16 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMMEZ (36)






14_





  







Kapıyı vurup çıkma hakkımı kimse elimden alamaz.

Dücane CÜNDİOĞLU (d. 1962)


Kenan için  Kunduz’da baharda Mars’la sabah yürüyüşüne çıkmak, bilmem kaç milyar yıl geriye gidip okyanusların dibinde, canlı hücrelerinin ilk oluşumu izlemek gibi büyülü bir gösteridir. Yeniden dirilen canların taşıdığı narin ve nazenin potansiyel, bütün ihtişamıyla acılara umursamadan, sevinçlerden etkilenmeden boy atıyordur.
Yaşam denilen kurgunun acımasızlığı baharla birlikte su yüzüne çıkmış ve Kenan’ın içini burmuştur. Bunu apaçık görmek biraz hüzün yüklemiş olsa bile, baharın getirdiklerinin görkemi öyle büyüleyicidir ki en acılı ufuklar bile bu sihirde eriyip kayboluyordur.
Bahar güneşinde kozmik sarıya bulanmış taze pembe-beyaz çiçekleriyle kocamış kayınlara kur yapar erik ağacı.  Islak çayırların arasında akordeon körüğü gibi bir açılıp bir kapanan devinimlerle ilerleyen bebek bir solucan… Kenan’ın tekdüzelikten pas tutmuş ruhu önceleri, baharın mucizelerini görmezden gelmesini öğütlemiş ve duyacağı hayranlığın önünü kesmeye çalışmıştır. Oysa o, günün birinde, boşuna yaşamışım şimdiye dek diye kâbustan uyanır gibi kendine geldiğinde,  duyacağı pişmanlığı iyi bildiğinden tuzağa düşmez. Baharı doyasıya yaşıyor, duyduğu hayranlığa teslim oluyordur.
Yaşamdan kabarmış böyle bir bahar sabahı kapı çalınır; Mars kafesindeki aslanlar gibi turluyordur küçücük odayı, yemeğini beklerken; gözünde hiçbir zaman sönmeyen, deminki solucanın körüğünü çalıştıran gücün pırıltısı vardır.
“Kim olabilir ki Mars?”
“Hav, hav…” Yemeğini geciktiren şeyleri sevmez.
“Bakın kim geldi!” Yeni kısa saçlarıyla Hacer kapıdadır.
“Ben gelip söyleyeyim istedim, keyfini çıkarmak için… Anlatmak için duramadığım böyle bir haberim olmadı hiç…”  Yumuşak ve şefkatli bakar gözleri. İçeri atar kendini sırtını dayar kapattığı kapıya.  Birden atılır Kenan’ın boynuna, yüzünü, gözlerini, kulaklarını, alnını rastgele öpmeye başlar. Kenan neye uğradığını şaşırmış, kendini bırakmış teslim olmuştur. 
“Hikâyelerimden biri bu ay en gözde edebiyat dergilerinden birinde çıkıyor, inanamıyorum…”
Hâlâ yemek saplantısı içinde dolaşan Mars’ı alır kucağına, ardından atar kendini sedir görevi gören yatağa. Kenan Mars’ın yemeğini verip yanına oturur.
“Anlat bakalım…”
“Bu kaçıncı hikâye göndermem… sanırım artık bıktılar benden, lanet olsun, dediler basalım!”
“Gene alçaktan uçma, iyi değilse basmazlar…” diyerek çay koymaya gider Kenan. “Gel şimdi kahvaltı edelim.”
“Otele attım bavulları, koşturdum buraya. Bazen kısa ışık çakmaları halinde bile olsa benim de gözüme görünüyor yaşamın şiiri… Bu gerçekten bir mucize… Bir kerecik işitebilmek için bu sesi neler vermez insan.”
Kalkar, masanın hazırlanmasına yardım eder. Kahvaltıda hep edebiyat konuşurlar, aslında yalnızca Hacer konuşur… Birden ani bir manevra ile başka konuya zıplar Hacer. “Avukatıma bildirdim, kızımın bakımına uygun olmadığımı kabul ediyorum. Dava düşecek… Düşündüm taşındım, görümcem haklı, şimdiye dek o baktı. Suna benden fazla ona yakın. Baksana bana her gün bir renge giriyorum… Geriye kalıyor İzzet’in ölümü… Ne olursa olur umurumda değil. Sana anlattım, suçlu muyum, değil miyim? Bilmiyorum…”
Sessizlik olur. Babalarına yakalanmış liseli aşıklar gibi neşeleri bir anda donar.
“Kızına dayanabilecek misin?”
Omuz silker Hacer.
 “Görmeme izin veriyorlar; ayrıca şimdiye kadar nasıl yaşadım ki? Ben her şeye alışıyorum…”
Kenan konuyu değiştirir.
“Yolladığın yazı, şu Hamza’nın sorusu var ya, çok şaşırdım doğrusu, aklıyla ve sezgileriyle sırat köprüsünden geçmeyi göze alanlar varmış bizde de…”
“Bunu Hamza’ya onun anlayacağı dilden…”       sözünü tamamlayamaz Hacer.
Kenan sessizce başını eğer.
“Birlikte gitmeliyiz yanına…”
Kasvet çöker üstlerine. Ben şu masayı toplayayım diye kalkar Hacer. Kapı çalınır.
“Emine Hala bunu yolladı.”
Beyaz yüzlü, alnındaki yumuşak saçları yukarı kalkık bir çocuk çekingen gülücüğüyle bakar. Emine Hanım haşhaşlı çöreklerden yollamıştır. 
“Gel delikanlı, sen neyisin Emine Hanım’ın?”
 “Hamza benim dayım.”
“Yok canım? Senin gibi yakışıklı yeğeni mi varmış?”
İçe işleyen ela gözleri mahcuptur. Bir alev tarar içini Kenan’ın, oğlunu hatırlar.  Değişir bunlar zamanla demişlerdi, göz rengine hiç güvenmeyin… Ama deneyecek zamanı olmamıştı… Ela gözleriyle göçmüştü bilinmez dünyalara; böyle yakışıklı olur muydu? 
“Gel bakalım sana çay vereyim.”
Girer oturur sandalyelerden birine. Çörek yer çayla.
“Adın ne?”
“Osman.”
Kenan Hamza’nın durumunu Osman’a nasıl anlatacaklarını düşünür. Kim anlatacak? Çocuklar nasıl düşünür ölümü, anımsamaya çalışır o yaşlarda neler düşündüğünü. Dedesinin öldüğü günü hatırlar. Para vermişlerdi, dondurma al diye, gitmişti dondurma almaya. Böyle bir günde dondurma yenir mi dememişti. Yedi yaşındaydı.
“Dut nasıl Osman, hastalığı?
“Ağrıları biraz azaldı diyor Emine Hala.”
Çayını içip kalkar Osman.


-2-

Bir hafta sonra Hamza’ya giderler, ziyarete. Canlı bir güneşin yıkadığı durgun bir erken yaz öğlesidir. Doktoru bulurlar. Gözlerini yere dikip başını sağa sola gezdirerek kötüye gittiği işareti verir. İyi haber veremediği için üzüldüğünü söyler. Hamza’yla konuşmak istediklerini söylerler. Durumu ona anlatabilmek için tek kişilik bir odada görüşmelerinin mümkün olup olmadığını sorarlar. Doktor başhemşireyi çağırır talimat verir. Teşekkür edip çıkarlar. Bir süre koridorda oyalanır, sonra Hamza’nın yanına geçerler, yeni odasında. Koca vücudun nasıl eridiğine inanamazlar, ancak hiçbiri söz etmez bundan. Çaresizlik uyuşturucu olmuş beyinlerine ket vurmuştur. Sağlıklı olmaktan utandıkları tuhaf anlardan geçiyorlardır. Nasıl başlayacaklarını bilemezler konuşmaya. Kenan en sevdiğini düşündüğü şeyle başlamayı uygun bulur.
“Dut çok iyi, ağrıları epey azalmış.”
İnanmaz ama yine de gülümsemeye çalışır Hamza. “İyi… Osman da orda, dün bana geldi.”
Bir ara çok iyi görür Hamza’yı Kenan. Acaba diye geçirir içinden… Hacer boş bakışlarına olumlu anlam yüklemeye çalışır. Hamza kolaylaştırır işlerini, giderek küçülen ve solgunlaşan hantal vücudunu biraz olsun yukarı çekmeye çalışır. “Kenan Bey, sana dediklerime şey yapabildin mi?..”
Hacer önce davranır. “Hamza ben bakıştırdım. Önceleri de epey soruşturmuştum. Neden dersen, aynı şeyi yapmayı düşündüğüm zamanlar olmuştu… Çekip gitmek istediğim anlar… Sözüne özüne inandığım biri var, dini bütün biri, yani ben öyle düşünüyorum…”
Susar. Kenan bir şeyler diyecek olur ama cayar; nemlenen gözlerinden midir bilemez. Hamza ağzından zar zor yuvarladığı kelimelerle, Kenan’a bakar.
“Akıllı, dürüst, dünya hesabına en az bulaşmış, senin de çok güveneceğin biri Hamza!” Kenan kırılan sözcüklerinden kaçabilmek için işaret eder Hacer’e, biraz daha anlat dercesine.
“Bazılarının bu seçimi yapabilmesinin gerektiğine inanıyorum, diyor… Hem Allah istemezse bu dünyada yaprak bile kımıldamaz…”
Hamza donuk bakışlarını bir süre Hacer’in yüzünde tutar, pili bitti bitecek bir el feneri gibi. Anladım galiba der gibi başını sallar, çok dikkatli birinin ancak yakalayacağı ince hassas salınımlardır bunlar. Sonra ağır ağır çevirir başını Kenan’a. Fersiz gözlerini güçlükle yukarı kaldırır soran bakışlarını Kenan görsün diye.
“Ben de aynen öyle düşünüyorum Hamza, Allah biliyor içimi, ben de; bilgimiz neyse…” Kenan sözünü bağlayamadan keser.
Hamza’nın gözleri tamamen kapanır. Yüz çizgilerinden konuşacak bir şeyinin kalmadığını anlarlar. Sağ olun demek isteyen eli hafifçe havaya kalkar ve yorgana geri düşer;  yaralı bir kuşun yere çakılmasını andırır. Hamza yarı baygın kendinden geçmiştir. Etten kemikten sıyrılmış iki karanlık ruh gibi odadan çıkarlar. Hacer hemşireye haber verir. Merdivenlerden inip bahçeye geçer, hastanenin yanındaki akasyalı yola saparlar. Ayakları sanki hastane dışına çıkmaya direnmiştir. Hareketleri bilinçleri dışında akıyordur. Bir süre yürürler, akasyalardan kurtulabilen güneşin benek benek ışıltılı lekeler bıraktığı taşlık yolda. Sessiz bir diyalog sürer aralarında. Zamanı gelmiştir ancak bir türlü seslendiremez, hayatın trajik anlamıyla oynamaya cesaret edemezler.
Hacer durur, bakışları yerin parçalı taşlarına saplıdır. Ne yapacağını bilmeyen Kenan da ardından yere çevirir gözlerini ve hareketsiz kalır. Taşlar arasındaki ince yarıklardan sızarak fışkıran çimenler, taşı delip kendilerini dışarı atan kutsal canlar gibidir… Karşılıklı dururlar. Hacer eğilir, beklenmeyen misafirler gibi gözüken çayırları okşar, incitmemeye özen göstererek. Onları hastanenin dışına neyin koyvermediğinin ayırdındadır. Yavaşça kalkar, Kenan’ın elini tutar. Hafifçe sıkar. Kısa bir duraksamadan sonra yanıt gelir Kenan’dan. Pekâlâ diyen eli Hacer’in eline bastırıyordur. Ağır adımlarla geri dönüp hastaneye yönelirler. Ana kapıdan girip doktorun odasına dönerler. Kapıdadır, hemşireyle konuşuyordur Doktor. Konuşmanın bitmesini beklerler. Onları gördüğünden emindirler ama görmemiş gibi davranır Doktor. Hemşire uzaklaşırken doktor isteksizce onlara yönelir. Kenan Hamza’yı bu hafta gelip bir günlüğüne almalarının mümkün olup olmadığını sorar. Doktor kafasında başka bir şey varmış, önce onu halletmesi gerekiyormuş gibi bir tereddüt geçirir.
“Olur.” Gözlerini kaçırır. “Biz ağrı kesiciyi veririz, bir gün için yeterli olur, götürebilirsiniz.”
Varoluşun insanı bunca acıyla sınamasının neden gerektiğini tartışmanın tam zamanıdır, ancak işe yaramayacağını bildiklerinden suskunluğun bilgeliğine yaslanırlar... 


-3-

Hamza’yı ambulansla yollar Köy’e doktor. Önce ambulans ayarlamakta güçlük çekiyoruz diye yan çizmek istemiş, ama sonunda hastanın durumunun ağırlığından olacak, siz hiç gelmeyin demiştir;  zaten çok hasta, bir de dağ yollarında arka koltukta ine kalka yolculuk etmesin.
Tek odalı evindeki yatağa yatırırlar onu, Emine Hanım hazırlamıştır odasını. Gündüzleri divana dönüşen yatağın karşısında lavabo ile ocak var. Duvarda üzerlerine muşamba kaplanmış üç raf, tabaklar için. Yerdeki kilimi kim bilir kaç yıl önce güreşten kazanmış.
Ambulanstan indirilirken kendinde olmayan Hamza odasına girince gözlerini açar. Donuk yüzü ışımış, evinde hissetmenin büyüsü müdür bilinmez, yüzünün derin çizgileri, susuzluktan kavrulup çatlamış çorak toprakların yağmurdan sonra yumuşayıp canlanması gibi gevşemiş, yayılmıştır. Rehavet içinde yorgun ama dingin, kendinden emin, şefkatle bakan bildik Hamza geri gelmiştir.
Emine Hanım yorganı üstüne çeker, sürahi ve bardak taşıyan küçük sehpayı yatağının yanına sürer. Evi temizlemiş, silmiş süpürmüş yaşanır hale getirmiştir. Bir ara oturuşur, yatağın başındaki sandalyeye çöker.
 “İyi gördüm seni, çok!”
Ses vermez, güler geçer Hamza.
“Allah senden razı olsun.”
“Senden de razı olsun Hamza efendi!”
“Osman, Dut…”
“Şimdi yollarım, benim evdeler, bekle dedim Osman’a…” Sürahiden bir bardak su doldurup içer Emine Hanım. “Hadi şimdi ben kalkayım…”
On yılı aşkındır burada, bu tek odalı evde yaşıyordur Hamza. Hiç yakınmamıştır. Ne insanlardan ne de hayattan. Herkese, her şeye gülmüştür. Hemen şurası, başucundaki  sürahinin üstünde durduğu sehpanın yeri aslında Dut’un yeridir. Sol kolu aşağıya her sarkmasında eli onun yumuşak tüylerine kavuşmazsa gözü odayı aranırdı, bir köşede buluncaya dek… Bu ona yetmiş olacak ki evlenmek falan, çok demelerine ve çok kız göstermelerine karşın hiç aklına yatmamıştı. Kahvede kim bilir kaç kez söylemişti. “Dut olmasaydı, belki, o yetiyor bana, can yoldaşıysa can yoldaşı işte, daha ne isterim…”
Kapıdan tıkırtı gelir. Tahta kapının kilidinin dili kalkar ortası delik kara anahtarla, Osman girer, arkasından Dut… Osman ayakkabılarını çıkarırken Dut ağır adımlarla hasta vücudunu taşır Hamza’ya. Ön ayaklarını güçlükle dayar yatağa. Hamza okşar başını. Sonra Dut’un alışık olmadığı bir şey yapar. Fersiz kocaman elini yatağa vuruyordur. Anlar Dut ne demek istediğini. Yatağa çıkmasını istiyordur. İnanamaz gözlerine çünkü yasaktır yatağa çıkması. Akıllı köpektir o, yapmaması gereken şeyleri iyi biliyordur. Ama, hayır, bu kez bir şeyler farklıdır belli ki. Çünkü Hamza hâlâ yatağa vurmayı sürdürüyordur. Sağa sola yavaşça döndürür başını, doğru mu anladım diye bakar. Yatağa çıkmaya çalışır, beceremez. Hamza’nın yardımıyla atlar yukarı. Beyazların hızla yayıldığı kızıl kahve tüyleri okşar Hamza. Sarılır, kucaklar yorgun vücudunu. Dut bütün yüzünü hastane günlerinin hasretini giderircesine yalıyordur. Hamza’nın boşalan gözyaşları Dut’un tüylerini ıslatır.
Osman ayakta olan biteni seyreder.
“Dayı ağlıyor musun?”
Başını kaldırır ıslak gözlerini elinin sırtıyla silmeye çalışır.
“Yok be Osman, sevinçten, özledim biliyor musun Dut’u…” Susar. “Seni de özledim. Nasılsın?”
Osman sarılır dayısına, yine başlar ağlamaya Hamza. Aslında üzüntülü değildir. Mutsuz değildir. Yaşamın bildik sıradan hüznü gözyaşı olmuş iradesi dışında boşalıyordur.
“Annen veriyor mu seni çıraklığa?”
“Okulu bırakmam.”
“Sakın!”
“Gider miyim?”
“Benim oğlum olacakmışsın, yanlış olmuş; olsun, seni oğlum bilirim, neyim varsa sana kalsın isterim.”
Osman gelir sarılır dayısına. Yanaklarından öper Hamza defalarca.
“Hadi şimdi al Dut’u götür Emine Hala’ya, hasta biliyorsun o da…”
Tarifsiz bir boşluk içinde ilk kez hissettiği buruk bir huzur duyar Hamza. İnanamıyordur, mutludur… Yakınmaz kendinden, barışıktır. Uykuya dalacak gibi olur, kapının dili yine oynar. Kenan’la Hacer içeri süzülürler. Yatakta yükselmeye çalışır, zorlanır Hamza.  Başucuna iki sandalye çekip otururlar. Nasılsın diye söze girmenin yakışık almadığı anlardan biridir. Sessizce otururlar bir süre. Suskunluğun dili tüm sözlerden daha etkindir. Hamza’nın sesi derinden, boğuk gelir.
“Allah sizden razı olsun…”
Başlarıyla verdikleri karşılığa acılı gülücükleri eşlik etmiştir. Bir süre daha sessiz otururlar. Kenan küçülmüş koca adamın yataktan sarkan kemikli elini şefkatle sıvazlar, hafifçe doğrulur kalkar. Hoşça kal bile diyemez. Ne denecekse gözleri söylesin istemiştir. Sessizliğin önüne koyacak başka bir şeyinin kalmadığını hisseder. Hacer izler onu, o da ağzını açamamıştır. Gözleri ilişir Hamza’ya, şaşırır: Başı dik, kendinden emin, onurludur. İmrenir. Hayatı biliyormuşuz gibi davrandığımız her vakte lanet okur içinden.
Kapıdan kayar gibi ağırlıklarını hissetmeden süzülürler. Var ve canlı olduklarının utancı yüzlerine vurmuştur. Ayakları onları doğrudan Ovacık Yaylası’na yönlendirir. Konuşmadıkları halde, doğruca Keltepe’ye sapacaklarından emindirler. Böyle sefil bir ruh hali başka nerede durulur ki?


-4-

Tek başına kalınca bir süre yalnızlığı içine çeker. Yavaşça doğrulur, tutunarak yataktan iner. Dizlerinin ve ellerinin üzerinde yürüyerek köşedeki sandığa gidip içimden el yordamıyla bir çarşaf çıkarır. Emekleyerek geri döner, becerebildiği kadar serer ortaya çarşafı. Bağdaş kurup oturur. Bildiği ve hatırlayabildiği kadarıyla dua eder, aslında pek dua falan bildiği yoktur, içinden gelenleri söylemekle yetinir. Sırtının kamburu düzelmiş, omuzları dikleşmiştir.
“Allah’ım, geldim. Huzurundayım. Günahlarım, hatalarım çok... Elimden bu kadar geldi… Nedense, insanların doğru dediklerine uymak pek nasip olmadı bana. Güreşmek istedim, bırak bunları iş güç sahibi ol dediler. Ben kendi bildiğimi yaptım, iyi bir güreşçi oldum. Sonra, ille evlenmek gerek dediler, benim aklım yatmadı. Çıkmadı karşıma gerçekten isteyeceğim biri. Yine kendi yolumda gittim. Herkes yanlış yaptığımı, ev ocak sahibi olmam gerektiğinde ısrarlı oldu. Sonra karşıma Dut’u çıkardın, bakmak istedim ona, dost oldum. Kardeşimin evinde kalıyordum, olmaz dedi, evime köpek sokmam. Ben de ne yapayım, peki o halde deyip Dağ’a geldim çalışmaya. Çocuğum gibi sevdiğim Osman’ı bile yanıma göndermediler.
“Şimdi de, çağırıyorsun ya, hem beni hem Dut’u yanına… Tamam dedim, erkence uyalım güzel Rabbimin isteğine… Be kez de olmaz Allah verir, Allah, alır sana söz düşmez dediler… Ben ise biliyorsun, aklıma yatanı yapmazsam günah işlemiş gibi oluyorum. Güvendiğim bir abime sordum. Dedim böyle böyle… Allah’ın dinini bize anlatanlar ne diyor. Onlar bakıştırdılar. Buldular bir işaret, onların aklına uygun düşmüş olacak, bana dediler…
“Bana bildiklerimi yapma gücü verdin, sana binlerce şükürler olsun, yüce Mevlam…”
İçi rahatlamıştır. Emekleyerek sandığa gider gene. Dizlerinin üstünden kalkmadan sağ elini daldırır sandığa, hemen ön sol köşede duran tabancayı alır. Kapar sandığı. Aynı şekilde, ama bu kez çok daha yavaş emekleme adımlarıyla yerine döner.
Bağdaş kurup besmele çeker.
Dayar sağ şakağına babadan kalma tabancasını.
Ateşler…
(Devam edecek)
∘∘∘










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder