26 Ocak 2019 Cumartesi

Yaratığa Dönüşen Modern İnsan








İster, tutkuyla arzular, isteklerinin kuyruğunda ömür tüketir, isteklerinden anlam örer insan.
Çoklukla arzuları kendi dışındadır…
Dışındaki hedefe ulaşınca iki günde tadına alışırsın.  “Aslınca bunca uğraşa değmezmiş,” diyen bir kuşku kafanda yankı bulmaya başlarken, yeni bir amaç bulursun kendin dışında.
Seni güçlendirecek, egemenliğini sağlama alacak, sana hava verecek…
∘∘∘

Bu çevrim böylece sürüp gider. Ne zamana dek?
İçindeki boşluğun soğuk dehlizlerinde “acaba yanlış mı yaptım?” kuşkusunun çengeline asılıp sallanmaya başlayıncaya kadar…
Çoğu kez çok geçtir, ama yeniden başlamaya cesaretin kalmışsa yeniden yola koyulursun.
∘∘∘

Şaşkın yolculuğunda toplumun gazı büyük dinamondur.
Kapitalizm bu dinamoyla döner. Büyük yönettim gurusu  Peter Drucker (ö. 2005) amaçları anlama çeviren insanı işaret ederek “Amaçlarla Yönetim” kuramına ses vermiştir.
Şirketler hâlâ onun yöntemini kullanır.
∘∘∘

Ne zararı var insanın hep kendi dışında amaç seçmesinin?
Şu zararı var.
İçindeki ustalık cinine zıt bir mesleğin varsa –böyle olma olasılığı hayli yüksektir- bunun iki sonucu beklenir.
Bir, yaşamını zoraki yapıştırma anlamlar peşinde ziyan zebil edersin…
Hayattaki, olsa olsa, tek anlam, içindeki sesin –ustalık cininin- önünü açarak, zamanın kanatlarına kurulmak ve birlikte akarak zamanı unutmaktır.
Birlikte durmak, akamamak, zamanın içinde hapsolmaktır.
Unutamadığın zaman zindanındır.
İki, yaşadığın dünya insanın “egemen olma” tutkuları altında ziyan zebil olacaktır.
Gezegenimizin hali bugün budur!
∘∘∘

Karakterimizle doğarız. Bir bakıma pusulamız içimizdedir. Kullanmamak gerçekten, nasıl söylemeli, hataların hatasıdır. Kendimize yapacağımız daha büyük eziyet zor bulunur.
Ayrıca tuttuğumuz elimizde kalacaktır. Mutsuzluk insanı evrimin dışına atar “yaratığa” çevirir.
∘∘∘

Meslek, insanın gönlünü perdeleme riskiyle doğar. Getirisi rahat yaşamdır. İnsanı yaratığa çevirme riski her zaman söz konusudur.
Yaratık kendini “herşey” sanır, dünya köle, o efendidir.
Fransız devrimi sonrası gelen burjuva rejiminin son durağında dünyamız yaratıkların saldırısı altındadır.
Kurtulmayı umalım, bekleyelim. Kurtulmaya destek olalım.
Gelecek kuşakların başka dünyası yok.  
∘∘∘

25 Ocak 2019 Cuma

On Büyük Ahmaklık (2)




Altı, tartışmaya iman: Avusturyalı büyük liberal filozof Popper’in (ö. 1994) “eleştiri”yle ilgili iddialarını sana satmaya çalışanlar olacaktır. Bu tuzağa düşmezsin.
Doğru düşündüğümü sanıyorum, ancak yanlış olabilirim; siz haklı çıkabilirsiniz… Her halükarda her ikimizde doğruya daha yaklaşabiliriz…
Liberal demokrasilerde gündelik hayatta yukardaki sihirli eleştiri kuralının sorunları çözeceği beklenir… Bu efsaneyi yıkan iki örnekten biri Popper’in kendisidir. Asla dinlemez, bildiğini söylerdi hazret. Diğeri şirketler. Gidin anlatın bakalım kömür kullanmamalarını, çevreyi kirletmemelerini,  ağaç kesmemelerini söyleyin, tartışın; sonunda bakın bakalım kaç milim düşünceleri değişmiş. Eleştiri gündelik hayatta işe yarasaydı iklim felaketi olmazdı.
Tartışma, tv programlarında rating getirir…
Kimse tartışarak doğruya –her neyse doğru- yaklaşmaz; herkes karşısındakini çarmıha germe çabası içindedir.
İnsan bildiğini söyler, yazar; başkaları isterlerse bunları dinler, okur. Bazı görüşlerini değiştirirler veya saçma deyip geçerler. Bu onlara kalmıştır.
İnsan çıkarlarıyla, duygularıyla, istekleriyle, tutkularıyla uyuşan görüşleri doğru bulur.
Yedi, gündelik hayatta rahatlıkla anlamı karıştırmak: Herkes kendisi bulur anlamını, ya da bulamaz, yaşamın bir anlamı yok der ve keser atar.
Rahatça bir yaşama razı gelmişsen, hayatın anlamı budur diyerek, yersin, içersin, eğlenirsin, acısız bir yaşamla yetinirsin.
Fazlasının peşindeysen içindeki ustalık cinini yeşertmekten başka yol yoktur. Ama bu yolun, ne uzunluğu, ne güçlük derecesi, ne meyve verip vermeyeceği bellidir. Yolda olmanın kendisine “hayatımın anlamı” diyorsan, senin için sorun çözülmüştür.
Sekiz, mesleğini hayatın anlamı sanmak: Meslek rahat yaşam aracıdır. İçindeki ustalık cinini bastırır, kaderin olacak karakterini öğrenmeni engeller.
Dokuz, hayati öğütlerden öğrenmeye çalışmak: Ne aile büyüklerinden, ne şirketteki patronundan, ne de görmüş geçirmiş çok yaşamışlardan öğrenilir hayat. Uygarlığımızda bu konuda iki laf duyabileceğin kaynak arıyorsan, –gerçek- edebiyat, şiir ve felsefeden gayrısını bulamazsın.
Ben bunları sevmem diyorsan, fazlasını aramıyorsundur.
On, doğa bilimin verilerini hayatın verileri sanmak:
İki tür gerçek ararız.
Biri, doğanın gerçekleri ki bunlar nesneldir kendi sistematiği altında gelişir –değişir, ilerler, yanlışlarını temizlerler. Bunları bilim insanı denen başkalarından öğreniriz.
Diğeri, insanın kendi gerçeğidir. Bu özneldir. Kimseden öğrenemezsin; yalnızca kendin keşfedebilirsin. Senin mutlak bilgin, karakterin, duyguların, tutkuların, isteklerinle sarmalanmıştır. Bu paketi senden başkası açamaz.
Modern insanın büyük yanılgısı doğanın bilgisiyle yetinerek hayatını düzenlemesinde yatar.
∘∘∘







24 Ocak 2019 Perşembe

On Büyük Ahmaklık (1)






Arkama baktığımda gördüklerimin bazılarına inanamıyorum. Olsa olsa eğitimle olanaklıdır dedikleri bu olmalı.
Benzerlerini çevremdeki insanların düşüncelerinde görüyorum. Her kuşağın düştüğü sıradan tuzaklar. Göz göre göre girdiğin ve ömrünün değerli yıllarını pahasına içinde didinip durduğun sağduyu çukurları.
Önemli bulduğum bu kapanlardan –belki de ahmaklıklar demek daha doğru- korunmanın yollarını aşağıda sıralamaya çalıştım.  

Bir, gündelik hayatta doğru aramak: Doğruları aramak yerine yanlışları ararsın. Hayatta doğrular yok, elinde geldiğince yanlıştan kaçabilirsen ne âlâ. Arzuların, duyguların, coşkuların üstüne serpiştirilmiş bir tutam belli belirsiz akıl sosunun  arenasıdır gündelik hayat…
Doğrular, güzellikler, iyiler, ahlaklılar var, ama bunlara kim karar verecek o belli değil. Kendi doğrularını düşünür, sokakta yapılacak yanlışlar konusunda herkesi dinlersin.

İki, insanları ikna etmeye çalışmak: Kimseyi inandırmaya ve ikna etmeye çalışmazsın. İnsanlar yalnızca ve yalnızca kendileri öğreniyor. Sana gelip ciddi ciddi sormayan birine, iki kere iki çarpımını bile gösteremezsin. Emeklerinin boşa gittiği bir yana, yok yere en yakınlarından bile sürekli düşman yaratırsın.
İnsanların pek azı –rakam mı, diyelim yüzde beş- mantıklı açıklamalarla sonuca nasıl gidildiğini merak eder. Gündelik yaşam insanları, mantıktan çok fayda, düşünceden çok işlev arar. İşlevin mantıkla nasıl sarıldığını dinlemeye kimsenin ne vakti ne hevesi vardır.
Sen yeter ki kendini ikna et.

Üç, diğer insanlara benzediğine inanmak: Kendinin biricik, tek, özel olduğunu ve kimseye benzemediğini, her adım başında anımsatacak bir sistem geliştirirsin. Büyük ahmaklıklar başkalarına benzemeye çalışanların koynunda uyur. 
Hayat, biricikliğine yer açabildiğin derecede koluna girecektir.

Dört, yeter ki sev, sevil gerisi arkadan gelir: Bu safdillikleri bir kenara koyarsın. Sevmekle nefret etmek bir paranın iki yüzüdür. Aynı sinir sisteminin parçasıdır. Yazı-tura atmak gibi, bir o yüz düşer, bir bu yüz. Her şeyin başı sevgi, her şeyin başı nefret demektir aynı zamanda.
Kabul eder misin?
Kendini insanlara sevdirerek yol alamazsın. Onlar, kadının güzelini, erkeğin güçlüsünü –paralısını, ustasını, güvenlisini, sağlamını- sever. Eh biraz olsun akıl da ararlar…  
Ölümüne sevmek yerine yaşamına sevilmeyi ararsın…


Beş, insan davranışlarını kestirerek adım atmak: İnsanları tahmin ederek yürümezsin. Ya gider sorar ya bekler görürsün. Her kestirim geri dönecek seni vuracaktır.
(Devam edecek)

23 Ocak 2019 Çarşamba

Gezinti (2)





Kahvehanede bir ben varım, bir de öbür köşede yaşlıca bir hanım. Torbasından çıkardığı kurabiyeleri yiyor. Kaçıncı çayını içti sayamadım. Gördüm, güleç yüzlü garsona da ikram etti kurabiyelerinden. Yüzünden gülücük eksik olmayan – öyle her an düşecekmiş gibi zoraki gülümseme sanmayın- çaycı iki tane aldı; sıcak, kucaklayıcı bir “sağol” bıraktı, yürüdü…
Hep güler bu genç, patronu asık suratlının biri. Çay dağıtır, tatlı sözler eşliğinde,  zarafetle bırakır masaya. Ne zaman gelsem böyledir.
Canı sıkılmaz mı, işleri ters gitmez mi, evliyse karısıyla hiç mi kavga etmez… Hep merak etmişimdir. Sormak istemişimdir, soramamışımdır… Neden acaba? Gülmesi kesilir diye mi korkuyorum?
∘∘∘

Bak gene geldi, çay vermiş çevre dükkânlara. Yanımdan geçerken, hafifçe eğildi, gülerek, “ağabey, taze çayım var veriyim mi? Tam ağzına layık…”
“Ver,” dedim,” ver ama bir şartım var…” Durdu dik dik baktı, “ne ola ki?” sorusunu okudum gözlerinden.
“Bir çay da kendine al, birlikte içelim çaylarımızı!”
“Peki ağabey, geldim…”
∘∘∘

Çaylarımız geldi. Yanlarında birer kurabiye. Çekti sandalyeyi yanıma oturdu.

Sordum.
“Kurabiyeler köşede oturan hanımdan değil mi?”
Birden yüzüme baktı: “Nasıl da yakaladın? Ağabey senden korkulur vallahi?”
Düzgün tane tane konuşuyordu. Okula gittiği kesindi. Kurabiye eşliğinde çaylarımızdan birer yudum aldık.
Adımı söyledim, onunkini sordum.
“Mehmet.” dedi.
“Bak” dedim,” Mehmet “buraya sayısız kez geldim, her gelişimde gördüğüm değişmiyor. İnsanlara gülerek, güzel sözler ederek, hatır sorarak çay dağıtıyorsun. Anlat bakalım nasıl bu kadar güler yüzle bakabiliyorsun bu bildiğimiz dünyaya.
Durdu, çayını masaya bıraktı, bir süre önüne baktı. Usulca başını bana döndürdü.
“Ne olsun be ağabey, gülmesek ne olur ki?”
Sandalyesini yavaşça geri çekti.
“Belli ki iyi bir insansın sen Mehmet. Başka türlü böyle olamazsın. Sen burada çalışmasan belki de ben başka kahveye giderim, ne biliyim…”
“İyi insan olmak güzel tabii, ama talihin güzel olacak ağabey, talihin…”
Gülmeye alışık yüzüne gerginlik yakışmadı. Başka insan olmuştu Mehmet. Ben de üzüldüm. Durduk yerde adamın keyfini kaçırmıştım.
“Mehmet canını sıktıysam, boş ver; benimkisi yalnızca merak, olmasa da olur…”
“Benim ikiz çocuğum var, ağabey; hanımla ben onları hastaneye taşımakla vazifeliyiz. Haftada iki gün.”
“Nesi var çocukların?”
“İkisi de, ne diyorlar, otistikmiş. Biz hanımla ne zaman doktorun ağzından güzel bir söz duysak mutlu oluyoruz. Ne yapalım. Böyleyse böyle.”
“Kusura bakma canını sıktım Mehmet.”
“Yok ağabey, kusur mu olurmuş?” Fırladı kalktı, “hemen birer çay kapayım, çayın demi geçmesin. Bu çaylar benden, para verirsen gücenirim.”
Yüzünü yine bildik gülümseme taramıştı.
Rahatladım.

∘∘∘


21 Ocak 2019 Pazartesi

Gezinti








Sabah kahvaltımı ettim. Kahvaltının mutlulukla bir ilişkisi olmalı, diyen şaire yine hak verdim. Dışarıdan keyifli bir havlama sesi geldi. Sonra bir karşı havlama, bir daha, bir daha…
Köpekler güne başlamış.
Baktım güneş yükseliyor. Aldırmadan kim sıkıntılı, kim huzursuz; dertli mi, acılı mı insanlar…  
Sokağa attım kendimi. Hava güzel, herkes, her şey hareketli, ben de yürüyeyim istedim. Kendimi başkalarına, başka şeylere uyarlamamın ne gereği var, bilmiyorum. Öyle bilgi küpü birisi değilim, ama yine de kuşku duymadığım şeyler yok değil; istediğim şeyleri pekâlâ tek tek sayabilirim.
Şöyle havalı olmayı arzuluyorum.
Bangır, bangır şarkılar içinde bir otomobil geçti. Biraz ilerde yaşlı bir kadın karşıya seslendi. “Oğlum bana bir ekmek getirsene fırından, hiç halim yok…”
Güçlü, zengin, havalı olmak istiyorum. Zahmetsiz bir hayat, güzel kadınlar, sevdiğim yemekler, herkesten saygı, hayattan talih… Beklemenin sonu olur mu? İstediklerim yerine gelince mutlu olacağımı umuyorum.
Bunlar “bilgi” mi ki? Arzularını, beklentilerini, hayallerini sayıp döküyorsun…
Evet öyle yapıyorum, başka ne yapabilirim; benim bilgim bunlar, hayallerim, duygularım, beklentilerim, adımlarımı hizaya sokan pusulalarım benim. Bundan âlâ bilgi ne olsun ki benim hakkımda?
∘∘∘
Bazen canım sıkılıyor. İyi kötü, olabildiğince bir şeylerim var, ama yine sıkılıyor işte canım. Pek aklım almıyor. Zaman paçalarıma sarılıyor, ne kendi geçmek biliyor, ne beni bırakıyor.
Köşede küçük bir kahvehane var, bahçesinden cam göbeği bir leke gibi deniz görünüyor. Şurada bir çay içiyim.
Oturdum. Demli bir çay geldi. Öyle lezzetli ki, çay için bile yaşanır, diyor insan.
Bunca şey arzuluyorum, hâlâ canım sıkılıyor, aklım almıyor. Her istediğim olursa gene de canım sıkılmayı sürdürecek mi? Eğer öyleyse… Ne düşüneceğimi bilemedim.
Yok, yok; aklım almaz benim; can sıkıntısını dahi gideremeyen şeyden hiçbir derde deva olmaz. Yanlış yoldayım…
Çayımı bitirdim. Bir çay daha söyledim.
Zenginlikten, rahat yaşamdan, güzel kadından başka ne isteyebilirim? Hayat başka ne verebilir? Aklım karıştı.
Can sıkıntımı bile kesmeyecekse, zenginliği, parayı ne yapacağım.


Önümden koşuşturarak garson geçti.
Cevval çocuk. Can sıkıntısı var mı acaba?
∘∘∘



18 Ocak 2019 Cuma

Yaşam -Tarzı- Bilgiden Önce Gelir







Kim olursa olsun, bilim insanı, müzisyen, yazar, ressam, mühendis, avukat, politikacı, iş adamı….. (aklınıza hangi “meslek” gelirse buraya yazabilirsiniz…)
Hangisini dinlerseniz dinleyin, hepsi, istisnasız, kendi yaşam tarzını anlatır…
Sevdiklerinizde sevdiğiniz onların yaşam tarzıdır; veya içinize sinmeyen bir şeyler varsa bir tanıdığınızla ilgili, sizinkiyle ters düşen yaşama biçimidir…
Büyük olasılıkla pek dinlemek istemedikleriniz yaşam üsluplarını beğenmediklerinizdir.
∘∘∘

Uygarlık, yaşam tarzları değişik insanların birbirlerini hoş görerek birlikte yaşamalarıdır.
Yaşama bu pencereden bakınca “uygarlık” denen büyük maceraya giden yolu apaçık görürsünüz.
Uygarlığın bilmekle ilgisi bir yere kadardır; bilmek olsa olsa rahat yaşamakla doğrudan ilgilidir. Uygar toplum – uygarlığından ödün vermeden- olabildiğince rahat yaşıyorsa tabii ki daha iyidir.
Asgari bir bilgi düzeyine ulaştıktan sonra, ki en az düzeyde rahat yaşayabiliyorsa demektir bu… toplumlar rahatlık düzeylerini artırmadan da uygar yaşayabilirler.
Uygar yaşam rahatlık düzeyinin artırılmasına karşı çıkmaz;
Daha doğrusu karşı çıkmak bir yana daha rahat ve keyifli yaşayabilmek için didinip durur… Bir farkla. Rahatlık uğruna yaşamlarını karartmaz, renklerini söndürmez, havasını kirletmez, suyunu zehirlemez, ormanını kestirmez…
∘∘∘

Akıl yürütmeye yaşamın kendinden başlayınca alışılmadık düşünde duraklarında bulursunuz kendinizi.
Doğal bilimlerin ürettiği bilgi yaşama rahatlık kattığı kadar hayatı zehirleyebilir de…
Bilgi dediğimiz şey kötü kullanılırsa hayatları felç edebilir.
Bilim insanı, bilgiden taraftır; ama bu yetmez; bilginin hayatın yanında durmasından yana da olması gerekir.
∘∘∘

Bazı bilim insanları Sokrates’i (ö. m.ö. 399) sevmez. Neden? Çünkü zamanın moda soru olan “doğayı nasıl anlayacağız’ın” yanına, eski köye yeni icat sorular sokuşturmuştur.
“Nasıl yaşamalıyız?” gibi…
Popüler bilim insanımız Celal Şengör bunlardan biridir… Değerlidir, zekidir, akıllıdır, belli ki çok iyi bir bilim insanıdır…
Ama hayatın yanında değildir.
Kafası bilim kafası ama yaşam tarzı sıradandır.
∘∘∘





14 Ocak 2019 Pazartesi

"Ne Yaparak Yaşayacaksın" Fakültesi (H2)





Uzun beyaz saçları omuzlarına dökülmüş ak sakallı noel baba kılıklı bir yaşlı vardı kapıda. Elinde orta boy bir spor çantası. Göbeğinin altına sarkmış pantolon kemerinin üstünden gömleğinin ucu dışarı fırlamış. Ayakkabılarını görünmez kılacak denli geniş pantolonu ha düştü ha düşecek. Gömülmüş gözlerinin altında mor damarlı çukurlar. Ve pembe-kırmızı yanakları…
Yayvan ve dolgun yüzünün üstünden saldığı delici bakışları  kucaklıyor ve güven veriyor. Ben, diyor, sana aldırmıyorum; iyisi mi sen de beni kendine yük edinme… Ama sıcak, ama sevecen…
Boğazını temizledi ve konuştu. “Bu saatte beni affedin, Melâhat Hanım’ların ne zaman geleceğini biliyor musunuz diye soracaktım. Uzun yoldan geldim de…”
Melahat Hanım’lar karşı komşularıydı. İyi dosttular.
Anne araya girdi. “Öyle mi, onlar sanıyorum üst sokakta bir tanıdıklarına uğradılar. Buyurun burada bekleyin birazdan gelirler.”
Beyaz saçlı ak sakallı adam “çok sağolun, pek nazik davrandınız…” dedi. Anne ile Baba’nın arasından içeri girdi. Çantasını duvar dibine koydu. Yemek masasına doğru “nereye otursam ki?”  bakışları gönderdi.
Anne sandalyelerden birini çekerek masada yer açtı. “Yemekteydik… Böyle buyurun, belki bir şeyler içmek istersiniz.”
Adam yavaşça çöktü gösterilen yere. Sağında Baba, solunda Anne, karşıda Kız.
“Merhaba amca, hoş geldin,” dedi Kız.
“Ne vereyim size? Karnınız aç mı?” Baba içten bir gülücük eşliğinde yaptı önerilerini. “Yo, sağ olun karnım tok, yeni yedim, Ama bir duble rakıya hayır demem.”
Baba torpilli bir duble rakı doldurdu. Adam rakıyı suyla dumanlandırdı ve sağlığınıza dilekleriyle bardağın yarısını içti. Yüzüne içkinin verdiği hoş sertligin çizgileri uğramadı bile.
Adam rakıyla epeydir içli dışlı diye geçirdi içinden Baba. Sağ elinin tersini dudaklarının üstünde gezdirdi Adam. Baş ve işaret parmaklarıyla alt dudağının altındaki ıslaklıkları da aldı. Rakı keyfine keyif katmıştı.
“Bu güzel kız ne yapıyor bakalım?” Ortaya konuştu Adam. ”Söyle bakalım gözün nerede, ne okumak istiyorsun?”
Üçünden de gülücükler yayıldı. Baba açıkladı. “Günlerdir onu tartışıyoruz… Hâlâ bir karara varabilmiş değiliz. Ondan güldük…”
Tartışmalarını özetledi Baba.
“Peki bu kızımız ne diyor bunlara?”
“Bazen anneme bazen de babama yakın duruyorum. Çıkamıyorum içinden…” diye söze girdi Kız.
“Nasıl çıkacaksın a güzel kızım, Sokrates’ten (ö. m.ö. 399) bu yana tartışılıyor dedikleriniz, insanlık karar kılamadı ki! Bak ne diyeceğim sana, bu akşam beni kader sizin masanıza attı. Demek sana birkaç tümce söylemek varmış. Dinlemek istersen tabii ki?
Evetleyen bakışlarla gülümsedi Baba, Anne ve Kız.
“Ancak küçük bir koşulum var. Bana bir duble rakı daha dolduracaksınız.”
Baba kalktı, rakıyı cömertçe boşaltı bardağına, su ve buz uzattı. Yeni bir görüş dinleyecek olmaktan mutluydu. Belki kafasındaki tıkanıklığı aşabilir, Anne’yi ve Kız’ı daha kolay inandırabilirdi.
Rakısından büyük bir yudum çeken Adam Kız’a döndü.
“Bak kızım, sen daha yenisin bu dünyada daha neler göreceksin… İki cins insan vardır. Bir, anlamak isteyenler, iki, anlamaya kafayı takmayanlar. İnsan kendini tartmadan, önemli bir karara atılmadan –ne konuda olursa olsun- hangi grupta olduğunu iyi bilmeli…
Bu arada hemen söyleyeyim, dediklerim öğüt değil hayallerimdir. Benim rüyalarım başka, der, boş verirsen de normaldir, arasında biraz dolaşmak, neden olmasın dersen de olağandır.
Ne diyordum, Sokrates’in kendini bil demesi bu olsa gerek…
Anlamak isteyenlerden misin; yoksa boş verip hayatı gelişine mi yaşıyorsun? Her şeyin çivisi burada çıkar.
Anlamak isteyen, hangi oyunu oynarsa oynasın sonuçları sorgular; neden böyle olmuştur? Her zaman aynı sonuç alınır mı? Binlerce soru… Kediyi öldüren merak gizlidir kafasında.
Anlamaya kafayı takmayan, sonucu Allah emri gibi alır. Aynı şeyleri yaparsa aynı sonucu alacağından öyle emindir ki, kuşku duyanlara ahmak der…
Kız düşünmeye başlamıştı çoktan hangi gruptayım diye. “O kadar kolay değil yanıtlamak!”
İlk grup gündelik hayatta “köyün delisi” rolündedir. Köyün delisi müslüman mahallesinde salyangoz satar. Hep vurgun yer, hep acı çeker; olgunlaşır adam olur belki sonunda ama diyeti korkutucudur.
Meslekler gündelik hayat oyunlarıdır. Anlamak isteyen insan meslek sahibi olursa acıyı göze almalı. Gündelik hayat işini gören gerisini boş verenlerin dünyasıdır. Kısaca “anlamayı kafaya takmayanların” dünyası…
Anne uykudan uyanır gibi ayrıldı düğşüncelerinden. Adam’a soracaklarını sıralıyordu ki… Asansörden tıkırtılar geldi. “Melâhat Hanım’lar geldi” diye ayağa kaltı Baba, dış kapıya yöneldi.
Melâhat hanım başını uzattı. “Komşu ne olur kusura bakmayın, haberim olsa gider miyim! Gel ağabey, gel hadi… Bak hâlâ masayı bile kaldıramamışlar…”
Bin bir özürle aldılar Adamı.
∘∘∘

Baba Kız, ertesi gün üniversiteye gitti. Anne’nin işi çıktı gelemedi. Kız’ı “Ne Yaparak Yaşayacaksın” Fakültesi’ne yazdırdılar.
∘∘∘

Ertesi akşam yemek güle oynaya yendi. Anne bile bir kadeh kırmızı şarapla kutladı kızının yeni okulunu.
“İster misiniz” diye sordu Baba “bu akşam şöyle güzel bir filim koyup seyredelim?”
Hurra! Tam destek. Hızla masayı toplamaya başladılar. Birlikte. O da ne? Kapı çalıyor! Bu vakitte!
“Ohh Melâhat Hanım buyurun, buyurun canım geri durmayın!”
Melahat Hanım dış kapıdan kafayı uzatmış -içeri girmeden- fısıltıyla konuştu. “Komşum ne olursunuz, kusurumuza bakmayın. Dün akşam telaştan sizinle konuşamadım. Ağabeyim içerde gene pek rahat konuşamıyorum. Ama sizi mutlaka uyarmalıyım, o biraz kafadan, nasıl söylemeli, uçuktur, olur olmaz ileri geri bir sürü saçmalık anlatmıştır. Aman gözünüzü seveyim dediklerini ciddiye almayın. Bizde onu kimse dinlemez.   Tekrar kusurumuza bakmayın.”
∘∘∘




"Ne Yaparak Yaşayacaksın" Fakültesi (H1)





Baba, sesini yükseltti.
“Boş yere tartışmayla zaman kaybetmeyelim; iki şey var:  Bir, nasıl para kazanacak bu Kız? İki, nasıl bir hayat yaşayacak? Bana sorarsanız parayı bir kazanmaya gör, hayat cennetteki ırmaklar gibi sütliman, gözünün içine bakarak akacaktır.
İstediğini yaşayarak geçirebilirsin ömrünü. Para varsa hayat da vardır… Para mı hayat mı, diye bir ikilem yok; durduk yerde kafaları karıştırmayın.”
Sustu, boğazını temizledi, pencereye yürüdü perdeyi araladı ve soğuk akşam karanlığına baktı. Gece diğer gecelerden farksız, ne kadar gidebilirsen o kadar derin…
“Paran yoksa,” diye sürdürdü bakışlarını geceden ayırmadan, ”ne yapacağın belli, bir yolunu bulup kazanacaksın… ‘Paran varsa nasıl yaşayacaksın?’ diye bir soru yok aslında, siz uyduruyorsunuz…
İnsanların faka bastığı yer burası… Kime anlatacaksın? Sor bakalım kıza şu kadar parası olsun nasıl yaşayacak? Böyle ahmakça tartışma olur mu? Zaten zor canına yandığım yaşamak, bir de siz zorlaştırıyorsunuz… En iyisi insanları salıvermeli sokağa kim ne yaparsa yapsın! Görürsünüz o zaman hanyayı konyayı.”
“Ne kadar param var baba?” Araya girdi Kız. Gözlerindeki ışık yaptığı şakanın işaret fişeği.
Kaşlarını kaldırdı Baba. Elinde olsa filmi yeniden saracak Kız…
Para kazanmalı mı, kazanmamalı mı umursadığı yok; yalnızca kendini bildik mesleklerin hiçbirinin kalıbına sokamıyor.
Baba’nın ağzı açıldı, kapandı. Son yuttuğu lokmanın tadını yeniden yudumlar gibi. Dili çıktı içeri girdi. Söylediklerim yetti, demiş olmalı. Konuyu kapattı.
∘∘∘

Anne o akşam söze girmedi. O da şaşırdı buna, nasıl yapabilmişti? Ortaya, uyan uymayan bir şeyler söyler, başıboş giden tartışmayı gemlemekten çok alevlendirirdi hep.
Bu konu önemli, çok önemli… Kızı kendi çektikleriyle tanışmamalı… Onu biliyor onu söylüyordu. .
Çalışmak zorunda değildi, ama saçmalıklarla zaman öldürmekten alıkoyamıyordu kendini Anne. Sabah kalkışla akşam yatağa dönüş arasında bir damlacık olsun sevinç yüklenememenin çaresizliğini kime anlatacaktı… Yemekten yemeğe, kahveden şaraba, konkenden briçe, giyinmekten mürüvvet görmeye koşturan arkadaşlarına mı?
Kocası dinleyen biri değildi. Ne istersen yap der, keser atardı… Sonucu acımasızca sorgulardı. Oysa o yolu aydınlatılsın, duraklar bilinsin, arkadan itilsin isterdi… Başka türlüsünü becerecek donanımı yoktu.
Nasıl yaşayacağını seçerken kimsenin seni anlamasını beklemezsin… Bekliyorsan kimsenin aydınlatamayacağı karanlıklardasın… Bunları düşünüyor, aklına yatıyor, ancak kapıyı çarpıp yola düşemiyordu. Ne eksikti bilmiyordu, uzaklardan bazı şeyleri seziyor, resmin tamamını çıkaramıyordu.
Parası vardı, tamam mı, anlıyor musunuz? Ancak hayatı istediği gibi değildi.
Parasız olmuyordu doğru; ama hayatsız hiç olmuyordu. Hangisi önce diye sormak budalalıktı. Elbette her şey yaşam içindi; para, varsa, gerekli bir ayrıntıydı, yoksa can suyu…
Kendisinin baş edemediği açmaza kızı da düşsün istemiyordu. “Biz paradan başladık ta ne oldu? Eh fena da olmadı… Ama yine çıkmazdayım. En azından şimdi ne istediğimi biliyorum kızım “hayat”tan başlamalı… Para yerine…”
Düşünüyor, düşünüyor, kocasına anlatamıyordu… O önce lanet olası “altın bilezik” diyordu; göremiyordu, meslek denilen yapıştırma becerinin insanın içindeki ustalık cinini öldürdüğünü…
Ustalık cini hayattı; işlenmeyi, büyütülmeyi, dallanıp budaklanmasının önünün açılmasını, sevinç doğuracak kıvama getirilmesini bekleyip duruyordu kafanda.… Şanslı istisnalar dışında meslek, toprağını çöle çeviriyordu ustalığın… Anne bunları duyumsuyor ama seslendiremiyordu.
∘∘∘

Kız’ın çevresine karşın yürüyecek cesareti toplayacak birikimi –henüz- yoktu. Gündelik rüzgârlarla her mevsin değişik yönlere eğiliyordu. Kimi dinlerse ona çeviriyordu pusulayı.
Babayla parayı, anneyle hayatı seviyordu.
Yazık çocuğa!
∘∘∘

Bir hafta kadar geçti. Bu konu bir akşam yeniden açıldı. Karar günü yaklaşıyordu. Ya gidecek adını duyup durduğu mesleklerden birine yazılacak ya da “ne yaparak yaşarsa daha iyi olacağını çıkarabilmek” için “insan bilimleri” okuyacaktı.
İnsan bilimlerinde “Ne Yaparak Yaşayacaksın?” bölümü son on yıldır vardı. Öğrenci giriyor, dört yıl boyunca “içindeki gerçek sesini” duymaya çalışıyordu. Psikolojiden, felsefeye, sosyolojiden sanata, edebiyattan müziğe, şiirden tarihe, matematikten mantığa, her daldan hocalar elinden tutuyor, zihnindeki büyümeye hazır tohumlara –büyümeye elverişli saklı zihinsel organlara-  dokunmasına yardım ediyordu..
“Ne Yaparak Yaşayacaksın” Fakültesi adını vermişlerdi bölüme. Kız en çok bu ada vurgundu.
∘∘∘

Üniversite çok saygın, gel gör ki “Ne Yaparak Yaşayacaksın” Fakültesi’ni bilen yok…
“Ben iş arıyorum beyefendi.”
“Buyurun kızım. Nedir mesleğiniz?”
“Ne Yaparak Yaşayacaksın” Fakültesi’ni bitirdim.
“Eğlenme be kızım bizimle, işimiz var şurasında!”
∘∘∘

Okul diploma yanında, neler okutulduğunu, hangi çalışmalar yapıldığını gösteren bir-iki sayfalık açıklama vermeyi de unutmamış. Biliyorlar insanların başına ne geleceğini.
Bitirenlerin büyük bölümü iş aramıyor olsa da, arayanlar çabucak buluyor ve de pek başarılılar. İnanmak kolay değil, Anne de inanamıyor buna.
Akşam yemekte havadan sudan konuşuluyor. Anne de Baba da biliyor konunun dönüp dolaşıp Kız’ın üniversite tercihlerine geleceğini. Şurada iki hafta kalmış başka ne konuşacaklardı ki? Kız fazla dert etmiyor görünse bile içten içe ince bir sızı çektiğini biliyorlar. Onu yoran belirsizlik.
Anne kafaya koymuş, bu akşam Baba’yı ikna etmeyi başaracak. Düşüncelerinin sağlamlığına inandıracak. Ne yapsam da uygun bir yerde punduna getirip derdimi anlatsam?
“Biliyor musun, biz çok çektik kalkışta…” Bu da ne demek şimdi diye dik dik süzdü karısını Baba. Anlamaya çalışıyor belli. Kafası karıştığı için kaşları çatık.
“Yani evliliğimizin ilk yıllarında…” diye açıklık getirdi Anne. “Şimdi durduk yerde niçin söyledim bunu, şunun için, kızımız çekmesin bu sıkıntıları…”
Baba da Kız da gerçek gündeme girdiklerini son sözlerle anladı. İkisi de ağızlarındaki lokmayı çiğnemeyi keserek Anne’ye baktı. Tedirgin bir sessizlik kısa süreliğine egemen oldu masada. Anne, anlamaya çalışan kuvvetli bakışlar altında ezildiğini hissetti. Yumuşacık, sevecen bir çıkışla hava yumuşasın istedi.
“Yani biz para için yorulduk, o yorulmasın. Kötü olasılıkla diyelim ki parasız kaldı; biz destekleyelim onu. Şimdiden, onun adına ne yatırım yapabilirsek yapalım.”
Kızın yüzünde gülücükler açtı. Baba üstüne alınmadı. Tabağını uzattı biraz pilav koymasını işaret etti karısına. Söyleyeceklerini düzene sokmak için zaman kazandığı açıktı. Bakmadan yemek istemişti. Bakışları düşüncelerine yönelmişti.
Sessizlik sürüyordu.
Kız’ın yüzündeki gülümseme biraz daha yayıldı; içinden bir ses şimdi konuşma zamanı değil, diye uyarıyordu. Keyifle uydu bu ihtara. Doğrusu böyle bir niyeti yoktu.
Belli ki kadınlar sessizliğin ucunu Baba noktalayıncaya dek açık bırakmıştı. Duyarsız jestlerle yemeklerini yiyor, bir sözün varsa dinlemeye hazırız mesajı veriyorlardı.
Baba, olan bitenin ayırdına varacak denli zeki. Karısı haksız değil. Kızı para derdi çekmese iyi olur. Anne-babası zamanınca yeterince acılı gün geçirdi lanet olası para pisliğinin ardından. İlle de kızı da aynı yoldan yürümek zorunda mı?, O kadarını anladı anlamasına…
Ama ya zaman beklendiği gibi dönmezse, üç-beş kuruş birikmişleri bugün ona –kızına- da yeter örünse bile, belli mi olurdu… Zamana kim güvenmiş ki ondan güvenmesini istiyorlardı. Hem kadınlara, iş paraya gelince, güvenmemek bildiği ender doğrularından biriydi.
Onlar risk nedir tehlike nedir, burunlarının dibine girinceye kadar koku almazlar. Daha cesur görünmeleri bu yüzden. Görünür görünmez hiçbir macerayı  hesaplamazsan, insandaki kötülüğe, akıldaki budalalığa,  cüzdanında ve   duygularında karşılık ayırmazsan cesaret havadan ucuzdur.
Risk hesaplarını yalnız başına görmeye, kimseye, özellikle yakınındaki kadınlara, güvenmemeyi huy edinmişti Baba.
Kimseye sormaz. Söylerlerse dinlemez. Zorlarlarsa kırardı.
Yemeği ağırdan alıp rakısını yudumlarken kafasından bu düşünceler akın akın bir o köşeye bir bu köşeye saldırıp duruyordu. Karısına düşüncelerinin değişmediğini, kızının da kendi yaptığı gibi işi sağlama alıp önce iyi kötü para kazanacak bir meslek edinmesini gerektiğini söyleyip kestirip atmak istedi. Hep yaptığı gibi…
Ama değil… Bu kez durum değişik olabilir mi? Sağlam oynasın derken, kızı hayatı kaçırabilir mi?
Belki? Belki… Kendisi de bu denli güvenli tarafta olmayı öne almasaydı, daha yaşamaya değer bir ömür sürebilirdi; kim bilebilir. Ama böyle düşününce işin içinden nasıl çıkacaktı.
Kadınlara takılırsan seni hep böyle iki arada bir derede bırakırlar, yürü bildiğin gibi, şimdiye dek böyle yaptın da neyin eksildi. Efendim, kendi sesini duymakmış… Ne yaparak yaşamak için yaratılmışsın, onu keşfetmekmiş…
Kafalardaki iblisin dürtüleri bunlar.
Rakısını dipledi. Canı sıkılmıştı. Bir şeyi çok düşünmeyeceksin. Doğru bildiğini yapacak ve yürüyeceksin. Durmayı sevmez hayat. Durmak geç kalmaktır. Kalktı. Kimseye bir şey söylemeden dışarı koridora çıktı.
İçerdekiler banyoya gittiğini adımlarını dinleyerek anladılar.
∘∘∘

Baba yüzünü yıkamış, masaya dönmüş. Yerinde, rakısını tazeliyor. Kız tatlıya başlamış ikinci dilim baklavasını kesmekle meşgul. Anne, içindeki dinginlik yüzüne vurmuş, kalan salatayı önüne çekmiş dibini sıyırıyor.
Tv açık, sesi kısılmış, mırıl mırıl bir program dönüyor. Sessiz ve baygın bir gece kimsenin ilgilenmediği tv programına eşlik ederek kendiliğinden akıyor.
Anne önerisine doğrudan karşı çıkılmamasını ileri bir adım diye yorumlamış. Kız fikri sorulmamasından yakınmak şöyle dursun, mutlu. Baba bir adım yumuşamış ama sonunda kızı meslek sahibi yapmakta kararlı. Doğrudan karşı çıkmadığı bir öneri altında geri çekilme diye yorumlanan duruş sergilediğini görüyor. Aslında aynı yerde, kararlılığından sapma yok, ancak ailesini zarifçe kendi çizgisine nasıl çekeceğini bilemiyor.  
Onu bulunduğu ikircikli durumda tutan karısının önerisindeki kolayca yakıp yıkılamayacak kuvvetli ve saygın bir iddia..
Kızı onların atlattığı badirelerden geçmek zorunda olmamalı… Bu görüşe saygılıydı.
Gecenin zihinsel ve duygusal dengeleri öyle hassas ve kırılgandı ki kimse yerinden oynamasını istemediğinden gündeme dönmeye cesaret edemiyordu.
Durumdan yakınan yoktu. Zaman donmuştu. Masadakiler yemek yer gibi görünseler de aslında kafalarındaki kavramlarla ve imgelerle oynuyorlardı.
Baba sonunda artık işi noktalaması gerektiğini gördü.
İyi ki tam bu sırada kapının zili çaldı çünkü hâlâ nasıl başlayacağını bilmiyordu.
Bu saatte! Birbirlerine baktılar. Kimse konuşmadı. Baba kapıya yöneldi.

(Devam edecek)