Kasabanın birinde insanların
aklını anlata anlata bitiremediği biri yaşarmış. Öylesine ki adamın adı zamanla
unutulmuş, “Akıllı” demeye başlamışlar…
∘∘∘
Uzak köylerden, ayda bir ancak
pazara kasabaya inebilen Çoban merak etmiş,
bu denli akıllı biri nasıl olur diye…
Pazara indiği günlerden bir gün
her şeyi göze alıp kapısını çalmış Akıllı’nın:
Ben, demiş, çobanım; şu şu nedenlerle kapınızı
çaldım. İlginç bulmuş olacaklar içeri buyur etmişler çobanı.
∘∘∘
Salonda koltuklardan cama yakın
olanına sağ bacağını kıvırıp altına alarak oturmuş. Bacakları ikiz kardeşler
gibi önünde uzanınca ne yapacağını bilmez, bacak bacak üstüne atmaktan ise utanırmış.
Akıllı gelmiş oturmuş
karşısındaki koltuğa “kızım bize çağ getir,” diye seslenmiş içeriye.
Çayını içerken geldiğine bin pişman
olmuş çoban, nereden kalkıştım böyle aptalca işlere diye yakınıyormuş içinden…
Avuçlarını ovuşturarak kem küm etmiş:
“Akıllı biri nasıl olur, bilmem
ben; hiç görmedim… Eksik olmayın sayenizde görmek istedim…”
Bön bön bakmış Akıllı, önündeki
kurabiyeden ısırırken. Sessizlik kara bir yılan gibi başlamış dolanmaya, çay
bardağı, kaşık tokuşmaları ve tabaktan kurabiye kalkış ve iniş tıkırtıları
arasında.
∘∘∘
Çoban alışık, konuşmadan sessizce
köşesinde büzülmeye… Akıllı’nın seslenmesini bekliyor. Boşlar gitmiş yenileri
gelmiş, kurabiyeler tazeleriyle desteklenmiş. Sonunda akıllı:
“Kimden duydun benim akıllı
olduğumu?” diye girmiş konuya.
“Herkesten…” Altındaki ayağının
üstünde hafifçe yaylanarak sürdürmüş çoban “Kim bilir ne güzeldir akıllı olmak,
iki gözümle bir kez olsun göreyim istedim bu dünyada…. Nasıl bir şey akıllılık?”
∘∘∘
Akıllı keyiflenmiş, ancak
akıllılığa yakışmaz diye göstermemiş:
“O kadar da akıllı mıyım
bilmiyorum, ama bildiğimi söyleyeyim. Bizim gündelik dünyamızda, yani sabah
kalktın rızkın için didindin, eve döndün, yemeğini yedin, iki-üç lâfın belini
kırdın, karının kolunda yatağa attın kendini… İşte bu dünyada…”
Çoban yine aşağı yukarı gidip
gelmiş ayağının üstünde: “Ben de onların çoğu yok ama her neyse…” diyecek olmuş, ama yakışmaz diyerek geri durmuş.
∘∘∘
Akıllı kaldığı yerden sürdürmüş:
“Ne diyordum, işte o bizim sıradan
alemimizde ‘akıllı’ olmak ‘varlıklı olmaktır’… Öyle varlığın olacak ki ekmeğin
için istemediğin hiçbir işi yapmayacaksın… Ol da nasıl olursan ol, kimse
ilgilenmez…”
Eğilip çayından bir yudum daha
alıp gıcığını temizlemiş.” Bana sorarsan, iyi kötü üç beş kazanmak için ne şeytani
çukurlara attım kendimi, ne vicdan azapları taşıyorum hâlâ, ne kanunların
arkasından dolandım Allah biliyor… İnşallah affeder beni, yoksa yandım
demektir!
Gözüme karartıp daldığım
girdaplardan çıkamasaydım bugün beni arada bir lanet etmek için anarlardı
sadece… Şansım yaver gitti paçayı kurtardım, şimdi ‘akıllı’ diyorlar…
Anlayacağın bu iş akıldan çok kumar oynamak, hayatınla!
Akıllılık mı, ahmaklık mı sen söyle?"
∘∘∘
Biraz önceki şaşkın sessizlik çökmüş
salona yine. Çoban donup kalmış. Akıllı’nın gözleri karşı duvarda asılı babasının
nüfus kağıdından büyütme vesikalık resmine çakılmış.
“Sana gösterdikleri her “akıllı”ya
karşılık bil ki onlarca daha az zeki, daha az uyanık, talihsiz, beceriksiz –ya da
hepsi birden- ve de aynı pisliklere bulaşmış “akıllı” adayı bugün
mezarlıklardadır! İnsanlar mezarlıkları sevmediği için o yöne pek bakmazlar… Hayatın kurgusu böyledir hayatta kalmak üstüne...
Ayakta kalanlar “akıllı” olur.”
Çoban söylenenlerin çoğunu
anlamamış; ama anladıkları ona yetmiş…
Bildik dünyada nerede bir "akıllı" var deseler yolunu değiştiriyormuş bundan böyle...
∘∘∘
Note: Bu yazı Thomas Hardy’nin
(İngiliz şair, romancı; ö.1928) “Çılgın Kalabalıklardan Uzak” romanından
esinlenerek yazılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder