Çay bahçesinin en ucuna oturdum.
Gelip geçenlerin gözünden ve kulağından uzak bir yere. Hırçın denizin öfkeli
köpükleri tam önümdeki kayalarda patlıyor, damlacıklarda yüzümde hissettiklerim
oluyordu.
Bilgisayarımı açtım; derdim,
birlikte yaşadığım sorularla dönemediğim virajları almak için yeni bir hamle daha
yapmaktı.
Denizden başka komşu
istemiyordum.
∘∘∘
Başkalarıyla –iletişim- değil,
kendimle konuşmak –düşünmek- istiyordum.
On dakika geçti geçmedi,
yanımdaki sandalyenin çekildiğini duydum. Tanımadığım ancak gözüme yabancı gelmeyen
biri çöktü yanıma.
Hah, dedim içimden, şimdi çattık!
∘∘∘
“Boşuna uğraşma” dedi hayalet
gibi masama ışınlanan tanıdık sima.
“Uğraşmak mı?”
“Basitleştirmeye çalışıyorsun
hayatı, biliyorum… Yorma kendini yok yere…” Sakin, yavaş, kendinden emin konuşmuştu..
Bir an önce başımdan savayım
diyordum, ama ukalalığa başlamıştı…
Haddini bildirmek geçti içimden. Hem neden hiç görmemiştim gelirken? Bahçenin
diğer ucundaki iki masadan başka tüm masalar boştu.
Merakımı doyuracaktım.
∘∘∘
Sordum: “Nereden çıkardın?”
Sandalyemi iyice yanına yaklaştırdım, sağ elimin ayasını yüzene doğru açtım. “…basitleştirmeye
çalıştığımı… Hem nedir ‘hayatı basitleştirmek’
dediğin şey? ”
İstifini bozmadı bulutlara
bakarak konuştu: “Gökyüzüne alıcı gözle bakarak aranıyorsun, ’bir bulsam sanki
her şey düzelecek’, der gibisin. Halbu ki, ne bulursan bul oyun aynı kalacak.
Oyunu kimse değiştiremez.”
“Ne bulursam buluyum benim
kabulüm. Aramayı sürdürürüm.” dedim, söylediklerini umursamazcasına.
“Oyunu kabul edecek, aramaya
devam edecek, ama bulduklarına bel bağlamayacaksın, yoksa… ”
“Yoksa ne olur?”
“Ne mi olur? Asıl olan aramanın
kendisidir; gözlerinden bulacaklarını bayrak yapmak istediğini okuyorum. Tutkularını
hapsediyor, aklının pusulasını izliyorsun. Ruhunla ödüyorsun bedelini farkında değilsin…”
İkimiz de sustuk. Diyeceklerim
kafama yığıldı. Sıraya koyamadım. Zaman kazanmaya çalışıyordum. Konuşmasını
sürdürmesini istediğini bakışlarımın yönsüzlüğünden anlamış olmalıydı:
“…Aklım diye asılıp kaldığın
tutamağın mantığını ‘zamanın ruhu’ndan
aldığını görmeden dünya ile ilişkilerin düzelmeyecektir… Her insan gibi sen de
çift benlik taşıyorsun; biri zamanın ruhu, diğeri sen, senin ruhun… Yakında
yaşayacaksın dediklerimi…”
∘∘∘
Konuşmamız eğlenceli olmaya
başlamıştı, sözünü kestim: “Neyi yaşayacak mışım?”
“Aklınla ruhunu hapsettiğini…”
Şakacı tutumumu yitiriyordum:
“Nasıl anlayacağım böyle bir anlayışın içinde olduğumu?”
Yüzüme bakmadan yanıtladı:
“Zamanın ruhunun diliyle
başaramazsan, bir hiç gibi göreceksin kendini - ki daha büyük bir haksızlığı
kimse yapamaz sana. Kendini yok edeceksin!
Başarılı olursan, her şeyin
tastamam yerini bulacağı hayallerine dalacaksın...”
Bakışlarımı gözlerine diktim, bir
süre baktım ancak hayır diyemedim. Ben kafamı çevirince o devam etti:
“Oysa gerçek düş kırıklığı neymiş o zaman
yaşayacaksın; zamanın ruhunun boşluğu içinde çınlayacak, gördüğün saygının yok
yere geldiğini bir tek sen bileceksin, seni değerli görenleri zavallı
bulacaksın… Çünkü kof bir bilgeliğin çaresizlik tahtında oturduğunu senden daha
iyi kimse bilemeyecek.
Ve de geri dönemeyeceksin. Ruhun
pahasına zamanın ruhunu örtünmenin çaresizliğini iliklerinde hissedeceksin…”
∘∘∘
Sustu. Sanki sözün bittiğinde
anlaşmıştık. Bakışlarımız denizde kaybolmuştu. Sahile dönmek istemiyorduk. Ne
kadar zaman geçti bilmiyorum. Sessizce oturduğu sandalyeyi geri çekti, ayağa
kalktı. Bana tepeden dikkatlice içime işlemek istercesine baktığını seziyordum.
Gözlerim hâlâ denize kilitliydi.
“Beni tanıyamadın değil mi?” diye
sordu, içinden konuşurcasına. “Öylesine örseledin ki, elbette tanıyamazsın.”
∘∘∘
Nedendir bilmiyorum gözlerim
nemlendi. Görsün istemedim. Bakışlarım denize çakılı konuştum:
“Tuvalete gidiyorum, lütfen
bekleyin, hemen geliyorum.” Hızla kalktım, masadan uzaklaştım.
∘∘∘
Geldiğimde gitmişti. Etrafta
soracak kimse yoktu.
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder