Kahvesini içiyordu, selam
vedim, yanına çöktüm. Buyur eden gözlerini benden ayırmadan,
“Merhaba,” dedi. “Kalabalıkların
pek ilgisini çekmeyen yazılar yazıyormuşsun. Meraklandım okudum. Benim hikâyemi
de dinlemek istersen…”
Atıldım,
Mutlulukla, dedim,
hep hoşlandım sizinle sohbet etmekten.
Çay söyledi.
“Öyle bilinmedik
olaylar yaşamadım, farklı olarak zaaflarımı
ve hatalarımı değerlerim yaptım…”
Sustu. Sonra
sürdürdü:
“Anlamak istedim dünyayı… Bunun, Gündelik Hayat için nasıl ölümcül zaaf
olduğunu ilerde anlayacaktım. Dünyayı
anlama tarzım ise yanlıştı. Bir zaafı bir hata ile
taçlandırmıştım anlayacağın! Üstüne
üstlük, bu zaaf-hata kıskacından kurtulmadan hayatın keşfine çıktım;
anlıyor musun budalalığı, suyun üstünde durmayı beceremeden dalgalara karşı
yüzmeye çalışıyordum!..”
Anlamamıştım, ama açık
etmeden dinledim.
∘∘∘
“Sağduyu, gündelik
hayatın genel kabul görmüş tanımıdır. Ben de farkında olmadan bellemiştim bu
genellemeleri. İstenen itaat etmemdi. Kabul göreni yapar, ayakta kalmaya
uğraşırsınız, bu kadar basittir ortak hayatımız…”
“Dünyayı anlamak
istemenin zayıflık olduğunu nasıl
çıkardınız?”
“Sağduyuya kafa
tutmaya başlayınca arıza çıkıyor da
ondan…“
“Nasıl arıza?”
“Hayatınız zora
giriyor… Tercihinizi yapacaksınız. Dünyayı anlamaya çalışmak lükstür
ve bedeli vardır; öderseniz özerkliğinizi
kazanır bu lükse uzanırsınız.”
“Özerklik?”
“’Ayakta kalıp kalmamak’ diye bir sorununuz
olmamasıdır, özerklik…”
“Pek kolay
gözükmüyor…”
“Herkes kendisi keşfedecek, beceremezse icat edecek özerkliğe giden yolunu!
Yapabildiğiniz şeyler çok basittir, unutmayın…”
∘∘∘
Kafam hâlâ karışıktı.
“Özerkliğe
ulaştığınızda hayatınızda ne değişti?” diye sordum.
“Her şey!” deyip çayından
bir yudum aldı. “Gündelik Hayat’ı
geçmişte bırakıp Hayat’a döndüm
yüzümü. Ayaklarımda pranga olan zaaflarım güçlü silahlarım oldular. Ayakta kalma hedefini terk etmiş -Hayat’ın- bilgelik hedefine yönelmiştim. Sağduyunun
benden önce biçilmiş –konfeksiyon- dünyayı anlama tarzının işine son
vermiştim. Dünyaya baktığım pencereyi aydınlattıkça yeni renklerle
tanışıyordum.”
“Yani?”
“Artık ‘kendimin yetimi’ değildim, kimseden çekinmeden
kendime saygı gösteriyordum. Örneğin kalabalıklar yerine, kitaplarımın yanında
olmayı yeğlemeye başlamıştım.
Eskiden de böyleydim,
ancak çaktırmadan yapardım.
Şimdi, şu yerici “antisosyal” sıfatını gönül huzuru ile kabulleniyorum,
‘sosyal’ olmaya zorlayarak kendime
işkence etmiyorum.”
∘∘∘
“Zamana aldırmadığınızı mı söylüyorsunuz?
“Evet! Kendi ruhumu ve zamanın ruhunu önemsediğimi söylüyorum.”
“Niçin yapıyorsunuz
bunu?”
“Çünkü zamanın şimdisini yapanlar, benim ruhumla hiç
ilgilenmemiş. Onlar herkesi kapsayan üstün hakikatler (!)
–evrenseller- peşinde. Ben de ilgilenmesem yetim
ruhum hepten öksüz kalacak… Ne yapabilirim?”
∘∘∘
Öpüştük. Yine sohbet
edelim, dileklerimizi paylaştık.
Dediklerini aynen
yazdım, yorum sizin…
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder