12_
Bir başka konu bu: Garnitür
Nerede olursan ol
Ölüm diye ne diye hor görmeli
O da ayrı bir bölümdür.
Behçet NECATİGİL (ö. 1979)
Mart’ın ilk
temizlik gününde Emine Hanım’dan Hamza’nın hastaneye yattığını öğrenir.
Pehlivanın istekleri, her aklına gelişinde biraz daha derine giren bir vida
gibi beynine saplanır Kenan’ın. Mutlaka bir şeyler yapmalıdır, ama nasıl? Doktor, hastalığın çok
ilerlediğini, ama yine de bilemeyiz tabii demişti. İki eliyle yüzünü ve göz
çukurlarını iyice bastırarak ovuşturmuş, derin derin göğüs geçirmişti. Çaresizlikten büyük dehşet var mı?
Hamza’nınki
gibi böylesine derinlerden gelen arzuları kendi öznel görüşleriyle
yönlendiremeyeceğini bilir Kenan. Dini konuları, istediğin yana çekebileceğin
günah perdesinin ardına gizlenmeden yorumlayacak parlak bir beyin bulmalıdır.
Entelektüel becerilerini ispatlamış standartları yüksek bir –İslami- düşünür…
Derin bir diş sızısı gibi taşıyordur bu soruyu haftalardır. İnsan becerileriyle
hayata dokunuyor; entelektüel becerileriyle yaşama değmesini bilen biri
cevaplamalıdır Hamza’yı.
Kahvaltıdan
sonra istemediği halde Hacer’i arar.
“Merhaba…”
Hacer
telaşlıdır. “Seni sonra arayabilir miyim?”
“Tabii…
Bekliyorum.”
Hava duru,
kuru soğuk dedikleri türden buralıların deyimiyle. Karlı bölgeler donmuş,
epeydir kar yağmadığından yollar açık.
Telefon
gelir Hacer’den. “Kusura bakma Kenan… Kasaba’dayım, polis savcıya sevk etti,
ona ifade veriyordum… Aile şikâyetçi olmuş. İzzet’in ölümünde benim kusurlu
olduğumu düşünüyorlar.”
Sesi pek
canlı değilse bile umutsuz değildir.
“Söylemiştin…”
Aylardır ilk
kez konuşuyorlardır, yürüyüş yolunda geçirdikleri o uzun karanlık ve soğuk
geceden beri.
“Sana
danışmak istediğim şeyler var…”
“Benim de,
öyle birikti ki konular…”
Hacer’in
soluk alıp verişinden yine eksik olmayan sıkıntılarından biriyle başının belada
olduğunu çıkarır. “Ne zaman gelirsin bu yana?”
“Şimdilik
istemiyorum, bazı şeyler oturmadan… iki gün sonra ben gene geleceğim Kasaba’ya,
burada görüşsek?”
Kenan önce
kararsız kalır, sonra uygun bulur. Değişiklik olur diye düşünür… Mars’ı Emine
Hanıma’a bırakırım. Hamza’yı da görürüm hem. İyi olur.
-2-
Ertesi gün
yürüyüş dönüşü Emine Hanım’ı kapıda bulurlar.
Uğultuyla esen dondurucu rüzgârda kızarmış kavruk yüzünü saklamaya
çalışarak kapıya tünemiştir. Başında başlık, ağzında atkı, hiç konuşmadan
kapıyı açar Kenan, eve girmesi için önce ona yol verir. İçeri girip soyunup
dökünmeden haberi öğrenir.
“Karakoldan
istiyorlarmış seni… Şu Hacer midir nedir, var ya, onun kocasının ölümü için,
muhtar seni bulamayınca bana sordu. Gitmezsen jandarma gelecekmiş…”
“Sağ ol
Emine Hanım.”
Hacer’i
arar. Endişeli değildir. Annesinin de
ifadesini almışlar. Savcı Şehir’den ayrılmamak kaydıyla bırakmış… Kasaba’da görüşme
planlarını değiştirmezler.
Ardından
İsmet’le konuşur, aynı görüştedir o da, sorun olmazmış… İsmet’in düşüncesindeki
hafif pusu Leman’daki Hacer kanısının etkisi diye yorumlar. Leman’a göre Hacer
tam bir zır delidir.
Kasaba’ya
İsmetle birlikte gitmeye karar verirler, Otel’in arabasıyla.
Erkenden
yola çıkarlar. Hava serin ama güneşlidir. Yolda telefonu çalar Kenan’ın, avukat
arıyordur… Dava sonuçlanmış, artık dul bir erkektir… Anlam veremediği bir hüzün
bastırır, bir rutin sona ermiş, yerini bilinmezlerin heyecanı almıştır. Avukat
ayrıca Şeyda’nın Büyükşehir’e geldiğinde ona mutlaka uğramasını istediğini
iletmiştir, görüşmeleri gereken önemli bir mesele varmış… Ne olabilir ki?
Saat on
sularında karakoldadır. Uygar bir karşılama ile ilk hoşbeşin ardından konuya
girer komiser. Kısa boylu hep sert bakan biridir. Gözlerini okumak neredeyse
imkânsızdır. Kimlik, adres falan gibi rutin soruları hızlı geçerler.
“Hacer’i
önceden tanıyor muydun?”
“Burada
tanıdım.”
“Ne zaman?”
“Kazanın
olduğu gün, Haziran olacak…”
“İlişkin ne
düzeyde Hacer’le?”
“Arkadaşız.”
“Mühendis
Bey, anla… Yatıyor musun onunla?”
“Hayır,
sadece dostuz…”
“Her gün yan
yanasın, öyle güzel biriyle… Benim yerimde otursan dediğine inanır mıydın?”
“İnanması
güç, haklısınız, ama doğru söylüyorum…”
Komiser’in
yüzünde tuhaf bir ifade belirir. Ne anlama geldiğini çıkaramaz Kenan. Sonra
birden konuyu değiştirir.
“Ne işin var
Kunduz’da?”
Anlatır
Kenan ve ekler:
“Pek çok
insan için inandırıcı olmayabilir…”
Komiserin
yüzünde kuşku yüklü bir gülücük yanıp söner.
“Evlisiniz?”
“Değilim,
sabah aradı avukat boşanmam sonuçlanmış.”
Önündeki
dosyayı kapayarak hızla kalkar.
“Hacer
birini arkasından sürükleyecek kadar güzel biri…”
Sorgulama
tekniği olacak bu zikzaklar.
“Doğru…”
“Mühendis
Bey! Burada doğruyu yanlışı biz ayıracağız, siz sorulara cevap vereceksiniz!”
Dik dik
bakar Kenan’a, öfke doludur.
“Anladınız
mı?”
Evet diye
başını sallar Kenan.
“Ne kadar kalacaksın Dağ’da? Keser. “Neyle
geçiniyorsun?”
“Biraz
birikimim var; bir süre…”
Komiser
etrafında bir tur atıp yerine geçer.
“Yani şimdi, diyorsun ki, işimi sevmedim,
canım sıkıldı, karımı da bıraktım, Dağ’a geldim. Ne yapmaya? Okuyup yazmaya…
Para bok gibi… Hangi kuş beyinli inanır buna?”
Bunu
cevaplaması gerekiyor mu, anlayamaz Kenan; belki de retorik sorudur, konuşanın
havasını bulmasına yarayan.
Komiser
sürdürür. “Bu senin hikâyen… bir de ben yazayım, sen tamamla, eksiği varsa,
tamam mı?”
Cevabını
beklemeden devam eder. “Hacer’le anlaştınız geldin Dağ’a, öldürdünüz kocasını,
şimdi birlikte yaşıyorsunuz… Her gün birlikteymişsiniz Dağ’da?”
“İyi dost
olduk, edebiyat… birleştirdi bizi…”
“Bak,
mühendis hocam, sen mekteplerdeki hocalar gibi bol hikâye anlatıyorsun… Onlar
çocukların kafasını karıştırıyor, sen kendi kafanı bozmuşsun! Mühendislik okulunda
mı kaptın bu virüsü, yoksa doğuştan mı lanetlisin? Mühendislikte böyle
palavralar olmaz ama… Şimdi tamamla benim senaryomu…”
“Onlar
gerçek dışı, deliliniz yok…”
“Seni niye
çağırdık buraya, delili sen göstereceksin… O okuduğun kitapları ağzından sokup
götünden çıkarırım, bilesin…”
Konuşmanın
işe yaramadığını görür Kenan.
“Başka
söyleyeceğim yok… Bundan sonrası avukatımla…”
“Pekâlâ,
şimdi sen savcıya çıkacaksın… Yolladıklarımızı salmasalar zaten mesele kalmaz
sokaklarda… Şimdi otur şöyle ve bekle…” Duvarın dibindeki sandalyeyi işaret
eder.
Bir saate
yakın oturur orada. Tam anlamıyla şaşkındır. Bilgisine başvurulacağını düşünerek gelmiştir polise. Suçlanacağı
aklının ucundan geçmemiştir. Anlattıklarının komisere pek inandırıcı
gelmemesini anlıyordur. Onun dünyasında söyledikleri “beline kazma vurulacak
saksağan” bile değildir… Sonra savcıya çıkarırlar Kenan’ı . Benzer bir
diyaloğun daha anlaşılır olanı geçer aralarında. Savcı elindeki polis
raporundan okuduğu halde tekrar sorar.
“Duygusal bir ilişki var mı aranızda, Dağ’da?
Öyle iddialar var.”
“Hacer’in
psikolojisinde birinin dediğiniz cinsten ilişkisi…”
“Yani?”
“Seks mümkün
değil! Kim olursa olsun. Ben de bilmiyorum neden olduğunu...”
Savcı notlar
alır, işaretler koyar önündeki sayfaya.
“Hep Dağ’da
mısınız? Ne yapıyorsunuz nasıl geçiyor gününüz?
Sorunun
nedenini anlamayan gözlerini yerde odanın kenarı boyunca gezdirir masa boyunca
yükseltip savcıyı bulur.
“Dağdayım,
yemek ve Mars’la gezintilerimiz dışında hep evimde odamdayım, masamda...”
“Mars?”
“Köpeğim!”
“Haber
vermeden ayrılmayın, şimdi çıkabilirsiniz.”
-3-
Kış
güneşinin parlattığı, her zerresini görebileceğiniz berraklıkta, süt köpüğü beyazı örtülü tepside sunulan bir
bardak demli çay gibi bir hava. Soğuk yakarak diriltiyor. Kızarmış yüzlerde,
olmuş erik gibi burunlar, işaret parmağınızla bir fiske vursanız düşecek gibi.
Başlığı, kabanı, kışlık yün pantolonu üstünde kazak, iç giyimi derseniz tam
teşkilatlı: bacaklarını ve üst gövdesini termal iç giyimin korumasına teslim
etmiş… Adliyeden yürür parka kadar. Raylar üzerinde açılmasını sağlayan
tekerlekleri kırık, çift kanatlı kapıdan içeri girer. Tek tük gezinen,
oturanlar vardır ağaçların altında. İnsanlar, avuç içlerinde çaktırmadan sigara
içilen, sıcak ama havasız kahvehanelere sığınmıştır, kümesine tüneyen tavuklar
gibi. Geniş taş yolda yürür, Kasaba’nın adını aldığı Osmanlı paşasının büstünün
önünden geçer. Hemen ilerde limonluğa benzer, kış için geçici olarak
kapatılmış, içerden elektrikle ısıtılan kahveyi görür. Henüz Hacer gelmemiştir.
Yandaki bankta, boynuna astığı simit kutusunu yanına indirmiş, nefeslenen yaşlı
bir simitçi oturuyordur.
“Merhaba.”
“Merhaba,
buyur…”
“Soğuk,
üşümüyor musun?”
Adam
birazdan kalkacağını işaret eder, ayakkabısının altına çaktığı tenekeyi yerine
oturtmaya çalışıyordur. Kenan bankın kenarına yarım yamalak ilişir.
“Buralı
değilsin?” Ayağını indirir yana döner.
“Bildin.”
“Ne iş
yaparsın?” Şöyle bir süzer, cevabı beklemeden sürdürür. “Evin vardır senin,
yazlığın da…”
Kenan
uzaktan görür Hacer’in geldiğini, hafifçe kımıldanır ve kalkar. “Amca bana
eyvallah, sana iyi işler.”
Camlı
kahveye doğru bir iki adım yürümüştür ki simitçinin seslendiğini duyar. “Araba,
araba da aldın mı, taksi?”
Sıcak bir
tebessüm yollamakla yetinir Kenan, belli ki mahallenin ilginç kişilerinden
biridir, ayakları tenekeli simitçi… Keşfedilmemiş bir dünyanın okunamayan
‘haritası’sı gibidir.
Henüz
masalar boştur. Köşede bir masaya oturup ısıtıcıyı açarlar. Hacer gri
pantolonunun paçalarını botlarının içine sokmuş, üstünde boğazlı kalın çivit
mavisi bir kazak ve uzunca neredeyse dizlerini bulan lacivert kabanı ile
dağcılara dönmüştür. Gözlerinin ışıltısındaki canlanmadan moralinin yerinde
olduğunu çıkarır Kenan. İş randevusundaymış gibi öpüşürler.
Tostlu,
çaylı, yumurtalı kahvaltımsı bir şeyler isterler. Hacer başlığını çekip alarak
ışıkta iyice sararmış kısa sarı saçlarını özgür bırakır. Daha çok bir
akademisyeni andırıyordur.
“Yakışmış
kısa sana!”
Kahverengi
gözlerini büzüp başıyla teşekkür eder Hacer.
“Galiba sona
geliyorum, artık görüşmek istemiyorum İzzetin ailesiyle.”
Ses çıkarmaz
Kenan, ilgilenen bakışlarıyla dinlemeye hazır olduğunu gösterir sadece.
“Neler sordu
Komiser?”
“Seninle
anlaşıp kocanı öldürdüğümüzü düşünüyor…”
“İzzet’in
ailesinin iyi tanıdığıymış o komiser, onların ağzından düşünüyor…”
Kenan
komiserin yanındaki şaşkınlığından söz etmez.
“Savcı
makul…”
“Evet.”
Hacer olumlu
bir duygu durumu içindedir.
“İçimden bir
ses bazı şeylerde sona geldiğimi…” deyip keser Hacer.
Susarlar.
Kenan mektuplardan sonra ilk görüşmeleri olduğunu düşünür. Hacer’in
etkilenmediğini görmekten mutlu olur. Sağlam kadın!
“Sana
Hamza’yı anlatmak istiyorum, şimdi hastanede, burada yatıyor.”
İstediklerini
getirirler. Kahvaltı ederken anlatır Kenan hasta Hamza’nın dileğini. Tahmin
ettiğinden fazla etkilenmiştir Hacer. Gözleri küçülüp yanakları çökmüştür. Hamza’yla ilk tanışmalarını, Köy kahvesinde
onu taciz eden adama söylediklerini, hastanede ilk ziyaretini tekrar anlatır
Kenan’a… Kirpiklerini ıslatan gözyaşının damla olup yanaklarına inmesini
önlemeye çalışır.
“Allah
kahretsin! Ne zaman biri gözümde adam olmayı hak ediyor, hayat dayanamayıp onun
başına bir çorap örüyor, sanki bana garazı var…” Görmek istemeyen bakışlarını
çevresinde dolandırır. “Köy’deki ilk dostumdur, burada tanıdığım ilk gerçek
insan…”
Kenan
tostundan ısırır.
“Ye bir
şeyler…”
Hacer
duymamış gibi konuşur. “Keşke Dağ’da olsak, yürürdük…” Masanın örtüsünü
çekiştirir. “Özel bir kulübe
yaptıracaktım, onun Dut’una…”
Kenan çayını
ve tostunu önüne doğru iteler. Toparlanıp önüne döner Hacer, tostundan bir
parça ısırır, üstüne soğumuş büyük bir yudum çay… Alçak sesle yersiz bir konuya
atlıyormuş gibi konuşur.
“İslam’ın
intihara, ötenaziye nasıl baktığını fellik fellik araştırmıştım bir ara…”
Boş bulunup
sorar Kenan.
“O neden?”
Budalaca
duyarsız bir şey sorduğunun ayırdına çabuk varır.
Hacer
gözlerini yere indirir. “Çok düşündüm ölmeyi, kaç kez ucuna geldim. Gerçi
babama bir şey yapmadığı için Tanrı’yı anlayamıyordum; ama insan tüm cephelerde
birden savaşa giremiyor.” Bir yudum soğuk çay daha içer. “Ötenaziyi anlamaya
çalışan biri var, beni ayakta tutanlardan biri. ‘Kimse kapıyı vurup çıkma
hakkımı elimden alamaz’ diyor. Geri kalanını akşam yollarım, bilgisayarında
okursun.”
Hastaneye
geç kalmayalım diye kahveden erken çıkarlar.
-4-
Hastanenin
ikinci katında hemen sahanlıktan sonra koridorun sağındaki ilk oda: üç yatak
var biri boş. Köşede Hamza yatıyor. Koca gövdesi el kadar kalmış, günlerce
dağda aç susuz kalmış eşkıyalar gibi çökmüş. Görünce tükenmiş fersiz gözleri
onlardan yana kayar, geri gelir, bir daha kayar. Mars’ın ameliyatından sonra
yarı baygın yattığı küçük kulübesinde onu görünce kuyruğunu mecalsizce
kımıldatması gözünün önüne gelir Kenan’ın.
Elini
sıkarlar. Bir süre sohbet etmeye çalışırlar. Hamza’nın dermansız gözlerinde
şükran duyguları okunuyordur. Ne kadar da kolay minnet gösterir yüce gönüllü
insanlar. Hamza’dan doktoru göreceklerini söyleyerek izin alırlar. Doktor
hastalığın çok ilerlemiş olduğunu başka bir yere gitmenin durumu
değiştireceğini sanmadığını söyler. En yüksek dozda ağrı kesici veriyor,
standart tedavi uyguluyorlarmış. Kısa bir süre, kâbus görüyorlarmış veya ıssız
bir adaya savrulmuş kazazedelermiş gibi çaresizlikten yılmış gözlerle
bakışırlar. Ardından lanetli yaratıklarmışçasına fiillerini kimsenin
seslendirmek istemediği iki cümle gidip gelir aralarında, hastanenin
formaldehit, etil alkol ve b-vitamini kokan havasında.
“Doktor bey
ne kadar daha…”
“Kesin
bilemeyiz elbette… ama diyelim altı ay…”
Buz gibi bir
sessizlik olur. Sonra yere bakarak teşekkür ederler, bir ihtiyacınız olursa
doğrudan ikisinden birini aramasını söylerler. Tam gidecekler doktor son
vazifesini ifa eden imam edasıyla daha derinden konuşur.
“ Sancılar,
giderek dayanılmaz olacaktır…”
Kenan
atılır. “Yapabileceğimiz, yapılabilecek bir şey?”
Başını iki
yana sallar doktor.
Dönüşte
Hamza’ya uğrayıp Emine Hanım’ın baktığı Dut’u merak etmemesini her şeyini
karşılayacaklarını söylerler. Koca adam çocuklar gibi sıcak teşekkür bakışları
yollar, gözlerinde ayrılışın hüznü yerine kavuşmanın ılıman iklimi baskındır.
Hastaneden
çıkarken Kenan’ın kolunu tutar Hacer. Unuttuğu önemli bir şeyi ayaküstü
hatırlamış unutmadan söylemek istiyormuş gibidir.
“Böyle bir
son! Hamza’ya, dev meleğe… Bunca pislik ortalıktayken…”
Hacer hemen
gitmesi gerektiğini söyler, annesi bekliyordur. Kasaba’nın kuzeyine minibüs
dolmuşların beklediği yere doğru yürürler. Konuşmazlar. Hayatın insanın sesini
kestiği dönemeçlerinden birindedirler. Kenan, hep tek başınayız diye geçirir
aklından. Eğer bir uygarlık, bir medeniyet varsa, bu tek başınalık içinde
insana yalnız olmadığını hissettirmelidir.
Öpüşürler
Hacer minibüse binerken, gözleri nemlenmiştir. “Büyük dostumdu Hamza. Köpekler
üstüne, ağaçlar üstüne konuşurduk. Kunduz’da olduğum her gün bir fırsat yaratır
onunla karşılaşırdım, oturur veya yürür bir süre sohbet ederdik. Bazen işine
uğrardım, girişte oturur birer çay içerdik.
Annem, ben, o epey kahvaltı ettik birlikte, görev sonrası giderken
gelirdi bizim otele… Odamdan arardı, abla bir emrin var mı, diye; aşağı
inerdim, oturur çay içer konuşurduk. Onun hayata bakış açışını yakalamaya
çalışırdım, içimden bir ses o ışıkla dünyayı görmenin bana iyi geleceğini
söylerdi… Her şeyden canları, ruhları, duyguları varmış gibi söz ederdi; başta
köpekler, ağaçlar, kuşlar, toprak… Şimdi gidiyor… Budala insanlar kim bilir
neler diyordu arkamızdan?”
Leman’ın
beyaz yüzünde onlara kuşkuyla bakan gözlerini görür gibi olur Kenan. Daha sık
görüşmeyi kararlaştırırlar Hacer’le.
Dağ’a dönüş
yolunda İsmet’e anlatır Hamza’yı. Suskun dinler anlatılanları araba kullanırken
İsmet. İki yanı karlı yollar, seyirciye teşekkür etmek için reverans yapan
balerinler gibi kar yükü altında eğilmiş çam ağaçları ile çevrilidir. Ayaza
kesmiş havadan gönlüne, hayatın trajik anlamının sızdığını hisseder Kenan.
İzlendiğini hisseder, ancak çevresinde
kimseyi göremez.
Otelin
önünde ayrılır İsmet’ten, gönülden teşekkürlerini sunmuştur. İsmet kimsenin pek
dikkatini çekmek istemeyen ancak dünyanın çarklarının üstünde döndüğü sessiz
çığlıklardan biridir.
Dağ’a
geldiğinden beri ilk kez ölmeyi isteyecek kadar yalnız hisseder, Köy yolunda
tek başına yürürken. Bu ruh halinden
çabucak kurtulmak zorunda olduğunu bilir. Yürümek her zaman olanca düşünceyi
başına üşüştüren göksel bir etkinliktir onun için. Bazen de böyle yerlere vurur
onu bu düşünceler, dayanmak zorundadır.
Yine de eve
gelmek güzeldir. Alt katın kaloriferini açar, üst katı kapatmıştır daha
ekonomik yaşaması gerekiyordur. Yukarı çıkıp bilgisayarı açar. Önemli bir mesaj
yoktur. Kendine bir kadeh rakı koyup yatağa uzanır. Mars da çoktan yanına
gelmiş gözlerini dikmiştir, beni de yanına al, diye. Başının küçük bir
işaretiyle kendini yatağa ışınlar, yanına uzanıp sarı kahve kafasını bacağının
üstüne uzatır. Eline bir kitap alıp
uzanır. Uyumuştur.
Telefon
sesiyle uyanır: Hacer. Söylediği bilgileri geçtiğini bildirir. Sesindeki coşku
Kenan’a iyi gelir. Kalkar bakar e-postasına:
“Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz…
Bazıları için ölümü seçmenin, kullanılması zaruri bir ayrıcalık olduğuna
inanıyorum. İntihar onu kimin seçtiğine bağlı… Bundan karnesinde zayıf geldiği
için intihar eden çocuğu tasvip ettiğim anlaşılmasın.
Kimseye intiharı tavsiye etmiyorum.
Biz burada yaşam karnesinde hiç zayıfı olmadığı halde
intiharı seçen adamı konuşuyoruz. Mezun olmuş adamı. İntihar edenin canını kim
alıyor? Merak etmeyiniz o istemezse bu dünyada yaprak bile kımıldamaz.
Caizin karnı geniştir. Siz asıl haramdır diyenlerin
dayanaklarına bakmalısınız. Ötenazi meselesi içler acısı. Ölüme değil yaşama ve
insana saygısı olan hiçbir bilinç ötenaziyi olumsuzlayamaz. Bilim insanları
bizim gibi normal insanları bir makineye bağlayıp zorla yaşatamaz.
Bireyin isteği hilafına organizmayı mekanizma
aracılığıyla yaşatma zorbalığını kabul edemem.
Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz.”
(devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder