_15_
Modernitenin çifte cezası, bizi erken ihtiyarlatmak ve uzun yaşatmaktır.
Nassim Nicholas TALEB (d. 1960)
Bütün bilimsel problemler cevaplansa bile hayatla ilgili problemler hiç
temas edilmemiş olarak kalacaktır.
Ludwig WITTGENSTEIN (ö. 1951)
Hamza’yı iki gün sonra defnederler. Savcının, doktorun gelmesi, raporlar
ancak yetişmiştir. Cenazesine kız kardeşi ve eniştesi de gelir. Bankadaki küçük
hesabının Osman’a kalmasını istediğini söyler Kenan annesine, okuma masrafları
için.
Kenan iki gün sonra Dut’u Kasaba’ya veterinere götürür. Hacer katılmak
istemez, katlanacak gücü kalmamıştır. Yürüyüşler dışında başını dışarı
çıkarmıyordur. Veteriner güler yüzle karşılar Kenan’ı. Dut’u görür görmez
Hamza’yı ve Hacer Hanım’ı sorar. Anlatır Kenan, Hamza’nın istediklerini,
olanları… Tekrar muayene eder veteriner, kötü hastalığın daha da ilerlemiş
durumda olduğunu, acılarının giderek şiddetleneceğini kestirir. Kenan’ın
gözlerine bakar.
“Ne diyorsun?”
Kenan’ın içine kavurucu kararların
ateşi düşmüştür. Bir alev topu kasıklarından yukarı yükselmiş, karnından ve
göğsünden geçerek beynini sarmış, benzin döküp kendini yakan kişilere
dönmüştür. Bir anda her şeyini çıkarıp soğuk sulara dalmak ihtiyacı duyar. İzin
ister veterinerden, biraz çıkıp dolaşır. Tekrar geldiğinde veteriner her şeyi
hazırlamıştır. Kırçıl kızıl kahve tüyleriyle Dut hiç itiraz etmeden muayene
masasına yatar. Kenan yarı kapalı baygın gözlerinden kaçar, ama başaramaz… Olacaklardan tümüyle habersiz, kaderini
teslim etmiş bu ölgün bakışları her hatırlayışında yüreğine ateşler düşeceğini
bilir… Veterinerin ilk iğnesi kalleş bir yılan gibi soktuğunda, Kenan, yanaklarına süzülen damlalar salan gözlerini
kapamış Dut’un başını okşamaktadır. İlk iğnenin Dut’u derin bir uykuya
daldıracağını söylemiştir Veteriner. Evrenin en büyük mucizesi ‘can’ı Dut’tan
alıp kayıplara karıştıracak ikinci iğne o derin uykuda iken saplanmıştır. Böyle
bir şeyi bir daha asla bana gösterme Allah’ım diye geçirir içinden Kenan. Bir süre
başında beklerler. Ölümün, bir yandan rahatlatırken diğer yandan yaşamı ağır
ağır boğazlayan sinsi manevrasını ürpererek izlerler. Dut’un canı, bir türlü
gönlümüzce ağırlayamadığımız yakın bir dost gibi geçip gitmiştir.
Veteriner güzelce sarar Dut’un sessiz bedenini. Arabanın arkasına özenle
yerleştirir. Dönüş yolunda yavaş gider, acılarından kurtulmuş Dut’a
saygısından. İnsanın mantıksız olduğunu bile bile bazı şeylere inanabilmesinin
tuhaflığına gülümser. Köy mezarlığında
Hamza’nın mezarına oldukça yakın bir kayın ağacının altına gömer Dut’u.
İşini bitirip kayının dibine oturduğunda kendi bildiğince boşalan gözyaşlarını
kendi haline bırakır.
Hacer’i arar. Otururlar küçük mezarın başında konuşmadan. Sonra Hamza’nın
mezarına yönelirler…
-2-
Yazla birlikte Kenan için büyük değişiklik Keltepe yangın tepesinin canlanmasıdır. Mayıs ortası
dedi mi bekçi yerleşir. Artık ormana tepeden bakan tepede, her an indi inecek
diye beklediğin sise dokunarak çay içebileceğin sezon açılmış demektir.
Hamza’nın ölümü başlı başına bir “olay” olmuştur Kenan ve Hacer için. Dağ
otel çalışanları, Köy sakinleri şaşkına dönmüş, yakıştıramamıştır ona böyle bir
sonu.
“Nasıl olabilir, yaşama böylesine sevecen, candan, sıcak bakan, hep gülen
biri…”
Hepsinde, Hamza’nın intiharının fevri bir davranış olduğu ön kabulü vardır.
Oysa Hamza için bu mantığı tutarlı bir sonuçtur; istemiş ve yapmıştır…
Hamza’nın ölümünden bir hafta sonra Hacer Dağ’dan ayrıldı. Kunduz’un
kederli havasından uzaklaşmak istediğini düşünmüştü Kenan. İki aydır yalnızdır.
Eski formuna girmiş, yoğun çalışma temposunu yeniden yakalamıştır. Onu en fazla
mutlu eden yazmaya giderek ısındığını hissetmesidir. Kimileyin, bilgisayar
parmaklarının bir uzantısıymış gibi, yazı kendiliğinden akar. Böyle durumlarda
zaman algısı yok olur, bilgisayarı kapayıp kalkarken uykudan uyanmış
gibidir.
Ağustosun ilk haftasında eski Patron’u Şirket’ten arar. Heyecanlanır.
Birkaç günlüğüne Şirket’e çağırır. Mars’ı Emine Hanım’a bırakır gider.
Bildik bir iş toplantısının ortasındadır. Özlememiş olduğunu sevinçle
görür… “İş” denilen uğraş, aynı çekimsizliğine karşın insanları cezbedebilmeyi
sürdürmektedir. O sözü hatırlar: “…..çalışmanın laneti insanı bir yaban
domuzuna, aklını besin bulmakla bozmuş bir canavara dönüştürüyor.”
Toplantının ardından Şeyda’yı arar.
“Merhaba, arasın demişsin, avukata…”
“Tamam, birazdan ben arayayım, olur mu?”
Telefonu kapatınca tuhaf olur, ne konuşacak, çirkin bir vedanın üstünden
bir buçuk yıl geçmiş.
Boğazda sakin bir kafe seçerler. Kenan gittiğinde henüz gelmemiştir.
Ağustos sıcağının bezdiren yapışkanlığı yoktur boğazda. Şeyda geldiğinde ikinci
çayını yudumluyordur. Kapıda görününce kalkar, bir iki adım öne hamle yapar,
karşılamak için. Çağla yeşili bluzu ve güneşten yanmış yüzü ela gözleri ortaya
çıksın diye tasarlanmış bir fon gibidir. Elini sıkar Kenan’ın, savruk ve
özensizdir. Karşılıklı otururlar.
Şeyda yaklaşan garsona döner.
“Kahve lütfen.”
Bir süre sessizliği dinlerler. Kenan yumuşak perdeden açar.
“İyi görünüyorsun.”
“İyiyim…”
“Avukat…”
Şeyda atılır: “Evet, söyle ona dedim, duyması gerekenler var…” Öfkelidir.
“Beni aldatmışsın!” Sessizlik. “Şirketinden biriyle…”
Kenan için tam bir sürpriz. Artık bu konuları hayatından çıkarmış olduğunu
sanırken… Kadın erkek sürtüşmesi, yaşamı kemirip çöle çeviren büyük çekirge
salgını…
“Nereden çıktı şimdi bu?” Utanç mı öfke mi anlayamaz, kulaklarına kadar
kızarmıştır. “Yalnızca eski kocanım...”
“Aldattığında evliydik…” Öfkesi iyice kabarmıştır Şeyda’nın. “Dürüst
olmadın!”
“Doğru… Dürüst değildi yaptığım...”
“Kabul edince her şey kapanıyor mu? İçin rahatlıyor mu? Hırsızlık yaparsan,
parayı iade etsen bile hapse girersin.”
“Hırsızlık?”
“Sana güvenmiştim, çürük adamın biriymişsin, en azından bunu kabul
etmelisin…”
Ne tarafa yüzeceğini kestiremeyen denize düşmüş biri gibidir Kenan. Nasıl
davranması gerektiğini, ne karşılık vereceğini bilemez.
“Çürük, bozuk ve sahteyim; sağlam ve hakiki olsaydım hâlâ nerede duracağını
bilmeyen biri olmazdım, haklısın… Ama kurtuldun benden… ”
“Ben yapsam senin hoşuna gider miydi?”
“Gitmezdi tabii ki.”
Kahvesinden bir yudum alır Şeyda. “Yine de yaptın, çünkü sıradansın,
ucuzsun.” “Nereden öğrendiğimi bilmek ister misin?” Kenan böylesi ara sorulara
hazırlıklı değildir. Kavgada beklemediği yandan yumruk yemiş biri gibi
toparlanmak için zaman kazanmaya çalışır.
“Öğrenmek mi, niçin? Kimin neyine yarar?”
“İşine yaramaz; ancak üzülürsün,
seni üzen bir şey benim işime yarıyor demektir…”
Kenan yine ses çıkarmaz, saçmalamadan yanıt vermenin kolay olmadığı bir
anda olduğunu sezer. Küçüldüğünü, ezildiğini hissetmiş, ruhunun bu
sıkışıklığında düştüğü bataklıktan hemen yamaçta gözüne ilişen maçoluk dalına
tutunmadan kurtulamayacağını anlamıştır. Ne yapacağını bilmeyen herkesin
yaptığını yapar, susar… Şeyda garsondan maden suyu ister; Kenan’a işaret eder,
bir şey istiyor musun der gibi. Kenan başıyla hayır der.
“En yakın arkadaşın geldi müjdeledi. Tabii ki bunun için gelmemişti, asıl
amacı bana asılmaktı… Sen gittin ya, ganimete konmaktı derdi. Böyle
arkadaşların var senin…”
Semih’in aylardır neden aramadığını anlar. Şanslı günlerimden birinde
değilim diye geçirir içinden. Durumun vahametini ancak mizahla
hafifletebileceğinin ayırdındadır. Böyle düşünmeye başlayınca rahatlar.
Yüzündeki öfkeli hatlar kaybolmuş yerini acıyla kirlenmiş ekşi ve buruşuk bir
gülümseme almıştır. “Daha sürdürecek misin bu oyunu?” Yüzünü yıkıyormuş gibi
eliyle sıvazlar. “Sonu gelecek mi?”
“Daha asıl söyleyeceğimi söylemedim.” Arkasına yaslanır. Bir eli yanından
rahatça sarkmış, diğer elinin dört parmağını masanın kenarında sinirli sinirli
piyanonun tuşlarına basar gibi gezdiriyordur.
“Kıymetli arkadaşın var ya Semih…”
“Ne olmuş Semih’e?”
“Yattım onunla…”
Bu kadarını beklemiyordur. Ateş
basmıştır, yüzünün kızardığını hisseder, ışınlanıp yok olmak isteği yakar
içini. Utanç mı? Öfke mi? Mide bulantısı mı? Dudaklarını kilitleyip konuşmasını
engellemeyi başarır. Çehresinin düşmesinden ve dudak uçlarının büzülmesinden
duygularını okumak zor değildir.
“Mahkeme boşanma kararı almadan önce, yani seninle evli olduğumuz dönemde…”
diye cümlesini tamamlar Şeysa.
Çok uzun süren birkaç dakika daha sessiz diyalogla geçer. Bir an çekip
gitmeyi düşünür Kenan. Hayır, yanlış…
Şeyda’yı biraz daha anlamak zorunda olduğunu hisseder. Böyle bir şeyi neden
yaptığını anlamalıdır. Yalnızca intikam almak için bu yapılmaz. İstemediği biriyle…
“İntikam bunu açıklamaz.”
Şeyda’nın öfkeden donmuş soğuk bakışları Kenan’ın gözlerini bulur.
“Nedenmiş o?”
“Aramızda alışkanlıktan öte bir şeyin kalmadığını ikimiz de biliyoruz da
ondan. İntikam alınacak bir aşk yok ortada.” Su ister garsondan. “Bir tek şeyi
anlayabilirim… onu seviyor musun?”
“Saçmalama! Yataktan kaldırıp git buradan ve bir daha beni asla arama diye
yolladım evden…”
Kenan suskunluğunu sürdürür. “Peki Allah’ın cezası o halde neden?” diyen
bakışlarını deşifre edecek kadar tanıyordur Şeyda onu.
“Gerçekten nedenini öğrenmek istiyor musun?”
Kenan’ın gözlerindeki ateş yanmaya devam eder.
“Aramızda aşk var mı yok mu bilemem, ama benim içimin acıdığını, hele beni
aldattığını öğrendiğim zaman neler hissettiğimi tahmin edersin… Senin de
incinmeni istemem bana doğal geliyor. İlerde fikrim değişebilir ama şimdi
böyle, ben şimdiyi yaşıyorum. Bir beklentim daha var, senin de bilmen
gerekebilir…” Bardağını suyla doldurur, iki yudum içer. “Artık eski Şeyda
olmamam gerektiğini kafama kazımak istiyordum. Bana, eski Şeyda nasıl biriydi
diye sakın sorma. Senin yaptığına benzer acı sürprizleri önceden görebilecek
bir kafaya kavuşabilmem için şok tedavisi gerekiyordu. Kafamı kırılıncaya dek
taşlara vurmak gibi bir şey… Bir taşla iki kuş vurmak istemişimdir belki; hem
beni yaralayıp unutmayacağım bir şok yaratacak, hem de seni vuracak…”
Kötü geçen önemli bir sınavdan çıkan öğrenci gibi perişan bir ruh hali
içindedir Kenan. Cevabını bilmediği
sorular heyelan gibi üzerine geliyordur. Bilginin projektörlerinin
aydınlatamadığı alanlardır bunlar. Şu anda yapılacak bir şey, söylenecek söz
kalmamıştır. Şeyda’nın da bu noktaya geldiğini bakışlarındaki çırılçıplak
boşluk anlatmaktadır.
Kenan hayatı, –dayatılanı ve ezberletileni değil- bildiğini yapanların
varoluşsal gizemli seçimlerinin sonunda önlerine çıkan yolun adı diye
anlıyordur. Onun için de Şeyda ile geldikleri noktayı anlayışla karşılamalıdır.
Sessizce sandalyesini geri kaydırır Şeyda, çantasını toplar, yavaşça
doğrulur, Kenan’a kaçamak bakışlar bile atmadan arkasını dönüp kapıya doğru
yürür. Kenan’ın gözleri, eski karısının çağla yeşili bluzunu gözden kaybolana
dek izler. Hayat nehri, kafede ve boğazda hiçbir şey olmamışçasına akmayı
sürdürüyordur. Seçmek niye bu denli acılı diye geçirir içinden. Garsona hesabı
getirmesini işaret eder. Ezilmiş ruhunu bir süre boğazın poyraz altında
debelenen köpüklü kurşuni çırpıntılarında dinlendirmek ister; ancak telaşlı
kaynaşmalardan daha da yorulduğunu hisseder.
Hesabı öder ve çıkar.
-3-
Ertesi gün toplantı çıkışı Şükran’ı arar, akşam bir şeyler yemek üzere
anlaşırlar. Gece uçağıyla dönüyordur Kenan, Şükran bırakacaktır hava alanına.
Ağaçlar altında küçük bir et lokantası… Bayılır Kenan. Yemekleri beklerken
anlatır son bir buçuk yılını.
Anlamaya çalışmaz Şükran, onun için Kenan’ın yanında olmak başlı başına bir
sonuçtur, daha fazlası gereksizdir. Hoşlandığı bir şeyi yaparken nedeni, nasılı
düşünmek ona göre değildir. Aklını kurcalayıp duran ve bir türlü soramadığı
Kenan’ın hayatında birinin olup olmadığıdır. Bir seneyi aşkın nişanlılığının
sona ermesinin altında yatan gizli nedeni seslendirmese de bilir. Ona Kenan
kadar güvenememiştir. Kenan’ı düşününce aklına gelen yalnızca yanında olmaktır.
Ek bir talebinin olmadığını şaşırarak hissediyordur. Tek beklediği, Kenan’ın
anlattıkları arasında ima edilmiş bile olsa onu yanına çağırabileceği yolunda
bir ışık, öyle yorulabilecek küçük bir işarettir. Beyhude yere bekler yemeğin
sonuna dek. Bir kış güneşi kadar bile ısıtmıyordur Kenan, sormayı kendine
yediremez. Böyle şeylerin kendiliğinden akması gerektiğini düşünür. Son
yıllarda okumaya başlamıştır. Sayar okuduklarını sırasıyla, onunla tartışmaktan
garip hazlar alıyordur. Kenan öylesine kendisiyle doludur ki ondaki bu
değişikliği fark ettiğinden bile emin değildir.
Bir ara konuyu değiştirir Kenan.
“Şeyda seni öğrenmiş, beni öyle bir
payladı ki, hem de boşanmamızdan altı ay sonra…”
Şükran’ın hoşuna gider. Açık denizde güneş altında çok sıkıntılı günler,
geceler geçirmiş birinin tekne karaya yanaşırken içine düştüğü cennet
beklentilerine benzer hayaller kurar.
“Bunca yıl sonra, kimden…”
“En yakın dostum bildiğim birinden, bir de gitmiş askıntı olmuş…”
Şükran, iyi olmuş der, sevinir içinden. Gözbebeklerine de vurur ruhunun bu
incecik gülücüğü. Kendine güveni gelir,
ağzına almaya korktuğu şeyleri konuşabilecek güçte hisseder bir anda kendini.
Kenan kaçırır bu ayrıntıyı.
“Hava alanından önce bende bir kahve içer miyiz?”
Uykudan zamansız uyanmış biri gibi yumuk gözlerini Şükran’a diker Kenan.
“Yo, sağ ol!”
Tatlılardan sonra hesap isteyip kalkarlar. Yolda pek konuşmazlar. Hüzün
çökmüştür ikisine de.
Şükran dayanamaz. “Kunduz’u çok görmek istiyorum, beni istemiyorsun galiba
orada?”
Köşeye sıkışmış hisseder Kenan, ama bozuntuya vermez. “Tabii ki istiyorum,
ama yolumu çizip hazır olunca… Öylesine belirsiz ki her şey, bugün kaos yarın
güllük gülistanlık. İnsan kendi ruhunu tanıyamaz oluyor…”
Şükran’ın biraz olsun içine su serpilir. Hava alanında beklemesini istemez
Kenan. Öpüşüp ayrılırlar.
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder