16 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (37)






_15_












Modernitenin çifte cezası, bizi erken ihtiyarlatmak ve uzun yaşatmaktır.
Nassim Nicholas TALEB (d. 1960)

Bütün bilimsel problemler cevaplansa bile hayatla ilgili problemler hiç temas edilmemiş olarak kalacaktır.
Ludwig WITTGENSTEIN (ö. 1951)


Hamza’yı iki gün sonra defnederler. Savcının, doktorun gelmesi, raporlar ancak yetişmiştir. Cenazesine kız kardeşi ve eniştesi de gelir. Bankadaki küçük hesabının Osman’a kalmasını istediğini söyler Kenan annesine, okuma masrafları için. 
Kenan iki gün sonra Dut’u Kasaba’ya veterinere götürür. Hacer katılmak istemez, katlanacak gücü kalmamıştır. Yürüyüşler dışında başını dışarı çıkarmıyordur. Veteriner güler yüzle karşılar Kenan’ı. Dut’u görür görmez Hamza’yı ve Hacer Hanım’ı sorar. Anlatır Kenan, Hamza’nın istediklerini, olanları… Tekrar muayene eder veteriner, kötü hastalığın daha da ilerlemiş durumda olduğunu, acılarının giderek şiddetleneceğini kestirir. Kenan’ın gözlerine bakar.
“Ne diyorsun?”
 Kenan’ın içine kavurucu kararların ateşi düşmüştür. Bir alev topu kasıklarından yukarı yükselmiş, karnından ve göğsünden geçerek beynini sarmış, benzin döküp kendini yakan kişilere dönmüştür. Bir anda her şeyini çıkarıp soğuk sulara dalmak ihtiyacı duyar. İzin ister veterinerden, biraz çıkıp dolaşır. Tekrar geldiğinde veteriner her şeyi hazırlamıştır. Kırçıl kızıl kahve tüyleriyle Dut hiç itiraz etmeden muayene masasına yatar. Kenan yarı kapalı baygın gözlerinden kaçar, ama başaramaz…  Olacaklardan tümüyle habersiz, kaderini teslim etmiş bu ölgün bakışları her hatırlayışında yüreğine ateşler düşeceğini bilir… Veterinerin ilk iğnesi kalleş bir yılan gibi soktuğunda, Kenan,  yanaklarına süzülen damlalar salan gözlerini kapamış Dut’un başını okşamaktadır. İlk iğnenin Dut’u derin bir uykuya daldıracağını söylemiştir Veteriner. Evrenin en büyük mucizesi ‘can’ı Dut’tan alıp kayıplara karıştıracak ikinci iğne o derin uykuda iken saplanmıştır. Böyle bir şeyi bir daha asla bana gösterme Allah’ım diye geçirir içinden Kenan. Bir süre başında beklerler. Ölümün, bir yandan rahatlatırken diğer yandan yaşamı ağır ağır boğazlayan sinsi manevrasını ürpererek izlerler. Dut’un canı, bir türlü gönlümüzce ağırlayamadığımız yakın bir dost gibi geçip gitmiştir. 
Veteriner güzelce sarar Dut’un sessiz bedenini. Arabanın arkasına özenle yerleştirir. Dönüş yolunda yavaş gider, acılarından kurtulmuş Dut’a saygısından. İnsanın mantıksız olduğunu bile bile bazı şeylere inanabilmesinin tuhaflığına gülümser. Köy mezarlığında  Hamza’nın mezarına oldukça yakın bir kayın ağacının altına gömer Dut’u. İşini bitirip kayının dibine oturduğunda kendi bildiğince boşalan gözyaşlarını kendi haline bırakır.  
Hacer’i arar. Otururlar küçük mezarın başında konuşmadan. Sonra Hamza’nın mezarına yönelirler…


-2-

Yazla birlikte Kenan için büyük değişiklik Keltepe  yangın tepesinin canlanmasıdır. Mayıs ortası dedi mi bekçi yerleşir. Artık ormana tepeden bakan tepede, her an indi inecek diye beklediğin sise dokunarak çay içebileceğin sezon açılmış demektir. 
Hamza’nın ölümü başlı başına bir “olay” olmuştur Kenan ve Hacer için. Dağ otel çalışanları, Köy sakinleri şaşkına dönmüş, yakıştıramamıştır ona böyle bir sonu.
“Nasıl olabilir, yaşama böylesine sevecen, candan, sıcak bakan, hep gülen biri…”
Hepsinde, Hamza’nın intiharının fevri bir davranış olduğu ön kabulü vardır. Oysa Hamza için bu mantığı tutarlı bir sonuçtur; istemiş ve yapmıştır…
Hamza’nın ölümünden bir hafta sonra Hacer Dağ’dan ayrıldı. Kunduz’un kederli havasından uzaklaşmak istediğini düşünmüştü Kenan. İki aydır yalnızdır. Eski formuna girmiş, yoğun çalışma temposunu yeniden yakalamıştır. Onu en fazla mutlu eden yazmaya giderek ısındığını hissetmesidir. Kimileyin, bilgisayar parmaklarının bir uzantısıymış gibi, yazı kendiliğinden akar. Böyle durumlarda zaman algısı yok olur, bilgisayarı kapayıp kalkarken uykudan uyanmış gibidir.  
Ağustosun ilk haftasında eski Patron’u Şirket’ten arar. Heyecanlanır. Birkaç günlüğüne Şirket’e çağırır. Mars’ı Emine Hanım’a bırakır gider.
Bildik bir iş toplantısının ortasındadır. Özlememiş olduğunu sevinçle görür… “İş” denilen uğraş, aynı çekimsizliğine karşın insanları cezbedebilmeyi sürdürmektedir. O sözü hatırlar: “…..çalışmanın laneti insanı bir yaban domuzuna, aklını besin bulmakla bozmuş bir canavara dönüştürüyor.”
Toplantının ardından Şeyda’yı arar.
“Merhaba, arasın demişsin, avukata…”
“Tamam, birazdan ben arayayım, olur mu?”
Telefonu kapatınca tuhaf olur, ne konuşacak, çirkin bir vedanın üstünden bir buçuk yıl geçmiş.
Boğazda sakin bir kafe seçerler. Kenan gittiğinde henüz gelmemiştir. Ağustos sıcağının bezdiren yapışkanlığı yoktur boğazda. Şeyda geldiğinde ikinci çayını yudumluyordur. Kapıda görününce kalkar, bir iki adım öne hamle yapar, karşılamak için. Çağla yeşili bluzu ve güneşten yanmış yüzü ela gözleri ortaya çıksın diye tasarlanmış bir fon gibidir. Elini sıkar Kenan’ın, savruk ve özensizdir. Karşılıklı otururlar.
Şeyda yaklaşan garsona döner.
“Kahve lütfen.”
Bir süre sessizliği dinlerler. Kenan yumuşak perdeden açar.
“İyi görünüyorsun.”
“İyiyim…”
“Avukat…”
Şeyda atılır: “Evet, söyle ona dedim, duyması gerekenler var…” Öfkelidir. “Beni aldatmışsın!” Sessizlik. “Şirketinden biriyle…”
Kenan için tam bir sürpriz. Artık bu konuları hayatından çıkarmış olduğunu sanırken… Kadın erkek sürtüşmesi, yaşamı kemirip çöle çeviren büyük çekirge salgını… 
“Nereden çıktı şimdi bu?” Utanç mı öfke mi anlayamaz, kulaklarına kadar kızarmıştır. “Yalnızca eski kocanım...”
“Aldattığında evliydik…” Öfkesi iyice kabarmıştır Şeyda’nın. “Dürüst olmadın!”
“Doğru… Dürüst değildi yaptığım...”
“Kabul edince her şey kapanıyor mu? İçin rahatlıyor mu? Hırsızlık yaparsan, parayı iade etsen bile hapse girersin.”
“Hırsızlık?”
“Sana güvenmiştim, çürük adamın biriymişsin, en azından bunu kabul etmelisin…”
Ne tarafa yüzeceğini kestiremeyen denize düşmüş biri gibidir Kenan. Nasıl davranması gerektiğini, ne karşılık vereceğini bilemez.
“Çürük, bozuk ve sahteyim; sağlam ve hakiki olsaydım hâlâ nerede duracağını bilmeyen biri olmazdım, haklısın… Ama kurtuldun benden… ”
“Ben yapsam senin hoşuna gider miydi?”
“Gitmezdi tabii ki.”
Kahvesinden bir yudum alır Şeyda. “Yine de yaptın, çünkü sıradansın, ucuzsun.” “Nereden öğrendiğimi bilmek ister misin?” Kenan böylesi ara sorulara hazırlıklı değildir. Kavgada beklemediği yandan yumruk yemiş biri gibi toparlanmak için zaman kazanmaya çalışır.
“Öğrenmek mi, niçin? Kimin neyine yarar?”
  “İşine yaramaz; ancak üzülürsün, seni üzen bir şey benim işime yarıyor demektir…”
Kenan yine ses çıkarmaz, saçmalamadan yanıt vermenin kolay olmadığı bir anda olduğunu sezer. Küçüldüğünü, ezildiğini hissetmiş, ruhunun bu sıkışıklığında düştüğü bataklıktan hemen yamaçta gözüne ilişen maçoluk dalına tutunmadan kurtulamayacağını anlamıştır. Ne yapacağını bilmeyen herkesin yaptığını yapar, susar… Şeyda garsondan maden suyu ister; Kenan’a işaret eder, bir şey istiyor musun der gibi. Kenan başıyla hayır der.
“En yakın arkadaşın geldi müjdeledi. Tabii ki bunun için gelmemişti, asıl amacı bana asılmaktı… Sen gittin ya, ganimete konmaktı derdi. Böyle arkadaşların var senin…”
Semih’in aylardır neden aramadığını anlar. Şanslı günlerimden birinde değilim diye geçirir içinden. Durumun vahametini ancak mizahla hafifletebileceğinin ayırdındadır. Böyle düşünmeye başlayınca rahatlar. Yüzündeki öfkeli hatlar kaybolmuş yerini acıyla kirlenmiş ekşi ve buruşuk bir gülümseme almıştır. “Daha sürdürecek misin bu oyunu?” Yüzünü yıkıyormuş gibi eliyle sıvazlar. “Sonu gelecek mi?”
“Daha asıl söyleyeceğimi söylemedim.” Arkasına yaslanır. Bir eli yanından rahatça sarkmış, diğer elinin dört parmağını masanın kenarında sinirli sinirli piyanonun tuşlarına basar gibi gezdiriyordur.
“Kıymetli arkadaşın var ya Semih…”
“Ne olmuş Semih’e?”
“Yattım onunla…”
Bu kadarını beklemiyordur.  Ateş basmıştır, yüzünün kızardığını hisseder, ışınlanıp yok olmak isteği yakar içini. Utanç mı? Öfke mi? Mide bulantısı mı? Dudaklarını kilitleyip konuşmasını engellemeyi başarır. Çehresinin düşmesinden ve dudak uçlarının büzülmesinden duygularını okumak zor değildir.
“Mahkeme boşanma kararı almadan önce, yani seninle evli olduğumuz dönemde…” diye cümlesini tamamlar Şeysa.
Çok uzun süren birkaç dakika daha sessiz diyalogla geçer. Bir an çekip gitmeyi düşünür Kenan.  Hayır, yanlış… Şeyda’yı biraz daha anlamak zorunda olduğunu hisseder. Böyle bir şeyi neden yaptığını anlamalıdır. Yalnızca intikam almak için bu yapılmaz.  İstemediği biriyle…
“İntikam bunu açıklamaz.”
Şeyda’nın öfkeden donmuş soğuk bakışları Kenan’ın gözlerini bulur.
“Nedenmiş o?”
“Aramızda alışkanlıktan öte bir şeyin kalmadığını ikimiz de biliyoruz da ondan. İntikam alınacak bir aşk yok ortada.” Su ister garsondan. “Bir tek şeyi anlayabilirim… onu seviyor musun?”
“Saçmalama! Yataktan kaldırıp git buradan ve bir daha beni asla arama diye yolladım evden…”
Kenan suskunluğunu sürdürür. “Peki Allah’ın cezası o halde neden?” diyen bakışlarını deşifre edecek kadar tanıyordur Şeyda onu.
“Gerçekten nedenini öğrenmek istiyor musun?”
Kenan’ın gözlerindeki ateş yanmaya devam eder.
“Aramızda aşk var mı yok mu bilemem, ama benim içimin acıdığını, hele beni aldattığını öğrendiğim zaman neler hissettiğimi tahmin edersin… Senin de incinmeni istemem bana doğal geliyor. İlerde fikrim değişebilir ama şimdi böyle, ben şimdiyi yaşıyorum. Bir beklentim daha var, senin de bilmen gerekebilir…” Bardağını suyla doldurur, iki yudum içer. “Artık eski Şeyda olmamam gerektiğini kafama kazımak istiyordum. Bana, eski Şeyda nasıl biriydi diye sakın sorma. Senin yaptığına benzer acı sürprizleri önceden görebilecek bir kafaya kavuşabilmem için şok tedavisi gerekiyordu. Kafamı kırılıncaya dek taşlara vurmak gibi bir şey… Bir taşla iki kuş vurmak istemişimdir belki; hem beni yaralayıp unutmayacağım bir şok yaratacak, hem de seni vuracak…”
Kötü geçen önemli bir sınavdan çıkan öğrenci gibi perişan bir ruh hali içindedir Kenan.  Cevabını bilmediği sorular heyelan gibi üzerine geliyordur. Bilginin projektörlerinin aydınlatamadığı alanlardır bunlar. Şu anda yapılacak bir şey, söylenecek söz kalmamıştır. Şeyda’nın da bu noktaya geldiğini bakışlarındaki çırılçıplak boşluk anlatmaktadır.
Kenan hayatı, –dayatılanı ve ezberletileni değil- bildiğini yapanların varoluşsal gizemli seçimlerinin sonunda önlerine çıkan yolun adı diye anlıyordur. Onun için de Şeyda ile geldikleri noktayı anlayışla karşılamalıdır.
Sessizce sandalyesini geri kaydırır Şeyda, çantasını toplar, yavaşça doğrulur, Kenan’a kaçamak bakışlar bile atmadan arkasını dönüp kapıya doğru yürür. Kenan’ın gözleri, eski karısının çağla yeşili bluzunu gözden kaybolana dek izler. Hayat nehri, kafede ve boğazda hiçbir şey olmamışçasına akmayı sürdürüyordur. Seçmek niye bu denli acılı diye geçirir içinden. Garsona hesabı getirmesini işaret eder. Ezilmiş ruhunu bir süre boğazın poyraz altında debelenen köpüklü kurşuni çırpıntılarında dinlendirmek ister; ancak telaşlı kaynaşmalardan daha da yorulduğunu hisseder.
Hesabı öder ve çıkar.


-3-

Ertesi gün toplantı çıkışı Şükran’ı arar, akşam bir şeyler yemek üzere anlaşırlar. Gece uçağıyla dönüyordur Kenan, Şükran bırakacaktır hava alanına.
Ağaçlar altında küçük bir et lokantası… Bayılır Kenan. Yemekleri beklerken anlatır son bir buçuk yılını.  
Anlamaya çalışmaz Şükran, onun için Kenan’ın yanında olmak başlı başına bir sonuçtur, daha fazlası gereksizdir. Hoşlandığı bir şeyi yaparken nedeni, nasılı düşünmek ona göre değildir. Aklını kurcalayıp duran ve bir türlü soramadığı Kenan’ın hayatında birinin olup olmadığıdır. Bir seneyi aşkın nişanlılığının sona ermesinin altında yatan gizli nedeni seslendirmese de bilir. Ona Kenan kadar güvenememiştir. Kenan’ı düşününce aklına gelen yalnızca yanında olmaktır. Ek bir talebinin olmadığını şaşırarak hissediyordur. Tek beklediği, Kenan’ın anlattıkları arasında ima edilmiş bile olsa onu yanına çağırabileceği yolunda bir ışık, öyle yorulabilecek küçük bir işarettir. Beyhude yere bekler yemeğin sonuna dek. Bir kış güneşi kadar bile ısıtmıyordur Kenan, sormayı kendine yediremez. Böyle şeylerin kendiliğinden akması gerektiğini düşünür. Son yıllarda okumaya başlamıştır. Sayar okuduklarını sırasıyla, onunla tartışmaktan garip hazlar alıyordur. Kenan öylesine kendisiyle doludur ki ondaki bu değişikliği fark ettiğinden bile emin değildir.
 Bir ara konuyu değiştirir Kenan.
 “Şeyda seni öğrenmiş, beni öyle bir payladı ki, hem de boşanmamızdan altı ay sonra…”
Şükran’ın hoşuna gider. Açık denizde güneş altında çok sıkıntılı günler, geceler geçirmiş birinin tekne karaya yanaşırken içine düştüğü cennet beklentilerine benzer hayaller kurar.
“Bunca yıl sonra, kimden…”
“En yakın dostum bildiğim birinden, bir de gitmiş askıntı olmuş…”
Şükran, iyi olmuş der, sevinir içinden. Gözbebeklerine de vurur ruhunun bu incecik  gülücüğü. Kendine güveni gelir, ağzına almaya korktuğu şeyleri konuşabilecek güçte hisseder bir anda kendini. Kenan kaçırır bu ayrıntıyı.
“Hava alanından önce bende bir kahve içer miyiz?”
Uykudan zamansız uyanmış biri gibi yumuk gözlerini Şükran’a diker Kenan.
“Yo, sağ ol!”
Tatlılardan sonra hesap isteyip kalkarlar. Yolda pek konuşmazlar. Hüzün çökmüştür ikisine de.
Şükran dayanamaz. “Kunduz’u çok görmek istiyorum, beni istemiyorsun galiba orada?”
Köşeye sıkışmış hisseder Kenan, ama bozuntuya vermez. “Tabii ki istiyorum, ama yolumu çizip hazır olunca… Öylesine belirsiz ki her şey, bugün kaos yarın güllük gülistanlık. İnsan kendi ruhunu tanıyamaz oluyor…”
Şükran’ın biraz olsun içine su serpilir. Hava alanında beklemesini istemez Kenan. Öpüşüp ayrılırlar.
(Devam edecek)
∘∘∘






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder