16 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (34)





12_








  






Bir başka konu bu: Garnitür
Nerede olursan ol
Ölüm diye ne diye hor görmeli
O da ayrı bir bölümdür.

Behçet  NECATİGİL (ö. 1979)


Mart’ın ilk temizlik gününde Emine Hanım’dan Hamza’nın hastaneye yattığını öğrenir. Pehlivanın istekleri, her aklına gelişinde biraz daha derine giren bir vida gibi beynine saplanır Kenan’ın. Mutlaka bir şeyler yapmalıdır,  ama nasıl? Doktor, hastalığın çok ilerlediğini, ama yine de bilemeyiz tabii demişti. İki eliyle yüzünü ve göz çukurlarını iyice bastırarak ovuşturmuş, derin derin göğüs geçirmişti.  Çaresizlikten büyük dehşet var mı?
Hamza’nınki gibi böylesine derinlerden gelen arzuları kendi öznel görüşleriyle yönlendiremeyeceğini bilir Kenan. Dini konuları, istediğin yana çekebileceğin günah perdesinin ardına gizlenmeden yorumlayacak parlak bir beyin bulmalıdır. Entelektüel becerilerini ispatlamış standartları yüksek bir –İslami- düşünür… Derin bir diş sızısı gibi taşıyordur bu soruyu haftalardır. İnsan becerileriyle hayata dokunuyor; entelektüel becerileriyle yaşama değmesini bilen biri cevaplamalıdır Hamza’yı.
Kahvaltıdan sonra istemediği halde Hacer’i arar.
“Merhaba…”
Hacer telaşlıdır. “Seni sonra arayabilir miyim?”
“Tabii… Bekliyorum.”
Hava duru, kuru soğuk dedikleri türden buralıların deyimiyle. Karlı bölgeler donmuş, epeydir kar yağmadığından yollar açık.
Telefon gelir Hacer’den. “Kusura bakma Kenan… Kasaba’dayım, polis savcıya sevk etti, ona ifade veriyordum… Aile şikâyetçi olmuş. İzzet’in ölümünde benim kusurlu olduğumu düşünüyorlar.”
Sesi pek canlı değilse bile umutsuz değildir.
“Söylemiştin…”
Aylardır ilk kez konuşuyorlardır, yürüyüş yolunda geçirdikleri o uzun karanlık ve soğuk geceden beri.
“Sana danışmak istediğim şeyler var…”
“Benim de, öyle birikti ki konular…”
Hacer’in soluk alıp verişinden yine eksik olmayan sıkıntılarından biriyle başının belada olduğunu çıkarır. “Ne zaman gelirsin bu yana?”
“Şimdilik istemiyorum, bazı şeyler oturmadan… iki gün sonra ben gene geleceğim Kasaba’ya, burada görüşsek?”
Kenan önce kararsız kalır, sonra uygun bulur. Değişiklik olur diye düşünür… Mars’ı Emine Hanıma’a bırakırım. Hamza’yı da görürüm hem. İyi olur.


-2-

Ertesi gün yürüyüş dönüşü Emine Hanım’ı kapıda bulurlar.  Uğultuyla esen dondurucu rüzgârda kızarmış kavruk yüzünü saklamaya çalışarak kapıya tünemiştir. Başında başlık, ağzında atkı, hiç konuşmadan kapıyı açar Kenan, eve girmesi için önce ona yol verir. İçeri girip soyunup dökünmeden haberi öğrenir.
“Karakoldan istiyorlarmış seni… Şu Hacer midir nedir, var ya, onun kocasının ölümü için, muhtar seni bulamayınca bana sordu. Gitmezsen jandarma gelecekmiş…”
“Sağ ol Emine Hanım.”
Hacer’i arar.  Endişeli değildir. Annesinin de ifadesini almışlar. Savcı Şehir’den ayrılmamak kaydıyla bırakmış… Kasaba’da görüşme planlarını değiştirmezler.
Ardından İsmet’le konuşur, aynı görüştedir o da, sorun olmazmış… İsmet’in düşüncesindeki hafif pusu Leman’daki Hacer kanısının etkisi diye yorumlar. Leman’a göre Hacer tam bir zır delidir.
Kasaba’ya İsmetle birlikte gitmeye karar verirler, Otel’in arabasıyla.
Erkenden yola çıkarlar. Hava serin ama güneşlidir. Yolda telefonu çalar Kenan’ın, avukat arıyordur… Dava sonuçlanmış, artık dul bir erkektir… Anlam veremediği bir hüzün bastırır, bir rutin sona ermiş, yerini bilinmezlerin heyecanı almıştır. Avukat ayrıca Şeyda’nın Büyükşehir’e geldiğinde ona mutlaka uğramasını istediğini iletmiştir, görüşmeleri gereken önemli bir mesele varmış… Ne olabilir ki?
Saat on sularında karakoldadır. Uygar bir karşılama ile ilk hoşbeşin ardından konuya girer komiser. Kısa boylu hep sert bakan biridir. Gözlerini okumak neredeyse imkânsızdır. Kimlik, adres falan gibi rutin soruları hızlı geçerler.
“Hacer’i önceden tanıyor muydun?”
“Burada tanıdım.”
“Ne zaman?”
“Kazanın olduğu gün, Haziran olacak…”
“İlişkin ne düzeyde Hacer’le?”
“Arkadaşız.”
“Mühendis Bey, anla… Yatıyor musun onunla?”
“Hayır, sadece dostuz…”
“Her gün yan yanasın, öyle güzel biriyle… Benim yerimde otursan dediğine inanır mıydın?”
“İnanması güç, haklısınız, ama doğru söylüyorum…”
Komiser’in yüzünde tuhaf bir ifade belirir. Ne anlama geldiğini çıkaramaz Kenan. Sonra birden konuyu değiştirir. 
“Ne işin var Kunduz’da?”
Anlatır Kenan ve ekler:
“Pek çok insan için inandırıcı olmayabilir…”
Komiserin yüzünde kuşku yüklü bir gülücük yanıp söner.
“Evlisiniz?”
“Değilim, sabah aradı avukat boşanmam sonuçlanmış.”
Önündeki dosyayı kapayarak hızla kalkar.
“Hacer birini arkasından sürükleyecek kadar güzel biri…”
Sorgulama tekniği olacak bu zikzaklar.
“Doğru…”
“Mühendis Bey! Burada doğruyu yanlışı biz ayıracağız, siz sorulara cevap vereceksiniz!”
Dik dik bakar Kenan’a, öfke doludur.
“Anladınız mı?”
Evet diye başını sallar Kenan.
 “Ne kadar kalacaksın Dağ’da? Keser. “Neyle geçiniyorsun?”
“Biraz birikimim var; bir süre…”
Komiser etrafında bir tur atıp yerine geçer.
 “Yani şimdi, diyorsun ki, işimi sevmedim, canım sıkıldı, karımı da bıraktım, Dağ’a geldim. Ne yapmaya? Okuyup yazmaya… Para bok gibi… Hangi kuş beyinli inanır buna?”
Bunu cevaplaması gerekiyor mu, anlayamaz Kenan; belki de retorik sorudur, konuşanın havasını bulmasına yarayan.
Komiser sürdürür. “Bu senin hikâyen… bir de ben yazayım, sen tamamla, eksiği varsa, tamam mı?”
Cevabını beklemeden devam eder. “Hacer’le anlaştınız geldin Dağ’a, öldürdünüz kocasını, şimdi birlikte yaşıyorsunuz… Her gün birlikteymişsiniz Dağ’da?”
“İyi dost olduk, edebiyat… birleştirdi bizi…”
“Bak, mühendis hocam, sen mekteplerdeki hocalar gibi bol hikâye anlatıyorsun… Onlar çocukların kafasını karıştırıyor, sen kendi kafanı bozmuşsun! Mühendislik okulunda mı kaptın bu virüsü, yoksa doğuştan mı lanetlisin? Mühendislikte böyle palavralar olmaz ama… Şimdi tamamla benim senaryomu…”
“Onlar gerçek dışı, deliliniz yok…”
“Seni niye çağırdık buraya, delili sen göstereceksin… O okuduğun kitapları ağzından sokup götünden çıkarırım, bilesin…”
Konuşmanın işe yaramadığını görür Kenan.
“Başka söyleyeceğim yok… Bundan sonrası avukatımla…”
“Pekâlâ, şimdi sen savcıya çıkacaksın… Yolladıklarımızı salmasalar zaten mesele kalmaz sokaklarda… Şimdi otur şöyle ve bekle…” Duvarın dibindeki sandalyeyi işaret eder.
Bir saate yakın oturur orada. Tam anlamıyla şaşkındır. Bilgisine başvurulacağını  düşünerek gelmiştir polise. Suçlanacağı aklının ucundan geçmemiştir. Anlattıklarının komisere pek inandırıcı gelmemesini anlıyordur. Onun dünyasında söyledikleri “beline kazma vurulacak saksağan” bile değildir… Sonra savcıya çıkarırlar Kenan’ı . Benzer bir diyaloğun daha anlaşılır olanı geçer aralarında. Savcı elindeki polis raporundan okuduğu halde tekrar sorar.
 “Duygusal bir ilişki var mı aranızda, Dağ’da? Öyle iddialar var.”
“Hacer’in psikolojisinde birinin dediğiniz cinsten ilişkisi…”
“Yani?”
“Seks mümkün değil! Kim olursa olsun. Ben de bilmiyorum neden olduğunu...”
Savcı notlar alır, işaretler koyar önündeki sayfaya.
“Hep Dağ’da mısınız? Ne yapıyorsunuz nasıl geçiyor gününüz?
Sorunun nedenini anlamayan gözlerini yerde odanın kenarı boyunca gezdirir masa boyunca yükseltip savcıyı bulur.
“Dağdayım, yemek ve Mars’la gezintilerimiz dışında hep evimde odamdayım, masamda...”
“Mars?”
“Köpeğim!”
“Haber vermeden ayrılmayın, şimdi çıkabilirsiniz.”


-3-

Kış güneşinin parlattığı, her zerresini görebileceğiniz berraklıkta,  süt köpüğü beyazı örtülü tepside sunulan bir bardak demli çay gibi bir hava. Soğuk yakarak diriltiyor. Kızarmış yüzlerde, olmuş erik gibi burunlar, işaret parmağınızla bir fiske vursanız düşecek gibi. Başlığı, kabanı, kışlık yün pantolonu üstünde kazak, iç giyimi derseniz tam teşkilatlı: bacaklarını ve üst gövdesini termal iç giyimin korumasına teslim etmiş… Adliyeden yürür parka kadar. Raylar üzerinde açılmasını sağlayan tekerlekleri kırık, çift kanatlı kapıdan içeri girer. Tek tük gezinen, oturanlar vardır ağaçların altında. İnsanlar, avuç içlerinde çaktırmadan sigara içilen, sıcak ama havasız kahvehanelere sığınmıştır, kümesine tüneyen tavuklar gibi. Geniş taş yolda yürür, Kasaba’nın adını aldığı Osmanlı paşasının büstünün önünden geçer. Hemen ilerde limonluğa benzer, kış için geçici olarak kapatılmış, içerden elektrikle ısıtılan kahveyi görür. Henüz Hacer gelmemiştir. Yandaki bankta, boynuna astığı simit kutusunu yanına indirmiş, nefeslenen yaşlı bir simitçi oturuyordur.
“Merhaba.”
“Merhaba, buyur…”
“Soğuk, üşümüyor musun?”
Adam birazdan kalkacağını işaret eder, ayakkabısının altına çaktığı tenekeyi yerine oturtmaya çalışıyordur. Kenan bankın kenarına yarım yamalak ilişir. 
“Buralı değilsin?” Ayağını indirir yana döner.
“Bildin.”
“Ne iş yaparsın?” Şöyle bir süzer, cevabı beklemeden sürdürür. “Evin vardır senin, yazlığın da…”
Kenan uzaktan görür Hacer’in geldiğini, hafifçe kımıldanır ve kalkar. “Amca bana eyvallah, sana iyi işler.”
Camlı kahveye doğru bir iki adım yürümüştür ki simitçinin seslendiğini duyar. “Araba, araba da aldın mı, taksi?”
Sıcak bir tebessüm yollamakla yetinir Kenan, belli ki mahallenin ilginç kişilerinden biridir, ayakları tenekeli simitçi… Keşfedilmemiş bir dünyanın okunamayan ‘haritası’sı gibidir.
Henüz masalar boştur. Köşede bir masaya oturup ısıtıcıyı açarlar. Hacer gri pantolonunun paçalarını botlarının içine sokmuş, üstünde boğazlı kalın çivit mavisi bir kazak ve uzunca neredeyse dizlerini bulan lacivert kabanı ile dağcılara dönmüştür. Gözlerinin ışıltısındaki canlanmadan moralinin yerinde olduğunu çıkarır Kenan. İş randevusundaymış gibi öpüşürler.
Tostlu, çaylı, yumurtalı kahvaltımsı bir şeyler isterler. Hacer başlığını çekip alarak ışıkta iyice sararmış kısa sarı saçlarını özgür bırakır. Daha çok bir akademisyeni andırıyordur.
“Yakışmış kısa sana!”
Kahverengi gözlerini büzüp başıyla teşekkür eder Hacer.
“Galiba sona geliyorum, artık görüşmek istemiyorum İzzetin ailesiyle.”
Ses çıkarmaz Kenan, ilgilenen bakışlarıyla dinlemeye hazır olduğunu gösterir sadece.
“Neler sordu Komiser?”
“Seninle anlaşıp kocanı öldürdüğümüzü düşünüyor…”
“İzzet’in ailesinin iyi tanıdığıymış o komiser, onların ağzından düşünüyor…”
Kenan komiserin yanındaki şaşkınlığından söz etmez.
“Savcı makul…”
“Evet.”
Hacer olumlu bir duygu durumu içindedir.
“İçimden bir ses bazı şeylerde sona geldiğimi…” deyip keser Hacer.
Susarlar. Kenan mektuplardan sonra ilk görüşmeleri olduğunu düşünür. Hacer’in etkilenmediğini görmekten mutlu olur. Sağlam kadın!
“Sana Hamza’yı anlatmak istiyorum, şimdi hastanede, burada yatıyor.”
İstediklerini getirirler. Kahvaltı ederken anlatır Kenan hasta Hamza’nın dileğini. Tahmin ettiğinden fazla etkilenmiştir Hacer. Gözleri küçülüp yanakları çökmüştür.  Hamza’yla ilk tanışmalarını, Köy kahvesinde onu taciz eden adama söylediklerini, hastanede ilk ziyaretini tekrar anlatır Kenan’a… Kirpiklerini ıslatan gözyaşının damla olup yanaklarına inmesini önlemeye çalışır.  
“Allah kahretsin! Ne zaman biri gözümde adam olmayı hak ediyor, hayat dayanamayıp onun başına bir çorap örüyor, sanki bana garazı var…” Görmek istemeyen bakışlarını çevresinde dolandırır. “Köy’deki ilk dostumdur, burada tanıdığım ilk gerçek insan…”
Kenan tostundan ısırır.
“Ye bir şeyler…”
Hacer duymamış gibi konuşur. “Keşke Dağ’da olsak, yürürdük…” Masanın örtüsünü çekiştirir.  “Özel bir kulübe yaptıracaktım, onun Dut’una…”
Kenan çayını ve tostunu önüne doğru iteler. Toparlanıp önüne döner Hacer, tostundan bir parça ısırır, üstüne soğumuş büyük bir yudum çay… Alçak sesle yersiz bir konuya atlıyormuş gibi konuşur.
“İslam’ın intihara, ötenaziye nasıl baktığını fellik fellik araştırmıştım bir ara…”
Boş bulunup sorar Kenan.
“O neden?”
Budalaca duyarsız bir şey sorduğunun ayırdına çabuk varır.
Hacer gözlerini yere indirir. “Çok düşündüm ölmeyi, kaç kez ucuna geldim. Gerçi babama bir şey yapmadığı için Tanrı’yı anlayamıyordum; ama insan tüm cephelerde birden savaşa giremiyor.” Bir yudum soğuk çay daha içer. “Ötenaziyi anlamaya çalışan biri var, beni ayakta tutanlardan biri. ‘Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz’ diyor. Geri kalanını akşam yollarım, bilgisayarında okursun.”            
Hastaneye geç kalmayalım diye kahveden erken çıkarlar.

-4-

Hastanenin ikinci katında hemen sahanlıktan sonra koridorun sağındaki ilk oda: üç yatak var biri boş. Köşede Hamza yatıyor. Koca gövdesi el kadar kalmış, günlerce dağda aç susuz kalmış eşkıyalar gibi çökmüş. Görünce tükenmiş fersiz gözleri onlardan yana kayar, geri gelir, bir daha kayar. Mars’ın ameliyatından sonra yarı baygın yattığı küçük kulübesinde onu görünce kuyruğunu mecalsizce kımıldatması gözünün önüne gelir Kenan’ın.  
Elini sıkarlar. Bir süre sohbet etmeye çalışırlar. Hamza’nın dermansız gözlerinde şükran duyguları okunuyordur. Ne kadar da kolay minnet gösterir yüce gönüllü insanlar. Hamza’dan doktoru göreceklerini söyleyerek izin alırlar. Doktor hastalığın çok ilerlemiş olduğunu başka bir yere gitmenin durumu değiştireceğini sanmadığını söyler. En yüksek dozda ağrı kesici veriyor, standart tedavi uyguluyorlarmış. Kısa bir süre, kâbus görüyorlarmış veya ıssız bir adaya savrulmuş kazazedelermiş gibi çaresizlikten yılmış gözlerle bakışırlar. Ardından lanetli yaratıklarmışçasına fiillerini kimsenin seslendirmek istemediği iki cümle gidip gelir aralarında, hastanenin formaldehit, etil alkol ve b-vitamini kokan havasında.
“Doktor bey ne kadar daha…”
“Kesin bilemeyiz elbette… ama diyelim altı ay…”
Buz gibi bir sessizlik olur. Sonra yere bakarak teşekkür ederler, bir ihtiyacınız olursa doğrudan ikisinden birini aramasını söylerler. Tam gidecekler doktor son vazifesini ifa eden imam edasıyla daha derinden konuşur.
“ Sancılar, giderek dayanılmaz olacaktır…”
Kenan atılır. “Yapabileceğimiz, yapılabilecek bir şey?”
Başını iki yana sallar doktor.
Dönüşte Hamza’ya uğrayıp Emine Hanım’ın baktığı Dut’u merak etmemesini her şeyini karşılayacaklarını söylerler. Koca adam çocuklar gibi sıcak teşekkür bakışları yollar, gözlerinde ayrılışın hüznü yerine kavuşmanın ılıman iklimi baskındır.
Hastaneden çıkarken Kenan’ın kolunu tutar Hacer. Unuttuğu önemli bir şeyi ayaküstü hatırlamış unutmadan söylemek istiyormuş gibidir.
“Böyle bir son! Hamza’ya, dev meleğe… Bunca pislik ortalıktayken…”
Hacer hemen gitmesi gerektiğini söyler, annesi bekliyordur. Kasaba’nın kuzeyine minibüs dolmuşların beklediği yere doğru yürürler. Konuşmazlar. Hayatın insanın sesini kestiği dönemeçlerinden birindedirler. Kenan, hep tek başınayız diye geçirir aklından. Eğer bir uygarlık, bir medeniyet varsa, bu tek başınalık içinde insana yalnız olmadığını hissettirmelidir.
Öpüşürler Hacer minibüse binerken, gözleri nemlenmiştir. “Büyük dostumdu Hamza. Köpekler üstüne, ağaçlar üstüne konuşurduk. Kunduz’da olduğum her gün bir fırsat yaratır onunla karşılaşırdım, oturur veya yürür bir süre sohbet ederdik. Bazen işine uğrardım, girişte oturur birer çay içerdik.  Annem, ben, o epey kahvaltı ettik birlikte, görev sonrası giderken gelirdi bizim otele… Odamdan arardı, abla bir emrin var mı, diye; aşağı inerdim, oturur çay içer konuşurduk. Onun hayata bakış açışını yakalamaya çalışırdım, içimden bir ses o ışıkla dünyayı görmenin bana iyi geleceğini söylerdi… Her şeyden canları, ruhları, duyguları varmış gibi söz ederdi; başta köpekler, ağaçlar, kuşlar, toprak… Şimdi gidiyor… Budala insanlar kim bilir neler diyordu arkamızdan?”
Leman’ın beyaz yüzünde onlara kuşkuyla bakan gözlerini görür gibi olur Kenan. Daha sık görüşmeyi kararlaştırırlar Hacer’le. 
Dağ’a dönüş yolunda İsmet’e anlatır Hamza’yı. Suskun dinler anlatılanları araba kullanırken İsmet. İki yanı karlı yollar, seyirciye teşekkür etmek için reverans yapan balerinler gibi kar yükü altında eğilmiş çam ağaçları ile çevrilidir. Ayaza kesmiş havadan gönlüne, hayatın trajik anlamının sızdığını hisseder Kenan. İzlendiğini hisseder, ancak  çevresinde kimseyi göremez.
Otelin önünde ayrılır İsmet’ten, gönülden teşekkürlerini sunmuştur. İsmet kimsenin pek dikkatini çekmek istemeyen ancak dünyanın çarklarının üstünde döndüğü sessiz çığlıklardan biridir.
Dağ’a geldiğinden beri ilk kez ölmeyi isteyecek kadar yalnız hisseder, Köy yolunda tek başına yürürken.  Bu ruh halinden çabucak kurtulmak zorunda olduğunu bilir. Yürümek her zaman olanca düşünceyi başına üşüştüren göksel bir etkinliktir onun için. Bazen de böyle yerlere vurur onu bu düşünceler, dayanmak zorundadır.
Yine de eve gelmek güzeldir. Alt katın kaloriferini açar, üst katı kapatmıştır daha ekonomik yaşaması gerekiyordur. Yukarı çıkıp bilgisayarı açar. Önemli bir mesaj yoktur. Kendine bir kadeh rakı koyup yatağa uzanır. Mars da çoktan yanına gelmiş gözlerini dikmiştir, beni de yanına al, diye. Başının küçük bir işaretiyle kendini yatağa ışınlar, yanına uzanıp sarı kahve kafasını bacağının üstüne uzatır.  Eline bir kitap alıp uzanır. Uyumuştur.
Telefon sesiyle uyanır: Hacer. Söylediği bilgileri geçtiğini bildirir. Sesindeki coşku Kenan’a iyi gelir. Kalkar bakar e-postasına:

“Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz… Bazıları için ölümü seçmenin, kullanılması zaruri bir ayrıcalık olduğuna inanıyorum. İntihar onu kimin seçtiğine bağlı… Bundan karnesinde zayıf geldiği için intihar eden çocuğu tasvip ettiğim anlaşılmasın.
Kimseye intiharı tavsiye etmiyorum.
Biz burada yaşam karnesinde hiç zayıfı olmadığı halde intiharı seçen adamı konuşuyoruz. Mezun olmuş adamı. İntihar edenin canını kim alıyor? Merak etmeyiniz o istemezse bu dünyada yaprak bile kımıldamaz.
Caizin karnı geniştir. Siz asıl haramdır diyenlerin dayanaklarına bakmalısınız. Ötenazi meselesi içler acısı. Ölüme değil yaşama ve insana saygısı olan hiçbir bilinç ötenaziyi olumsuzlayamaz. Bilim insanları bizim gibi normal insanları bir makineye bağlayıp zorla yaşatamaz.
Bireyin isteği hilafına organizmayı mekanizma aracılığıyla yaşatma zorbalığını kabul edemem.
Kimse kapıyı vurup çıkma hakkımı elimden alamaz.”
(devam edecek)
∘∘∘









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder