24 Aralık 2017 Pazar

AŞK DAĞDAN İNMEZ (41)




_17_









Mutluluğun üç ön koşulu var: aptallık, bencillik, sağlık.

Gustave FLAUBERT (ö. 1880)


Hacer’in ölümünden sonra bir daha savcılıktan aramazlar Kenan’ı, daha sonra davaların düştüğünü öğrenir. Şüphelinin  ölümünden sonra kuşkuların incelenmesine gerek kalmamıştır.
Hacer’in cesedini ertesi gün Keltepe’nin eteklerinde buldu, Kasaba’dan gelen arama ekibi. Annesi geldi yalnızca cenazesine, başka gelen olmadı ailesinden. Köy’e gömülmesini istedi annesi.
“Dağ’da kalmak isterdi...” dedi.
Köy halkı, otel çalışanları ve Emine Hanım günah çıkarırcasına cenaze namazına ve defin törenine katılmaya özen göstermişti. Bunların arasında Leman da vardı. Hakkında söylediklerinden mahcup, özür diledi Kenan’dan.
“Çok şeyler söylendi… söyledik… yalan yanlış… Ovacık’ın çılgın kızı, bir kere kadersiz gelince dünyaya…” diye iç geçirdi.
Kenan konuşmadı, iki sebepten… Leman’ın zekâsı, gözlerine dikilmiş suskunluğun acılı anlamını çözecekti, daha derin bir etkiyi sözcüklerle sağlayamazdı.  İkincisi,  konuşursa sesi çatlayacak belki de gözyaşları süzülecekti yanaklarından; bunu istemiyordu.
Bir daha Keltepe’ye çıkmadı.
Sonra soğuklar başladı bahara kadar erteledi yangın gözetleme tepelerine çıkmayı. Biliyordu, sonunda hayat olanları umursamadan bildiği gibi akmayı sürdürecekti.



-2-

Soğuk kuzey rüzgârlarının kendini iyice hissettirdiği bir ekim akşamı Şükran arar. “Gelecek hafta iki günlüğüne gelmek istiyorum, ne dersin?”
“Çok sevinirim…”der Kenan. Hazır olunca seni ararım, demişti ayrılırken Şükran’a. Anlaşılan onun bir şey yapacağı yok deyip geliyor... Sevinir Kenan, özellikle de Hacer’in vedasından sonra Dağ’a çöken hüznü biraz olsun dağıtır diye düşünür.
Bir cumartesi günü Şükran’ı karşılamaya gider Kasaba’ya. Otobüs garajında buluşurlar. Yolda Mars’la birlikte arka koltuğa oturmak ister Şükran. Ovacık yaylasını tepeden görünceye dek ne olduğunu, Kenan’ın buralarda ne aradığını anlamamıştır. Yaylayı üstten gören doruğa varınca boşalır.
“Neden burada olduğunu anlıyorum, birkaç ayda sıkılıp döneceğini düşünmüştüm…”
Şükran her zamanki hoş, huzur veren güzel bacaklı kızdır. Doğrudan eve gelirler. Kenan’ın küçücük iddiasız köy evini görünce şaşkınlığını gizleyemez. Bir süre sonra alışır… Bu küçük evi Kenan’la paylaşıyormuş gibi hissetmeye başlar, sevmiştir.
Akşam Mars’ı evde bırakıp yemeğe Dağ Otel’e giderler. Dağ’ın yöresel yemeklerinin yanında birer duble rakı söylerler, camın ardından bile olsa ormana karşı manzara yeterince etkilemiştir Şükran’ı. Aklına gelen her şeyi sorar, Kenan anlatır, her çeşit ayrıntıyı didikliyordur. Saatler alır Dağ’ı anlatmak. Yorgun düşerler. Kenan’ın standart bir gününü anlamaya çalışıyordur Şükran. Dinlediklerine inanamıyor, ince ince sorularla “mutlaka başka bir şeyler olmalı” kuşkusunu yatıştırmaya çalışıyordur.
Sonunda beni burada düşünebiliyor musun, diye sorar, son kurşunu atıp sandalyesinde geriye kaykılmıştır. Kolları göğsünde bağlı, artık konuş bakalım diyen bakışları keskindir... Kenan düşüncelerini onu kırmadan nasıl anlatacağını epeydir kuruyordur kafasında.
“Çok isterim senin burada olmanı, yanımda… Ancak, bir iki nokta var oturtamıyorum bir türlü, yap-bozu tamamlayamıyorum…”
Şükran ellerini çözer dirseklerini masaya dayar.
“Neymiş efendim?”
“Evimi görüyorsun, zor sığıyorum, üstelik sürekli evdeyim ve çalışıyorum… Televizyonum bile yok, almayı da düşünmüyorum, ses istemiyorum çünkü.” Susar. Şükran bir şeyler söylesin diye bekliyormuş gibi yapar. Aslında zaman kazanmaya çalışıyordur.
“Bu evi ayakta tutmaya bile ne kadar süre dayanabilirim bilmiyorum. Sanıyorum en geç bir yıl içinde çalışmak zorunda kalacağım. İstemediğim şey…” Şükran’ın gözlerinden sözlerinin etkisini anlamak ister.
“Daha büyük bir yere geçemeyeceğimize göre, burada nerede, nasıl kalacaksın? Kendi başımın çaresine bakamıyorum… Görüyorsun…”
Şükran hüzünle gülümser, şimdiki evinde iki kişi kalabileceklerini düşünüyor olmasına karşın uzatmaz, onun için Dağ’ın kapalı olduğunu anlamıştır. Kenan’ın, hadi kalk gel, göze alabilirsen, burada ne yapar eder bir çaresine bakarız, demesini bekliyordur. Kenan’ın Kunduz Dağ’ına gidiş nedenlerini anlamaya çalışmadı.  Onu olduğu gibi kabul ediyor, tartışmak istemiyor… Beklentileri göz önüne alındığında mantıklı görülebilir bu yaklaşım; ancak, kafasındakileri gerçekleştirememenin yok olmak demek olduğunu düşünen ve her bedeli ödemeyi göze almış biriyle, onu biraz olsun anlamaya çalışmadan nasıl yaşanır? 
Kenan’ın onu kırmadan anlatabilmeliyim dediği can alıcı noktadır bu. Şükran’ın tek başına Dağ’a gelip kendine bir ev tutacak veya otelde kalacak birikimi var mıdır? Bilmiyoruz, ama böyle bir gücü olsa bile, bunu yapmak aklına bile gelmez, gelse de yapmaz, çünkü Kenan’ın onu yeterince istemediği görüşündedir.
“Burada yanımda olmanı çok isterim…” sözü Şükran için retorik bir süslemeden fazlası değildir.
Lokantadan çıkıp biraz yürürler, esinti sert, soğuk bir rüzgâra dönüşmüştür. Şükran huzursuz olur. Eve gitmek ister.  Yorgundur erken yatar. Kenan Mars’ı alıp yukarı odasına çekilir. Gece aşağı inip Şükranı rahatsız etmeyecek şekilde elinden gelen her tedbiri alır. Yorgunlukla karışan hayal kırıklığı Şükranı bir vakit uyutmaz, ayaklanan sinirleri germiştir onu. Sonunda yorgunluk ağır basar. Uykuya dalmak üzereyken tuhaf bir rahatlama duyar, iyi ki Kenan olmaz demiştir; bu dağlarda ne yapardı, nasıl vakit geçirirdi; yakınları, hele de yeğenleri, hiçbiri yanında olmadan… İstediğini almak için didinirken bedelin gerçek yükünü omuzlarında hissetmiyor insan…
Rahatça uykuya dalar.
Sabah uyandığında hayal kırıklığı galebe çalar. Kenan da hüzünlüdür. Dağ yalnızlığında artık Şükran’ın uzaklardan bakan hayalinin avuntusu da kalmamıştır.
Şükran’ı Kasaba’ya bırakır. Havanın elektriği arka koltuktaki Mars’ı huzursuz etmiştir. Fırtınadan önceki sessizlik değilse bile, uzun süre güneşin görünmeyeceği kurşuni günlerin başladığını haber veren, buruk duyguların yoğunlaştığı bir veda olur. Otobüsün ardından, tekerleklerine takılır gözü Kenan’ın,  duyarsızca dönüyor olmaları içindeki boşluğu derinleştirir. Dönüş yolunu yarıladığında biraz olsun kendine gelmiştir. Arka koltuktaki Mars’ın arada bir ön ayaklarını omzuna atarak, ben varım, demesinin iyileştirici etkisini köpeklerle dost olanlar bilir.


-3-

Hayat bazen insanın üstüne üstüne gelir, sabrını sınarcasına… Sanırsınız Tanrı nerede pes diyeceğinizi ille de göreceğim diye tutturmuştur. Bu kadar da olmaz diye düşünürsünüz, her şey üst üste gelebilir mi? Haklı gibi gözükmenizin,  yaşamın çarklarının dönüşünü kestirmeye gelince kıymeti yoktur. Sabah kalkar, yaşam önünüze nasıl açılırsa öyle yaşarsınız.  İsyan etmek özgürlüğünüz vardır elbette…
Kışın ilk günleridir, şiddetli bir rüzgar kasıp kavurur Ovacık yaylasını. Ne spor için yürüyüşe, ne de Mars’ın gezmesine uygun bir gündür. Buna rağmen kendini dışarı atmak ister Kenan. Göğsüne basan bir sıkıntı sanki yüreğini söküp almaya çalışıyordur. Bilgisayarın başında çakılıp kalmış, tek cümle yazamamıştır. Kalkmış, okunması zorunlu kitaplar diye ayırdığı guruptan birini almıştır eline, ama boşuna… Olanaklı değildir işe yarar bir şeyler yapabilmesi.
Mars’ı çok soğuk havalarda giymesi için aldığı giysisinin içine zorla sokmuş, kendisi ise termal iç giyiminin üstüne sanki zırh kuşanırcasına giyinmiş, başlığını takıp atkısını boynuna sarmıştır. Arabayı Dağ Otel’in önüne park edip yürüyüş yoluna geçerler. Hava öylesine soğuk ve rüzgarlıdır ki, başka yürüyen kimsecikler yoktur. Bak işte bu rüzgâr beni kendime getirir... Nereden aklına geldiyse tasmasını açıp Mars’ı serbest bıracakağı tutar… Çimenli Yol’u ilk kez böylesine boş gördüğünden olabilir.
Orman Kafe’nin önüne geldiklerinde ilerde bir karartı görür, köpeğe benzetir, buralarda köpek, hele böyle bir havada… Uyanır birdenbire, çayın kenarında dolaşıp duran Mars’ı çağırır yanına, bir yandan da ona doğru koşuyordur. Mars önce bir duraklar, ardından ok gibi fırlar ileri, o köpeğe benzeyen karaltıya doğru… Kenan’a oyun yapmaya çalışıyordur. Kararsız kalır Kenan, dursun mu koşsun mu? Bilemez. Bu arada Mars hızla uzaklaşmaktadır. Kenan tekrar koşmaya başlar, çünkü karaltıya yaklaştıkça dehşete düşüyordur. Bir yandan, “Mars dur gitme, gel yanıma!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir yandan da çaresizlik içinde çimlerde taş veya odun benzeri, silah gibi kullanacağı şeyler arıyordur. Neredeyse kalbi duracaktır, hem gücünün sonuna gelmiştir, hem korkudan dehşet içindedir, karın boşluğundan yükselen alev beynine yürüyordur. Beyin nasıl olur da böyle kaynayabilir? Yaklaştıkça gözlerine inanamaz, evet o bir kurttur… Mars’ı altına alır… Saniyeler, saniyeler… Ne dediğini bilmeden çılgın gibi bağırarak koşar. Çaresizlik ejderha olmuş tüm varlığını eziyordur. Hayvan bir ara duraklar, Kenan’a da saldıracak gibi olur, ancak Kenan üzerine saldırınca ürküp kaçar.
Mars kanlar içinde hareketsiz yatıyordur.
Diz üstü çöker, elini kanlar içindeki başının altına koyar, boynunda hayat belirtisi diyebileceği titreşimler arıyordur, bulamaz… Gözyaşları içinde donup kalmıştır. Sonra birden alır kucağına Mars’ın bedenini otele doğru koşmaya başlar. Hayır, böyle taşımamalıdır… Yaşayacağı varsa bile sarsıntıdan… Bırakır yere Mars’ı, kanlı elleriyle ceplerinde telefon arar… Çaldırır Dağ Otel’i… Doktor veya benzeri biri acele oraya gelmelidir, mutlaka, hızla, yıldırım gibi… Cemal, becerikli çocuk, dakikalar içinde gelir doktorla. Maalesef der, doktor… Çöker Kenan. Zorla kaldırır otele götürürler, soğuktan donmak üzeredir.
Dut’un yanına gömer, Mars’ı.
(Devam edecek)

∘∘∘




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder