16 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (33)





-3-

Apar topar yolcu eder Semih’i. Arkasından kapıyı kapatır, sırtını dayar kapıya bakışları tavanda asılıdır. Bir süre öylece kalır, Semih’in asansörden çıktığına ve apartmanı terk ettiğine açılıp kapanan sesleri dinleyerek emin olunca,  olduğu yerde çömelir, kapatır elleriyle yüzünü hüngür hüngür ağlamaya başlar.
Sinirleri boşalmıştır. Epey bir süre doya doya ağlar. Rahatlar.
Kalkar, ağır adımlarla masaya yürür, kalan şarabı kadehine ağzına kadar doldurur; şarabın büyük bir bölümünü bir dikişte damarlarına enjecte edercesine yuvarlar. İlikleri titremiştir, gözlerini kısar titreyerek silkinir. Aslında pek içki içen biri değildir, fazla gelmiştir şarap. Bir taraftan da “Ayıp oldu çocuğa ne olduğunu anlayamadı,” diye geçirir içinden. İleri geri salonunu turlamaya başlar, arada bir ağlama krizleri tekrar tutar, kısa süreli hıçkırma nöbetleri… Yarım saat kadar bu minvalde gezinir evin içinde. Sonra atar kendini kanepeye, uzanır. Tavandaki avizeye bakarak evliliğini düşünmeye başlar.  Evet suçlu bulunmuştur, Kenan, zavallı çocuk ne yapsın, böyle karısı olunca, gidip başkasını bulmuştur, olay bu kadar basittir… Peki neden önceden uyanamamış bu duruma düşmüştür? Belli ki de bir eksiklik vardır onda…  ‘Her şeyin bir nedeni vardır’ sözünü, ‘eğer kafam çalışıyorsa, ben de o nedenleri bilmeliyim’ diye anlıyordur. Bu yüzden aklına az çok yatan sebebi bulunca rahatlamıştır. İçinde bulunduğu durum onu öylesine saçma biçimde cezalandırmıştır ki, cezanın saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki kendini suçlu gördükçe olay daha anlaşılır olduğundan rahatlamaktadır. Hak ettiği cezayı çekecektir. Zorla kendine suç yakıştıran Kafka kahramanları gibidir.
Bir ara, işinde de hep bu yöntemle düşündüğünü sezer gibi olur; farkındadır, anlamadığı bir dünyada yaşıyordur, ancak bu durum güvenli değildir, rahatsız oluyordur, inanacağı hikâyeler bularak görünüşte de olsa sebep-sonuç bağını kuruyordur. Bazı insanların neden başarısız olduğunu, şirketlerin neden battığını, borsanın neden düştüğünü, doların niçin yükseldiğini hep aynı yöntemle anladığını fısıldar biri kulağına.
Belirsizliğe teslim olmak istemez, bu onun genel hayat ve dünya kurgusuna terstir. Gerçek bu bile olsa kabul edemez. Gerekirse kendisine yalan söyler; suçunu üstlenir, dünyayı anlayabildiği, hikâyesini yazabildiği anlaşılır bir basitliğe büründürür. Bedelini de öder.


-4-

Büyükşehir’in insani hırpaniliğine, erimekte olan karla birlikte yol kenarlarındaki çamurla kararmış yığınlar eklenmiş, kara zevksizliğin tahakkümündeki koca şehrin, kaynar suda kıvranan istakoz gibi nasıl debelendiği ortaya çıkmıştır. Gece, bir anda buharlaşıp kaybolan beyaz zarafetin ardından peydahlanan perişanlığın üstünü çabucak örtmek istercesine hızla çöküyor.
Pencereden arabasını kirli beyaz yığınların elinden kurtarmaya çabalayanları seyrediyor. Yoğun bir iş gününün sonunda evde olduğu için mutlu. Canı uzun boylu yemek istemiyor. Ne yapsın? Abur cubur ne varsa çıkarır, bir de şarap açar. Aç karına alındığında alkolün nasıl hoyratça çarptığını bildiği halde aldırmaz. İnmekte olan karanlığa şerefe der gibi camla tokuşturup diker kadehi. Yarısından fazlasını içer.
Son görüşmelerini hatırlar, adamın kovulur gibi çıkışını… Bazen pek yol yordam bilmez oluyorum! Aldırma, hepsi aynı bok… Üç ay olmuştur neredeyse o geceden beri. Ertesi gün aramaya başlamış, kim olduğunu bulmuştu Kenan’ın sevgilisinin. On gün geçmeden isim gelmişti: Şükran… Mazbut, düzgün, hayatı geldiği gibi kabul edebilen, az konuşur, az ve dozunda güler, hep kontrollü, mesafeli, aklı başında; ancak düşük profilli, akça pakça, beyaz tenli, düzgün bacaklı… Ama sıradan biri canım…
Bununla mı? Böyle demeden edemedi. Bari, daha havalı gösterişli, değen biriyle… Saçmalama, kızım sen eblehleşiyor musun? Kadınlar hep böyledir, burada bile karizmayı çizdirmek istemezler…
Sonra karar verdi, gidip görüşecek; sensin demek Kenan’ın beni aldattığı kadın, tanışmaya geldim diyecekti. Bir hafta kadar yattı bu düşüncesinin üstüne… Yok canım… Olacak iş miydi? Kendini aylarca önce tutulmuş balıkları denize dökerken gördü, zavallıları yaşama döndürmek için! Parasını ödeyecekti ödemesine ama, balıkçıyı düşünsenize neresiyle gülerdi? Bir şey olmamış gibi mi davranacaktı? Kâr mı kalacaktı Kenan’ın yanına?
Avukata verdi boşanma evraklarını, bekle dedi, benden haber almadan kararı çıkartma! Aylar geçti… Neden böyle davrandığını kendine bile anlatamamıştı; olsa olsa çantasını alıp gitmeden köşeyi bucağı iyice kontrol etmek isteğiydi…
Ürpererek üşüdüğünü anlar, pencerenin yanında. Gidip üstüne bir kazak alır, saçına çeki düzen vererek giyer. Kadehini doldurur. Salamlı bir sandviç yer. Annesine bu akşam için hayır dediğini anımsar, yalnız kalmak istemiştir. Ailecek teyzesine gidilecektir, istemez. Kenan, çözmeyi bir türlü beceremediği bir düğüm gibi yüreğinde oturmaktadır. Sevdiğini kaybeden birinin onulmaz acısıyla kıvranan biri var sanmayın. Mecnununu kaybetmiş Leyla yok karşımızda; önündeki dosyanın bilançosunun altına bir türlü iki çizgi çekip hesabı kapatamayan bir muhasebe müdürü var… İş hayatı böyle kapanmış dosyalar üstüne düşünmeyi kaldırır mı? İşin yenisinin peşine düşmesi gerekir, derseniz, şunu bilin, Şeyda’nın asıl derdi yara alan prensiplerinden birini nasıl ayağa kaldıracağıdır.
Şanslı olduğunu bilir. Sağlıklı, analitik zekâsı yerinde, epey yetenekli, bir anne- babanın kızıdır. Geçim derdi görmemiş, içinden geçtiği hiçbir ortamda uyumsuzluk çekmeden başarıyla okumuştur. Başkalarına acı soslu, yakıcı yemekler sunan rastlantılar ona hep gülücükler atmış yanağını okşamıştır. Bunlar çekici bir güzellikle taçlandırılmıştır... Tanrının sevgili kulu, diye kime denir? Mutludur, şükreder… Toplumun istediklerinin kendisine ne denli yakıştığını okuldan sonra çalışmaya başladığında da deneyimlemiştir. Sanki, piyasanın isteklerine göre anne-babasına sipariş verilmiş özel yapım bir “serbest pazar” insanıdır. Kafası gündelik hayatın her köşesinde şirketteymiş gibi çalışıyordur. Kafası çalışan herkesin, yapmak durumunda olduğu her iş ortamına, kendisi gibi uyabileceğini düşünür. Eğer beceremiyorsa ya zekâsı yetmiyordur, ya da kapris yapıyor, bu bahaneye sığınarak gizli hedeflere koşuyordur.
Kenan’a bir türlü akıl erdirememesi bu yüzdendir.
Düşünce patikasının çatallandığı, karşıya geçmeyi beceremediği kavşağa gelip dayanmıştır: Bu denli uyanık ve akıllıyken Kenan’ın onu terk edeceğini nasıl görememiş, kendini aldatan biriyle yıllarca nasıl aynı yatağa girebilmiştir?
Bu sorulara onu tatmin eden yanıtlar bulmadan bu dosyayı kapatması olanaklı değildir.  Zekâsı ve aldığı eğitim her şeyin -ona göre akla uygun- bir nedeni olduğunu söylemektedir. Oysa sebebin yokluğunun yokluğun sebebi olmadığını yaşayarak öğrenmiştir.
Yoksa, karı koca ilişkisi, evlilik gibi konularda bildikleri çok mu safiyane ve gerçek dışıdır? Göğüslerinden boynuna bir sıcak dalgasının yükseldiğini hisseder, kanın beyne çıkması bu olsa gerekir. Ne zaman Kenan’ı düşünse aynı dalganın saldırısına uğruyordur beyni. Geçen gün şirkete giden, iki yanına araba park edilmiş tek şeritli dar yollardan birinde, öndeki arabalardan birinin kapısı açılmış çığlık çığlığa bir asfalt-lastik öpüşme sesiyle yarım metre kala durabilmişti, adamın önünde… Çıkıp bir süre dolaşmış ancak kendine gelebilmişti. Acı frenle durduğu anda beyni nasıl kaynamışsa, Şükran’ı anımsadığında aynı alevleri hissediyordur…
Elindeki kadehe bakar, boşalmıştır. Gider yenisini doldurur. Bu akşam biraz fazla vurmuştur şarap. Yemek yemeyi mi atlamıştır, nedir? CD çalıcıya yeni bir müzik koyar. Çoktandır susmuş farkında değildir. Sol topuğunun üzerinde dönüp yerine geçerken telefonu görür. Ahizeyi eline alır, geri bırakır. Telefonun başında beklemeyi sürdürür. Bir türlü yerine oturamaz. Kaldırır, bırakır. Yandaki telefon defterini açar ağır çekim devinimle, tüm sayfalarını iskambil destesi çevirir gibi döndürür. Bir daha döndürür, sonlarda bir sayfada durur, hafifçe göz gezdirir. Kapatır.


-5-

Hafifçe kemerli burnu, yoğun makyajlı yüzü, geniş alnıyla ince düz dudakları var. Saman sarısı saçları omuzlarına dökülmüş. Karşısında ondan kısa boylu bir adam; yapılı, tıknaz. Şubat’ın son karı kalkınca tam zamanı deyip Boğaza gelmişler, balık yemeğe. Adam genellikle böyle yapar, boğaza balık yemeğe getirir yeni tanıştığı kızları. Büyük zampara diye ünlenmekten gizli –bazen açık- keyif alır.
Gururla geçen tekneleri işaret eder.
“Nasıl, hoş değil mi?”
Kadın yıllardır buralarda olduğundan kırık bir Türkçeyle konuşsa bile eksiksiz anlıyordur. “Harika, teşekkürler...”
Balıklar ha geldi ha gelecek. Garsona döner.
“Bizim balıklar?”
“Biraz daha var abi…”
Telefon. Şaşırır adam arayanın adını ekranda görünce. Telefonu kaptığı gibi kalkar. Öylesine hoş bir sürpriz olmalı ki, kemerli burunlu kadından izin istemeyi bile unutmuştur. Yandaki terasa geçer. Kadın, adamın ceketinin eteklerinin poyrazın dalgalarına kapılmış aldırmaz savrulmalarından önemli olduğunu çıkarır konuşmanın. Epey burulmuştur. İnsan hiç olmazsa küçük bir izin almaz mı? On dakikaya yakın konuşur adam, giderek artan bir coşkuyla. Boştaki sağ eliyle ve başıyla yaptığı jestler kürsüdeki politikacıları anımsatır. Boğazdan vuran dondurucu poyraz vız gelmiştir. Konuşma bitince hızla içeri girer.
 “Nasıl mahcubum bilsen…”
Ceketinin ceplerini kontrol eder, ne aradığını o da bilmez ama telaşlı gözükmesi gerekiyordur.
“Hemen çıkmam gerekiyor, acilen…”
Susar. Kadının bakışlarındaki öfkenin derinliğini ölçmeye çalışır, müşterinin bakışlarından cüzdanının kalınlığını çıkarmaya çalışan tüccarlar gibi. Dost bakışları uçup gitmiştir kadının.
 “Bunu öyle bir telafi edeceğim ki, sen bile iyi ki olmuş diyeceksin…”
Kalkar, yanaklarından öper kemerli burunlu kadını Semih. Garsonu çağırıp durumu anlatır, kadına istediği servisi yapmalarını söyler. Para bırakıp hızla ayrılır lokantadan. 
Yarım saat kadar sonra elinde bir çiçek demeti ile kapıdadır. Son görüşmelerinden bu yana iki kez aramıştı Şeyda’yı. Havadan sudan konuşmuşlar, görüşmeye yanaşmamıştı. Ne değişmişti, yeni bir gelişme olabilir mi?  Düşüneceğine gir içeri sor!
Yorgun, gözleri mahmur, her zamanki gibi alımlı, güzel, ama özensiz… Saçları dağınık, kobalt mavisi bluzu eteğiyle çarpık buluşmuş… Boğaz vapurlarından itiş kakış yeni inmiş kadınlara benzemiş...
“Hoş geldin Semih.” Kelimeler Şeyda’nın ağzından yeni su verilmiş musluktan dökülür gibi kesik kesik çıkar.
Semih başı yere eğik ayaklarına bakarak içeri girerken kaçamak bir bakış atar Şeyda’ya. “Hoş bulduk… İçki mi içtin?”
“Biraz diyelim…”
İşte bu gariptir.  Şeyda’nın bu durumda birini karşıladığında olayların normal seyrinde aktığını kimse söylemesin. Salonun görünüşü endişelerini haklı çıkarır. Misafir bekleyen birinin evi olamaz bu… Her yer her yerdedir, masanın bir yanına yiyecekler serpiştirilmiş, biri boş, diğeri yeni açılmış şarap şişesi ortalıkta…
“Dağınıklığın kusuruna bakma, keyfine bak…” Masayı işaret eder. “Git ne istiyorsan al.” Kendisi önünde yarım kadeh şarap bulunan eski yerine gider ve düşer gibi bırakır vücudunu koltuğa. Çiçek demetini bile bir vazoya yerleştirmeden mutfağa atıp gelmiştir.
“Çiçekleri vazoya koymamı ister misin?”
“Olur, zahmet olacak, şuna koyabilirsin…” Masadaki boş vazoyu işaret eder.
Semih çiçekleri yerleştirir, tabağına yiyecek bir şeyler alır, içkisi koyar. Bir yandan da ne olup bittiğini kestirmeye çalışıyordur. Şeyda’nın karşısındaki koltuğa oturur, ortadaki geniş sehpaya yerleştirir tabağıyla içkisini. Bir iki lokma atar ağzına.
“Tam oturup dinleneyim bari demiştim… Sen aradın, ne güzel, ama…”
Şeyda’nın dinleyecek hali yoktur. “Ne haldeyim değil mi?”
“Onu demek istemedim.”
“Sence ben safdil kadının biri miyim?”
“Nereden çıktı bu? Tam buldun safı!”
“Kocası aldatırken kuzu kuzu gezinen birine başka ne denir ki?”
Semih şaşkındır. Hâlâ Kenan mı? Kapanmadı mı bu sayfa?
       “Hadi içelim…” Kadehini alır masadaki diğer kadehe vurarak diker kafasına Şeyda, masaya atar gibi bırakır. “Belki de eski kafalıyım, budalanın biriyim; bu kafayı değiştirecek bir yol bulmalıyım.”
Semih sıkılmaya başlamıştır. Dur bakalım nereye varmak istiyor, görürüz birazdan…
“ Sen içimizde en aklı başında olanıydın, ne budalalığı.”
“O yüzden mi beni aldatan biriyle yaşıyordum, evden gitmek istediğinden bile son anda haberim oldu. Belli ki kaçırdığım şeyler çok…”
“Kenan’ın senden farklı biri olduğunu anlatmaya çalışmıştım geçen geldiğimde.”
“Sizi iyi dost biliyordum…”
“Dostlar farklı insanlar olabiliyor.”
“Ama ne zaman onunla aramızda anlaşmazlık çıksa sen gelip bana kur yapıyorsun…”
Semih konuşmanın böyle keskin bir dönemece gireceği beklemez. Hiç düşünmediği taraftan yıkıcı bir yumruk almış boksör gibi kordonlara dayanmış hisseder.
“Sana karşı hislerim hiç değişmedi…”
“Ancak kökten değişerek eski budalalığımdan kurtulduğumu gösterebilirim kendime…” Kalkar içki doldurur, bir yudum alır ve CD çalara müzik koyar Şeyda. “Benimle dans eder misin?”
Semih olumlu diyebileceği böyle bir hamleyi beklemiyordur. Toparlanıp kalkar. Şeyda iyice sarılır, abarttığı belirgindir… Bir süre konuşmadan dans ederler. Semih yıllardır böyle bir an hayal ettiği halde şimdi şaşkındır.
“Öyle bekledim ki seni, bana böyle sarıldığını nasıl hayal ettim bilemezsin… Yıllardır.”
Semih’e iyice sarılmış olan Şeyda hemen kulağının dibinde fısıldayarak konuşur. “Bırak bu lafları.” Sarılıp öpmeye başlar deli gibi, yüzünün her yanını, sonra birden durur.
“Hadi yatağa gel!”
Şeyda gözlerini kaçırarak gider yatak odasına. İyice sarhoş olduğu yürümeye kalkınca apaçık ortaya çıkmıştır.
Semih duraklar, kanı donmuştur. Belki de hayatında ilk kez onu yatağa çağıran bir kadın karşısında, bu isteğin nereden çıktığını düşünmektedir. Onun dünyasında istemek, yapmak veya yapamamak vardır. Sebeplerle zaman öldürmek ona göre değildir. Bir süre gezinir salonda. Dışardaki zeytuni yeşil lacivert gökte yanıp sönen solgun yıldızlara takılır gözleri.  İçki koyar ve bir solukta içer. Küçücük adımlarla salondan çıkar, holde bir süre duraklar. “Gelirken bana da içki getirir misin?”
Elinde içki yatak odasına döndüğünde Şeyda’yı yatağa uzanmış bulur.  Berrak gök mavisi geceliğiyle yatağa uzanmıştır. Uzanıp içkisinden birkaç yudum alır. Semih omuzlarından yavaşça dokunur, kaçırmadan güvercini tutmak ister gibi. Sonra uzanıp boynundan öper, uyumlu bacakları başını döndürmüştür, dokunmaya cesaret edemez. Şeyda hareketsizdir, ürperdiğini ve tüylerinin diken diken olduğunu fark eder Semih. Her şeyi göze alıp ayak bileklerinden yukarı okşamaya başlar, eli dizinden yukarı kasıklarına doğru yönelince aniden çeker bacaklarını Şeyda.
 “Örtünün altına girelim…” Döner yanındaki içkisini bitirir ve pikeyi üstüne çeker.
Semih yanına yattığında epey uzaktadır. Yavaşça yanaşır, Şeyda’yı döndürür, bacakları temas eder, dudaklarından hafifçe öperek göğüslerine dokunur dokunmaz zıplar Şeyda. Örtüyü kapıp üstüne sararak ayağa kalkar.
“İmkânı yok, yapamayacağım… Kusura bakma!”
Semih renkli baksır donuyla bayram çocukları gibi kalmıştır yatakta. Sesi çıkmaz. Eliyle çenesini ovuşturur bir süre, yanındaki içkisini diker kafasına. Sesini yükselterek yanda kapısı kapanan odaya doğru seslenir.
“Senin bugün normal olmadığını anlamalıydım.”
“Kusura bakma dedim… Lütfen şimdi git ve…” Susar.
Semih ne duyacağını merak etmekten alamaz kendini giysilerini giyerken. Yatak odasından çıkıp girişteki gardıroptan kabanını alırken cümle tamamlanır.
“…lütfen beni artık kesinlikle arama!”
Semih kıpkırmızı olur.
Konuşmak ister uzun uzun… Sesi çıkmaz. Eli kapının kulpunda yüzü sesin geldiği odaya dönük, ona saatler gibi gelen birkaç dakika bekler. Dilinin ucuna gelenleri tutar. Kenan’ın hıncını benden almak istiyorsun galiba, diyecek olur, yutar. Kapıyı açar ve sertçe kapatarak asansörü bile çağırmadan koşarak iner merdivenleri. Poyrazın dondurduğu Şubat gecesine karışır.
(Devam edecek)
∘∘∘





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder