_17_
Mutluluğun üç ön koşulu var: aptallık, bencillik, sağlık.
Gustave FLAUBERT (ö. 1880)
Hacer’in ölümünden sonra bir daha savcılıktan
aramazlar Kenan’ı, daha sonra davaların düştüğünü öğrenir. Şüphelinin ölümünden sonra kuşkuların incelenmesine
gerek kalmamıştır.
Hacer’in cesedini ertesi gün Keltepe’nin eteklerinde
buldu, Kasaba’dan gelen arama ekibi. Annesi geldi yalnızca cenazesine, başka
gelen olmadı ailesinden. Köy’e gömülmesini istedi annesi.
“Dağ’da kalmak isterdi...” dedi.
Köy halkı, otel çalışanları ve Emine Hanım günah
çıkarırcasına cenaze namazına ve defin törenine katılmaya özen göstermişti.
Bunların arasında Leman da vardı. Hakkında söylediklerinden mahcup, özür diledi
Kenan’dan.
“Çok şeyler söylendi… söyledik… yalan yanlış…
Ovacık’ın çılgın kızı, bir kere kadersiz gelince dünyaya…” diye iç geçirdi.
Kenan konuşmadı, iki sebepten… Leman’ın zekâsı,
gözlerine dikilmiş suskunluğun acılı anlamını çözecekti, daha derin bir etkiyi
sözcüklerle sağlayamazdı. İkincisi, konuşursa sesi çatlayacak belki de gözyaşları
süzülecekti yanaklarından; bunu istemiyordu.
Bir daha Keltepe’ye çıkmadı.
Sonra soğuklar başladı bahara kadar erteledi yangın
gözetleme tepelerine çıkmayı. Biliyordu, sonunda hayat olanları umursamadan
bildiği gibi akmayı sürdürecekti.
-2-
Soğuk kuzey rüzgârlarının kendini iyice hissettirdiği
bir ekim akşamı Şükran arar. “Gelecek hafta iki günlüğüne gelmek istiyorum, ne
dersin?”
“Çok sevinirim…”der Kenan. Hazır olunca seni ararım,
demişti ayrılırken Şükran’a. Anlaşılan onun bir şey yapacağı yok deyip
geliyor... Sevinir Kenan, özellikle de Hacer’in vedasından sonra Dağ’a çöken
hüznü biraz olsun dağıtır diye düşünür.
Bir cumartesi günü Şükran’ı karşılamaya gider
Kasaba’ya. Otobüs garajında buluşurlar. Yolda Mars’la birlikte arka koltuğa
oturmak ister Şükran. Ovacık yaylasını tepeden görünceye dek ne olduğunu,
Kenan’ın buralarda ne aradığını anlamamıştır. Yaylayı üstten gören doruğa
varınca boşalır.
“Neden burada olduğunu anlıyorum, birkaç ayda sıkılıp
döneceğini düşünmüştüm…”
Şükran her zamanki hoş, huzur veren güzel bacaklı
kızdır. Doğrudan eve gelirler. Kenan’ın küçücük iddiasız köy evini görünce
şaşkınlığını gizleyemez. Bir süre sonra alışır… Bu küçük evi Kenan’la
paylaşıyormuş gibi hissetmeye başlar, sevmiştir.
Akşam Mars’ı evde bırakıp yemeğe Dağ Otel’e giderler.
Dağ’ın yöresel yemeklerinin yanında birer duble rakı söylerler, camın ardından
bile olsa ormana karşı manzara yeterince etkilemiştir Şükran’ı. Aklına gelen
her şeyi sorar, Kenan anlatır, her çeşit ayrıntıyı didikliyordur. Saatler alır
Dağ’ı anlatmak. Yorgun düşerler. Kenan’ın standart bir gününü anlamaya
çalışıyordur Şükran. Dinlediklerine inanamıyor, ince ince sorularla “mutlaka
başka bir şeyler olmalı” kuşkusunu yatıştırmaya çalışıyordur.
Sonunda beni burada düşünebiliyor musun, diye sorar,
son kurşunu atıp sandalyesinde geriye kaykılmıştır. Kolları göğsünde bağlı,
artık konuş bakalım diyen bakışları keskindir... Kenan düşüncelerini onu
kırmadan nasıl anlatacağını epeydir kuruyordur kafasında.
“Çok isterim senin burada olmanı, yanımda… Ancak, bir
iki nokta var oturtamıyorum bir türlü, yap-bozu tamamlayamıyorum…”
Şükran ellerini çözer dirseklerini masaya dayar.
“Neymiş efendim?”
“Evimi görüyorsun, zor sığıyorum, üstelik sürekli evdeyim
ve çalışıyorum… Televizyonum bile yok, almayı da düşünmüyorum, ses istemiyorum
çünkü.” Susar. Şükran bir şeyler söylesin diye bekliyormuş gibi yapar. Aslında
zaman kazanmaya çalışıyordur.
“Bu evi ayakta tutmaya bile ne kadar süre
dayanabilirim bilmiyorum. Sanıyorum en geç bir yıl içinde çalışmak zorunda
kalacağım. İstemediğim şey…” Şükran’ın gözlerinden sözlerinin etkisini anlamak
ister.
“Daha büyük bir yere geçemeyeceğimize göre, burada
nerede, nasıl kalacaksın? Kendi başımın çaresine bakamıyorum… Görüyorsun…”
Şükran hüzünle gülümser, şimdiki evinde iki kişi
kalabileceklerini düşünüyor olmasına karşın uzatmaz, onun için Dağ’ın kapalı
olduğunu anlamıştır. Kenan’ın, hadi kalk gel, göze alabilirsen, burada ne yapar
eder bir çaresine bakarız, demesini bekliyordur. Kenan’ın Kunduz Dağ’ına gidiş
nedenlerini anlamaya çalışmadı. Onu
olduğu gibi kabul ediyor, tartışmak istemiyor… Beklentileri göz önüne
alındığında mantıklı görülebilir bu yaklaşım; ancak, kafasındakileri
gerçekleştirememenin yok olmak demek olduğunu düşünen ve her bedeli ödemeyi
göze almış biriyle, onu biraz olsun anlamaya çalışmadan nasıl yaşanır?
Kenan’ın onu kırmadan anlatabilmeliyim dediği can
alıcı noktadır bu. Şükran’ın tek başına Dağ’a gelip kendine bir ev tutacak veya
otelde kalacak birikimi var mıdır? Bilmiyoruz, ama böyle bir gücü olsa bile,
bunu yapmak aklına bile gelmez, gelse de yapmaz, çünkü Kenan’ın onu yeterince
istemediği görüşündedir.
“Burada yanımda olmanı çok isterim…” sözü Şükran için
retorik bir süslemeden fazlası değildir.
Lokantadan çıkıp biraz yürürler, esinti sert, soğuk
bir rüzgâra dönüşmüştür. Şükran huzursuz olur. Eve gitmek ister. Yorgundur erken yatar. Kenan Mars’ı alıp
yukarı odasına çekilir. Gece aşağı inip Şükranı rahatsız etmeyecek şekilde
elinden gelen her tedbiri alır. Yorgunlukla karışan hayal kırıklığı Şükranı bir
vakit uyutmaz, ayaklanan sinirleri germiştir onu. Sonunda yorgunluk ağır basar.
Uykuya dalmak üzereyken tuhaf bir rahatlama duyar, iyi ki Kenan olmaz demiştir;
bu dağlarda ne yapardı, nasıl vakit geçirirdi; yakınları, hele de yeğenleri,
hiçbiri yanında olmadan… İstediğini almak için didinirken bedelin gerçek yükünü
omuzlarında hissetmiyor insan…
Rahatça uykuya dalar.
Sabah uyandığında hayal kırıklığı galebe çalar. Kenan
da hüzünlüdür. Dağ yalnızlığında artık Şükran’ın uzaklardan bakan hayalinin
avuntusu da kalmamıştır.
Şükran’ı Kasaba’ya bırakır. Havanın elektriği arka
koltuktaki Mars’ı huzursuz etmiştir. Fırtınadan önceki sessizlik değilse bile,
uzun süre güneşin görünmeyeceği kurşuni günlerin başladığını haber veren, buruk
duyguların yoğunlaştığı bir veda olur. Otobüsün ardından, tekerleklerine
takılır gözü Kenan’ın, duyarsızca
dönüyor olmaları içindeki boşluğu derinleştirir. Dönüş yolunu yarıladığında biraz
olsun kendine gelmiştir. Arka koltuktaki Mars’ın arada bir ön ayaklarını omzuna
atarak, ben varım, demesinin iyileştirici etkisini köpeklerle dost olanlar
bilir.
-3-
Hayat bazen insanın üstüne üstüne gelir, sabrını
sınarcasına… Sanırsınız Tanrı nerede pes diyeceğinizi ille de göreceğim diye
tutturmuştur. Bu kadar da olmaz diye düşünürsünüz, her şey üst üste gelebilir
mi? Haklı gibi gözükmenizin, yaşamın
çarklarının dönüşünü kestirmeye gelince kıymeti yoktur. Sabah kalkar, yaşam
önünüze nasıl açılırsa öyle yaşarsınız.
İsyan etmek özgürlüğünüz vardır elbette…
Kışın ilk günleridir, şiddetli bir rüzgar kasıp
kavurur Ovacık yaylasını. Ne spor için yürüyüşe, ne de Mars’ın gezmesine uygun
bir gündür. Buna rağmen kendini dışarı atmak ister Kenan. Göğsüne basan bir
sıkıntı sanki yüreğini söküp almaya çalışıyordur. Bilgisayarın başında çakılıp
kalmış, tek cümle yazamamıştır. Kalkmış, okunması zorunlu kitaplar diye
ayırdığı guruptan birini almıştır eline, ama boşuna… Olanaklı değildir işe
yarar bir şeyler yapabilmesi.
Mars’ı çok soğuk havalarda giymesi için aldığı
giysisinin içine zorla sokmuş, kendisi ise termal iç giyiminin üstüne sanki
zırh kuşanırcasına giyinmiş, başlığını takıp atkısını boynuna sarmıştır.
Arabayı Dağ Otel’in önüne park edip yürüyüş yoluna geçerler. Hava öylesine
soğuk ve rüzgarlıdır ki, başka yürüyen kimsecikler yoktur. Bak işte bu rüzgâr
beni kendime getirir... Nereden aklına geldiyse tasmasını açıp Mars’ı serbest
bıracakağı tutar… Çimenli Yol’u ilk kez böylesine boş gördüğünden olabilir.
Orman Kafe’nin önüne geldiklerinde ilerde bir karartı
görür, köpeğe benzetir, buralarda köpek, hele böyle bir havada… Uyanır
birdenbire, çayın kenarında dolaşıp duran Mars’ı çağırır yanına, bir yandan da
ona doğru koşuyordur. Mars önce bir duraklar, ardından ok gibi fırlar ileri, o
köpeğe benzeyen karaltıya doğru… Kenan’a oyun yapmaya çalışıyordur. Kararsız
kalır Kenan, dursun mu koşsun mu? Bilemez. Bu arada Mars hızla uzaklaşmaktadır.
Kenan tekrar koşmaya başlar, çünkü karaltıya yaklaştıkça dehşete düşüyordur.
Bir yandan, “Mars dur gitme, gel yanıma!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor,
bir yandan da çaresizlik içinde çimlerde taş veya odun benzeri, silah gibi
kullanacağı şeyler arıyordur. Neredeyse kalbi duracaktır, hem gücünün sonuna
gelmiştir, hem korkudan dehşet içindedir, karın boşluğundan yükselen alev
beynine yürüyordur. Beyin nasıl olur da böyle kaynayabilir? Yaklaştıkça
gözlerine inanamaz, evet o bir kurttur… Mars’ı altına alır… Saniyeler,
saniyeler… Ne dediğini bilmeden çılgın gibi bağırarak koşar. Çaresizlik ejderha
olmuş tüm varlığını eziyordur. Hayvan bir ara duraklar, Kenan’a da saldıracak
gibi olur, ancak Kenan üzerine saldırınca ürküp kaçar.
Mars kanlar içinde hareketsiz yatıyordur.
Diz üstü çöker, elini kanlar içindeki başının altına
koyar, boynunda hayat belirtisi diyebileceği titreşimler arıyordur, bulamaz…
Gözyaşları içinde donup kalmıştır. Sonra birden alır kucağına Mars’ın bedenini
otele doğru koşmaya başlar. Hayır, böyle taşımamalıdır… Yaşayacağı varsa bile
sarsıntıdan… Bırakır yere Mars’ı, kanlı elleriyle ceplerinde telefon arar…
Çaldırır Dağ Otel’i… Doktor veya benzeri biri acele oraya gelmelidir, mutlaka,
hızla, yıldırım gibi… Cemal, becerikli çocuk, dakikalar içinde gelir doktorla.
Maalesef der, doktor… Çöker Kenan. Zorla kaldırır otele götürürler, soğuktan
donmak üzeredir.
Dut’un yanına gömer, Mars’ı.
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder