31 Ağustos 2016 Çarşamba

Sevgilinizle Dost musunuz








Bu soruya kaç kişi hemen cevap verebilir, bilmiyorum…

Önce sevgiliniz var mı ona bakacaksınız…

Varsa, dostunuz mu değil mi, ardından gelecek!
∘∘∘


Belki de doğru soru şu:

Sevgiliyle dost olmasak olmaz mı?

Arkadaşlık yeterli değil mi?
∘∘∘


Bence  yeterli…

İnsan hayatla bile dost kalamıyor, neden sevgiliyle dost olmak zorunda olsun ki?

Hayatla dost olamadığınız için, kendinizi bulduğunuz uğraşlar arıyorsunuz…

Bu uğraşları paylaşabildiğiniz kişiler ise dostunuz oluyor…
∘∘∘


Kendinizle barışıksanız hayatla uzlaşmışsınız demektir…

Artık sizin arkadaşlarınız vardır…

Hayatınıza dost yabancıdır…

Ne eşiniz, ne sevgiliniz dosttur…

Zaten dostun ne demek olduğunu da bilmezsiniz…

İsteseniz bile öğrenemezsiniz!
∘∘∘


Kendinizle didişip duruyorsanız duygusal haritanızda ‘dost’ yer bulur…

Zamanla uzlaşamayınca ne yapılır? Zamanı size unutturacak ‘iş’ edinmeye çalışırsınız…

Becerebilirseniz ‘dostunuz’ arkadan gelir…

Zamana kafa tutma ihtiyacı olmayanlar, hüzne olduğu gibi dosta da yabancıdır…
∘∘∘


Sevgili birlikte yaşamak içindir…

Bu yük yeterince ağır değil mi, üstüne bir de dostluk bindirmek çok istemek olmuyor mu?

Herkesin ayrı dostları olsa taraflar için yaşam daha renkli olmaz mı?

Biraz ileriye gitmeye bile cüret ediyorum:

Sevgiliden dostluk beklemek, ortak yaşamı aşamayacağı tepelere sürmek gibi duruyor bana…

∘∘∘



30 Ağustos 2016 Salı

Dostunuz Var mı






Arkadaşla dostun farkını berraklaştırmayan dostunu tanıyamaz…

Her tanıdığını dost sanır…

Ya da sıkça görüştükleri dost, kalanlar arkadaştır…
∘∘∘


Çoklukla kendisiyle barışık olanın bol bol arkadaşı olur, hepsiyle dost olduğunu kabul eder…

Kimi görse diğerinin yakın dostu olduğunu söyler…

Gururludur!

“Kendinizle barışıksanız” her tanıdığınızı dost bilir, sosyal biri olmakla gururlanır, “hayat adamıyım ben!” diye havalanır, dostlarınızın bolluğundan güç kazandığınızı sanırsınız, diyorum…

Zannettikleriniz bir yere kadar geçerlidir; ama, yalnızca denizler sütlimanken…

İlk fırtınada dost dediklerinizin sıradan tanıdıklar olduğunu keşfeder, hayal kırıklıklarının alaca karanlığında şaşkın ördeğe dönersiniz…
∘∘∘


Bana öyle geliyor ki dostu tanımak için kendinizle savaş halinde olmak gerekiyor…

Zamanla kavgalı olmak, bir türlü uzlaşamamak…

Kendisiyle barışık olan zamanla barışıktır…

Adaletsizlikle, ikiyüzlülükle, acımasızlıkla uzlaşmıştır…

Bu zehirli anlayışlılıkta ne baş döndürücü uğraşlar ne de onların sonucu edineceğiniz dostluklar filizlenir!
∘∘∘


Dost, içinde zamanı unuttuğunuz uğraşınızı paylaştığınız kimsedir…

Zamanla kol kola girmiş, kendisiyle barışık sosyal kişiler ‘dost’un anlamını yaşamak yerine, ‘dostsuzluğun’ hüsranına yakındırlar…

Kendinizle barışık değilseniz, zamana uyup sorunun siz olduğunuzu  zannetmeyin…

Dua edin…

Zamanı unutacağınız uğraşlara diğerlerinden çok daha yakınsınız!

Allah korusun, acıyla kurgulanmış zamanlarla uzlaşmış olabilirdiniz!

Kendinizi kaybedeceğiniz uğraşlar, dosta giden güvenilir sokaklardır…

∘∘∘




29 Ağustos 2016 Pazartesi

Amaca Karşı






Akarsuyun önündeki set,

Balık için ırmağa atılan dinamittir...

Ormanı tarla için talan,

Ganimet yolunda yaşamı iğdiş etmektir…

Amaç…
∘∘∘


Güzele, doğruya, iyiye ihanettir…

Sevgiliye söylenen yalan,

“Her ilkbahar, şiir bilen bir çocuk gibi yeniden gelen yeryüzü” [1]nü aç bırakma,

Ağaca ilan çivilerken içinin acımamasıdır…

Amaç…
∘∘∘


Aç kalacağını bildiğine kapıyı kapamadır,

Kayıtsızca “Kusura bakma bu iş!” diye yüz çevirmedir, 

Bilim adamı tutup yalnızca istediğin sokakları aydınlatan kitaplarla bilgiye zehir katmadır,

Günü çıkarına yem ederken biten hayatlara aldırmamaktır…

Amaç…
∘∘∘


Paraya koşan…

Atletlerdir,

Futbolculardır,

Romancılardır,

Şirketlerdir,

Adına “endüstriyel” yapıştırılan her şeydir…

Amaç…
∘∘∘


Kirletir,

Karartır,

Daraltır,

Kendi türüne karşıdır…

Amaç…
∘∘∘


Bencildir,

Kötüdür,

Yalandır,

Beyhudedir…

Amaç…
∘∘∘




[1] Rainer Maria Rilke (ö. 1926) Alman Şair.

28 Ağustos 2016 Pazar

O Düşünceye Hayat Veren Senin Arzularındı





Bu söz bir oyundan, hasta kral uykusunda kendisini öldü sanıp tacını kafasına geçiren oğluna söylüyor…

Veliaht prense…

Yazan bir şair[1]
∘∘∘


Arzu ettiğimiz için mi davranıyoruz, ardından davranışımızı doğrulamak istiyoruz?

Ki akıl –yürütme- arzunun kölesi rolünde arkadan geliyor…

Yoksa düşünüp doğru bulduğumuz biçimde mi davranıyoruz; arzularımızı aklımıza uyduruyoruz?
∘∘∘


Duyguları hesabın dışında tutmaya özen gösteren: ‘aydınlanma’…

Bunun yanlışını apaçık ortaya döken ise günümüzün sinirbilimi –neuroscience…

Artık biliyoruz: akıl, düşünce, dediğimiz şey ‘duygularla’ ‘akıl yürütmenin’ ayrılmaz bir yumağı.

İnsanın zayıflıklarını, trajedilerini, felsefeden –düşünceden- arındırmaya çalışan filozoflar onu –felsefeyi- “geleceksiz bir meslek’e” döndürüyor…
∘∘∘


Arzu ettiklerin sensin…

Soru, istediklerinin hayatın tartışılmaz değerleriyle nereye kadar örtüştüğü…

Duygusal haritanı adım adım inşa ediyorsun, hayatın süresince…

Sana yön veren, arzularını şekillendiren duygulanım alanlarını…
∘∘∘


İnsan çürüyorsa kokusunu haritanda ilk sen duyarsın…

İnsan çürüyorsa insanlığın çürüyor olmasındandır…

İnsanlık çürüyorsa bilgi çürüyordur…

Bilgi çürüyorsa akıl çürüyecektir…

Akıl bilgiyle çalışan ancak “hisseden bir makinadır”…

Düşünmeyi de becerebilir…
∘∘∘


İnsanlık çürüyorsa, çürümeye sürükleyen arzuları sindirecek yeni duygular –arzular- arıyoruz demektir…

Belki de yanlış olan yüz yıllardır “hümanizm” diye bellediğimiz…

İnsanı sevelim derken öldürmeye başladık…

Hayatı arzulamak esas olan, tüm canlılar için…

Doğru hayatı…
∘∘∘



[1] Shakespeare (ö.1616), Kral IV. Henry

27 Ağustos 2016 Cumartesi

Çömelerek Dinlenen Türkler ve Duvarda Tüfeği Asılı Amerikalı






2000 yılında Türkmenistan’a gittim, hem bir arkadaşımı görecek hem bölgeyi tanıyacaktım…

Şirketinde Türkler ve Ruslar birlikte çalışıyordu…

Öğle tatili oldu mu Ruslar sesiz bir gölgeye sığınıyor ve ellerindeki kitapların dünyasında kayboluyordu…

Türkler, yolun kenarına çömeliyor, geçen arabaları seyrederek sohbet ediyordu…

Benzerlerini Türkiye’de görmüştüm, çömelerek kollarını dizlerine yaslayıp muhabbet edenlerin…

Memleketim olan küçük Karadeniz kasabasının köylerinde…
∘∘∘


Hep merak etmişimdir, trafik gürültüsünün doğrudan yatak odasından geçtiği yol kenarına dizilmiş apartman dairelerinin neden revaçta olduğunu…

Küçük kasabamızda, neden evlerin yol kenarında bahçelerin arkada olduğunu…

Cevabını çömelerek yolu seyredenler veriyordu…
∘∘∘


80’lerde Amerika’da yaşayan bir sınıf arkadaşımın yanına uğradım.

Kaldığı evin sahibi Amerikalı, bir -inşaat-  işçi emeklisiydi…  

Bizi yemeğe davet ettiler…

Gittik…

Elimde Beethoven’in (ö. 1827) piyano sonatları, alışverişten dönüyorduk…

Adam şaşırdı:  

“Siz…” dedi şaşkın şakın,"Türkler… Beethoven mi dinliyorsunuz? Ben kiracımı tanımamış olsam Türkleri Porto Rikolularla bir tutup vururdum!”

Afallamıştım… Kiracım, dediği arkadaşımdı; vururdum, sözcüğüne abanırken duvarda asılı tüfeğini gösteriyordu…

Birden kalktı ve çıktı…

Üzülmemiz mi, sevinmemiz mi gerekiyordu, bilemedik…

Sesizliği karı-koca içeri girmeleri bozdu… Ellerinde bir sürü taş plak vardı…

“Madem seviyorsunuz bunlar size uygun…” diyerek plakları bana uzattı adam, “bizler anlamıyoruz…”

Gece boyunca bizi yere göğe koyamadılar…
∘∘∘


Türk filmlerini anımsıyorum…

Eğitimli oğlanla kız lokantaya geliyor, yanlarında balıkçı bilge!

Radyoda keman sesi duyuluyor, klasik Batı müziği…

“Kapa şunu be abi çal bir çifte telli neşemizi bulalım!” diye sesleniyor balıkçı…

∘∘∘



26 Ağustos 2016 Cuma

Gerçek Hayatlar Film Olsaydı Kimse Seyretmezdi






Bunun iki nedeni var:

Bir, genel olarak yaşamlar yaşanmaya değmeyecek kadar sıkıcı ve acılı…

Yalnız kederli olsa belki iş kolaydı…

Bir de monoton ve sıkıcı…

Yaşarken can tüketen bir hayatın filmini kim seyreder?
∘∘∘


Film çekmenin ustalığı, gündelik hayatın monotonluğunun filme sinmesinin önüne geçmektir…

Soru şu:

Böylesine boş bir yaşamın içinde olanlar farkında değil mi?

Bal gibi farkında, hem de herkes!

Yalan dünya…

Kime kalmış ki sana kalsın?

Bunları kim söylüyor?

Hepimiz!
                                                                     ∘∘∘            


Biliyorsun beyhude olduğunu…

Vazgeçmiyorsun!

Kimsenin seyretmediği filmi yaşıyorsun…

Çünkü “ümit hastalığı” çekiyoruz!

Bekliyoruz…

Günün birinde gelecek, diyoruz beklediğimiz…

Kalabalıklara yemenin tadı, seksin keyfi, başkasını çekiştirmenin eğlencesi yetiyor beklerken…
∘∘∘


İki, bunları söyleyenleri çoğunluk sevmiyor…

Filmleri seyretmiyor…

Kitapları okumuyor…

Çünkü gündelik hayatlar düşüneni cezalandırıyor!

Üstelik düşünmek uzun hazırlık, yeterli deneyim istiyor…

Bulamıyorsun!

Senden, belletileni gözü kapalı yapman bekleniyor…

Karşılığında ayakta kalıyorsun…

Olabildiğince yiyor, yapabildiğince sekse razı oluyor, insanları çekiştirerek vakit öldürüyorsun:

Bunu gördüğün için ‘yalan dünya!’ diyorsun…
∘∘∘







24 Ağustos 2016 Çarşamba

Anlamadan Kazanma Yarışı






Yarışı en iyi anlatan mitolojideki Cennetten kavulma metaforudur…

Bilgiye bulaşınca başın belaya girer…

Anladığını sanırsın aslında anlamamışsındır…

Bilenlerin kazandığı öğretilir!

Kanma!

Düşünmeden yapanlar dünyasıdır yaşadığın…
∘∘∘


Düşünenler gecikir, anlamaya çalıştığı için…

Gündelik dünyada gülünç olurlar…

Ancak bil ki…

Yaparak öne geçmek isteyenlerden büyük sürüler telef olacaktır…

İklime ayak uyduran balık sürüleri gibi!
∘∘∘


Ölenler unutulur kalanlar kahraman olur…

Anlamadan kazanma yarışıdır bu!

Gözünü kapat ne biliyorsan yap!

Anlamayı unut!

Ölürsen ölür kalırsan kazanırsın!
∘∘∘


Hakikat, neden hep uzakta?

Neden saklanmakta bunca derinliklerde?

Kimse anlamıyor zamanında!

Eğer zamanında anlayabilseydi insan,

O zaman yakında ve apaçık olurdu hakikat,

Sevimli ve hoş olurdu elbette.”[1]
∘∘∘


Herkes anlamadan koşarsa yarışı kim kazanır?

Anlamadığı halde en çok anladığını zanneden!

Gözü kara, nedensizce kendine en çok güvenen!

Ayarları kumara yatkın olan!
∘∘∘


Ne zamana kadar böyle sürecek?

Ümit yok mu?

Pek yakın görünmese de var elbette…

Biyoloji ne zaman insanı keşfederse!
∘∘∘


O zamana kadar ne yapacağız?

Yarışın böyle olduğunu bileceğiz…
∘∘∘



[1] Goethe (ö. 1832) Alman şair, “Yarat Ey Sanatçı”, Çev: Ahmet Cemal, Hikmetname.



22 Ağustos 2016 Pazartesi

Kader Niçin Korkak Olmamızı İster






Yaşama arzusunun bencillik olduğunu öğrenirsiniz…

Nasıl öğrendiğinizi bilmeden…

Yakın ve uzak çevrenden gelen mesaj budur…

Akıllı olmak, temkinli olmak, sağduyulu olmak biraz korkak olmaktır…

Uymak, uygun çizgide yürümek, çıkıntı olmamaktır…
∘∘∘


Vücudun öğretilenlere kucak açmıştır.

Edindiğin bilgilerin mantığı, karşılaştıklarının acıları ve yaptıklarının sevinçleriyle uyumlu beklentiler yaratmıştır…

Anımsadığı geçmişi, belirsiz geleceğe dalarken pusula gibi kullanmaktan huzur duyar…

Yaşadıklarının benzerlerini umut eder…

Kendini kandırdığını ispat bile etseniz umursamaz, elinde gündelik yaşamda kullanacağı daha iyi bir alet yoktur…
∘∘∘


Bu mantık kaderdir!

Saflaştırır, naifleştirir kader…

Kalabalıklar ürkek, tetirgin –korkak- davranmaya başlar…

Küçük bir kesim ise doğuştan kumarbazdır. Tahminleriyle geleceği bildiği sanır…

Maceracıdır…

Bunlar, düşünmeyi sevmeyen, yalnızca yaparak ilerleyen, bol hata yapan, hatalarının günahını başkalarına yüklemeleri gerektiğini bilenlerdir…

Kalabalıklar, maceracıları sırtlarında taşır.
∘∘∘


Gerçekten bu denli korkak ve kırılgan mıyız,

kaderin bizi inandırmaya çalıştığı kadar?

O çocukluk, derin ve vaatlerle dolu,

köklerinde –daha sonra- sustu mu?[1]
∘∘∘


Vücudumuzun ürkekliğinin –korkaklığının- panzehiri benliğimizi deşifre edecek olan uzun bilgelik yolculuğudur…
∘∘∘



[1] Rainer Maria Rilke (ö. 1926), “Orpheus’a Soneler”, XXVII,