28 Aralık 2017 Perşembe

Uğursuz Sınır






Aslında o mutluluk sınırı…
Ortada bir çit bir yanı uğurlu, diğer yanı tekinsiz… Aklın çizdiği kader çizgisi, neresinde duracağın sana kalmış…
“Mutluluk sınırı” demek istersin ancak dilin varmaz; çünkü insan türü, on iki bin yıldır çitin uğursuz yanından hayatın kolay yeşerdiği mutlu yanına geçmeyi beceremedi…
Mağaralardan çıkıp yerleşik tarım yapmaya başladıkların bu yana…
Onca peygamber, onca filozof para etmedi; bugün onca saygın üniversite öğrencilere uğursuz tarafta nasıl ayakta kalacağını öğretme telaşı içinde…
Beceremiyorlar, imkânsızı yakalamayı nasıl öğretecekler aslında kendileri de bilmiyor; bir şeyler yapmış olmak için geveleyip duruyorlar…
∘∘∘

Çıkmaz nerede?
Ayakta kalacaksın ki yaşamayı sürdürebilesin…
Sağ kalmak yaşamanın olmazsa olmazı; ancak güvenli ortam yalnızca yaşamaya başlamanı sağlıyor… Henüz ilk adımı atmışsın, asıl iş şimdi gelecek; ama sen iş bitti vehmediyorsun…
Bu kolaycılığın çukurunda boğulduğunu anlıyorsun anlamayı günün birinde; ama çok geç…
Kazanmayı becerdiğin yer hayat çitinin zorunlu yanı, bir yere dek olmazsa olmaz, ancak hayatını doldurmak için boş, verimsiz, aşksız, renksiz, eksik…
Seziyorsun, adlandıramıyorsun…
∘∘∘

Sınırın öbür yanına geçmek, uğursuz yanında kazanmaktan daha zor…
Yeniden doğuracaksın kendini… Hamurundaki olumsallıklar senin değil; toplumun tasarımısın, kestiremediğin zamanlarda her şeyin bir yük gibi omzuna binmesi bundan…
Dilini, benliğini, toplumunu, sen yeniden kendine göre kendi olumsallıklarına kendin yol vererek yapmış olsan başka bir dünyada nefes alacaksın…
Aynı dünya dönecek dönmesine ama “dertler daha önemsiz, felaketler daha zararsız, hayatın kısalığı daha boş” olacak…
Benliğindeki yoğun sevinç önünü açacak…
∘∘∘

Önce bak, sınırın neresindesin? Uğursuz yanından başladın herkes gibi…
Hâlâ orada mısın? Öyleyse tasarımın sen değilsin…
Kendi tasarımını kendin yapmalısın…
Ama ilk iş sınırı aşmak, uğursuz sınırı…
∘∘∘

                                                                                                













26 Aralık 2017 Salı

Yarasa






Köyün eteklerindeki evimde yaşamaya henüz başlamıştım, odun yakarak, kasaba pazarından alışveriş edip stok yaparak, yemeğimi kendim pişirerek…
Ekmeği unuttuysam ekmeksiz yemeye alışacaktım...
Köy dağdaydı; dağ eteklerini korurmuş, dediler, sevindim.
O gün yağmur sularına bahçenin ortasından kanal kazdım  - ilk kez bu denli uzun kazma-kürek kullanıyordu, kalem kağıt dostu ellerim- ter içinde kalınca kendimi fazlaca önemsedim: yapabiliyordum, yetiyordum kendime…
Tatlı bir yorgunluğun rehaveti içinde akşam yemeğimi yedim. Yarı aydınlık salonda dünyada neler oluyor öğrenmek istedim; kısa başlıklar halinde…
Fazlası boğuyor beni.
Bir iki televizyon kanalına göz gezdirdim. Değişiklik yoktu, dünya bildik şekilde dönüyordu; kendi sevincini kendin yapacaktın…
Kimse gelip al sana bir tutam demiyordu. Ya ağlayıp yakınacaktın ya meşrebine göre başının çaresine bakacaktın.
Kitaplarda gezindim bir süre, sonunda seçtiklerimi koltuğumun altına soktum, soğuk odamdaki sıcak yatağımı düşünerek kalkıyordum ki gözümün önünde kömür karası bir şimşek çaktı!
Taşa dönmüştüm şaşkınlıktan…
Genişçe denebilecek salon loştu, iki küçük sehpa lambası hem okumaya hem aydınlanmaya kıtı kıtına yetiyordu.
Aydınlığın –güneş ışığının bile- düşünceyi kovduğunu düşündüğümden yakınmak bir yana mutluydum. Eski fotoğraflara benziyor düşünce bana sorarsanız, yalnızca karanlıkta ele veriyor kendini.   
∘∘∘

Şimşek’in karası olur mu?
Kışın ortasında, doğaya nispet yaparcasına kurulduğun sıcak odanda uykuya meyletmiş yorgun gözlerinin önünden kapkara kanatları minik yelkenler gibi açık bir canlı yıldırım gibi geçerse olur!
Donup kalırsın…
Pat! Pat! Duvarlara çarpıyor ve boş koridorda kayboluyor. Mest olmuş, kendinden geçmiş baygın…
Kimdir, nedir? Korkudan utandığımı hissediyorum!
∘∘∘

Köy sessizdi. İki komşum çoktan yatmış olmalıydı. Ne konuşacak, danışacak kimsem ne kuşlar hakkında bilgim vardı.
Kısa bir süre oturdum. Sonra aklına müthiş bir fikir gelmiş gibi fırladım tüm pencereleri açtım. Işıkları söndürdüm. Aldım eline küçük el fenerini başladım beklemeye.
İçerlerde her ne delikteyse çıkıp gelecek, açık pencerelerin birinden çıkıp gidecekti kara şimşek…
Arada bir el feneriyle köşe bucak kontrol ediyor saklanıyorsa görmeye çalışıyordum.
Birden aklına düştü: olsa olsa yarasadır, dedim bu.
Yarasa!
Kan emer mi acaba? Korku filmlerinde öyle olmaz mıydı? Bu esnada tekrar bir patırtı koptu duvarlara çarparak salona girdi iki hızlı tur attı pencerelere uğramadan koridorda kayboldu. Koridor ve odalar doğrudan çatıya açıldığından, çelik makaslar arasında görünmez oldu.
Bir saate yakın poyraza karşı koltukta oturdum soğuk salonda; paltoma sarılmış başlığım kafamda...
Yarasadan çıt yoktu.
∘∘∘

 Sabaha dek soğukta oturamazdım. “Yavru bir yarasa ne yapacak bana…” Paniğim biraz yatışmıştı, aynı havayı bir saattir birlikte soluyor olmak karakuşla duygusal ilişkilerime yumuşama getirmişti.
Tuhaf oluyor bu insanlar, bir saat içinde yarasayı tanır olmuştum sanki.
Usulca kalktım pencereleri kendinden emin hamlelerle sakince kapattım. Yatak odasının kapısını dikkatlice araladım, ürkerek içeri süzüldüm, lambayı yaktım. Durum normaldi. Pijamalarımı giydim ve yorganın altına kaydım. Tavanın çelik makasları arasında kıpırdayan bir kuşun ne sesi ne görüntüsü vardı. Yorgunluk göz kapaklarımı aşağı çekti, uykunun tatlı bilinmezliğinde kayboldum.
∘∘∘

Uyandığımda saat sabahın sekizi idi. Yavaşça yorganımı sıyırdım, ayak yordamıyla ayağıma geçirdim terliklerimi, bütün odaları tedirgin ama sakin adımlarla –yarasayı uyandırmayım endişesiyle(!)- kolaçan ettim. Gitmiş olmalı diye aklımdan geçirdim; ama emin değildim, nasıl olabilirdim ki?
İlk iş, tanıdık tanımadık herkesi aradım. Google’a başvuramıyordum internetim yoktu. Kısa bir süre sonra yarasalar artık muamma değildi bana. Görmüyorlar, doğal radarlarıyla yön buluyorlar, gürültü ve ışıktan ürküyor, siniyorlardı. Tek istedikleri böcek yiyerek ayakta kalmaktı, insanlarla bir alıp veremekleri bulunmuyordu.
Aramızda doğal saldırmazlık anlaşması bulunması rahatlatmıştı beni. Bu kez, acaba ne yer ne içer evin içinde sorusu takıldı aklıma…
Radar iyi çalışmadığında önüne çıkan ne varsa bindiriyordu yarasa. Bize benziyor, diye düşündüm, kafayı duvarlara çarparak buluyor yolunu… Gülecek oldum, göz kaslarımda dondu gülücük, önce hayırlısıyla ondan kurtulmalıydım; o da benden…
∘∘∘

Gün sürpriz yapmadı, anlatmaya değer bir gelişme olmadı. Köy sessiz, hava durgun, cılız güneş nazlı mı nazlıydı; bulutlar yağsın mı yağmasın mı, rüzgâr essin mi esmesin mi karar veremedi.
Öğleden sonra yine dolaştım evi dipten doruğa, belirsizlik sürüyordu. Gece yatarken aklıma bile gelmedi karanlıkta yarasa ayaklanır mı diye, gündemden düşmüştü sanki.
İki saate yakın okudum yatakta, belirsizliğe mahkûm insanların tesadüfleri yenebilmek için girdikleri ümitsiz oyunlar üstüne… Gözlerim kapanıyordu, yarasa takıldı yine kafama; okuduğum ‘saçma sapan’ şeylerle ilgisi hiç olmamıştı onun…  Belirsizlik aklının ucunda bile değildi eminim. Yaşayıp gidiyordu. Başka ne yapacaktı ki? Aklı var mıydı? Neden olmasın, ne kadardır nereye kadardır bilinmez ama mutlaka vardır bir şeyler… Aklı azsa korkusu da az olmalı. Neden, akıllı olan çok korkmaz ki? Saçmalama be adam… Kitabı yere attım, yorganı çektim başıma, bilinçli belirsizlikten bilinçsiz belirsizliğe yollandım.
∘∘∘

Fizik sınavı çok zordu, sorular hangi sorudan başlayacağı bilemedim. Birine başlıyorum içinden çıkamayınca bırakıp başka soruya geçiyorum. Neredeyse tüm sorulara el atmış hiçbirinin içinden çıkamamıştım… Ter içinde gözlerimi açtım… Evde olduğuma sevindim.
Kabustan çıkmanın hoşluğu bir şeyde yoktur.
Kalktım yüzünü yıkadım. Gece yarısı dörttü saat. Salona çıktım, koltuğa attım kendini hemen önündeki küçük televizyonu açtım. İlk görüntüyle birlikte pırrrr sesiyle kara şimşek burnunu yalayarak kayıplara karıştı...
Yarasa hâlâ misafirimdi.
∘∘∘

Telaş etmedim. O an yapacak bir şeyim yoktu; ne evden dışarı çıkarabiliyordum ne yiyecek verebiliyordum yarasaya, açtı hayvan ancak çaresizdim. Yatağa döndüm, bir iki sayfa ya okudum ya okumadım dalmışım.
∘∘∘

Sabah hızla kahvaltı ettim. Sofrayı toplamadan başladım telefonla çözüm yolları aramaya. İnternet gezintilerini iyi bilen iki arkadaşımı aradım. Durumu anlatıp yol göstermelerini istedim. Bir saat içinde planım tamamdı. Aklım yatmıştı; geceyi bekleyecektim. Kapıyı pencereyi çektim kasabaya indim. Karanlığı beklerken biraz lak lak edip kafayı dağıtmak istedim sanırım. Gittim tanıdıkların uğradığı kafe-pastaneye çöktüm. Her gelene anlattım başıma gelenleri. Bunca insanın uzun uzun kendisini konuştuğunu bilseydi mutlu olurdu, diye geçirdim içimden… Yarasa bile olsa canlı değil mi, hep birbirimize bemzemiyor muyuz?
∘∘∘

Döndüğümde zifiri karanlık çökmüştü. Evin önündeki sokak lambası yanmıyor, şiddetli lodos dağın yamacına bindirip kırılıyor kalan gücüyle bıkıp usanmadan kapıyı dövüyordu. Sanki dağların ardındaki öfkeli ama zararsız –belki dost- bir ejderha kimedir bilinmez gazabını dindirmek için esip gürlüyordu…
Yarasayla vedalaşmanın tam gecesi, diye geçirdim aklımdan.
Eve sesizce –kendimce- yarasayı ürkütmeden sokuldum, kilidi okşayarak çevirdim, kabanımdan karanlığa karışan derin bir sıyırtı ile içeri sığındım. Ayaklarımın ucunda mutfağa yürüdüm. En büyük tencereyi çektim, bir gazete sayfasını olabildiğince sessizce içine sokuşturdum ve ucundan kibritle tutuşturdum.
Karanlıkta alevlerle karışık bir duman yükseldi. Gören ruh çağırıyorlar diyecek, diye geçti içimden…
Saçmalıyorsun, kim ne derse desin!
Lodosa bakan tüm pencereleri açtım. Karşı pencerelere dokunmadım, evi fırtına alıp götürecekti…
Elime iki eski gazete alıp tuvalete attım kendimi. Tam iki saat… Rüzgârın tekinsiz uğultusu, karanlık, soğuk, gazeteden yükselen mide kaldıran, umutsuzlukla sınayan insan soyu havası birbirine karışıyordu…
Ne için?
Yarasadan kurtulacaktım… Belki de o benden…
Kutsal bir görevi tamamlamanın huzuruyla çıktım dışarı. Işıkları yaktım, camları kapadım. Tencerenin içindeki külleri döktüm.
İçimi huzur kaplamıştı. Sanki ev kutsal dualarla vaftiz edilmişti. Artık huzurla ayaklarımı uzatıp keyif çatabilirdim…
∘∘∘

O günden bu yana epey zaman geçti. Yarasa bir daha görünmedi.
Ben mi mutluyum, o mu? Ben mi yolumu kolay buluyorum, o mu? Benim mi gözüm görüyor, unun mu? Kafamı duvarlara ben mi çok vuruyorum aklımın başıma gelmesi için, yoksa o mu kafasından yediği darbelerle bilgiye tutunuyor?
İçinden çıkamıyorum.

∘∘∘


25 Aralık 2017 Pazartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (42)




18_




İki Yıl Sonra















Bilimin tüm zaferlerinde bilgelikten yoksunluk göze çarpar.
John FOWLES (ö. 2005)

İnsanlık mükemmelleştikçe, insanın değeri azalıyor.

Gustave FLAUBERT (ö. 1880)

Benim bol vaktim var
Her zaman için ölüme,
Kayıtsız yürüyemem
Geleceksiz yoluma.
                                      
              Behçet NECATİGİL (ö. 1979)


Mars’ı kaybettiği kışın üstünden iki yılı aşkın zaman geçmiş. Kunduz’daki beşinci baharına giriyor Kenan. Dört uzun yıl geçirmiştir Dağ’ın tepesindeki küçük evinde… Duygularına bakarsanız o hep Dağ’lıdır; burada doğmuş burada yaşıyordur. Başka bir yere gitmeyi düşünmez. 
Bunlar Kunduz sakinlerinin onda gördüklerinden farklıdır. Onlara göre, zavallı adam yapayalnızdır, dağın başında kimsesiz… Hırlı mıdır, hırsız mıdır? Düzgün birinin ne iş olur ki bir köyde? İnsan tek başına, batık gemilerden savrulmuş kazazedeler gibi dostsuz hısımsız, akrabasız yaşıyorsa nedeni olmalıdır. Dönüş için kılını kıpırdatmamasını kimse anlayamaz… Bunlar Emine Hanım’ın kulağına da gider;  savunmaya çalışır, sıkışır kalır çoğu kez… Arada bir, sabah veya akşam yürüyüşlerinden dönüşte köy kahvesine çöküp iki laf aradığında ürkek bakışların tedirgin taraması altına girdiğini hemen fark eder. Bir süre sonra titrek, çekingen elleriyle karşısındaki sandalyenin arkalığını kavrayan,  günlerin sakalı çorak toprağın kavruk otlarına dönmüş yorgun bir köylü, “Selamünaleyküm,” der ve oturur. Egzotik bir çiçeği koklamaktan çekinir gibi temkinli, ancak olabildiğince sıcak tutumlar içindedirler. Doğrudan pek soru sormazlar, isterler ki kendiliğinden açsın gönlünü orta yere Kenan.
Düğünlere gider, cenazelere katılır, bazen akıl danışanlar olur, okumuş adamsın diye, ama yine gözlerindeki kuşku hep vardır: okuman bir işe yaramış olsaydı Dağ’da yalnız başına sürgün yaşamazdın… Dost edinecek vakti yoktur. Son bir yıldır neredeyse elzem olanlar dışında tüm harcamalarını kesmiştir. Otellerde bir şeyler yemek, rakı içmek, araba kullanmak –benzin parasına bütçesi yeterli değildir- gibi lüksleri yoktur artık. Kitap harcamalarını bile yarı yarıya azaltmıştır. Kasaba’nın kütüphanesine gider olmuştur haftada bir, Yüksek Okul’a derse gittiği günlerde.
Altı ay kadar önce Leman randevu aldı işletme bölümü dekanından, gitti görüştü. Özgeçmişini verdi, anlattı derdini: Dağ’da oturduğunu, kendisini henüz yazar gibi görmediğini ama birkaç ay önce ilk romanının yayınlandığını, ikinciyi yazmakta olduğunu, gelecek yıl içinde yayımlanmasını umduğunu… Dekan süzdü Kenan’ı, Leman’ın yakın tanıdığı olduğundan, Büyükşehirden Köy’e gelen tekinsiz biri diye kuşkuyla bakmıyordu. Sıcak davrandı, kitabını alıp okuyacağını söyledi; roman yazan birine verecek işleri olmadığını ancak işletme bölümünde yönetim dersleri verebileceğini anlattı. Ücret düşüktü ama aldırmadı, başka bir seçeneği yoktu.


-2-

Biraz Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktı yaptığı. Ayrıca işletmeyi sıradan ezberlerin anlattığı gibi değil, olması gerektiği gibi anlatıyordu.
İki yıldır yazdıklarını yayınevlerine yolluyordu. Çoğu cevaplamadı, bazıları bir iki satırlık gerekçe göstermişlerdi. Kenan bunları sessiz kalan büyük guruptan ayrı bir köşeye koydu kafasında. İki yayınevinden denize düşmüş birine atılan ip gibi yanıt geldi. Basıyoruz demiyorlardı, ancak üstünde konuşmaya değer bulduklarını yazdıklarından çıkarmıştı Kenan. Cevap yazdı, anlattı… Birkaç yazışma oldu aralarında. Ardından çağırdılar, gitti; yüz yüze görüşmenin yakınlaştırıcı tılsımı mı, yoksa kan uyuşması mı, bilinmez, editörlerin biriyle el sıkıştılar. Fena gitmiyormuş, öyle diyorlar.
Bundan böyle kitaplarının yayınlanmasında sıkıntı çekmeyeceğini sanıyor; ne var ki bu düşüncenin kafasında öyle tedirgin bir yeri var ki,  belleğinde ne zaman o bölgeye uğrayacak olsa elektik yüklü çıplak bir kablonun yanından geçiyormuş gibi hissediyor.
Dağdaki dört yılının ardından, dünyayı anlarken kullandığı merceklerin konumları değişmiştir kafasında. ‘Sanat’ yapışık kardeşi ‘bilim’den ayrılmış, karşı yana geçmiştir; doğanın, felsefenin bulunduğu tarafa. Bir tabloya bakarken, içine işleyen bir müziği dinlerken, Kunduz Orman’ında kör, sağır ve dilsiz ağaçların yanındayken, bir dini mekânda -semavi bir estetik ortam içinde- kendi içinde gezinirken hissettiklerinin benzer bir hayran kalma duygusu olduğunu sezer… Hepsinin aynı kaynaktan gelen bir mucizeler karşısında hayret etme, şaşırma, şaşakalma olduğunu görmüştür… Neden böyle etkilendiğinin açıklamasını bir türlü bulamaz. Bu işlerin bilimini yaptığını iddia eden ‘bilim insanları’ndan veya ‘sanat uzmanı’ diye bilinenlerden dinler, kafası hepten karışır; ama bir şeyden emindir, onlar da pek anlayamamıştır… Sonra, anlamadan haz aldığı şeylere sanat demekten hoşnut olduğunu görür… Bir şekilde genlere işlenmiştir estetik. 


-3-

Sıcak bir haziran günü okulun kapısından girer; beton yoldan yüzüne yansıyan nemli hava sevimsiz haberlere hazırlıyor gibidir.  Merdivenleri terini silerek çıkar, dekanın sekreteriyle göz göze gelir. Bir iki dakika sonra içerdedir. Dekanın yüzünde eskiden alışık olduğu dostluk ışıkları sönmüş, zamanın ruhuna uygun profesyonelce denilen mesafeli duruşun izleri peydahlanmıştır. Zorlama hoşbeşi hızla geçerler, dekan önündeki evrakları ille de şimdi düzenlenmesi gerekiyormuş gibi çekiştirir.
“Kenan Bey biliyorsunuz, biz aslında sizden mutluyduk, ancak takdir edersiniz ki belli prensiplerimiz var… Derslerde genel geçer iş yönetim uygulamalarının dışında konuları işlediğinizden… Gelecek dönem maalesef sizinle çalışamayacağımızı….”
Söylenenlerin arkasında başka şeyler olduğunu bilir, ama bunun için mücadele edecek değildir. Telefon eder Leman’a, durumu öğrenir: aynı kadroyu başka birine tahsis etmek niyetindelermiş… Leman’la akşam konuşuruz diye sözleşirler.
Minibüsle döner Dağ’a. Öğretim görevlisi olmayı düşünmediğine göre, başka türlü başının çaresine bakabilmelidir. Gülmek gelir içinden…
Akşam geç vakit buluşurlar Leman’ın otelinde.
“Merhaba, demek kapıya koydular seni?”diye dalgasını geçer Leman.
       “Hem de nasıl, ama alışmam gerekiyor…”
 “Neye, kovulmaya mı?”
“Yok, bedel ödemeye, yapmak istediğimin karşılığını…”
Leman, uzaktan işaretle garsonu çağırır. “Ne dersin bir şeyler içer miyiz? Ben rakı istiyorum.”
“Rakı?”
“Evet bana o gider bugün, anlatırım…”
“İyi, bana da rakı…” der Kenan.
İçkileri beklerken anlatır Leman. Nişanlısından ayrılmıştır, bir hafta önce,  geri dönüşü yoktur…
“Gerçekten beklemiyordum, üzüldüm.” Güleceği tutar, söylediklerini yalanlayan muzip bir tebessümle yakalanır.
“Niye güldüğünü tahmin edeyim mi?” diye bilgiççe sorar Leman.
“Bırak falcılığı.”
Leman, rakı kadehini karşıya doğru uzatarak kaldırır.
“Ne sen doğru dürüst bir koca bulabilirsin, ne de ben para, diye güldün değil mi?”
 Kontrolsüz bir kahkaha patlar masalarından, tüm diğer müşteriler onlara döner. Leman “kusura bakmayın!” diye özür diler.
Sonra Kenan’a döner,“Yanlış mı?”
“Ona benzer bir şey…”
Bir saate yakın sohbet ederler, Kenan’a iyi gelir sohbet. İçten teşekkür eder Leman’a.


-4-

Temmuz ayının ikinci haftasında sakin bir kuşluk vakti postacı, üzerinde yayınevinin logosu bulunan bir zarf getirir. İnce bir sızı düşer içine. İletişimde ana yol sanal ortamdır, e-posta veya cep telefonuna kısa mesaj… Zarftan çıkan, tepesinde yayınevinin adı çivit mavi yatık harflerle yazılı kâğıtta aykırı şeyler olmalıdır. “Yayın politikalarımızdaki değişiklik nedeniyle bundan sonra, bizden çıkan kitabınızın yeni baskıları da dahil, sizle çalışamayacağımızı…”
Biraz araştırınca, editörünün değişmesi bir yana, yayınevinin farklı siyasal görüşlü bir guruba satılmış olduğunu öğrenir… Dağ’daki beşinci yılına pek şanslı girmemiştir.  Hepsinin arka planında gönlünü okşayan, ‘yazabilecek’ kıvama geldiğini görmesidir. Artık okul bitirmiş genel maksatlı biri değildir, tek başına kalsa bile kullanabildiği bir becerisi vardır, kanatlarına binip dünyayı selamlayacağı, hayatının bir parçası olan, spor gibi, dağ gibi, orman gibi… Kendine yetiyordur… Bir de dış dünya ile ilişki kurmayı becerebilirse... Belki en zoru budur, ama neden bilinmez, kendiliğinden oluverecekmiş gibi geliyordur Kenan’a. Yapması gereken direnmek, yazmayı sürdürmektir…
Ancak ne işi ne de yayıncısı kalmıştır. Gelir durumu perişandır; bu gidişle zorunlu temel gereksinimlerini bile temin edemez duruma düşecektir aylar içinde.  İlk kez böylesi bir belirsizliğe karşı kürek çekiyordur. Sinir sistemi alışık değildir bilinmezin karanlığının bu denli koyu olanına. Bu mudur, kendini aramak yerine, insanı ruhunu gözü kapalı topluma teslim etmeye zorlayan? 
Bir şeyi anlamıştır. Her insanın tekliği ve benzersizliği onun yaşama nedenidir. Ancak böyle düşündüğünüzde toplumun en vahşi ‘genellemesi’ çevrenizi uğursuz kapkara bir duvar gibi sarıp sizi hapsedecektir: Faustvari bir şehvetle, şeytanla anlaşma yaparak hep daha görünür –başarılı- olmak zorunluluğu… Buradaki bilgelik yoksunluğu, diye düşünür Kenan, doğanın, sanatın, felsefenin -veya dinin- estetik imbiğinden süzülmemiş ham bilginin, el yordamıyla kırıp dökerek uygulanmasına yol açıyor... Bilimin estetikle bilenmemiş, kör –ancak parçalayarak kesebilen- bıçağı, kimseye aldırmadan doğayı, insanı ve tüm canlıları doğruyor… 
Flaubert’e “İnsanlık mükemmelleştikçe insanın değeri azalıyor” dedirten bu eksiklik olmalı diye geçirir içinden. “Her şey yalnızca ekonomik çıkarların karşılıklı dengelenmesine indirgendiğinde erdeme yer kalacak mı?”
Belki de bu nedenle aşk, hiç dağdan inmiyor…
Doğa, orman, sanat, felsefe -ve din-, bilim pazarlayan uzmanların zorbalığından kaçıyor…
Hiçbiri aşksız olamıyor, aşk ise bilim diye pazarlananlarla yatağa giremiyor, onlardaki –faydacı- sığlığa katlanamıyor!
Kenan elinde mektup ormana bakan pencerenin pervazına omzunu dayar. Karşısındaki ağaçlarda donmuş görünen bakışları aslında içine dönmüştür. Sünger avcılarının denizin tabanını taramasına benzer biçimde, kafasındaki düşünce koridorlarının diplerinde aranıyordur… Ansızın fark eder: İçimizdeki biricik insan tekini aramak, aslında toplum kurallarını aşmaya çabalayan -kendimize karşı- bir isyandır…
Bir yazarın,  zina için “toplum kurallarının üzerine yükselmenin toplum kurallarına uygun bir yolu...” dediğini okumuştu… Şimdi anlıyordur, insanın içine doğduğu toplumun kurallarının üstüne yükselmesinin, kurallara en uygun yolu aslında kendini keşfetmeye çalışmasıdır.
Bu bir hükümlülük hali, bitmeyen ebedi bir mahkûmiyettir.


-5-

Mektubu yırtar.
“Haydi bakalım Keltepe’ye çıkıyoruz…” Sanki Mars’la konuşur gibi söylemiştir. Nasıl da arka ayaklarının üstünde zıplar yükselirdi bu sözü duyunca… Gözyaşı oluklarının dolmasına meydan vermeden atar kendini dışarı. Öğle sıcağının öncüsü ılık bir esinti kayınların uç yapraklarıyla oynaşmaya başlamıştır. Hacer’den bu yana ilk kez Keltepe’ye çıkacaktır. Yolun güney batıya dönen son virajdan sonraki, Hacer’in boynuna benzettiği düzlüğe gelir. Kızarmış, mahcup yüzünü yere indirerek kendiyle konuşur gibi, “Daha güzel bir iltifat düşünemiyorum,” demiş, kalkıp yanağından öpmüştü. Belleğindeki bu kare parıltısını hiç kaybetmedi. Belki de bu hüznü uyandırmamak için gitmedi  Keltepe’ye şimdiye dek.
Arabayı park eder. Bagajdaki yedek kazağını omzuna alır. Özlemiştir güney batıya doğru giden üç farklı gelin alayı gibi sıralanmış sarıçamları, köknarları ve kayın ağaçlarını. Oturduğu yerden üst taraçaya göz ucuyla bakar.  Hacer’i görür gibi olur, başını çevirir. Yangın gözetlemecisi Yahya oradadır, anlar.
 “Zor! Değil mi abi? Ben ömrü hayatımda onun gibisini görmedim, güzelini…”
Sessizlik gelir.
Yahya, “Yoktun epeydir… O gün doğurmuştu bizimki, oğlan şimdi iki yaşını geçti… Öğrendiğinde beni zorla yollamıştı eve…”  diye ekler.
Kenan kalkar, yamaca bakan korkuluklu üst terasa çıkan toprak merdivenlere yönelir. Hacer’den sonra iyice sağlamlaştırılmıştır ağaçtan korkuluklar. Yahya ürkek gözlerle arkadan izliyordur. Güneş tepeye iyice yükselmiş, köknarların dibindeki gölgeler Kenan’ın ruhu gibi koyu derin karanlıklara dönüşmüştür. Dirseklerini dayar korkuluğun üst sırasına, bakışlarını ağaçların tepelerindeki ufukta özgür bırakır, ağaçlardan başka bir şey düşünmemeye çabalar. Ama Hacer, beyaz yüzünü çevreleyen açık kumral kısa saçları ve derin kahverengi gözleriyle ışıl ışıl ona bakıyordur. Neler yazıyorsun, dediğini duyar gibi olur. Özlem, içinde açık bir yara gibi kanıyordur.
Fazla dayanamaz.
Döndüğünde Yahya’nın korkmuş endişeli gözleriyle karşılaşır. Eliyle hoşça kal deyip arabaya yollanır. Yahya arkada rahatlamış yüzünü eliyle ovuşturuyordur.


-6-

Boynundaki kazağı arka koltuğa atar, geçer direksiyona. Ayakları gitmek istemez.  Camları açar, ötücü kuşların cıvıltıları serin kuzey esintisiyle birlikte dolar içeri. Arabanın gidebileceği en yavaş hızla,  bilgeliklerini kıskandığı ağaçların dallarını okşayarak gelen hafif esintinin serenadını ruhuna kaydetmeye çalışarak iniyordur yokuşu.
Beynini kemiren bir soruyu yeniden anımsar.
Hacer gibi ölümü göze alabilir miydi? Keltepe’den atlayacak cesareti var mıydı? İlkokul öncesi olmalı, din hocalarından birinden duymuştu, aklına küçük bir kuşku düştüğü anda, Allah’ın varlığına ilişkin, kâfir oluyordun… O zaman şu zehirli şüphe çengellenmişti kafasına: acaba yok muydu?  Sabahlara kadar özür dilediği olurdu Allah’tan…
Hacer gibi atabilir miydi kendini Keltepe’den aşağıya?  Yedi yaşında gecelerini bölen şüpheye benzetti bunu. Hayır, istese de yapamazdı… Çünkü hâlâ sahtedir, hâlâ taklittir… ‘Kapıyı vurup çıkma hakkını’ kullanabilmek ancak kendini tanıyıp gerçek özgürlüğe ulaştığın zaman mümkün. İçine doğduğun kültürün ezberlettiği ‘ne olman gerektiği’ şarlatanlıklarını aştığın zaman… 
İnsan bir kere kendini bulmaya görsün, ne pahasına olursa olsun bırakmak istemez, gerekirse elinin tersiyle hayatı bile iter…
Sahteyseniz korkulacak bir şey yoktur. Hayatın içine hiç giremediğiniz için, ‘kapıyı vurup çıkma’nız  söz konusu değildir… İçeri giremeyen dışarı çıkar mı?
Ovacık’ın sıcağı neden geldin der gibi çarpar yüzüne. Otellere giden yola sapar,  sonra fikir değiştirir döner Köy yoluna girer. Tuhaf bir sessizlik var. Yolun iki yanında uzanan, yazın ortasında bile diri koyu yeşil rengi solmadan koruyabilmiş çayırlar ıpıssız. Köyün girişindeki kahvede kimsecikler yok, kafasını tezgâha yaslanış bir çocuk uyuyor. Dükkânların çoğu kapalı, kimisinde de beklemekten sıkılmış çocuklar oturuyor.  Ahşap caminin kavşağına gelip durur, etrafa bir göz atar, ne olup bittiğini anlamaya çalışır. İnsanlar caminin dışına taşmıştır.

Arabayı park eder, camiye yürür. Küçücük avlu doludur,  öğle namazından çıkmış kalabalık cenaze namazı kılınmak üzeredir. İmamı bekliyorlar diye düşünür Kenan. İkili üçlü guruplardan mırıltılar yükseliyordur. Öbür dünyaya göçen biri için yapılan veda töreni bunca kayıtsızlıkla sıradan bir görüşme ve sohbet etme fırsatına dönüşmüştür. Buradaki saygı, incelik ve zarafet eksikliğini insanların görmemesini anlayamaz… Yolcu edilene, kendilerine, Allah’a, doğaya ve ölüme karşı saygı eksikliği…
On dakika olsun susup bir cenazenin başında bile tek başına kalamayan bu kendinden kaçışın bir açıklaması olmalı…
Çevrede gözüne tanıdık simalar ilişir, ama yalnız kalmak ister, bir kenara çekilip durur. Kalabalık, şekilsiz kıpırtılardan oluşan bir kümeye dönüşmüştür. Bir anda gözleri dolmuş, söz geçiremediği damlalar elmacık kemiklerini aşmayı başarıp yanaklarından aşağı süzülmüştür. Kimin öldüğünden haberi yoktur. İnsanlar görmesin diye yanaklarını temizleme isteği falan duymaz. Kimin ne diyeceği umurunda değildir. Rahat, huzurlu, içini temizleyen bir boşalmadır bu.
Kendi cenazesine gelmiş gibi hisseder. 
İnsanın arada bir kendi cenazesine gidebilmesinin iyi bir fikir olacağını düşünür. Doyasıya, kanasıya ağlar… Camiden çıkarken bazı konuşmalar çalınır kulağına.
“Habibe Hala’nın nesi ola? Öyle içten ağladı ki…”
Benzer bir sahneyi Amerikalı bir yazarın romanında okuduğunu anımsar. “Günü Yaşa”yan roman kahramanı, tanımadığı birinin cenaze törenine karışıp katıla katıla ağlıyordu…
Cenaze alayıyla mezarlığa kadar yürür. Hacer’in ve Hamza’nın mezarlarını ziyaret eder. Konuşur onlarla, anlatır olanları... Hamza’nın bu dünyaya bir türlü uyduramadığı zekâsının sindiği aydınlık temiz yüzünü görür gibi olur, Hacer’in kahverengi gözleriyle yan yana.
Mezarlıktan çıkar ve karşıdaki ağaçlık bölgeye tırmanır, Dut’la Mars’ı gömdükleri kayın ağacının dibine. Mars, her eve gelişinde yaptığı gibi ön ayaklarıyla bacaklarına zıplamıştır. İki damla gözyaşı tutunamaz gözünde. 
                                                                                                                        
SON
∘∘∘




24 Aralık 2017 Pazar

AŞK DAĞDAN İNMEZ (41)




_17_









Mutluluğun üç ön koşulu var: aptallık, bencillik, sağlık.

Gustave FLAUBERT (ö. 1880)


Hacer’in ölümünden sonra bir daha savcılıktan aramazlar Kenan’ı, daha sonra davaların düştüğünü öğrenir. Şüphelinin  ölümünden sonra kuşkuların incelenmesine gerek kalmamıştır.
Hacer’in cesedini ertesi gün Keltepe’nin eteklerinde buldu, Kasaba’dan gelen arama ekibi. Annesi geldi yalnızca cenazesine, başka gelen olmadı ailesinden. Köy’e gömülmesini istedi annesi.
“Dağ’da kalmak isterdi...” dedi.
Köy halkı, otel çalışanları ve Emine Hanım günah çıkarırcasına cenaze namazına ve defin törenine katılmaya özen göstermişti. Bunların arasında Leman da vardı. Hakkında söylediklerinden mahcup, özür diledi Kenan’dan.
“Çok şeyler söylendi… söyledik… yalan yanlış… Ovacık’ın çılgın kızı, bir kere kadersiz gelince dünyaya…” diye iç geçirdi.
Kenan konuşmadı, iki sebepten… Leman’ın zekâsı, gözlerine dikilmiş suskunluğun acılı anlamını çözecekti, daha derin bir etkiyi sözcüklerle sağlayamazdı.  İkincisi,  konuşursa sesi çatlayacak belki de gözyaşları süzülecekti yanaklarından; bunu istemiyordu.
Bir daha Keltepe’ye çıkmadı.
Sonra soğuklar başladı bahara kadar erteledi yangın gözetleme tepelerine çıkmayı. Biliyordu, sonunda hayat olanları umursamadan bildiği gibi akmayı sürdürecekti.



-2-

Soğuk kuzey rüzgârlarının kendini iyice hissettirdiği bir ekim akşamı Şükran arar. “Gelecek hafta iki günlüğüne gelmek istiyorum, ne dersin?”
“Çok sevinirim…”der Kenan. Hazır olunca seni ararım, demişti ayrılırken Şükran’a. Anlaşılan onun bir şey yapacağı yok deyip geliyor... Sevinir Kenan, özellikle de Hacer’in vedasından sonra Dağ’a çöken hüznü biraz olsun dağıtır diye düşünür.
Bir cumartesi günü Şükran’ı karşılamaya gider Kasaba’ya. Otobüs garajında buluşurlar. Yolda Mars’la birlikte arka koltuğa oturmak ister Şükran. Ovacık yaylasını tepeden görünceye dek ne olduğunu, Kenan’ın buralarda ne aradığını anlamamıştır. Yaylayı üstten gören doruğa varınca boşalır.
“Neden burada olduğunu anlıyorum, birkaç ayda sıkılıp döneceğini düşünmüştüm…”
Şükran her zamanki hoş, huzur veren güzel bacaklı kızdır. Doğrudan eve gelirler. Kenan’ın küçücük iddiasız köy evini görünce şaşkınlığını gizleyemez. Bir süre sonra alışır… Bu küçük evi Kenan’la paylaşıyormuş gibi hissetmeye başlar, sevmiştir.
Akşam Mars’ı evde bırakıp yemeğe Dağ Otel’e giderler. Dağ’ın yöresel yemeklerinin yanında birer duble rakı söylerler, camın ardından bile olsa ormana karşı manzara yeterince etkilemiştir Şükran’ı. Aklına gelen her şeyi sorar, Kenan anlatır, her çeşit ayrıntıyı didikliyordur. Saatler alır Dağ’ı anlatmak. Yorgun düşerler. Kenan’ın standart bir gününü anlamaya çalışıyordur Şükran. Dinlediklerine inanamıyor, ince ince sorularla “mutlaka başka bir şeyler olmalı” kuşkusunu yatıştırmaya çalışıyordur.
Sonunda beni burada düşünebiliyor musun, diye sorar, son kurşunu atıp sandalyesinde geriye kaykılmıştır. Kolları göğsünde bağlı, artık konuş bakalım diyen bakışları keskindir... Kenan düşüncelerini onu kırmadan nasıl anlatacağını epeydir kuruyordur kafasında.
“Çok isterim senin burada olmanı, yanımda… Ancak, bir iki nokta var oturtamıyorum bir türlü, yap-bozu tamamlayamıyorum…”
Şükran ellerini çözer dirseklerini masaya dayar.
“Neymiş efendim?”
“Evimi görüyorsun, zor sığıyorum, üstelik sürekli evdeyim ve çalışıyorum… Televizyonum bile yok, almayı da düşünmüyorum, ses istemiyorum çünkü.” Susar. Şükran bir şeyler söylesin diye bekliyormuş gibi yapar. Aslında zaman kazanmaya çalışıyordur.
“Bu evi ayakta tutmaya bile ne kadar süre dayanabilirim bilmiyorum. Sanıyorum en geç bir yıl içinde çalışmak zorunda kalacağım. İstemediğim şey…” Şükran’ın gözlerinden sözlerinin etkisini anlamak ister.
“Daha büyük bir yere geçemeyeceğimize göre, burada nerede, nasıl kalacaksın? Kendi başımın çaresine bakamıyorum… Görüyorsun…”
Şükran hüzünle gülümser, şimdiki evinde iki kişi kalabileceklerini düşünüyor olmasına karşın uzatmaz, onun için Dağ’ın kapalı olduğunu anlamıştır. Kenan’ın, hadi kalk gel, göze alabilirsen, burada ne yapar eder bir çaresine bakarız, demesini bekliyordur. Kenan’ın Kunduz Dağ’ına gidiş nedenlerini anlamaya çalışmadı.  Onu olduğu gibi kabul ediyor, tartışmak istemiyor… Beklentileri göz önüne alındığında mantıklı görülebilir bu yaklaşım; ancak, kafasındakileri gerçekleştirememenin yok olmak demek olduğunu düşünen ve her bedeli ödemeyi göze almış biriyle, onu biraz olsun anlamaya çalışmadan nasıl yaşanır? 
Kenan’ın onu kırmadan anlatabilmeliyim dediği can alıcı noktadır bu. Şükran’ın tek başına Dağ’a gelip kendine bir ev tutacak veya otelde kalacak birikimi var mıdır? Bilmiyoruz, ama böyle bir gücü olsa bile, bunu yapmak aklına bile gelmez, gelse de yapmaz, çünkü Kenan’ın onu yeterince istemediği görüşündedir.
“Burada yanımda olmanı çok isterim…” sözü Şükran için retorik bir süslemeden fazlası değildir.
Lokantadan çıkıp biraz yürürler, esinti sert, soğuk bir rüzgâra dönüşmüştür. Şükran huzursuz olur. Eve gitmek ister.  Yorgundur erken yatar. Kenan Mars’ı alıp yukarı odasına çekilir. Gece aşağı inip Şükranı rahatsız etmeyecek şekilde elinden gelen her tedbiri alır. Yorgunlukla karışan hayal kırıklığı Şükranı bir vakit uyutmaz, ayaklanan sinirleri germiştir onu. Sonunda yorgunluk ağır basar. Uykuya dalmak üzereyken tuhaf bir rahatlama duyar, iyi ki Kenan olmaz demiştir; bu dağlarda ne yapardı, nasıl vakit geçirirdi; yakınları, hele de yeğenleri, hiçbiri yanında olmadan… İstediğini almak için didinirken bedelin gerçek yükünü omuzlarında hissetmiyor insan…
Rahatça uykuya dalar.
Sabah uyandığında hayal kırıklığı galebe çalar. Kenan da hüzünlüdür. Dağ yalnızlığında artık Şükran’ın uzaklardan bakan hayalinin avuntusu da kalmamıştır.
Şükran’ı Kasaba’ya bırakır. Havanın elektriği arka koltuktaki Mars’ı huzursuz etmiştir. Fırtınadan önceki sessizlik değilse bile, uzun süre güneşin görünmeyeceği kurşuni günlerin başladığını haber veren, buruk duyguların yoğunlaştığı bir veda olur. Otobüsün ardından, tekerleklerine takılır gözü Kenan’ın,  duyarsızca dönüyor olmaları içindeki boşluğu derinleştirir. Dönüş yolunu yarıladığında biraz olsun kendine gelmiştir. Arka koltuktaki Mars’ın arada bir ön ayaklarını omzuna atarak, ben varım, demesinin iyileştirici etkisini köpeklerle dost olanlar bilir.


-3-

Hayat bazen insanın üstüne üstüne gelir, sabrını sınarcasına… Sanırsınız Tanrı nerede pes diyeceğinizi ille de göreceğim diye tutturmuştur. Bu kadar da olmaz diye düşünürsünüz, her şey üst üste gelebilir mi? Haklı gibi gözükmenizin,  yaşamın çarklarının dönüşünü kestirmeye gelince kıymeti yoktur. Sabah kalkar, yaşam önünüze nasıl açılırsa öyle yaşarsınız.  İsyan etmek özgürlüğünüz vardır elbette…
Kışın ilk günleridir, şiddetli bir rüzgar kasıp kavurur Ovacık yaylasını. Ne spor için yürüyüşe, ne de Mars’ın gezmesine uygun bir gündür. Buna rağmen kendini dışarı atmak ister Kenan. Göğsüne basan bir sıkıntı sanki yüreğini söküp almaya çalışıyordur. Bilgisayarın başında çakılıp kalmış, tek cümle yazamamıştır. Kalkmış, okunması zorunlu kitaplar diye ayırdığı guruptan birini almıştır eline, ama boşuna… Olanaklı değildir işe yarar bir şeyler yapabilmesi.
Mars’ı çok soğuk havalarda giymesi için aldığı giysisinin içine zorla sokmuş, kendisi ise termal iç giyiminin üstüne sanki zırh kuşanırcasına giyinmiş, başlığını takıp atkısını boynuna sarmıştır. Arabayı Dağ Otel’in önüne park edip yürüyüş yoluna geçerler. Hava öylesine soğuk ve rüzgarlıdır ki, başka yürüyen kimsecikler yoktur. Bak işte bu rüzgâr beni kendime getirir... Nereden aklına geldiyse tasmasını açıp Mars’ı serbest bıracakağı tutar… Çimenli Yol’u ilk kez böylesine boş gördüğünden olabilir.
Orman Kafe’nin önüne geldiklerinde ilerde bir karartı görür, köpeğe benzetir, buralarda köpek, hele böyle bir havada… Uyanır birdenbire, çayın kenarında dolaşıp duran Mars’ı çağırır yanına, bir yandan da ona doğru koşuyordur. Mars önce bir duraklar, ardından ok gibi fırlar ileri, o köpeğe benzeyen karaltıya doğru… Kenan’a oyun yapmaya çalışıyordur. Kararsız kalır Kenan, dursun mu koşsun mu? Bilemez. Bu arada Mars hızla uzaklaşmaktadır. Kenan tekrar koşmaya başlar, çünkü karaltıya yaklaştıkça dehşete düşüyordur. Bir yandan, “Mars dur gitme, gel yanıma!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyor, bir yandan da çaresizlik içinde çimlerde taş veya odun benzeri, silah gibi kullanacağı şeyler arıyordur. Neredeyse kalbi duracaktır, hem gücünün sonuna gelmiştir, hem korkudan dehşet içindedir, karın boşluğundan yükselen alev beynine yürüyordur. Beyin nasıl olur da böyle kaynayabilir? Yaklaştıkça gözlerine inanamaz, evet o bir kurttur… Mars’ı altına alır… Saniyeler, saniyeler… Ne dediğini bilmeden çılgın gibi bağırarak koşar. Çaresizlik ejderha olmuş tüm varlığını eziyordur. Hayvan bir ara duraklar, Kenan’a da saldıracak gibi olur, ancak Kenan üzerine saldırınca ürküp kaçar.
Mars kanlar içinde hareketsiz yatıyordur.
Diz üstü çöker, elini kanlar içindeki başının altına koyar, boynunda hayat belirtisi diyebileceği titreşimler arıyordur, bulamaz… Gözyaşları içinde donup kalmıştır. Sonra birden alır kucağına Mars’ın bedenini otele doğru koşmaya başlar. Hayır, böyle taşımamalıdır… Yaşayacağı varsa bile sarsıntıdan… Bırakır yere Mars’ı, kanlı elleriyle ceplerinde telefon arar… Çaldırır Dağ Otel’i… Doktor veya benzeri biri acele oraya gelmelidir, mutlaka, hızla, yıldırım gibi… Cemal, becerikli çocuk, dakikalar içinde gelir doktorla. Maalesef der, doktor… Çöker Kenan. Zorla kaldırır otele götürürler, soğuktan donmak üzeredir.
Dut’un yanına gömer, Mars’ı.
(Devam edecek)

∘∘∘