23 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (40)




-5-

Büyülü dağın tepesinden ormanın orta yerindeki çimen denizine paraşütle iniş yaparmışçasına uyanır. İnmiştir ama sanki hâlâ bulutların arasındadır; uyanmıştır ancak uykunun en derin yerindedir. Yukarıyı dinler, Kenan ve Mars’da hareket yoktur. Yorganı kenara sıyırır, uzayda yürüyenlerin yer çekiminden kurtulmuş rahatlığıyla, kendini dışarı ışınlıyormuş gibi yataktan çıkar, sandalyenin arkalığına asılı, yıllardır ilk kez birine güzel görünmek için özenerek seçtiği elbisesini üstüne geçirir çabucak. Masanın üstündeki çantasını yavaşça koltuğunun altına sokar, yürüyerek değil de sanki havada yüzüyormuş gibi dış kapıyı bulur. Dışardadır. Çimlerin boynuna çöküp zamansız ıslatmış erken sonbahar habercisi çiy şaşırtmıştır.
Pabuçlarının ucunda kayarcasına arabasına yanaşır, sessizce içeri süzülür.  Evin önünden dönüp kavşağa gelir, sola döndüğü sırada ilerde Osman’ı görür, köpeklere yemek veriyordur. Yanına yanaşır.
 “Günaydın.”
Osman koşarak gelir, açık camdan sokar başını içeri.
“Abla, beni de götürsene Ovacık’a?”
“Annenin haberi var mı?”
“Onlar uyuyor… Yazarım bir kağıda…”
 Bir an tereddüt eder Hacer, ama sonra olur der. Osman kaybolur ve koşarak gelip atar kendini ön koltuğa. Otomobile binmiş köy çocuğundan daha mutlu insan bulmak kolay değildir. Osman’daki coşkuya imrenir Hacer.
Arkasını köpüğe boğarak suyu yarıp yol alan sürat tekneleri gibi hisseder Hacer. Zamanı delip geleceğe atılıyordur… Bedeni değildir hız yapan, bir türlü dinginleştiremediği her daim altüst olan ruhu…
“Hacer abla sen nerelisin?”
Şaşırmış Hacer başını çevirir.  
“Neden?”
“Bizim köyde hiç yok, senin gibi...”
“Nasıl ?”
Sesi kesilir Osman’ın, birden beyaz yüzüne kan akın eder. 
“Söyle hadi! Niçin?”
“Kızmazsın değil mi?”
“Kızmam, söz!”
İki eline kısa bir süre havaya kaldırır, “Bizim köyde senin gibi güzeli yok,” der Osman. Gidecekmiş onun gibi güzellerin olduğu yere, orada evlenecekmiş…
Sabah mahmuru Hacer, kahkaha atmak ister, uyku sersemi henüz dünyaya dönmemiş yüzünü kımıldatmak kolay olmaz. Bir gülümseme yayılır yüzüne, süzgün ve dalgın bakan gözlerine ışıltı gelir…
 “Sen ne tuhaf çocuksun. Sabahın bu saatinde… İyi ki rastladım sana, Keltepe’ye çıkıyorum gelir misin? Şimdi.”
“Tabii, gelirim…”
“Gün gelecek ne güzeller göreceksin, merak etme…” Çeker arabayı otelin önüne. “Bekle burada beni, geliyorum!”
Kabuldeki çocuk yerindedir. Dünkü sıcak diyalogun etkisini hâlâ atamamıştır.
“Abla erkencisin, bir emrin var mı?”
Hacer merdivenin ortasında durur. “Sağ ol, bana birkaç poğaça sarar mısın, sıcak…”
“Ne demek, tabii ki!”
Odasına girdiğinde ruhundaki coşkuyu birden kaybeder. Kitapları, bilgisayarı, ormana bakan geniş pencerelerin soluk yeşil perdeleri, yerdeki fabrika halısının eprimiş saçakları, gardırobun yerine oturmayan kapakları ona köhnemiş gönlünün perişan halini anımsatır. Odasının kendinden bu denli uzak olmasına akıl erdiremez. Perdeleri ardına kadar açar, orman içeri dolsun, gönlünü rahatlatsın ister. Oturup yazmak için önlenemez vahşi bir arzu duyar iliklerinde. İsteyerek seks yapmak herhalde böyle bir şey diye geçirir içinden. Ama nasıl yazacaktır, Osman aşağıda…
Elbiselerini atar üstünden, bir süre yalnız külotla dolaşır odanın içinde. Ne düşündüğünü unutmuştur. Yazsın mı? Yangın kulesine çıkacak mıdır? Osman aşağıda, ne diyecek çocuğa, ne giyinmelidir? Ne yapacaksa ona göre giyinecek. Ne yapacağını bilmiyor ki! Gider yüzünü yıkar. Eşofmanlarını üstüne geçirir, rüzgarlığını ve beresini  giyer. Süveterini çantasına sıkıştırır. Ne olur ne olmaz, Keltepe’ye akıl mı erer? Yazmayı unuttuğunun ayırdında bile değildir. Güneş gözlüklerini takar, tam kapıdan çıkacak, bir şey eksiktir…  Döner masasında açık duran şiir kitabını -Behçet Necatigil- ve yanındaki defterini kapar, dışarı atar kendini.
Kabuldeki gencin Hacer’le diyaloğundan aldığı keyfin de, onurun da sınırı yoktur.
“Nerede diyelim abla?”
“Poğaçalar? Tepeye, Keltepe’ye”
Hacer’in küçücük arabası Osman’ı kaptığı gibi düzülür yola. Asıl keyif Osman’ındır. “Kızmadın değil mi abla?”
“Yok canım!”
“Bizim köyde çok kızarlar.”
“Niçin kızıyorlarmış bakalım, bu insanların kızması bir türlü bitmiyor değil mi Osman?”
“Güzel… Günah gibi bir şeydir… abla…”
“Benim de senin gibi kızım var biliyor musun?”
“Ne kadar şanslı…”
Atılır Hacer. “Kim?” Kenan’ı düşünmeye başlamıştır.
Osman, “Kızın abla, senin kızın.” der, “adı neydi?” diye sorar, ama cevabını beklemeden, merak ettiği bir şeyi birden anımsamış gibi başka konuya geçer. “Kenan abi ile siz… Ne zaman evleniyorsunuz?”
Hacer sözden düşmüş, dün geceye takılmıştır. Keltepe görünür. Yahya uzaktan arabayı görür.


-6-

Onlar yukarı çıkıncıya kadar Yahya kilimi serip minderleri yerleştirmiştir.
“Kenan abi yok mu? O kaçırmazdı Keltepe’yi…” Hacer’in yanına gelir, getirdiklerini almaya. “Bir ara neredeyse her sabah buradaydı.”
Hacer başını sallayarak yok der, elindeki poğaçaları uzatır. Osman’a göz kırpar.
“Bu Osman, benim yeğenim olur.”
Osman bayılır böyle demesine, onun için Hacer Abla’sının yeğeni olmaktan öte ne vardır ki?
“Çay döküyorum…”
Gülerek onaylar Hacer.
Kahvaltılarını ederler Yahya’nın demli çaylarıyla. Ancak Yahya Bekçi’de bir haller vardır, kıpır kıpır yerinde duramaz. Onları yalnız bırakmak istemiyordur, bilir Hacer, ancak tedirginliğine bir türlü anlam veremez. Aslında o da Yahya’nın işinden gücünden olmamasını tercih ediyordur, ama bilir ki bura halkı bunu kabalık sayar, bir türlü bırakıp gidemez. Bir yandan da çekinir, git, derse alınabilir, biliyordur. Bir süre kararsız kalır, sonunda sorar.
“Yahya, sende bir tuhaflık var?”
“Yok be abla, olur mu hiç size karşı, ne demekmiş, bizim hatun doğuruyor da, ondan biraz şeyim…”
“Doğuruyor mu? Kim var yanında?”
“Kim olur ki, o becerir aslında, ama bir ihtiyacı olursa, yanında olursam…”
“Kalk git, yardım isterseniz… aman Allah’ım!”
Yardıma gitmeli midir? Ne yapabilir, dayanabilir mi? Bilemez. Osman on metre kadar ilerdeki sarıçamların altında yığılmış yaprakları eşeleyip duruyor, alttan çıkan böcekleri hayranlıkla, daha çok da korkuyla karışık saygıyla inceliyordur. 
Hacer yukarıya, üst taraçaya tırmanır, ağaç dallarından korkuluklarla çevrilmiş, güney batıdaki uçuruma bakan üst terasa… Keltepe’nin en uç noktasındadır. Osman’ın altında oynadığı sarıçamların tilki sarısı üst gövdeleri sabah güneşinin altında masallardaki kutsal hazineler gibi yanmaktadır. Korkulukların önünde, aşağıda, sabah güneşini yakalama açısına göre hareleri sarıya çalan, rengi kızıl kahverengiden yeşil-maviye kadar değişen, ipek bir halı gibi orman uzanmaktadır. Hemen geride, park yerinin yanında gri-kahve düzgün gövdeleri yatay kısa damarlarla bezenmiş İngiliz atları gibi havalı köknarlar dizilmiştir. Ayrı bir küme ise, hepsine küçümseyerek bakan sedef kakmalı pürüzsüz gövdelerini şişinerek teşhir eden kayın ağaçları… Koyu yeşil oval yapraklarında insanı ilk anda çarpan bir zarafet…  
Hacer kollarını korkuluğa dayamış, çevresindeki büyülü dünyanın içinde erimiş kaybolmuştur. Kavuşmaya yakın durduğunu hisseden dervişler gibidir. Ağaçların içinde bir ağaç olmuştur. Bir de Osman, şu kalkık saçlı çocuk, bir de Yahya, bir de Yahya’nın yeni doğan bebeği… Bebek sevecek mi acaba diye düşünür, bu göklere uzanma yarışında bulutlarla aşık atan kayınları; eğer sevmezse bende onu sevmem…
Eğilip korkuluğun altındaki açıklıktan uçurum tarafına geçer.
Kendini boşluğa bırakır…
(Devam edecek)
∘∘∘

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder