22 Mart 2018 Perşembe

Oyun





Çay bahçesinin en ucuna oturdum. Gelip geçenlerin gözünden ve kulağından uzak bir yere. Hırçın denizin öfkeli köpükleri tam önümdeki kayalarda patlıyor, damlacıklarda yüzümde hissettiklerim oluyordu.

Bilgisayarımı açtım; derdim, birlikte yaşadığım sorularla dönemediğim virajları almak için yeni bir hamle daha yapmaktı.  

Denizden başka komşu istemiyordum.
∘∘∘


Başkalarıyla –iletişim- değil, kendimle konuşmak –düşünmek- istiyordum.

On dakika geçti geçmedi, yanımdaki sandalyenin çekildiğini duydum. Tanımadığım ancak gözüme yabancı gelmeyen biri çöktü yanıma.

Hah, dedim içimden, şimdi çattık!
∘∘∘


“Boşuna uğraşma” dedi hayalet gibi masama ışınlanan tanıdık sima.

“Uğraşmak mı?”

“Basitleştirmeye çalışıyorsun hayatı, biliyorum… Yorma kendini yok yere…” Sakin, yavaş, kendinden emin konuşmuştu..

Bir an önce başımdan savayım diyordum, ama ukalalığa başlamıştı…  Haddini bildirmek geçti içimden. Hem neden hiç görmemiştim gelirken? Bahçenin diğer ucundaki iki masadan başka tüm masalar boştu.  

Merakımı doyuracaktım.
∘∘∘


Sordum: “Nereden çıkardın?” Sandalyemi iyice yanına yaklaştırdım, sağ elimin ayasını yüzene doğru açtım. “…basitleştirmeye çalıştığımı… Hem nedir  ‘hayatı basitleştirmek’ dediğin şey? ”

İstifini bozmadı bulutlara bakarak konuştu: “Gökyüzüne alıcı gözle bakarak aranıyorsun, ’bir bulsam sanki her şey düzelecek’, der gibisin. Halbu ki, ne bulursan bul oyun aynı kalacak. Oyunu kimse değiştiremez.”

“Ne bulursam buluyum benim kabulüm. Aramayı sürdürürüm.” dedim, söylediklerini umursamazcasına.

“Oyunu kabul edecek, aramaya devam edecek, ama bulduklarına bel bağlamayacaksın, yoksa… ”

“Yoksa ne olur?”

“Ne mi olur? Asıl olan aramanın kendisidir; gözlerinden bulacaklarını bayrak yapmak istediğini okuyorum. Tutkularını hapsediyor, aklının pusulasını izliyorsun.  Ruhunla ödüyorsun bedelini farkında değilsin…”

İkimiz de sustuk. Diyeceklerim kafama yığıldı. Sıraya koyamadım. Zaman kazanmaya çalışıyordum. Konuşmasını sürdürmesini istediğini bakışlarımın yönsüzlüğünden anlamış olmalıydı:

“…Aklım diye asılıp kaldığın tutamağın mantığını  ‘zamanın ruhu’ndan aldığını görmeden dünya ile ilişkilerin düzelmeyecektir… Her insan gibi sen de çift benlik taşıyorsun; biri zamanın ruhu, diğeri sen, senin ruhun… Yakında yaşayacaksın dediklerimi…”
∘∘∘


Konuşmamız eğlenceli olmaya başlamıştı, sözünü kestim: “Neyi yaşayacak mışım?”

“Aklınla ruhunu hapsettiğini…”

Şakacı tutumumu yitiriyordum: “Nasıl anlayacağım böyle bir anlayışın içinde olduğumu?”

Yüzüme bakmadan yanıtladı:

“Zamanın ruhunun diliyle başaramazsan, bir hiç gibi göreceksin kendini - ki daha büyük bir haksızlığı kimse yapamaz sana. Kendini yok edeceksin!

Başarılı olursan, her şeyin tastamam yerini bulacağı hayallerine dalacaksın...”

Bakışlarımı gözlerine diktim, bir süre baktım ancak hayır diyemedim. Ben kafamı çevirince o devam etti:

“Oysa gerçek düş kırıklığı neymiş o zaman yaşayacaksın; zamanın ruhunun boşluğu içinde çınlayacak, gördüğün saygının yok yere geldiğini bir tek sen bileceksin, seni değerli görenleri zavallı bulacaksın… Çünkü kof bir bilgeliğin çaresizlik tahtında oturduğunu senden daha iyi kimse bilemeyecek.

Ve de geri dönemeyeceksin. Ruhun pahasına zamanın ruhunu örtünmenin çaresizliğini iliklerinde hissedeceksin…”
∘∘∘


Sustu. Sanki sözün bittiğinde anlaşmıştık. Bakışlarımız denizde kaybolmuştu. Sahile dönmek istemiyorduk. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sessizce oturduğu sandalyeyi geri çekti, ayağa kalktı. Bana tepeden dikkatlice içime işlemek istercesine baktığını seziyordum. Gözlerim hâlâ denize kilitliydi.

“Beni tanıyamadın değil mi?” diye sordu, içinden konuşurcasına. “Öylesine örseledin ki, elbette tanıyamazsın.”
∘∘∘


Nedendir bilmiyorum gözlerim nemlendi. Görsün istemedim. Bakışlarım denize çakılı konuştum:

“Tuvalete gidiyorum, lütfen bekleyin, hemen geliyorum.” Hızla kalktım, masadan uzaklaştım.  
∘∘∘


Geldiğimde gitmişti. Etrafta soracak kimse yoktu.

∘∘∘




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder