_9__
Ben Kenan
Delibaş
Şirket’teki
Yıllarım (2)
Karl Marx, bir köleyi kontrol etmenin en iyi yolunun onu bir ‘şirket
çalışanı’ olduğuna ikna etmek olduğunu görmüştü.
Nassim
Nicholas TALEB (d. 1960)
Dosyaları masama savurup koltuğa çöktüm; yapması
gerekenleri her şeye karşın becerebilmiş olanların tuhaf huzuru vardı içimde.
Rahat ama şaşkındım, bir sürü insan hayat acemiliği diyecekti, biliyordum,
kararım kesindi aldırmayacaktım.
Hayatı bir para kazanma yarışı, insanı da bunun için
eğitilmiş canlılar –hatta makineler- gibi gören amansız yöneticiler gibi
koltuğuma kaykılıp ayaklarımı masanın üstüne uzatıp kavuşturdum. Çay söylemek
için açtım telefonu, Mehmet çıktı:
“Abi buyur…”
Beni sever, ne zaman çocuklarına bir şey olsa bana
koşardı; üç çocuğu vardı, birisi down sendromlu.
“Taze bir çay yollar mısın?”
Şeyda’ya bildirmeli miydim? Hayır, şimdi keyfimin
bozulmasını istemiyordum, en az eleştiriye gereksinim duyduğum zaman. Bir anda
karar değiştirdim, ceketimi kaptığım gibi çıktım odamdan. Atladım arabaya, ver
elini Belgrad Ormanı. Bir saate yakın dolaştım, çamların, meşelerin, kayınların
arasında, diri, sıcak ve dosttular. Geç bir öğle yemeği için Şirket’e geri
döndüm. Kapıdan girerken telefonum çaldı.
“Baba bir şeyler duydum?” Mustafa’ydı. Akıllı uslu, kafası çalışan,
zeki, sigara paketiyle sarmaş dolaş, gündelik hayatın labirentleri arasında
kayarken pek bir şeyi dert etmemeyi nasıl başardığını bir türlü anlamadığım bir
mühendis. İş alabilmek için maaşa bağladığı, belli aralıklarla Şirket adına
ciddi paralar ödediği çok yönetici vardı çeşitli kurumlarda. Bunlara oyunun
kuralı diye bakıyordu, hani var ya hakem görmüyorsa topu elle düzeltebilir golü
atabilirsin gibi bir şey… Tamam, bir yerde öyle, herkes öyle bakıyor,
yapamazsan kaybedersin falan… Herkes bir nevi suç ortağı…
Gündelik hayatı idare etmemizi kolaylaştıran tuhaf
mekanizmalar var kafamızda, onları işleterek suçun ruhumuzda fazla tahribat
yapmasını önlüyoruz. Belki de benim Şükran’la yatarken Şeyda’ya karşı küçücük
bir sızının dışında bir şey duymamam bu yüzden. Ne yapayım, düşüncelerimi,
duygularımı biriyle paylaşmadan edemiyorum.
O da yemek yememiş, buluştuk yemekte. Kimse yoktu
Şirket yemekhanesinde.
Anlattım. Yapmam gerekenleri ancak tepki olarak
düşünebildiğimi söyledim Mustafa’ya, elimdeki belalı proje olmasa işi
bırakamazdım.
“Patron’a ortalıkta söylemişsin?”
“Öyle denk geldi…”
Elimdeki kaşığı bırakıp gözüne baktım.
“Sen de bir sürü pisliğe bulaştın…”
Mustafa soruları kendisinin soracağını bekliyor
olmalıydı.
“Bırak beni, ne bok yediğinin farkında mısın?
“Benden buraya kadar, dedim…”
Telefonlar gelmeye başladı, hem ona hem bana gündelik
işler… Sonra tekrar görüşüp devam etmek üzere ayrıldık.
Öğleden sonra proje ekibinden arkadaşlar geldi.
Başarma azmimiz yaralanmıştı, anlıyordum; daha ileri gidip ayrıntılara girmem
zaten söz konusu olamazdı. Başkası gelecek, her şey aynen sürecek. Değişecek
olan halkalarda rol alan “insan tekleri”… Hangi halkanın neresindesin sen ona
bak.
Akşam geç vakit Şükran aradı. Numarasını görünce
rahatladığımı içimin ısındığını hissettim.
“Kulağıma gelmedik şey kalmadı?”
“Kararımı bildirdim…”
Dikenli mor bir sessizlik içinde epey bir zaman geçti.
“İnanamadım… Maceralı projemizin ardından…” Bir ara
duraksadı. “Akşam bana gelir misin?”
Bulanık düşüncelerimin üstüne, zifiri karanlık bir
geceyi aniden aydınlatıveren ay ışığı gibi düşmüştü bu öneri. Şeyda’ya ne
diyecektim? Yalan söyleyecektim, ofiste işim vardı…
-2-
Bir şeyleri iyi yapmanın güzelliği insanın yüzüne
vuruyor. Şükran saygılı dinliyor, ‘benlik’ bayrağını yükseklere çekebilmek
düşüncesiyle olur olmaz yerde eleştirmiyor, budalaca övgülerle destekleyerek
zekâsı üstünde kuşku yaratmıyordu. Önemli kavşaklara ışık tutabilecek soruları,
‘bugün hava ne güzel, değil mi?’ sıradanlığında seslendiriyordu. Rahat ediyor,
dinleniyor, kendimi daha iyi tanıyordum onunla konuştukça. Güzel yemek yapıyor,
göz kamaştırıcı bir alçak gönüllülükle sunuyordu. Bundan mıdır, bilmiyorum
giderek daha güzel ve çekici görünüyordu bana. İncitmemek için özel çaba
harcarken buluyordum kendimi.
Kendiminkiler dahil, budalaca kişilik gösterilerinden
ne denli itildiğimi anlatamam. Sadelik, basitlik ve de palavradan öte beceriyi
mumla arar olmuştum. İyi yapmanın yerini iyi satmak, doğru düşünmenin yerini
işine gelecek biçimde iletişim alıyordu. Dilin görevi düşünmekten iletişime
geçmişti. Zamanın ruhuydu bu. Belki de Şükran’ı bu budalalıklara uzak olduğu
için daha sıcak buluyordum…
Televizyon açıktı, çorbalarımızı içiyorduk.
“Neden bugün?” diye sordu Şükran.
“İşi bırakmak mı?”
“Hı hı…”
“Ben şartlanmalarımı ancak tepkisel olarak
kırabiliyorum belki de… Olsa olsa ondan olmalı. Elimdeki projeyi oldurmak için
girdiğim kalıplara tepki…”
Şeyda olsa eminim, “Aşırı değil mi?” benzeri şeyler
söylerdi. Epey geç kalmıştım bunu yapmak için. Bu arada gözüme Patron ilişti,
televizyonda şirket yönetimleri üstüne bir röportajda konuşuyordu. Çalışanların
daha çok kazanmalarının yolunun daha verimli ve daha üretken olmalarından
geçtiğini, bunun için de doğruyu, güzeli, etik ve ahlaki olanı sürekli arıyor
olmalarının gerektiğini falan… Bizim Patron, toplantı sanatı, zaman yönetimi,
iletişimin can damarı, satışın olmazsa olmazları gibi, ortalama her işletme
kitabında bulunabilecek, faydasız denemeyecek öğütleri bilimin müthiş buluşları
gibi görmeye teşneydi. Ha zaman yönetimi, ha Einstein’ın Genel Göreliliği… Aynı
değerdeydiler onun gözünde.
Şükran gözleriyle işaret ederek gülümsedi, bak siz
neymişsiniz diye… Benim yüzümü hüzünlü bir zoraki gülücük karartmış olmalıydı.
“Şeyda’nın henüz haberi yok…”
Karım hakkında onunla konuşmamıştım hiç, kafamı meşgul
ettiğinden olacak ağzımdan kaçmıştı.
Şükran sürpriz yaptı. “Neden söylemedin?”
Onu duymamış gibi sürdürdüm. “Hem de hamile… ”
Sustuk.
-3-
Evi doğum telaşı sarmıştı, bu araya istifa falan gibi ailenin ‘budalaca’
göreceği absürt şeyleri sokmanın ne ilgisi vardı. İşime gidip geliyor, günlük işleri
sürdürüyorum. Evde doğuma, işte ihalenin
sonucuna doğru yürüyordu zaman. Donmuş
bir merakla bekliyorum, ikisi de deneyimlemediğim heyecan verici başlangıçlara
gebe olabilir.
Öğle yemeğinden gelmiş, ofiste çayımı içiyorum. Telefon. Yemek sonrasının
sevimsiz uyuşukluğuyla açtım, Genel Müdür arıyordu. İhale açılmıştı ve en
iddialı firma bizdik; işin başkasına gitmesi sürpriz olurdu. Teşekkür ettim.
Kapattığımda başka bir dünyadaydım. Beklentilerimden birinin sonuna geliyordum.
Şirket’te gönlümce bir iş bulup bulamayacağım konusunda pek iyimser değildim.
Önümüzdeki günlerde bazı şeylerin ortaya çıkacağını umuyordum.
Akşam saat beşte kutlamaya çağırdılar. Güzel bir pasta gelmişti, kahveler,
çaylar… Şirketimizin gücünü, çalışanlarımızın yeteneğini, azmini ve metanetini
göklere çıkaran sözler edildi. Herkesin mutlaka gülümsemek zorunluğunu
hissettiği hoş birlikteliklerden biriydi. Keyifliydim… Başarı denen şey ne
denli pürüzlü olursa olsun baştan çıkarıcıydı. İşi bıraktığım aklıma bile
gelmedi, güvenim artmış umutlarım tazelenmişti. İnanamıyordum… Birisi bunun
çelişkili olduğunu söyleyecek olsa ne diyebilirdim? Beni bekleyen belirsizliğin
hüznü, kutlamanın ışıltısını birazcık gölgeliyor olsa da, moralim yerindeydi.
Pişmanlık duymuyordum. Ne yapmak istiyorsam bedelini ödemek zorundaydım.
Pastamı almak için büfeye yaklaşırken Patronla göz göze geldik, hafifçe göz
kırptı. Buruk bakıyormuş gibi geldi bana.
“Yarın sabah bana bir uğra,
görüşelim…” dedi.
Kendimi fazla önemsediğimi anladım, adamınki her durumdan tulum çıkarmaya
çalışan pragmatik iş adamı duruşuydu.
“Olur efendim,” dedim Ne görüşebilirdi benimle, anlamadım.
Kahveyle pastamı aldım, nereye yanaşayım diye bakınırken bizim eski ekibe
gözüm ilişti, köşede kaynatıyorlardı. Yanaştım. Patron’un övgüleri koltuklarını
kabartıyor, gözlerinde, ayakları yere değdiği anda paraşütçülerin gözlerindeki
gibi kıvılcım çakıyordu. İleri geri espriler, özenli, sıcak, saygılı tavırlar…
Uzaktan Şükran’ı görüyorum, elinde kahvesiyle geliyor katılıyor bize. Annesi
rahatsızmış, kardeşleri aldırmıyormuş, kızgın... İnsanların içinde üstü kapalı
sordu, ne oluyor diye, Patron’un randevu verdiğini, hemen ertesi gün
görüşeceğimizi söyledim. İçten, merakını gizleyemeyen dost bakışlarını
yakaladım. İçim ısındı. Çok kalmadan ayrıldım, benim için fazlaca
kutlanacak bir şey yok diye düşünmüş olmalıyım.
Eve gittiğimde girişteki küçük sehpanın üzerinde notu buldum. Şeyda
annesindeymiş.
(Devam edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder