14_
Kapıyı vurup çıkma hakkımı kimse elimden alamaz.
Dücane CÜNDİOĞLU (d. 1962)
Kenan için Kunduz’da baharda Mars’la sabah yürüyüşüne
çıkmak, bilmem kaç milyar yıl geriye gidip okyanusların dibinde, canlı
hücrelerinin ilk oluşumu izlemek gibi büyülü bir gösteridir. Yeniden dirilen
canların taşıdığı narin ve nazenin potansiyel, bütün ihtişamıyla acılara
umursamadan, sevinçlerden etkilenmeden boy atıyordur.
Yaşam denilen kurgunun acımasızlığı
baharla birlikte su yüzüne çıkmış ve Kenan’ın içini burmuştur. Bunu apaçık
görmek biraz hüzün yüklemiş olsa bile, baharın getirdiklerinin görkemi öyle
büyüleyicidir ki en acılı ufuklar bile bu sihirde eriyip kayboluyordur.
Bahar güneşinde kozmik sarıya
bulanmış taze pembe-beyaz çiçekleriyle kocamış kayınlara kur yapar erik
ağacı. Islak çayırların arasında
akordeon körüğü gibi bir açılıp bir kapanan devinimlerle ilerleyen bebek bir
solucan… Kenan’ın tekdüzelikten pas tutmuş ruhu önceleri, baharın mucizelerini
görmezden gelmesini öğütlemiş ve duyacağı hayranlığın önünü kesmeye
çalışmıştır. Oysa o, günün birinde, boşuna yaşamışım şimdiye dek diye kâbustan
uyanır gibi kendine geldiğinde, duyacağı
pişmanlığı iyi bildiğinden tuzağa düşmez. Baharı doyasıya yaşıyor, duyduğu
hayranlığa teslim oluyordur.
Yaşamdan kabarmış böyle bir bahar
sabahı kapı çalınır; Mars kafesindeki aslanlar gibi turluyordur küçücük odayı,
yemeğini beklerken; gözünde hiçbir zaman sönmeyen, deminki solucanın körüğünü
çalıştıran gücün pırıltısı vardır.
“Kim
olabilir ki Mars?”
“Hav, hav…”
Yemeğini geciktiren şeyleri sevmez.
“Bakın kim
geldi!” Yeni kısa saçlarıyla Hacer kapıdadır.
“Ben gelip
söyleyeyim istedim, keyfini çıkarmak için… Anlatmak için duramadığım böyle bir
haberim olmadı hiç…” Yumuşak ve şefkatli
bakar gözleri. İçeri atar kendini sırtını dayar kapattığı kapıya. Birden atılır Kenan’ın boynuna, yüzünü,
gözlerini, kulaklarını, alnını rastgele öpmeye başlar. Kenan neye uğradığını
şaşırmış, kendini bırakmış teslim olmuştur.
“Hikâyelerimden
biri bu ay en gözde edebiyat dergilerinden birinde çıkıyor, inanamıyorum…”
Hâlâ yemek
saplantısı içinde dolaşan Mars’ı alır kucağına, ardından atar kendini sedir
görevi gören yatağa. Kenan Mars’ın yemeğini verip yanına oturur.
“Anlat
bakalım…”
“Bu kaçıncı
hikâye göndermem… sanırım artık bıktılar benden, lanet olsun, dediler basalım!”
“Gene
alçaktan uçma, iyi değilse basmazlar…” diyerek çay koymaya gider Kenan. “Gel
şimdi kahvaltı edelim.”
“Otele attım
bavulları, koşturdum buraya. Bazen kısa ışık çakmaları halinde bile olsa benim
de gözüme görünüyor yaşamın şiiri… Bu gerçekten bir mucize… Bir kerecik
işitebilmek için bu sesi neler vermez insan.”
Kalkar,
masanın hazırlanmasına yardım eder. Kahvaltıda hep edebiyat konuşurlar, aslında
yalnızca Hacer konuşur… Birden ani bir manevra ile başka konuya zıplar Hacer.
“Avukatıma bildirdim, kızımın bakımına uygun olmadığımı kabul ediyorum. Dava düşecek…
Düşündüm taşındım, görümcem haklı, şimdiye dek o baktı. Suna benden fazla ona
yakın. Baksana bana her gün bir renge giriyorum… Geriye kalıyor İzzet’in ölümü…
Ne olursa olur umurumda değil. Sana anlattım, suçlu muyum, değil miyim?
Bilmiyorum…”
Sessizlik
olur. Babalarına yakalanmış liseli aşıklar gibi neşeleri bir anda donar.
“Kızına
dayanabilecek misin?”
Omuz silker
Hacer.
“Görmeme izin veriyorlar; ayrıca şimdiye kadar
nasıl yaşadım ki? Ben her şeye alışıyorum…”
Kenan konuyu
değiştirir.
“Yolladığın
yazı, şu Hamza’nın sorusu var ya, çok şaşırdım doğrusu, aklıyla ve sezgileriyle
sırat köprüsünden geçmeyi göze alanlar varmış bizde de…”
“Bunu
Hamza’ya onun anlayacağı dilden…” sözünü
tamamlayamaz Hacer.
Kenan
sessizce başını eğer.
“Birlikte
gitmeliyiz yanına…”
Kasvet çöker
üstlerine. Ben şu masayı toplayayım diye kalkar Hacer. Kapı çalınır.
“Emine Hala
bunu yolladı.”
Beyaz yüzlü,
alnındaki yumuşak saçları yukarı kalkık bir çocuk çekingen gülücüğüyle bakar.
Emine Hanım haşhaşlı çöreklerden yollamıştır.
“Gel
delikanlı, sen neyisin Emine Hanım’ın?”
“Hamza benim dayım.”
“Yok canım?
Senin gibi yakışıklı yeğeni mi varmış?”
İçe işleyen
ela gözleri mahcuptur. Bir alev tarar içini Kenan’ın, oğlunu hatırlar. Değişir bunlar zamanla demişlerdi, göz
rengine hiç güvenmeyin… Ama deneyecek zamanı olmamıştı… Ela gözleriyle göçmüştü
bilinmez dünyalara; böyle yakışıklı olur muydu?
“Gel bakalım
sana çay vereyim.”
Girer oturur
sandalyelerden birine. Çörek yer çayla.
“Adın ne?”
“Osman.”
Kenan
Hamza’nın durumunu Osman’a nasıl anlatacaklarını düşünür. Kim anlatacak?
Çocuklar nasıl düşünür ölümü, anımsamaya çalışır o yaşlarda neler düşündüğünü.
Dedesinin öldüğü günü hatırlar. Para vermişlerdi, dondurma al diye, gitmişti
dondurma almaya. Böyle bir günde dondurma yenir mi dememişti. Yedi yaşındaydı.
“Dut nasıl
Osman, hastalığı?
“Ağrıları
biraz azaldı diyor Emine Hala.”
Çayını içip
kalkar Osman.
-2-
Bir hafta
sonra Hamza’ya giderler, ziyarete. Canlı bir güneşin yıkadığı durgun bir erken
yaz öğlesidir. Doktoru bulurlar. Gözlerini yere dikip başını sağa sola
gezdirerek kötüye gittiği işareti verir. İyi haber veremediği için üzüldüğünü
söyler. Hamza’yla konuşmak istediklerini söylerler. Durumu ona anlatabilmek
için tek kişilik bir odada görüşmelerinin mümkün olup olmadığını sorarlar.
Doktor başhemşireyi çağırır talimat verir. Teşekkür edip çıkarlar. Bir süre
koridorda oyalanır, sonra Hamza’nın yanına geçerler, yeni odasında. Koca
vücudun nasıl eridiğine inanamazlar, ancak hiçbiri söz etmez bundan. Çaresizlik
uyuşturucu olmuş beyinlerine ket vurmuştur. Sağlıklı olmaktan utandıkları tuhaf
anlardan geçiyorlardır. Nasıl başlayacaklarını bilemezler konuşmaya. Kenan en
sevdiğini düşündüğü şeyle başlamayı uygun bulur.
“Dut çok
iyi, ağrıları epey azalmış.”
İnanmaz ama
yine de gülümsemeye çalışır Hamza. “İyi… Osman da orda, dün bana geldi.”
Bir ara çok
iyi görür Hamza’yı Kenan. Acaba diye geçirir içinden… Hacer boş bakışlarına
olumlu anlam yüklemeye çalışır. Hamza kolaylaştırır işlerini, giderek küçülen
ve solgunlaşan hantal vücudunu biraz olsun yukarı çekmeye çalışır. “Kenan Bey,
sana dediklerime şey yapabildin mi?..”
Hacer önce
davranır. “Hamza ben bakıştırdım. Önceleri de epey soruşturmuştum. Neden
dersen, aynı şeyi yapmayı düşündüğüm zamanlar olmuştu… Çekip gitmek istediğim
anlar… Sözüne özüne inandığım biri var, dini bütün biri, yani ben öyle
düşünüyorum…”
Susar. Kenan
bir şeyler diyecek olur ama cayar; nemlenen gözlerinden midir bilemez. Hamza
ağzından zar zor yuvarladığı kelimelerle, Kenan’a bakar.
“Akıllı,
dürüst, dünya hesabına en az bulaşmış, senin de çok güveneceğin biri Hamza!”
Kenan kırılan sözcüklerinden kaçabilmek için işaret eder Hacer’e, biraz daha
anlat dercesine.
“Bazılarının
bu seçimi yapabilmesinin gerektiğine inanıyorum, diyor… Hem Allah istemezse bu
dünyada yaprak bile kımıldamaz…”
Hamza donuk
bakışlarını bir süre Hacer’in yüzünde tutar, pili bitti bitecek bir el feneri
gibi. Anladım galiba der gibi başını sallar, çok dikkatli birinin ancak
yakalayacağı ince hassas salınımlardır bunlar. Sonra ağır ağır çevirir başını
Kenan’a. Fersiz gözlerini güçlükle yukarı kaldırır soran bakışlarını Kenan
görsün diye.
“Ben de
aynen öyle düşünüyorum Hamza, Allah biliyor içimi, ben de; bilgimiz neyse…”
Kenan sözünü bağlayamadan keser.
Hamza’nın
gözleri tamamen kapanır. Yüz çizgilerinden konuşacak bir şeyinin kalmadığını
anlarlar. Sağ olun demek isteyen eli hafifçe havaya kalkar ve yorgana geri
düşer; yaralı bir kuşun yere çakılmasını
andırır. Hamza yarı baygın kendinden geçmiştir. Etten kemikten sıyrılmış iki karanlık
ruh gibi odadan çıkarlar. Hacer hemşireye haber verir. Merdivenlerden inip
bahçeye geçer, hastanenin yanındaki akasyalı yola saparlar. Ayakları sanki
hastane dışına çıkmaya direnmiştir. Hareketleri bilinçleri dışında akıyordur.
Bir süre yürürler, akasyalardan kurtulabilen güneşin benek benek ışıltılı
lekeler bıraktığı taşlık yolda. Sessiz bir diyalog sürer aralarında. Zamanı
gelmiştir ancak bir türlü seslendiremez, hayatın trajik anlamıyla oynamaya
cesaret edemezler.
Hacer durur,
bakışları yerin parçalı taşlarına saplıdır. Ne yapacağını bilmeyen Kenan da
ardından yere çevirir gözlerini ve hareketsiz kalır. Taşlar arasındaki ince
yarıklardan sızarak fışkıran çimenler, taşı delip kendilerini dışarı atan
kutsal canlar gibidir… Karşılıklı dururlar. Hacer eğilir, beklenmeyen
misafirler gibi gözüken çayırları okşar, incitmemeye özen göstererek. Onları
hastanenin dışına neyin koyvermediğinin ayırdındadır. Yavaşça kalkar, Kenan’ın
elini tutar. Hafifçe sıkar. Kısa bir duraksamadan sonra yanıt gelir Kenan’dan.
Pekâlâ diyen eli Hacer’in eline bastırıyordur. Ağır adımlarla geri dönüp
hastaneye yönelirler. Ana kapıdan girip doktorun odasına dönerler. Kapıdadır,
hemşireyle konuşuyordur Doktor. Konuşmanın bitmesini beklerler. Onları
gördüğünden emindirler ama görmemiş gibi davranır Doktor. Hemşire uzaklaşırken
doktor isteksizce onlara yönelir. Kenan Hamza’yı bu hafta gelip bir günlüğüne
almalarının mümkün olup olmadığını sorar. Doktor kafasında başka bir şey
varmış, önce onu halletmesi gerekiyormuş gibi bir tereddüt geçirir.
“Olur.”
Gözlerini kaçırır. “Biz ağrı kesiciyi veririz, bir gün için yeterli olur,
götürebilirsiniz.”
Varoluşun
insanı bunca acıyla sınamasının neden gerektiğini tartışmanın tam zamanıdır,
ancak işe yaramayacağını bildiklerinden suskunluğun bilgeliğine
yaslanırlar...
-3-
Hamza’yı ambulansla
yollar Köy’e doktor. Önce ambulans ayarlamakta güçlük çekiyoruz diye yan çizmek
istemiş, ama sonunda hastanın durumunun ağırlığından olacak, siz hiç gelmeyin
demiştir; zaten çok hasta, bir de dağ
yollarında arka koltukta ine kalka yolculuk etmesin.
Tek odalı
evindeki yatağa yatırırlar onu, Emine Hanım hazırlamıştır odasını. Gündüzleri
divana dönüşen yatağın karşısında lavabo ile ocak var. Duvarda üzerlerine
muşamba kaplanmış üç raf, tabaklar için. Yerdeki kilimi kim bilir kaç yıl önce
güreşten kazanmış.
Ambulanstan
indirilirken kendinde olmayan Hamza odasına girince gözlerini açar. Donuk yüzü
ışımış, evinde hissetmenin büyüsü müdür bilinmez, yüzünün derin çizgileri,
susuzluktan kavrulup çatlamış çorak toprakların yağmurdan sonra yumuşayıp
canlanması gibi gevşemiş, yayılmıştır. Rehavet içinde yorgun ama dingin,
kendinden emin, şefkatle bakan bildik Hamza geri gelmiştir.
Emine Hanım
yorganı üstüne çeker, sürahi ve bardak taşıyan küçük sehpayı yatağının yanına
sürer. Evi temizlemiş, silmiş süpürmüş yaşanır hale getirmiştir. Bir ara
oturuşur, yatağın başındaki sandalyeye çöker.
“İyi gördüm seni, çok!”
Ses vermez,
güler geçer Hamza.
“Allah
senden razı olsun.”
“Senden de
razı olsun Hamza efendi!”
“Osman,
Dut…”
“Şimdi
yollarım, benim evdeler, bekle dedim Osman’a…” Sürahiden bir bardak su doldurup
içer Emine Hanım. “Hadi şimdi ben kalkayım…”
On yılı
aşkındır burada, bu tek odalı evde yaşıyordur Hamza. Hiç yakınmamıştır. Ne
insanlardan ne de hayattan. Herkese, her şeye gülmüştür. Hemen şurası, başucundaki sürahinin üstünde durduğu sehpanın yeri
aslında Dut’un yeridir. Sol kolu aşağıya her sarkmasında eli onun yumuşak
tüylerine kavuşmazsa gözü odayı aranırdı, bir köşede buluncaya dek… Bu ona
yetmiş olacak ki evlenmek falan, çok demelerine ve çok kız göstermelerine
karşın hiç aklına yatmamıştı. Kahvede kim bilir kaç kez söylemişti. “Dut
olmasaydı, belki, o yetiyor bana, can yoldaşıysa can yoldaşı işte, daha ne
isterim…”
Kapıdan
tıkırtı gelir. Tahta kapının kilidinin dili kalkar ortası delik kara anahtarla,
Osman girer, arkasından Dut… Osman ayakkabılarını çıkarırken Dut ağır adımlarla
hasta vücudunu taşır Hamza’ya. Ön ayaklarını güçlükle dayar yatağa. Hamza okşar
başını. Sonra Dut’un alışık olmadığı bir şey yapar. Fersiz kocaman elini yatağa
vuruyordur. Anlar Dut ne demek istediğini. Yatağa çıkmasını istiyordur.
İnanamaz gözlerine çünkü yasaktır yatağa çıkması. Akıllı köpektir o, yapmaması
gereken şeyleri iyi biliyordur. Ama, hayır, bu kez bir şeyler farklıdır belli
ki. Çünkü Hamza hâlâ yatağa vurmayı sürdürüyordur. Sağa sola yavaşça döndürür
başını, doğru mu anladım diye bakar. Yatağa çıkmaya çalışır, beceremez.
Hamza’nın yardımıyla atlar yukarı. Beyazların hızla yayıldığı kızıl kahve
tüyleri okşar Hamza. Sarılır, kucaklar yorgun vücudunu. Dut bütün yüzünü hastane
günlerinin hasretini giderircesine yalıyordur. Hamza’nın boşalan gözyaşları
Dut’un tüylerini ıslatır.
Osman ayakta
olan biteni seyreder.
“Dayı
ağlıyor musun?”
Başını
kaldırır ıslak gözlerini elinin sırtıyla silmeye çalışır.
“Yok be
Osman, sevinçten, özledim biliyor musun Dut’u…” Susar. “Seni de özledim.
Nasılsın?”
Osman
sarılır dayısına, yine başlar ağlamaya Hamza. Aslında üzüntülü değildir. Mutsuz
değildir. Yaşamın bildik sıradan hüznü gözyaşı olmuş iradesi dışında
boşalıyordur.
“Annen veriyor
mu seni çıraklığa?”
“Okulu
bırakmam.”
“Sakın!”
“Gider
miyim?”
“Benim oğlum
olacakmışsın, yanlış olmuş; olsun, seni oğlum bilirim, neyim varsa sana kalsın
isterim.”
Osman gelir
sarılır dayısına. Yanaklarından öper Hamza defalarca.
“Hadi şimdi
al Dut’u götür Emine Hala’ya, hasta biliyorsun o da…”
Tarifsiz bir
boşluk içinde ilk kez hissettiği buruk bir huzur duyar Hamza. İnanamıyordur,
mutludur… Yakınmaz kendinden, barışıktır. Uykuya dalacak gibi olur, kapının
dili yine oynar. Kenan’la Hacer içeri süzülürler. Yatakta yükselmeye çalışır,
zorlanır Hamza. Başucuna iki sandalye
çekip otururlar. Nasılsın diye söze girmenin yakışık almadığı anlardan biridir.
Sessizce otururlar bir süre. Suskunluğun dili tüm sözlerden daha etkindir.
Hamza’nın sesi derinden, boğuk gelir.
“Allah
sizden razı olsun…”
Başlarıyla verdikleri karşılığa acılı gülücükleri eşlik etmiştir. Bir süre
daha sessiz otururlar. Kenan küçülmüş koca adamın yataktan sarkan kemikli elini
şefkatle sıvazlar, hafifçe doğrulur kalkar. Hoşça kal bile diyemez. Ne
denecekse gözleri söylesin istemiştir. Sessizliğin önüne koyacak başka bir
şeyinin kalmadığını hisseder. Hacer izler onu, o da ağzını açamamıştır. Gözleri
ilişir Hamza’ya, şaşırır: Başı dik, kendinden emin, onurludur. İmrenir. Hayatı
biliyormuşuz gibi davrandığımız her vakte lanet okur içinden.
Kapıdan kayar gibi ağırlıklarını hissetmeden süzülürler. Var ve canlı
olduklarının utancı yüzlerine vurmuştur. Ayakları onları doğrudan Ovacık
Yaylası’na yönlendirir. Konuşmadıkları halde, doğruca Keltepe’ye
sapacaklarından emindirler. Böyle sefil bir ruh hali başka nerede durulur ki?
-4-
Tek başına kalınca bir süre yalnızlığı içine çeker. Yavaşça doğrulur,
tutunarak yataktan iner. Dizlerinin ve ellerinin üzerinde yürüyerek köşedeki
sandığa gidip içimden el yordamıyla bir çarşaf çıkarır. Emekleyerek geri döner,
becerebildiği kadar serer ortaya çarşafı. Bağdaş kurup oturur. Bildiği ve
hatırlayabildiği kadarıyla dua eder, aslında pek dua falan bildiği yoktur,
içinden gelenleri söylemekle yetinir. Sırtının kamburu düzelmiş, omuzları
dikleşmiştir.
“Allah’ım, geldim. Huzurundayım. Günahlarım, hatalarım çok... Elimden bu
kadar geldi… Nedense, insanların doğru dediklerine uymak pek nasip olmadı bana.
Güreşmek istedim, bırak bunları iş güç sahibi ol dediler. Ben kendi bildiğimi
yaptım, iyi bir güreşçi oldum. Sonra, ille evlenmek gerek dediler, benim aklım
yatmadı. Çıkmadı karşıma gerçekten isteyeceğim biri. Yine kendi yolumda gittim.
Herkes yanlış yaptığımı, ev ocak sahibi olmam gerektiğinde ısrarlı oldu. Sonra
karşıma Dut’u çıkardın, bakmak istedim ona, dost oldum. Kardeşimin evinde
kalıyordum, olmaz dedi, evime köpek sokmam. Ben de ne yapayım, peki o halde
deyip Dağ’a geldim çalışmaya. Çocuğum gibi sevdiğim Osman’ı bile yanıma
göndermediler.
“Şimdi de, çağırıyorsun ya, hem beni hem Dut’u yanına… Tamam dedim, erkence
uyalım güzel Rabbimin isteğine… Be kez de olmaz Allah verir, Allah, alır sana
söz düşmez dediler… Ben ise biliyorsun, aklıma yatanı yapmazsam günah işlemiş
gibi oluyorum. Güvendiğim bir abime sordum. Dedim böyle böyle… Allah’ın dinini
bize anlatanlar ne diyor. Onlar bakıştırdılar. Buldular bir işaret, onların
aklına uygun düşmüş olacak, bana dediler…
“Bana bildiklerimi yapma gücü verdin, sana binlerce şükürler olsun, yüce
Mevlam…”
İçi rahatlamıştır. Emekleyerek sandığa gider gene. Dizlerinin üstünden
kalkmadan sağ elini daldırır sandığa, hemen ön sol köşede duran tabancayı alır.
Kapar sandığı. Aynı şekilde, ama bu kez çok daha yavaş emekleme adımlarıyla
yerine döner.
Bağdaş kurup besmele çeker.
Dayar sağ şakağına babadan kalma tabancasını.
Ateşler…
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder