-5-
Sonraki
günlerde bazen annesiyle çoğu kez yalnız geldi Kunduz’a. İzzet’e gelince, onun
için Kunduz nasıl vakit geçireceğini bilemediği bir yeşil kâbustu. Seveceğini
haklı olarak görmüş ve Hacer’i buraya o getirmişse de, kendisi sıkıntıdan
patlıyordu ormanda. Bana dokunmayın siz gidin, dedi her defasında. Ormanın
Hacer’in yaşam coşkusuna yaptığı tarifsiz katkıların, mutlaka terazinin diğer
kefesinde bir travmayla dengelenmesi gerekiyormuş gibi, o yıl beklenmedik başka
bir gelişme daha oldu. Geceleri bildiğiniz gibi yaşamlarında hep sorunlu
olmuştu. İlk yıllarda çoğunlukla iki kardeş gibi yaşadılar. Seyrek de olsa
İzzet yatakta yanaşıp dokunur, sevişmek istediğini belli ederse Hacer sonuna
kadar katlanmayı becerebiliyordu. Büyükşehir’de sürekli gittikleri doktorun
dışında kimlere gitmediler, ünlü ünsüz, hepsinin tanısı merak etmemeleri sevgi
ortamında kendiliğinden düzeleceği yolundaydı… Doktorlar sevgi çemberi içinde
yaşadıklarını varsayarak kendilerinden emin, bu yargıda birleşiyorlardı.
Bir
keresinde, doktorun soracağı tuttu, belki de İzzet’in yokluğundan cesaret
almıştı.
“Siz
kocanızı seviyor musunuz? Gerçekten?..”
Hacer böyle
bir sorunun düşüncesinin bile onun için ne kertede yersiz bir lüks olduğunu
nasıl anlatacaktı… Nefes almakta zorlanan ölüm döşeğindeki birine giysisinin
ütüsünü sormak gibi bir şeydi bu. İzzet’e çok şey borçluydu, hastalığının
sıkıntısını bile hissettirmemişti. Daha ne bekleyecekti? Belli ki doktor, eğer
gerçekten sevmezsen bu iş kolay düzelmez demek istiyordu.
Kestirip
attı. “Tabii ki, seviyorum…”
Sonraki
günler, bu zehirli sorunun kafasının en görünen yerine çengellenmiş olduğunu,
üstüne varıp düşünmese de önlerde görünür bir konumda salınıp durduğunun
ayırdına vardı. Doktor, bilinçaltının kör kuyularından birinde çürümeye
bırakılmış bir duyguyu, sıradan bir soruyla gün yüzüne çıkarmış aklının
vitrinine hep göz önünde olan bir yerine asıp bırakmıştı.
Hacer bunun
sorun olacağını aklının ucundan geçirmedi.
Durum İzzet
için öyle miydi? Haftada bir iki kez garip bahanelerle eve geç geldiğini
biliyor, sorun etmiyordu Hacer. Abus
suratlı kurşuni bulutların nasıl yapsak da gönülleri biraz daha karartsak
dediği bir akşamdı. Çok içkili gelmişti eve ne dediği anlaşılmıyordu. Annesi
odasında, Suna halasındaydı. Hacer’e sarıldı öpmek istedi. Tepki vermedi Hacer,
her zamanki tutumundan değişik bir şey yoktu. İzzet birden gözlerini devirerek
geri çekti kendini. Neredeyse kapaklanıyordu yere. Ayağı kilime takılmış
yanındaki koltuğa tutunarak ayakta durabilmişti. Sözcükleri boğuyor, anlaşılmaz
tuhaf ses öbekleri halinde topak topak dışarı üflüyordu.
“Yıllardır
bekliyorum, bir şeyler değişecek umuduyla…”
Arkasında
kaldığı koltuğun çevresinden güçlükle dolaşıp önüne gelmiş kendini dolu bir
ceviz çuvalı gibi koltuğa koyuvermişti. Hacer ayakta ne yapması ne demesi
gerektiğini sökmeye çalışıyordu. Ne
demeliydi? Bile bile evlendin şimdi neden mızıkçılık ediyorsun mu? Yoksa sen de
haklısın İzzet, bu iş artık katlanılamaz duruma geldi mi? Hangisi? İzzet’e
borçlu olduğu ve onu mutlu edemediğinin ayırdındaydı. Vücuduna hükmedebilse
elinden ne geliyorsa yapacaktı. Kırılır korkusuyla ağzından çıkan sözcükleri
tel tel çekip silip temizleyip allayıp pullayıp öyle salıyordu. Bir yığın
“keşke” boğazında düğümleniyor, kâbustan çıkmayı bekler gibi uyanmayı bekliyor ancak
uyanamıyordu.
“Bak
İzzet!..”
“Benim
bakacak halim kalmadı…” Bıkkın, yılgın ve tükenmişti İzzet.
“Seni üzmek
istemem, ama başa…” Başa dönmeyelim bile diyemedi Hacer. Beyninde yeterince
gidip gelen tekinsiz anılara iki kelimelik bir sözle bile dokunamıyordu.
İzzet’in ne göreceği ne de anlayacağı vardı…
“Sen bana
sevgili babanmışım gibi davranıyorsun...”
Hacer ne
kadarını duydu bunu kestirmek kolay değil. Hiçbirini duymasa, yalnızca ima
edileni azıcık sezmiş bile olsa vereceği tepki değişik olmazdı. Kara bir perde
indi, onu çevresinden kopardı. Başı döndü önce, bayılacak gibi oldu; sonra
kendine gelebildi. Hiçbir şey görmez
olmuştu. Boşluktaydı, kekremsi, buruk bir tat gibi bir şeyler hissediyordu.
Pardesüsünü kaptı. Ayağına ne geçirdiğinden bile emin değildi. Vurdu kendini sokağa.
Gece yarısı
hastaneden aradılar, Hacer’i yolda baygın bulmuşlardı. Evde Anne’den başka
ayakta kimse kalmamıştı. İzzet gündelik giysileriyle atmıştı kendini yatağa,
kalkamayacak kertede sarhoştu. Anne gitti hastaneye. Ertesi gün getirdiler
Hacer’i, on üç yıl önceki büyük bunalımına geri dönmüştü. Boş gözlerine deney
için uyuşturulmuş hayvanların ölgün bakışları oturmuştu.
Sanmayın ki
İzzet bu davranışından çok mahcup oldu, evinin eski -ideal olmasa da-
yaşanabilir iklimini geri getirmeye çalıştı. Tersi oldu, tamamen dağıttı… Yeterince varlıklıydı artık,
işinin yönetimini tümüyle ortağına bırakmıştı. Her akşam ayrı bir içki
alemindeydi... Bölgenin namlı ne kadar orospusu varsa ondan sorulurdu.
Kendisini kahreden, inim inim inleten, bal mumu gibi eriten bir saplantıyla baş
etmek için debelenip duruyordu. İlk görüşte vurulduğu, uğruna yıllarını
verdiği, her şeyine vurgun olduğu karısı onunla yatarken bu pislikten nasıl
kurtulurum, diye bakıyordu.
-6-
Hacer’i
tekrar doktorlara düşüren olayın üzerinden bir yılı aşkın süre geçti. Suna
handiyse Hacer’i unutmuştu. Hacer’in annesi tevekkül içindeydi.
“Kızım dua
ediyorum, elimden ne gelir…”
Eve yemek
yapsın diye aldıkları kadın zamanla her şeyin sorumlusu olup çıkmıştı. Sedef
Hanım olmasa adım atamazlardı. Bir akşam Sedef Hanım, saat dokuz muydu on
muydu, kapısını çaldı yatak odasının. Epeydir Hacer yatak odasını ayırmıştı.
“Abla İzzet
abi kapıda, yığılıp kalmış, sarhoş…”
Birlikte
indiler, koca adamı ite kaka yarım yamalak ayağa kaldırıp duvarlara dayanarak
odasına çıkardılar. Hacer ne konuştu, ne kızdı, ne öfkelendi. Epeydir hiçbir
dış etken iç dünyasında iz bırakmaz olmuştu.
Ruh dünyası daha çok ölülere yakışan bir durgunluğa gömülmüştü,
fırtınayla günlük güneşlik günleri ayıramaz olmuştu.
Odasına
dönüp yattı. Sanki tuvalete gitmek için yataktan kalkmış su içip yatmıştı. Gece yarısı bir ayak sesiyle uyandığında
kocası yatağının başındaydı. İri
cüssesinin üstünde yana yatmış başı, uçurumun kenarında, yuvarlanmamak için son
anda dala tutunmuş biri gibiydi. Kızarmış çipil gözlerinin ne istediği
belirsizdi; öfkeli, hınçlı, kinli bakmıyordu, şehvetin pırıltısından ve
ateşinden uzaktı. Bir süre bakışıp durdular, birbirlerini gördüğünden bile emin
olamazdınız; bakıyorlardı ama görme arzuları yoktu, vücutları ellerinden kayıp
gitmiş bilinmez bir iradeye teslim olmuşlardı.
Kilitlenmeyi
İzzet bozdu. Eğildi tuttu kaldırdı Hacer’i, soydu çırılçıplak bıraktı. Bir süre
seyretti. Sonra tecavüz etti. Vazife yapar gibi. Hacer’de ne ses, ne karşı
koyma, ne bağırma, ne kıpırtı… Ölü gibiydi. Şehvet duygusunu sanki ceset
üzerinde tatmin ediyordu İzzet. Yaptığı cinsel bir suç değil, olsa olsa ölüye
hakaret olabilirdi. İşini bitirip utangaç bir sessizlik içinde pantolonunu giydi
süzülüp çıkıyordu, duraksadı geriye baktı.
“Gıkını
çıkarırsan bütün hikâyeni Suna’ya tek tek anlatırım…”
O günden
sonra ipler tümüyle koptu. Hacer kitaplarına gömüldü. İzzet genellikle gece geç
vakit geliyor, sabah kimseye gözükmeden çekip gidiyordu. Kahvaltıya indiği
sabahlar tek tük bir iki kelimenin dışında ağzını açmadan yemeğini yiyor
eyvallah deyip kalkıyordu. O gecedensonra iki hafta mı geçmişti, üç mü? Bir
sabah kahvaltıya indi. Evde olduğu sabahlar o çıkıncaya dek kayınvalidesi
masayı kaldırmıyordu, belki kahvaltı eder diye. Hacer yemiş çekilmişti odasına,
sabahları yazmayı tercih ediyordu. İzzet kahvaltıdan sonra teşekkür etti.
Şaşırdı kayınvalide, alışık değildi İzzet’in gönül borcunu açık etmesine.
Yukarı çıkıp kapısını çaldı Hacer’in. Ses gelmeyince yavaşça kapıyı itip tam
açılmadan süzüldü içeri yarı aralıktan. Kapıyı iyice açmak üzecekmiş gibi
Hacer’i, özenli davranıyordu. Vücudunu çevirmeden başını döndürdü İzzet’e doğru
Hacer. Hiçbir duyguya yorulamayacak hatları yüzüne nakşedilmiş gibiydi,
üzüntüsü, neşesi, şaşırması, heyecanı, tedirginliği, irkilmesi, ürkmesi yoktu;
çorak kuru, kireçli topraklar gibi kımıltısız yüzünde pırıltısız gözleri
düşünmeden bakıyordu.
Bir sandalye
çekip yanına oturdu İzzet. Devlet dairesinde yanlış bir iş yapmaktan korkan
köylülere benziyordu. “Böyleyim işte, böyle oldum…” Kesik kesik, aralarda
yanlış bir şey söylememek için duraklayarak boğuk bir sesle konuşuyordu.
“Kusuruma bakma sen benim. Bir daha yapmam…”
Bir şeyler
daha söylemeye çalışıyormuş gibi sağ elini kaldırdı, nasıl bir jest yaptığı
anlaşılmadı. Vazgeçmiş olacak ki, elini yavaşça indirdi. Kalktı ve ağır
adımlarla geldiği gibi gitti. Kocasının özrüne umut bağladı mı Hacer? Tam
değil, ama yine de içinde cansız bir ümit kıvılcımının parıltısını hissetti. Ancak
bunun yanıltıcı olduğunu çok geçmeden öğrenecekti. İzzet üç ayı aşmayan
aralıklarla aynı ritüeli tekrarlamaya başlamıştı. Gece yarıları ayakta
duramayacak denli sarhoş basıyordu karısının odasını, istediği şekilde ırzına geçiyordu. Çoğu kez Hacer’in ağzına
alamayacağı küfürlerle… Bir süre sonra geliyor özür diliyordu. Son zamanlarda
özür seansları İzzet’in gözyaşlarıyla sulanarak tam anlamıyla melodrama
dönüşmüştü.
İzzet’in
hasta olduğu apaçıktı. Kardeşleri buna inanmıyor, iyileştiğini düşünüyorlardı.
Eğer arada bir öfkeleniyorsa bunun nedeni, karısının evine ve kocasına sahip
olamamasıydı. Her erkek yapardı bunu. Hacer’e gelince, tecavüz sahnelerini
kimseye anlatamıyor, kitaplarına, yazılara gömülüyor, sık sık ormana kaçıyordu.
İnanması zor
biliyorum, abartıldığını düşüneceksiniz… İzzet beş yıla yakın bir süre bu oyunu
oynadı. Son yıl tek yanlı seksin şiddeti
epey artmıştı. Ardından haftalarca başı eğik dolaşıyordu pişmanlığının ve
özrünün göstergesi olarak. Karısıyla yaptığı seksin şiddeti arttıkça dışarda
üçüncü şahışlarla ilişkilerinde daha anlayışlı, hoşgörülü ve kibar
davranıyordu. Abisine, kız kardeşine, iş arkadaşlarına karşı imrenilecek
düzeyde şefkatliydi. Herkesi o düşünür, tüm anlaşmazlıkları o çözerdi. Herkesin
güvenini kazanmıştı. Onun çözümünü reddeden pek çıkmazdı.
Ovacık’da
Orman Kafe’nin önüne yuvarlandığı gün yine özür dileme günlerinden biriydi.
İzzet’in Kunduz’a bu ikinci gelişiydi. Bu kez neden geldiğini sonradan
anlayacaktı Hacer. Dik yamacın
tepesindeki patikadan yürüyorlardı. Bu dağ yolunu Hacer yalnız olduğu
gezintilerinin birinde keşfetmiş ve çok sevmişti. Her defasında yalnız
-annesini varsa, onu otelde bırakıp- gelirdi buraya. O gün yine hem kocasına
hem de annesi gelmemelerini önerdi Hacer. Kocası kişiliğinin pişmanlık evresinde
ne pahasına olursa olsun gelmek istemişti. Annesi gariplikler sezmiş olmalıydı,
ilk kez patika yoluna gönüllü olmuştu. Yolda iki kişi yan yana yürüyebilmek
olanaksızdı. En önde İzzet gidiyor, hemen arkasından Hacer, öndeki ikilinin
epeyce arkasından da –konuşulanlar duymayacak kadar- kayınvalide yürüyordu.
İzzet en
önde sürekli bir şeyler anlatıp bu kez farklı olduğunu, özrünün işe
yarayacağını ispatlamaya çalışıyordu. Kuzeye bakan sağ yanları öylesine dik bir
uçurumdu ki, Allah korusun, düşmek ölüm demekti; elli metrenin üzerinde bir dik
yamaç seyrekçe yerleşmiş ince sülün gibi kayın ağaçlarıyla kaplıydı. İnsanın
önüne bakarak dikkatli yürümesi gereken bir patikaydı burası. İzzet, Hacer’e
dert anlatabilme endişesi ile yarım arkaya dönük çapraz durarak riskli bir
yürüyüş biçimi tutturmuştu. Anlattıklarının etkisini artırabilmek için sesini
yükselttiği anlarda adımları da açılıyor, hızlanıyordu. Konuşmasının ateşi
yükseldiğinde patika, canbazların üstünde yürüdüğü ipe dönüşüyordu. Dar yolun
güney batıya keskin bir virajla dönüşü vardı. Burada iyice yavaşlamak, bilinçli
adımlarla nereye bastığını görerek ilerlemek gerekirdi. O gün İzzet’in bunu
görecek hali yoktu, zaten çapraz yürüyordu… Ateşli ateşli konuşuyor, karısının
gözlerinden yalan da olsa bir anlayış bakışı koparmak istiyordu. Hacer yolun
ani kıvrımını görmüş, önüne bakmadan yürüdüğü takdirde yamaçtan aşağı
yuvarlanacağı anlamıştı. O yarım, belki de bir dakikanın nasıl geçtiğini sorun
Hacer’e! Hayatının en uzun saniyeleridir onlar. İçinden bir ses kocasını
uyarmasını bas bas bağırmış, o ağzını bir türlü açamamıştı. Bir güç engel
oluyordu…
Sık sık
gördüğü bir kâbus vardı: Arkasından elinde bıçakla biri koşarak geliyor, o
bütün gücüyle koşuyor, ancak arkaya bakınca adamın giderek yaklaştığını görüyor…
Ne kadar hızlı koşarsa koşsun aralarındaki mesafe gittikçe kapanıyor. Sonunda
adam yetişip bıçağı saplamak üzereyken uyanıyor… Bu kez o arkada, kocası
öndeydi… Konuşup dikkat et yol aniden sola dönüyor, demeye çalışıyor ama
diyemiyordu… Sesi çıkmadı, çıkaramadı… Gerçekten istiyor muydu ondan da emin
değildi… Sesine kumanda edemediğini hatırlayacaktı saatler sonra.
Patikanın
dönüş yaptığı uçta, İzzet’in arkasındaki karısına laf yetiştirmeye çalışırken
hızla attığı sağ adımı boşluğa geldi. Koca gövde ağaç kütüğü gibi yuvarlandı
yardan aşağı… On metre kadar aşağıdaki kayın ağacına başının nasıl çarptığı,
ardından bir süre ağaca nasıl asılı kaldığı ve en sonunda kayarak kafenin
yanına nasıl yuvarlandığı gözünün önünden hiç gitmeyecekti.
Şaşkınlık
içindeydi. Ağaçlara, hayvanlara, özellikle köpeklere yapılanları hiç affetmeyen
Hacer kocası için küçük de olsa vicdan azabı hissetmedi.
Böyle
rastlantılar daha adil bir dünya yaratılmasına katkıda bulunuyordu onun
gözünde. Bunun doğru olmadığını biliyor ancak üzeride bir an olsun düşünmeyi
reddediyordu.
-7-
Mektup
bittiğinde hayal dünyası zifiri karanlıktır Kenan’ın. Kötücül dalgalar gönlünü
boğmuş, güzellikleri duyumsayan tüm mercekleri körelmiştir; önünü göremez,
hiçbir şeye akıl erdiremez, hatta konuşamaz durumdadır. Bilinçsizce kalkar
yukarı çıkıp bilgisayarın yanında duran Madam Bovari’yi açar. Sanki Hacer’i
anlamak için gerekiyormuş gibi.
Emma’nın
araba içinde Paris sokaklarında Leon’la zina yaptığı sayfaları okur. Sonra
intiharının ardından, Safdil Charles’ın (kocası) onun sevgililerinden gelen aşk
mektuplarını tesadüfen bulduğu sayfaları. Bu acılı sayfalardaki hüzün
eksikliğine yine şaşırır. Böylesine acılar, nasıl olur?
Emma’dan çok safdil kocası Charles’a
benzetir Hacer’i. Kendisine sürekli ihanet etmesi bir yana elindeki vekâletname
ile iflasına da neden olan karısının intiharının ardından dağılan, doktorluğu
bırakan, karısının eski sevgilileriyle görüşüp onlara imrenen –karısını
kendilerine âşık edebildikleri için, düşünebiliyor musunuz- onların yerinde
olmak isteyen temiz kalpli, iyi niyetli Charles’a…
Kenan bir an aynanın karşısında
hisseder, sanki Madam Bovary’ye benzeyen kendisidir… Romanlardaki gerilime
kapılan, evli bir taşralı kadındır Bayan Bovary. Beyaz atlı prensleriyle hayal dünyasında
gezinmenin ötesinde yaşamda bir anlam bulmayı beceremeyen bir taşralı. Hacer’i
dağa atan nedenlerin yanında kendisininki çok keyfe keder görünür gözüne.
O kurbandır, masum, günahsız ve
talihsiz...
Kendisi kusurlu, suçlu…
Hacer maktulse, Kenan katil…
Hayır, saçmalıyor… Hacer’in
acılarını paylaşırken savruluyor düşünceleri, açık denizde fırtınaya
hazırlıksız yakalanmış tekneler gibi. Sağlıklı düşünebilmesi için sakinleşmesi
gerekiyor. Pekâlâ biliyor ki, hayatla ilgili görüşlerini nereden derlerse
derlesin, ister romandan, ister başka sanatlardan, sosyal bilimlerden, yakın
çevresinden, bilge kişilerden, kendi kurgusudur... Kurgu, hayat bilgisi dediği
her şeyin içindedir.
Ne denli nesnel bir dünyada
yaşadığına inanırsa inansın kendi küçücük dünyası kurgusaldır. Einstein’ın
dünyası da böyleydi, onunki de böyledir.
Gerçeklikten kaçıp hayale
sığınıyordur…
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder