-3-
Apar topar yolcu eder Semih’i. Arkasından kapıyı kapatır, sırtını dayar
kapıya bakışları tavanda asılıdır. Bir süre öylece kalır, Semih’in asansörden
çıktığına ve apartmanı terk ettiğine açılıp kapanan sesleri dinleyerek emin
olunca, olduğu yerde çömelir, kapatır
elleriyle yüzünü hüngür hüngür ağlamaya başlar.
Sinirleri boşalmıştır. Epey bir süre doya doya ağlar. Rahatlar.
Kalkar, ağır adımlarla masaya yürür, kalan şarabı kadehine ağzına kadar
doldurur; şarabın büyük bir bölümünü bir dikişte damarlarına enjecte edercesine
yuvarlar. İlikleri titremiştir, gözlerini kısar titreyerek silkinir. Aslında
pek içki içen biri değildir, fazla gelmiştir şarap. Bir taraftan da “Ayıp oldu
çocuğa ne olduğunu anlayamadı,” diye geçirir içinden. İleri geri salonunu turlamaya
başlar, arada bir ağlama krizleri tekrar tutar, kısa süreli hıçkırma nöbetleri…
Yarım saat kadar bu minvalde gezinir evin içinde. Sonra atar kendini kanepeye,
uzanır. Tavandaki avizeye bakarak evliliğini düşünmeye başlar. Evet suçlu bulunmuştur, Kenan, zavallı çocuk
ne yapsın, böyle karısı olunca, gidip başkasını bulmuştur, olay bu kadar
basittir… Peki neden önceden uyanamamış bu duruma düşmüştür? Belli ki de bir
eksiklik vardır onda… ‘Her şeyin bir
nedeni vardır’ sözünü, ‘eğer kafam çalışıyorsa, ben de o nedenleri bilmeliyim’
diye anlıyordur. Bu yüzden aklına az çok yatan sebebi bulunca rahatlamıştır.
İçinde bulunduğu durum onu öylesine saçma biçimde cezalandırmıştır ki, cezanın
saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki kendini suçlu gördükçe olay daha anlaşılır
olduğundan rahatlamaktadır. Hak ettiği cezayı çekecektir. Zorla kendine suç
yakıştıran Kafka kahramanları gibidir.
Bir ara, işinde de hep bu yöntemle
düşündüğünü sezer gibi olur; farkındadır, anlamadığı bir dünyada yaşıyordur,
ancak bu durum güvenli değildir, rahatsız oluyordur, inanacağı hikâyeler
bularak görünüşte de olsa sebep-sonuç bağını kuruyordur. Bazı insanların neden
başarısız olduğunu, şirketlerin neden battığını, borsanın neden düştüğünü,
doların niçin yükseldiğini hep aynı yöntemle anladığını fısıldar biri kulağına.
Belirsizliğe teslim olmak istemez,
bu onun genel hayat ve dünya kurgusuna terstir. Gerçek bu bile olsa kabul
edemez. Gerekirse kendisine yalan söyler; suçunu üstlenir, dünyayı
anlayabildiği, hikâyesini yazabildiği anlaşılır bir basitliğe büründürür.
Bedelini de öder.
-4-
Büyükşehir’in
insani hırpaniliğine, erimekte olan karla birlikte yol kenarlarındaki çamurla
kararmış yığınlar eklenmiş, kara zevksizliğin tahakkümündeki koca şehrin,
kaynar suda kıvranan istakoz gibi nasıl debelendiği ortaya çıkmıştır. Gece, bir
anda buharlaşıp kaybolan beyaz zarafetin ardından peydahlanan perişanlığın
üstünü çabucak örtmek istercesine hızla çöküyor.
Pencereden
arabasını kirli beyaz yığınların elinden kurtarmaya çabalayanları seyrediyor.
Yoğun bir iş gününün sonunda evde olduğu için mutlu. Canı uzun boylu yemek
istemiyor. Ne yapsın? Abur cubur ne varsa çıkarır, bir de şarap açar. Aç karına
alındığında alkolün nasıl hoyratça çarptığını bildiği halde aldırmaz. İnmekte
olan karanlığa şerefe der gibi camla tokuşturup diker kadehi. Yarısından fazlasını
içer.
Son
görüşmelerini hatırlar, adamın kovulur gibi çıkışını… Bazen pek yol yordam
bilmez oluyorum! Aldırma, hepsi aynı bok… Üç ay olmuştur neredeyse o geceden
beri. Ertesi gün aramaya başlamış, kim olduğunu bulmuştu Kenan’ın sevgilisinin.
On gün geçmeden isim gelmişti: Şükran… Mazbut, düzgün, hayatı geldiği gibi
kabul edebilen, az konuşur, az ve dozunda güler, hep kontrollü, mesafeli, aklı
başında; ancak düşük profilli, akça pakça, beyaz tenli, düzgün bacaklı… Ama
sıradan biri canım…
Bununla mı?
Böyle demeden edemedi. Bari, daha havalı gösterişli, değen biriyle… Saçmalama,
kızım sen eblehleşiyor musun? Kadınlar hep böyledir, burada bile karizmayı
çizdirmek istemezler…
Sonra karar
verdi, gidip görüşecek; sensin demek Kenan’ın beni aldattığı kadın, tanışmaya
geldim diyecekti. Bir hafta kadar yattı bu düşüncesinin üstüne… Yok canım…
Olacak iş miydi? Kendini aylarca önce tutulmuş balıkları denize dökerken gördü,
zavallıları yaşama döndürmek için! Parasını ödeyecekti ödemesine ama, balıkçıyı
düşünsenize neresiyle gülerdi? Bir şey olmamış gibi mi davranacaktı? Kâr mı
kalacaktı Kenan’ın yanına?
Avukata
verdi boşanma evraklarını, bekle dedi, benden haber almadan kararı çıkartma!
Aylar geçti… Neden böyle davrandığını kendine bile anlatamamıştı; olsa olsa
çantasını alıp gitmeden köşeyi bucağı iyice kontrol etmek isteğiydi…
Ürpererek
üşüdüğünü anlar, pencerenin yanında. Gidip üstüne bir kazak alır, saçına çeki
düzen vererek giyer. Kadehini doldurur. Salamlı bir sandviç yer. Annesine bu
akşam için hayır dediğini anımsar, yalnız kalmak istemiştir. Ailecek teyzesine
gidilecektir, istemez. Kenan, çözmeyi bir türlü beceremediği bir düğüm gibi
yüreğinde oturmaktadır. Sevdiğini kaybeden birinin onulmaz acısıyla kıvranan
biri var sanmayın. Mecnununu kaybetmiş Leyla yok karşımızda; önündeki dosyanın
bilançosunun altına bir türlü iki çizgi çekip hesabı kapatamayan bir muhasebe
müdürü var… İş hayatı böyle kapanmış dosyalar üstüne düşünmeyi kaldırır mı?
İşin yenisinin peşine düşmesi gerekir, derseniz, şunu bilin, Şeyda’nın asıl
derdi yara alan prensiplerinden birini nasıl ayağa kaldıracağıdır.
Şanslı
olduğunu bilir. Sağlıklı, analitik zekâsı yerinde, epey yetenekli, bir anne-
babanın kızıdır. Geçim derdi görmemiş, içinden geçtiği hiçbir ortamda
uyumsuzluk çekmeden başarıyla okumuştur. Başkalarına acı soslu, yakıcı yemekler
sunan rastlantılar ona hep gülücükler atmış yanağını okşamıştır. Bunlar çekici
bir güzellikle taçlandırılmıştır... Tanrının sevgili kulu, diye kime denir?
Mutludur, şükreder… Toplumun istediklerinin kendisine ne denli yakıştığını
okuldan sonra çalışmaya başladığında da deneyimlemiştir. Sanki, piyasanın
isteklerine göre anne-babasına sipariş verilmiş özel yapım bir “serbest pazar”
insanıdır. Kafası gündelik hayatın her köşesinde şirketteymiş gibi
çalışıyordur. Kafası çalışan herkesin, yapmak durumunda olduğu her iş ortamına,
kendisi gibi uyabileceğini düşünür. Eğer beceremiyorsa ya zekâsı yetmiyordur,
ya da kapris yapıyor, bu bahaneye sığınarak gizli hedeflere koşuyordur.
Kenan’a bir
türlü akıl erdirememesi bu yüzdendir.
Düşünce
patikasının çatallandığı, karşıya geçmeyi beceremediği kavşağa gelip
dayanmıştır: Bu denli uyanık ve akıllıyken Kenan’ın onu terk edeceğini nasıl
görememiş, kendini aldatan biriyle yıllarca nasıl aynı yatağa girebilmiştir?
Bu sorulara
onu tatmin eden yanıtlar bulmadan bu dosyayı kapatması olanaklı değildir. Zekâsı ve aldığı eğitim her şeyin -ona göre
akla uygun- bir nedeni olduğunu söylemektedir. Oysa sebebin yokluğunun yokluğun
sebebi olmadığını yaşayarak öğrenmiştir.
Yoksa, karı
koca ilişkisi, evlilik gibi konularda bildikleri çok mu safiyane ve gerçek
dışıdır? Göğüslerinden boynuna bir sıcak dalgasının yükseldiğini hisseder,
kanın beyne çıkması bu olsa gerekir. Ne zaman Kenan’ı düşünse aynı dalganın
saldırısına uğruyordur beyni. Geçen gün şirkete giden, iki yanına araba park
edilmiş tek şeritli dar yollardan birinde, öndeki arabalardan birinin kapısı
açılmış çığlık çığlığa bir asfalt-lastik öpüşme sesiyle yarım metre kala
durabilmişti, adamın önünde… Çıkıp bir süre dolaşmış ancak kendine gelebilmişti.
Acı frenle durduğu anda beyni nasıl kaynamışsa, Şükran’ı anımsadığında aynı
alevleri hissediyordur…
Elindeki
kadehe bakar, boşalmıştır. Gider yenisini doldurur. Bu akşam biraz fazla
vurmuştur şarap. Yemek yemeyi mi atlamıştır, nedir? CD çalıcıya yeni bir müzik
koyar. Çoktandır susmuş farkında değildir. Sol topuğunun üzerinde dönüp yerine
geçerken telefonu görür. Ahizeyi eline alır, geri bırakır. Telefonun başında
beklemeyi sürdürür. Bir türlü yerine oturamaz. Kaldırır, bırakır. Yandaki
telefon defterini açar ağır çekim devinimle, tüm sayfalarını iskambil destesi
çevirir gibi döndürür. Bir daha döndürür, sonlarda bir sayfada durur, hafifçe
göz gezdirir. Kapatır.
-5-
Hafifçe
kemerli burnu, yoğun makyajlı yüzü, geniş alnıyla ince düz dudakları var. Saman
sarısı saçları omuzlarına dökülmüş. Karşısında ondan kısa boylu bir adam;
yapılı, tıknaz. Şubat’ın son karı kalkınca tam zamanı deyip Boğaza gelmişler,
balık yemeğe. Adam genellikle böyle yapar, boğaza balık yemeğe getirir yeni
tanıştığı kızları. Büyük zampara diye ünlenmekten gizli –bazen açık- keyif
alır.
Gururla
geçen tekneleri işaret eder.
“Nasıl, hoş
değil mi?”
Kadın
yıllardır buralarda olduğundan kırık bir Türkçeyle konuşsa bile eksiksiz
anlıyordur. “Harika, teşekkürler...”
Balıklar ha
geldi ha gelecek. Garsona döner.
“Bizim
balıklar?”
“Biraz daha
var abi…”
Telefon.
Şaşırır adam arayanın adını ekranda görünce. Telefonu kaptığı gibi kalkar.
Öylesine hoş bir sürpriz olmalı ki, kemerli burunlu kadından izin istemeyi bile
unutmuştur. Yandaki terasa geçer. Kadın, adamın ceketinin eteklerinin poyrazın
dalgalarına kapılmış aldırmaz savrulmalarından önemli olduğunu çıkarır
konuşmanın. Epey burulmuştur. İnsan hiç olmazsa küçük bir izin almaz mı? On
dakikaya yakın konuşur adam, giderek artan bir coşkuyla. Boştaki sağ eliyle ve
başıyla yaptığı jestler kürsüdeki politikacıları anımsatır. Boğazdan vuran
dondurucu poyraz vız gelmiştir. Konuşma bitince hızla içeri girer.
“Nasıl mahcubum bilsen…”
Ceketinin
ceplerini kontrol eder, ne aradığını o da bilmez ama telaşlı gözükmesi
gerekiyordur.
“Hemen
çıkmam gerekiyor, acilen…”
Susar.
Kadının bakışlarındaki öfkenin derinliğini ölçmeye çalışır, müşterinin
bakışlarından cüzdanının kalınlığını çıkarmaya çalışan tüccarlar gibi. Dost
bakışları uçup gitmiştir kadının.
“Bunu öyle bir telafi edeceğim ki, sen bile
iyi ki olmuş diyeceksin…”
Kalkar,
yanaklarından öper kemerli burunlu kadını Semih. Garsonu çağırıp durumu
anlatır, kadına istediği servisi yapmalarını söyler. Para bırakıp hızla ayrılır
lokantadan.
Yarım saat
kadar sonra elinde bir çiçek demeti ile kapıdadır. Son görüşmelerinden bu yana
iki kez aramıştı Şeyda’yı. Havadan sudan konuşmuşlar, görüşmeye yanaşmamıştı.
Ne değişmişti, yeni bir gelişme olabilir mi?
Düşüneceğine gir içeri sor!
Yorgun,
gözleri mahmur, her zamanki gibi alımlı, güzel, ama özensiz… Saçları dağınık,
kobalt mavisi bluzu eteğiyle çarpık buluşmuş… Boğaz vapurlarından itiş kakış
yeni inmiş kadınlara benzemiş...
“Hoş geldin
Semih.” Kelimeler Şeyda’nın ağzından yeni su verilmiş musluktan dökülür gibi
kesik kesik çıkar.
Semih başı
yere eğik ayaklarına bakarak içeri girerken kaçamak bir bakış atar Şeyda’ya.
“Hoş bulduk… İçki mi içtin?”
“Biraz
diyelim…”
İşte bu
gariptir. Şeyda’nın bu durumda birini
karşıladığında olayların normal seyrinde aktığını kimse söylemesin. Salonun
görünüşü endişelerini haklı çıkarır. Misafir bekleyen birinin evi olamaz bu…
Her yer her yerdedir, masanın bir yanına yiyecekler serpiştirilmiş, biri boş,
diğeri yeni açılmış şarap şişesi ortalıkta…
“Dağınıklığın
kusuruna bakma, keyfine bak…” Masayı işaret eder. “Git ne istiyorsan al.”
Kendisi önünde yarım kadeh şarap bulunan eski yerine gider ve düşer gibi
bırakır vücudunu koltuğa. Çiçek demetini bile bir vazoya yerleştirmeden mutfağa
atıp gelmiştir.
“Çiçekleri
vazoya koymamı ister misin?”
“Olur,
zahmet olacak, şuna koyabilirsin…” Masadaki boş vazoyu işaret eder.
Semih
çiçekleri yerleştirir, tabağına yiyecek bir şeyler alır, içkisi koyar. Bir
yandan da ne olup bittiğini kestirmeye çalışıyordur. Şeyda’nın karşısındaki
koltuğa oturur, ortadaki geniş sehpaya yerleştirir tabağıyla içkisini. Bir iki
lokma atar ağzına.
“Tam oturup
dinleneyim bari demiştim… Sen aradın, ne güzel, ama…”
Şeyda’nın
dinleyecek hali yoktur. “Ne haldeyim değil mi?”
“Onu demek
istemedim.”
“Sence ben
safdil kadının biri miyim?”
“Nereden
çıktı bu? Tam buldun safı!”
“Kocası
aldatırken kuzu kuzu gezinen birine başka ne denir ki?”
Semih
şaşkındır. Hâlâ Kenan mı? Kapanmadı mı bu sayfa?
“Hadi içelim…” Kadehini alır masadaki
diğer kadehe vurarak diker kafasına Şeyda, masaya atar gibi bırakır. “Belki de
eski kafalıyım, budalanın biriyim; bu kafayı değiştirecek bir yol bulmalıyım.”
Semih
sıkılmaya başlamıştır. Dur bakalım nereye varmak istiyor, görürüz birazdan…
“ Sen
içimizde en aklı başında olanıydın, ne budalalığı.”
“O yüzden mi
beni aldatan biriyle yaşıyordum, evden gitmek istediğinden bile son anda
haberim oldu. Belli ki kaçırdığım şeyler çok…”
“Kenan’ın
senden farklı biri olduğunu anlatmaya çalışmıştım geçen geldiğimde.”
“Sizi iyi
dost biliyordum…”
“Dostlar
farklı insanlar olabiliyor.”
“Ama ne
zaman onunla aramızda anlaşmazlık çıksa sen gelip bana kur yapıyorsun…”
Semih
konuşmanın böyle keskin bir dönemece gireceği beklemez. Hiç düşünmediği
taraftan yıkıcı bir yumruk almış boksör gibi kordonlara dayanmış hisseder.
“Sana karşı
hislerim hiç değişmedi…”
“Ancak
kökten değişerek eski budalalığımdan kurtulduğumu gösterebilirim kendime…”
Kalkar içki doldurur, bir yudum alır ve CD çalara müzik koyar Şeyda. “Benimle
dans eder misin?”
Semih olumlu
diyebileceği böyle bir hamleyi beklemiyordur. Toparlanıp kalkar. Şeyda iyice
sarılır, abarttığı belirgindir… Bir süre konuşmadan dans ederler. Semih
yıllardır böyle bir an hayal ettiği halde şimdi şaşkındır.
“Öyle
bekledim ki seni, bana böyle sarıldığını nasıl hayal ettim bilemezsin…
Yıllardır.”
Semih’e
iyice sarılmış olan Şeyda hemen kulağının dibinde fısıldayarak konuşur. “Bırak
bu lafları.” Sarılıp öpmeye başlar deli gibi, yüzünün her yanını, sonra birden
durur.
“Hadi yatağa
gel!”
Şeyda
gözlerini kaçırarak gider yatak odasına. İyice sarhoş olduğu yürümeye kalkınca
apaçık ortaya çıkmıştır.
Semih
duraklar, kanı donmuştur. Belki de hayatında ilk kez onu yatağa çağıran bir
kadın karşısında, bu isteğin nereden çıktığını düşünmektedir. Onun dünyasında
istemek, yapmak veya yapamamak vardır. Sebeplerle zaman öldürmek ona göre
değildir. Bir süre gezinir salonda. Dışardaki zeytuni yeşil lacivert gökte
yanıp sönen solgun yıldızlara takılır gözleri.
İçki koyar ve bir solukta içer. Küçücük adımlarla salondan çıkar, holde
bir süre duraklar. “Gelirken bana da içki getirir misin?”
Elinde içki
yatak odasına döndüğünde Şeyda’yı yatağa uzanmış bulur. Berrak gök mavisi geceliğiyle yatağa
uzanmıştır. Uzanıp içkisinden birkaç yudum alır. Semih omuzlarından yavaşça
dokunur, kaçırmadan güvercini tutmak ister gibi. Sonra uzanıp boynundan öper,
uyumlu bacakları başını döndürmüştür, dokunmaya cesaret edemez. Şeyda
hareketsizdir, ürperdiğini ve tüylerinin diken diken olduğunu fark eder Semih.
Her şeyi göze alıp ayak bileklerinden yukarı okşamaya başlar, eli dizinden
yukarı kasıklarına doğru yönelince aniden çeker bacaklarını Şeyda.
“Örtünün altına girelim…” Döner yanındaki
içkisini bitirir ve pikeyi üstüne çeker.
Semih yanına
yattığında epey uzaktadır. Yavaşça yanaşır, Şeyda’yı döndürür, bacakları temas
eder, dudaklarından hafifçe öperek göğüslerine dokunur dokunmaz zıplar Şeyda.
Örtüyü kapıp üstüne sararak ayağa kalkar.
“İmkânı yok,
yapamayacağım… Kusura bakma!”
Semih renkli
baksır donuyla bayram çocukları gibi kalmıştır yatakta. Sesi çıkmaz. Eliyle
çenesini ovuşturur bir süre, yanındaki içkisini diker kafasına. Sesini
yükselterek yanda kapısı kapanan odaya doğru seslenir.
“Senin bugün
normal olmadığını anlamalıydım.”
“Kusura
bakma dedim… Lütfen şimdi git ve…” Susar.
Semih ne
duyacağını merak etmekten alamaz kendini giysilerini giyerken. Yatak odasından
çıkıp girişteki gardıroptan kabanını alırken cümle tamamlanır.
“…lütfen
beni artık kesinlikle arama!”
Semih kıpkırmızı
olur.
Konuşmak
ister uzun uzun… Sesi çıkmaz. Eli kapının kulpunda yüzü sesin geldiği odaya
dönük, ona saatler gibi gelen birkaç dakika bekler. Dilinin ucuna gelenleri
tutar. Kenan’ın hıncını benden almak istiyorsun galiba, diyecek olur, yutar. Kapıyı
açar ve sertçe kapatarak asansörü bile çağırmadan koşarak iner merdivenleri.
Poyrazın dondurduğu Şubat gecesine karışır.
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder