gibi eriten bir saplantıyla baş etmek için debelenip duruyordu. İlk görüşte vurulduğu, uğruna yıllarını verdiği, her şeyine vurgun olduğu karısı onunla yatarken bu pislikten nasıl kurtulurum, diye bakıyordu.


-6-

Hacer’i tekrar doktorlara düşüren olayın üzerinden bir yılı aşkın süre geçti. Suna handiyse Hacer’i unutmuştu. Hacer’in annesi tevekkül içindeydi.
“Kızım dua ediyorum, elimden ne gelir…”
Eve yemek yapsın diye aldıkları kadın zamanla her şeyin sorumlusu olup çıkmıştı. Sedef Hanım olmasa adım atamazlardı. Bir akşam Sedef Hanım, saat dokuz muydu on muydu, kapısını çaldı yatak odasının. Epeydir Hacer yatak odasını ayırmıştı.
“Abla İzzet abi kapıda, yığılıp kalmış, sarhoş…”
Birlikte indiler, koca adamı ite kaka yarım yamalak ayağa kaldırıp duvarlara dayanarak odasına çıkardılar. Hacer ne konuştu, ne kızdı, ne öfkelendi. Epeydir hiçbir dış etken iç dünyasında iz bırakmaz olmuştu.  Ruh dünyası daha çok ölülere yakışan bir durgunluğa gömülmüştü, fırtınayla günlük güneşlik günleri ayıramaz olmuştu.
Odasına dönüp yattı. Sanki tuvalete gitmek için yataktan kalkmış su içip yatmıştı.  Gece yarısı bir ayak sesiyle uyandığında kocası yatağının başındaydı.  İri cüssesinin üstünde yana yatmış başı, uçurumun kenarında, yuvarlanmamak için son anda dala tutunmuş biri gibiydi. Kızarmış çipil gözlerinin ne istediği belirsizdi; öfkeli, hınçlı, kinli bakmıyordu, şehvetin pırıltısından ve ateşinden uzaktı. Bir süre bakışıp durdular, birbirlerini gördüğünden bile emin olamazdınız; bakıyorlardı ama görme arzuları yoktu, vücutları ellerinden kayıp gitmiş bilinmez bir iradeye teslim olmuşlardı.
Kilitlenmeyi İzzet bozdu. Eğildi tuttu kaldırdı Hacer’i, soydu çırılçıplak bıraktı. Bir süre seyretti. Sonra tecavüz etti. Vazife yapar gibi. Hacer’de ne ses, ne karşı koyma, ne bağırma, ne kıpırtı… Ölü gibiydi. Şehvet duygusunu sanki ceset üzerinde tatmin ediyordu İzzet. Yaptığı cinsel bir suç değil, olsa olsa ölüye hakaret olabilirdi. İşini bitirip utangaç bir sessizlik içinde pantolonunu giydi süzülüp çıkıyordu, duraksadı geriye baktı.
“Gıkını çıkarırsan bütün hikâyeni Suna’ya tek tek anlatırım…”
O günden sonra ipler tümüyle koptu. Hacer kitaplarına gömüldü. İzzet genellikle gece geç vakit geliyor, sabah kimseye gözükmeden çekip gidiyordu. Kahvaltıya indiği sabahlar tek tük bir iki kelimenin dışında ağzını açmadan yemeğini yiyor eyvallah deyip kalkıyordu. O gecedensonra iki hafta mı geçmişti, üç mü? Bir sabah kahvaltıya indi. Evde olduğu sabahlar o çıkıncaya dek kayınvalidesi masayı kaldırmıyordu, belki kahvaltı eder diye. Hacer yemiş çekilmişti odasına, sabahları yazmayı tercih ediyordu. İzzet kahvaltıdan sonra teşekkür etti. Şaşırdı kayınvalide, alışık değildi İzzet’in gönül borcunu açık etmesine. Yukarı çıkıp kapısını çaldı Hacer’in. Ses gelmeyince yavaşça kapıyı itip tam açılmadan süzüldü içeri yarı aralıktan. Kapıyı iyice açmak üzecekmiş gibi Hacer’i, özenli davranıyordu. Vücudunu çevirmeden başını döndürdü İzzet’e doğru Hacer. Hiçbir duyguya yorulamayacak hatları yüzüne nakşedilmiş gibiydi, üzüntüsü, neşesi, şaşırması, heyecanı, tedirginliği, irkilmesi, ürkmesi yoktu; çorak kuru, kireçli topraklar gibi kımıltısız yüzünde pırıltısız gözleri düşünmeden bakıyordu.
Bir sandalye çekip yanına oturdu İzzet. Devlet dairesinde yanlış bir iş yapmaktan korkan köylülere benziyordu. “Böyleyim işte, böyle oldum…” Kesik kesik, aralarda yanlış bir şey söylememek için duraklayarak boğuk bir sesle konuşuyordu. “Kusuruma bakma sen benim. Bir daha yapmam…”
Bir şeyler daha söylemeye çalışıyormuş gibi sağ elini kaldırdı, nasıl bir jest yaptığı anlaşılmadı. Vazgeçmiş olacak ki, elini yavaşça indirdi. Kalktı ve ağır adımlarla geldiği gibi gitti. Kocasının özrüne umut bağladı mı Hacer? Tam değil, ama yine de içinde cansız bir ümit kıvılcımının parıltısını hissetti. Ancak bunun yanıltıcı olduğunu çok geçmeden öğrenecekti. İzzet üç ayı aşmayan aralıklarla aynı ritüeli tekrarlamaya başlamıştı. Gece yarıları ayakta duramayacak denli sarhoş basıyordu karısının odasını, istediği şekilde  ırzına geçiyordu. Çoğu kez Hacer’in ağzına alamayacağı küfürlerle… Bir süre sonra geliyor özür diliyordu. Son zamanlarda özür seansları İzzet’in gözyaşlarıyla sulanarak tam anlamıyla melodrama dönüşmüştü.
İzzet’in hasta olduğu apaçıktı. Kardeşleri buna inanmıyor, iyileştiğini düşünüyorlardı. Eğer arada bir öfkeleniyorsa bunun nedeni, karısının evine ve kocasına sahip olamamasıydı. Her erkek yapardı bunu. Hacer’e gelince, tecavüz sahnelerini kimseye anlatamıyor, kitaplarına, yazılara gömülüyor, sık sık ormana kaçıyordu.  
İnanması zor biliyorum, abartıldığını düşüneceksiniz… İzzet beş yıla yakın bir süre bu oyunu oynadı.  Son yıl tek yanlı seksin şiddeti epey artmıştı. Ardından haftalarca başı eğik dolaşıyordu pişmanlığının ve özrünün göstergesi olarak. Karısıyla yaptığı seksin şiddeti arttıkça dışarda üçüncü şahışlarla ilişkilerinde daha anlayışlı, hoşgörülü ve kibar davranıyordu. Abisine, kız kardeşine, iş arkadaşlarına karşı imrenilecek düzeyde şefkatliydi. Herkesi o düşünür, tüm anlaşmazlıkları o çözerdi. Herkesin güvenini kazanmıştı. Onun çözümünü reddeden pek çıkmazdı.
Ovacık’da Orman Kafe’nin önüne yuvarlandığı gün yine özür dileme günlerinden biriydi. İzzet’in Kunduz’a bu ikinci gelişiydi. Bu kez neden geldiğini sonradan anlayacaktı Hacer.  Dik yamacın tepesindeki patikadan yürüyorlardı. Bu dağ yolunu Hacer yalnız olduğu gezintilerinin birinde keşfetmiş ve çok sevmişti. Her defasında yalnız -annesini varsa, onu otelde bırakıp- gelirdi buraya. O gün yine hem kocasına hem de annesi gelmemelerini önerdi Hacer. Kocası kişiliğinin pişmanlık evresinde ne pahasına olursa olsun gelmek istemişti. Annesi gariplikler sezmiş olmalıydı, ilk kez patika yoluna gönüllü olmuştu. Yolda iki kişi yan yana yürüyebilmek olanaksızdı. En önde İzzet gidiyor, hemen arkasından Hacer, öndeki ikilinin epeyce arkasından da –konuşulanlar duymayacak kadar- kayınvalide yürüyordu.
İzzet en önde sürekli bir şeyler anlatıp bu kez farklı olduğunu, özrünün işe yarayacağını ispatlamaya çalışıyordu. Kuzeye bakan sağ yanları öylesine dik bir uçurumdu ki, Allah korusun, düşmek ölüm demekti; elli metrenin üzerinde bir dik yamaç seyrekçe yerleşmiş ince sülün gibi kayın ağaçlarıyla kaplıydı. İnsanın önüne bakarak dikkatli yürümesi gereken bir patikaydı burası. İzzet, Hacer’e dert anlatabilme endişesi ile yarım arkaya dönük çapraz durarak riskli bir yürüyüş biçimi tutturmuştu. Anlattıklarının etkisini artırabilmek için sesini yükselttiği anlarda adımları da açılıyor, hızlanıyordu. Konuşmasının ateşi yükseldiğinde patika, canbazların üstünde yürüdüğü ipe dönüşüyordu. Dar yolun güney batıya keskin bir virajla dönüşü vardı. Burada iyice yavaşlamak, bilinçli adımlarla nereye bastığını görerek ilerlemek gerekirdi. O gün İzzet’in bunu görecek hali yoktu, zaten çapraz yürüyordu… Ateşli ateşli konuşuyor, karısının gözlerinden yalan da olsa bir anlayış bakışı koparmak istiyordu. Hacer yolun ani kıvrımını görmüş, önüne bakmadan yürüdüğü takdirde yamaçtan aşağı yuvarlanacağı anlamıştı. O yarım, belki de bir dakikanın nasıl geçtiğini sorun Hacer’e! Hayatının en uzun saniyeleridir onlar. İçinden bir ses kocasını uyarmasını bas bas bağırmış, o ağzını bir türlü açamamıştı. Bir güç engel oluyordu…
Sık sık gördüğü bir kâbus vardı: Arkasından elinde bıçakla biri koşarak geliyor, o bütün gücüyle koşuyor, ancak arkaya bakınca adamın giderek yaklaştığını görüyor… Ne kadar hızlı koşarsa koşsun aralarındaki mesafe gittikçe kapanıyor. Sonunda adam yetişip bıçağı saplamak üzereyken uyanıyor… Bu kez o arkada, kocası öndeydi… Konuşup dikkat et yol aniden sola dönüyor, demeye çalışıyor ama diyemiyordu… Sesi çıkmadı, çıkaramadı… Gerçekten istiyor muydu ondan da emin değildi… Sesine kumanda edemediğini hatırlayacaktı saatler sonra.
Patikanın dönüş yaptığı uçta, İzzet’in arkasındaki karısına laf yetiştirmeye çalışırken hızla attığı sağ adımı boşluğa geldi. Koca gövde ağaç kütüğü gibi yuvarlandı yardan aşağı… On metre kadar aşağıdaki kayın ağacına başının nasıl çarptığı, ardından bir süre ağaca nasıl asılı kaldığı ve en sonunda kayarak kafenin yanına nasıl yuvarlandığı gözünün önünden hiç gitmeyecekti. 
Şaşkınlık içindeydi. Ağaçlara, hayvanlara, özellikle köpeklere yapılanları hiç affetmeyen Hacer kocası için küçük de olsa vicdan azabı hissetmedi.
Böyle rastlantılar daha adil bir dünya yaratılmasına katkıda bulunuyordu onun gözünde. Bunun doğru olmadığını biliyor ancak üzeride bir an olsun düşünmeyi reddediyordu.


-7-

Mektup bittiğinde hayal dünyası zifiri karanlıktır Kenan’ın. Kötücül dalgalar gönlünü boğmuş, güzellikleri duyumsayan tüm mercekleri körelmiştir; önünü göremez, hiçbir şeye akıl erdiremez, hatta konuşamaz durumdadır. Bilinçsizce kalkar yukarı çıkıp bilgisayarın yanında duran Madam Bovari’yi açar. Sanki Hacer’i anlamak için gerekiyormuş gibi.
Emma’nın araba içinde Paris sokaklarında Leon’la zina yaptığı sayfaları okur. Sonra intiharının ardından, Safdil Charles’ın (kocası) onun sevgililerinden gelen aşk mektuplarını tesadüfen bulduğu sayfaları. Bu acılı sayfalardaki hüzün eksikliğine yine şaşırır. Böylesine acılar, nasıl olur? 
Emma’dan çok safdil kocası Charles’a benzetir Hacer’i. Kendisine sürekli ihanet etmesi bir yana elindeki vekâletname ile iflasına da neden olan karısının intiharının ardından dağılan, doktorluğu bırakan, karısının eski sevgilileriyle görüşüp onlara imrenen –karısını kendilerine âşık edebildikleri için, düşünebiliyor musunuz- onların yerinde olmak isteyen temiz kalpli, iyi niyetli Charles’a…
Kenan bir an aynanın karşısında hisseder, sanki Madam Bovary’ye benzeyen kendisidir… Romanlardaki gerilime kapılan, evli bir taşralı kadındır Bayan Bovary.  Beyaz atlı prensleriyle hayal dünyasında gezinmenin ötesinde yaşamda bir anlam bulmayı beceremeyen bir taşralı. Hacer’i dağa atan nedenlerin yanında kendisininki çok keyfe keder görünür gözüne.
O kurbandır, masum, günahsız ve talihsiz...
Kendisi kusurlu, suçlu… 
Hacer maktulse, Kenan katil…
Hayır, saçmalıyor… Hacer’in acılarını paylaşırken savruluyor düşünceleri, açık denizde fırtınaya hazırlıksız yakalanmış tekneler gibi. Sağlıklı düşünebilmesi için sakinleşmesi gerekiyor. Pekâlâ biliyor ki, hayatla ilgili görüşlerini nereden derlerse derlesin, ister romandan, ister başka sanatlardan, sosyal bilimlerden, yakın çevresinden, bilge kişilerden, kendi kurgusudur... Kurgu, hayat bilgisi dediği her şeyin içindedir.
Ne denli nesnel bir dünyada yaşadığına inanırsa inansın kendi küçücük dünyası kurgusaldır. Einstein’ın dünyası da böyleydi, onunki de böyledir.
Gerçeklikten kaçıp hayale sığınıyordur…
(Devam edecek)

∘∘∘


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder