9 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (28)








_9__






Ben Kenan Delibaş
Şirket’teki Yıllarım (2)













Karl Marx, bir köleyi kontrol etmenin en iyi yolunun onu bir ‘şirket çalışanı’ olduğuna ikna etmek olduğunu görmüştü.

Nassim  Nicholas  TALEB (d. 1960)


Dosyaları masama savurup koltuğa çöktüm; yapması gerekenleri her şeye karşın becerebilmiş olanların tuhaf huzuru vardı içimde. Rahat ama şaşkındım, bir sürü insan hayat acemiliği diyecekti, biliyordum, kararım kesindi aldırmayacaktım.
Hayatı bir para kazanma yarışı, insanı da bunun için eğitilmiş canlılar –hatta makineler- gibi gören amansız yöneticiler gibi koltuğuma kaykılıp ayaklarımı masanın üstüne uzatıp kavuşturdum. Çay söylemek için açtım telefonu, Mehmet çıktı: 
“Abi buyur…”
Beni sever, ne zaman çocuklarına bir şey olsa bana koşardı; üç çocuğu vardı, birisi down sendromlu.
“Taze bir çay yollar mısın?”
Şeyda’ya bildirmeli miydim? Hayır, şimdi keyfimin bozulmasını istemiyordum, en az eleştiriye gereksinim duyduğum zaman. Bir anda karar değiştirdim, ceketimi kaptığım gibi çıktım odamdan. Atladım arabaya, ver elini Belgrad Ormanı. Bir saate yakın dolaştım, çamların, meşelerin, kayınların arasında, diri, sıcak ve dosttular. Geç bir öğle yemeği için Şirket’e geri döndüm. Kapıdan girerken telefonum çaldı.  “Baba bir şeyler duydum?” Mustafa’ydı. Akıllı uslu, kafası çalışan, zeki, sigara paketiyle sarmaş dolaş, gündelik hayatın labirentleri arasında kayarken pek bir şeyi dert etmemeyi nasıl başardığını bir türlü anlamadığım bir mühendis. İş alabilmek için maaşa bağladığı, belli aralıklarla Şirket adına ciddi paralar ödediği çok yönetici vardı çeşitli kurumlarda. Bunlara oyunun kuralı diye bakıyordu, hani var ya hakem görmüyorsa topu elle düzeltebilir golü atabilirsin gibi bir şey… Tamam, bir yerde öyle, herkes öyle bakıyor, yapamazsan kaybedersin falan… Herkes bir nevi suç ortağı… 
Gündelik hayatı idare etmemizi kolaylaştıran tuhaf mekanizmalar var kafamızda, onları işleterek suçun ruhumuzda fazla tahribat yapmasını önlüyoruz. Belki de benim Şükran’la yatarken Şeyda’ya karşı küçücük bir sızının dışında bir şey duymamam bu yüzden. Ne yapayım, düşüncelerimi, duygularımı biriyle paylaşmadan edemiyorum.
O da yemek yememiş, buluştuk yemekte. Kimse yoktu Şirket yemekhanesinde.
Anlattım. Yapmam gerekenleri ancak tepki olarak düşünebildiğimi söyledim Mustafa’ya, elimdeki belalı proje olmasa işi bırakamazdım.
“Patron’a ortalıkta söylemişsin?”
“Öyle denk geldi…”
Elimdeki kaşığı bırakıp gözüne baktım.
“Sen de bir sürü pisliğe bulaştın…”
Mustafa soruları kendisinin soracağını bekliyor olmalıydı.
“Bırak beni, ne bok yediğinin farkında mısın?
“Benden buraya kadar, dedim…”
Telefonlar gelmeye başladı, hem ona hem bana gündelik işler… Sonra tekrar görüşüp devam etmek üzere ayrıldık.
Öğleden sonra proje ekibinden arkadaşlar geldi. Başarma azmimiz yaralanmıştı, anlıyordum; daha ileri gidip ayrıntılara girmem zaten söz konusu olamazdı. Başkası gelecek, her şey aynen sürecek. Değişecek olan halkalarda rol alan “insan tekleri”… Hangi halkanın neresindesin sen ona bak.
Akşam geç vakit Şükran aradı. Numarasını görünce rahatladığımı içimin ısındığını hissettim.
“Kulağıma gelmedik şey kalmadı?”
“Kararımı bildirdim…”
Dikenli mor bir sessizlik içinde epey bir zaman geçti.
“İnanamadım… Maceralı projemizin ardından…” Bir ara duraksadı. “Akşam bana gelir misin?”
Bulanık düşüncelerimin üstüne, zifiri karanlık bir geceyi aniden aydınlatıveren ay ışığı gibi düşmüştü bu öneri. Şeyda’ya ne diyecektim? Yalan söyleyecektim, ofiste işim vardı…


-2-

Bir şeyleri iyi yapmanın güzelliği insanın yüzüne vuruyor. Şükran saygılı dinliyor, ‘benlik’ bayrağını yükseklere çekebilmek düşüncesiyle olur olmaz yerde eleştirmiyor, budalaca övgülerle destekleyerek zekâsı üstünde kuşku yaratmıyordu. Önemli kavşaklara ışık tutabilecek soruları, ‘bugün hava ne güzel, değil mi?’ sıradanlığında seslendiriyordu. Rahat ediyor, dinleniyor, kendimi daha iyi tanıyordum onunla konuştukça. Güzel yemek yapıyor, göz kamaştırıcı bir alçak gönüllülükle sunuyordu. Bundan mıdır, bilmiyorum giderek daha güzel ve çekici görünüyordu bana. İncitmemek için özel çaba harcarken buluyordum kendimi.
Kendiminkiler dahil, budalaca kişilik gösterilerinden ne denli itildiğimi anlatamam. Sadelik, basitlik ve de palavradan öte beceriyi mumla arar olmuştum. İyi yapmanın yerini iyi satmak, doğru düşünmenin yerini işine gelecek biçimde iletişim alıyordu. Dilin görevi düşünmekten iletişime geçmişti. Zamanın ruhuydu bu. Belki de Şükran’ı bu budalalıklara uzak olduğu için daha sıcak buluyordum…
Televizyon açıktı, çorbalarımızı içiyorduk.
“Neden bugün?” diye sordu Şükran.
“İşi bırakmak mı?”
“Hı hı…”
“Ben şartlanmalarımı ancak tepkisel olarak kırabiliyorum belki de… Olsa olsa ondan olmalı. Elimdeki projeyi oldurmak için girdiğim kalıplara tepki…”
Şeyda olsa eminim, “Aşırı değil mi?” benzeri şeyler söylerdi. Epey geç kalmıştım bunu yapmak için. Bu arada gözüme Patron ilişti, televizyonda şirket yönetimleri üstüne bir röportajda konuşuyordu. Çalışanların daha çok kazanmalarının yolunun daha verimli ve daha üretken olmalarından geçtiğini, bunun için de doğruyu, güzeli, etik ve ahlaki olanı sürekli arıyor olmalarının gerektiğini falan… Bizim Patron, toplantı sanatı, zaman yönetimi, iletişimin can damarı, satışın olmazsa olmazları gibi, ortalama her işletme kitabında bulunabilecek, faydasız denemeyecek öğütleri bilimin müthiş buluşları gibi görmeye teşneydi. Ha zaman yönetimi, ha Einstein’ın Genel Göreliliği… Aynı değerdeydiler onun gözünde.
Şükran gözleriyle işaret ederek gülümsedi, bak siz neymişsiniz diye… Benim yüzümü hüzünlü bir zoraki gülücük karartmış olmalıydı.
“Şeyda’nın henüz haberi yok…”
Karım hakkında onunla konuşmamıştım hiç, kafamı meşgul ettiğinden olacak ağzımdan kaçmıştı.
Şükran sürpriz yaptı. “Neden söylemedin?”
Onu duymamış gibi sürdürdüm. “Hem de hamile… ”
Sustuk. 
 

-3-

Evi doğum telaşı sarmıştı, bu araya istifa falan gibi ailenin ‘budalaca’ göreceği absürt şeyleri sokmanın ne ilgisi vardı.  İşime gidip geliyor, günlük işleri sürdürüyorum.  Evde doğuma, işte ihalenin sonucuna doğru yürüyordu zaman.  Donmuş bir merakla bekliyorum, ikisi de deneyimlemediğim heyecan verici başlangıçlara gebe olabilir. 
Öğle yemeğinden gelmiş, ofiste çayımı içiyorum. Telefon. Yemek sonrasının sevimsiz uyuşukluğuyla açtım, Genel Müdür arıyordu. İhale açılmıştı ve en iddialı firma bizdik; işin başkasına gitmesi sürpriz olurdu. Teşekkür ettim. Kapattığımda başka bir dünyadaydım. Beklentilerimden birinin sonuna geliyordum. Şirket’te gönlümce bir iş bulup bulamayacağım konusunda pek iyimser değildim. Önümüzdeki günlerde bazı şeylerin ortaya çıkacağını umuyordum.
Akşam saat beşte kutlamaya çağırdılar. Güzel bir pasta gelmişti, kahveler, çaylar… Şirketimizin gücünü, çalışanlarımızın yeteneğini, azmini ve metanetini göklere çıkaran sözler edildi. Herkesin mutlaka gülümsemek zorunluğunu hissettiği hoş birlikteliklerden biriydi. Keyifliydim… Başarı denen şey ne denli pürüzlü olursa olsun baştan çıkarıcıydı. İşi bıraktığım aklıma bile gelmedi, güvenim artmış umutlarım tazelenmişti. İnanamıyordum… Birisi bunun çelişkili olduğunu söyleyecek olsa ne diyebilirdim? Beni bekleyen belirsizliğin hüznü, kutlamanın ışıltısını birazcık gölgeliyor olsa da, moralim yerindeydi. Pişmanlık duymuyordum. Ne yapmak istiyorsam bedelini ödemek zorundaydım.
Pastamı almak için büfeye yaklaşırken Patronla göz göze geldik, hafifçe göz kırptı. Buruk bakıyormuş gibi geldi bana.
 “Yarın sabah bana bir uğra, görüşelim…” dedi.
Kendimi fazla önemsediğimi anladım, adamınki her durumdan tulum çıkarmaya çalışan pragmatik iş adamı duruşuydu.
“Olur efendim,” dedim Ne görüşebilirdi benimle, anlamadım.
Kahveyle pastamı aldım, nereye yanaşayım diye bakınırken bizim eski ekibe gözüm ilişti, köşede kaynatıyorlardı. Yanaştım. Patron’un övgüleri koltuklarını kabartıyor, gözlerinde, ayakları yere değdiği anda paraşütçülerin gözlerindeki gibi kıvılcım çakıyordu. İleri geri espriler, özenli, sıcak, saygılı tavırlar… Uzaktan Şükran’ı görüyorum, elinde kahvesiyle geliyor katılıyor bize. Annesi rahatsızmış, kardeşleri aldırmıyormuş, kızgın... İnsanların içinde üstü kapalı sordu, ne oluyor diye, Patron’un randevu verdiğini, hemen ertesi gün görüşeceğimizi söyledim. İçten, merakını gizleyemeyen dost bakışlarını yakaladım.  İçim ısındı.  Çok kalmadan ayrıldım, benim için fazlaca kutlanacak bir şey yok diye düşünmüş olmalıyım.
Eve gittiğimde girişteki küçük sehpanın üzerinde notu buldum. Şeyda annesindeymiş.
(Devam edecek)
∘∘∘


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder