Martta lodos bu kasabaya baharı
taşır; denizinin ılık sevecen havası öfkeli salvolar halinde sokaklarda patlar ve
çevre dağların karlı tepelerinde dağılır.
Otelden çıktığımda seyrek yağmur
damlacıkları lodosun kanatlarından sekip insanın yüzünde patlıyordu. Bu iklime
alışmalıydım; akşam sıcaklık yanlış yola girmiş sürücüler gibi hemen geri
dönecek on derecenin altına düşecekti, artık öğrenmiştim.
Kabanım elimdeydi.
Ana caddeden karşıya geçtim ve
buluşacağımız kafeye doğru yürümeye başladım: ilginç insanlar olmalı
aralarında; bile isteye ve planlayarak –taammüden (!)-başka bir yaşam tarzına
bürünmeyi göze almak az da olsa atak bir ruh, macera aşkı, bulduğuyla yetinmek
yerine istediğini arayacak denli gözü karalık gerektirirdi.
Düzenlerine nokta koymuşlar,
yenisine başlıyorlar; gözümde büyütüyorum onları…
Bir yandan da kuşkuluyum. İnsanlar hakkında fazlaca
iyimser olmamın başıma açtığı sıkıntılardan bir türlü ders almıyorum. Biliyorum, insan türünün tamamında habis
bir ince hastalık inleyip durur; kendi havanı yakalayıp türkünü çalmayı bir
yana bırakır, başkalarından daha iyi söylediğini herkese göstermek istersin. Karnını
doyurmayı elinin tersiyle itmiş başkalarını aç bırakmaya uğraşıyorsundur; rezilcedir
bu; cehennemine giden yolun taşlarını döşediğini görmezsin…
∘∘∘
İçerde birkaç masa uç uca
eklenmiş, çevresinde on beş dolayında kadınlı erkekli grup… Rasgele sohbet
adacıkları oluşmuş… Yanaştım, selamladım, bir yer bulup oturdum, kendimi
tanıttım: Yeni geldim, başlıyorum evi inşa etmeye, niyetim yerleşmek…
∘∘∘
Havalı görünmeye özen gösteren,
deneyimli eski yönetici olduğunu cümlelerinin bir yerine illa ki sokuşturan
adamın yanına oturmuşum. Çayımdan iki yudum almıştım ki bana döndü:
“Kışın dönecek misiniz?”
“Hayır, artık sürekli buradayım…”
“O kadar emin olmayın,” dedi.
“Efendim?” diye karşıladım,
yürürken önüme çıkıveren beklenmedik bir çukurdan atlar gibi.
“Belki de kalamazsınız buralarda”
diyorum, ”bura insanları çalışmayı sevmez, tembeldirler, güvenilmezdirler!”
Yöneticileri insanlar niçin çok ciddiye alıyor? Hiç anlamadığım o an kafama dank etti! Tam bir muammaydı bu!
Şaşırmıştım, ama açık
etmedim sanıyorum:
“Ben de sevmem ‘çalışmayı’” diyerek
söylediklerini ciddiye almadığımı göstermek istedim… “İnsan ‘çalışma’nın
dışında erdemler bulmalı diye düşünürüm… Geçim derdi az olunca keyifle
çalışıyorlar, ne güzel!”
Yönetici buruldu. Çayının kalan
yarısını tek yudumda dikti bitirdi.
Karşıda oturan kumral genç kız
atıldı: “Parayı çok severler ama…”
Yanındaki sarışın: “Bana sevmeyen
kim, anlatır mısın?”
Sağ baş parmağımı dikerek destek çıktım sarışına…
∘∘∘
Normal insanların değişmez bir huyu
vardır: İnsan türüne musallat olmuş sıradan hastalıkların, kendileri dışında
herkeste oluğundan eminmişler gibi konuşurlar: “Köylüler ne çok parayı seviyor!
İnanamazsın!”
İnsanın “Allah Allah nasıl olur, ben parayı seven tek bir şehirli görmedim!” diye bir tarafıyla gülmesi geliyor…
∘∘∘
Öbür yanımda oturan pos bıyıklı
babacan adam ne iş yaptığımı neden burayı seçtiğimi, sordu. Çayımı bitirdim ve
anlatmaya başladım. Birkaç çümlede kısaca anlatacaktım ki…
Masanın karşı ucundan bir ses
yükseldi:
“Ağabey, biliyor musun dün akşam
gördüğümüz kız var ya…” diye avaz avaz, iri yarı biri kalkmış bize doğru geliyor…
Bizim bölgede herkes kafayı ona
çeviriyor. Adam, kimseye pas vermeden yönetici pozlu komşumun kulağına
eğiliyor. İkisi birden katıla katıla gülmeye başlıyorlar.
Pos bıyık benim sandalyenin
arkalığına bir eliyle asılmış arkamdan eğiliyor yöneticiye, ne olduğunu
öğrenecek… Kahkahasını doyasıya yudumlayan yönetici sandalyemin arkasına
sokuyor kafasını… Kimseye duyurmadan fısıldaşıyorlar. Ardından zoraki
kahkahalar patlıyor yine... Gülmeleri iş olsun diye; asıl, biz hepinizden daha çok
biliyoruz demek istiyorlar… İlgi çekecekler, popüler olacaklar ya, yazık, ne yapsınlar
bu yolu seçmiş fakirler… Önemseyin bizi diyorlar, ama Türkçeyi bırakmış kalas
gibi gövdelerini kullanarak vücut diliyle konuşuyorlar.
Neden buradayım, sorusu düştü aklıma,
savuşturdum…
∘∘∘
Bu arada nedendir bilinmez, bir
sessizlik sardı masayı aniden dağlara çöküveren gümüş renkli sis bulutu gibi.
Yavaş yavaş kendimi buluyordum, az daha oyalanıp kurtulmaya karar verdim.
Karşımdaki sarışın kız unutmamış “Burayı nasıl bulduğunuzu anlatıyordunuz…” diye
anımsattı.
“Evet, ne diyordum, şey… aslına
bakarsanız Nuri Bilge Ceylan’ın bir filminde dikkatimi çekti bölge gelip
araştırdım…”
“Onun filmlerinde hikâyeden başka her şeye vakti olur insanın… Gerçek zamanlı embesil gündelik hayatlar…
Varsa da yoksa da hep bunları çeker…”
Karşımda oturan üç kadın
gülmekten kırıldı bu lâfa, belli ki sinemadan söz edeyim derken derken
sinirleri oynatmıştım… Güme gitmişti söylediklerim. Konuyu gündeme
getiren başka biri çıkmadı.
∘∘∘
Başladılar sırasıyla anlatmaya, herkes
yaptıklarını anlatıyordu:
“Evin taşlarını onarttık…”
“Üç adet kaz aldık, bahçeyi en
çok onlar koruyormuş…”
“Kiremitleri aktaran ustamız
kaçtı…”
“Domates ezmesi fiyatları düşüyor…”
Para verdik diye berbat bir filmi
sonuna kadar seyretmezse yapamayanlara benzettim kendimi. Gönlüm daraldı.
Bu arada sıra bana geldi, yok,
dedim, benim anlatacağım, ilginç bir şey yapmadım.
Bu
topluluktan tuhaf insan çıkaramayacaktım belli olmuştu... Normal insanlara gelince, onlar her yerdeydi, neden yenilerini deneyecektim…
∘∘∘
Birkaç dakika sonra dışardaydım.
Hava poyraza dönmüş, sıcaklık beşlere dek düşmüştü. Kabanıma sarıldım,
karmakarışık düşüncelerle otele yürüdüm… Beklentilerim hayal kırıklığıyla
düğümlenmişti yine. İnsanların yeni yaşam tarzları arıyor olacakları benim hüsnü
kuruntumdu.
Eski tarzlarına uygun gelecek yeni yer
peşindeydiler.
Hayırlı bir kötü sondu bu akşam yaşadığım, beni sonsuz umutsuzlukların birinden koruyacak…
∘∘∘
On beş gün veya bir ay sonra
olacak, şimdi tam çıkaramıyorum, hırdavatçılardan birinde alış-veriş yapıyorum.
İki kişi daha var dükkânda. Birisi iri yarı, diğerinin pek bir özelliği yok;
ama ikisini de sanki gözüm bir yerlerden ısırıyor.
İri olanı yaklaştı: “Beyim
merhaba…”
Şaşırdım. Yüzüne baktım,
gülücüklerinin zoraki çizgileri gözlerinin yanında ve dudaklarının kenarında
bir görünüp bir kayboluyor. Yanındaki onurlu yönetici kararsız, oyuna katılsın
mı, seyirci mi kalsın bilemiyor.
“Özür dilerim” diye karşılık verdim
“tanışıyor muyuz?”
“Nasıl olur, toplantıda tanıştık
ya hatırlamadınız mı?”
Baktım ciddi ciddi anlamadım olan
biteni, demek istiyor, sürdürmek zorunda hissettim:
“Olur olur, benim belleğim
böyledir…
Bir şeyin anımsanmasının ne bana ne
de dünyaya bir yararı olacağını hissetmişsem ya da hasbelkader tanıştığım
birileriyle ilişkiyi sürdürmemin ne bana, ne onlara, ne de yaşadığımız dünyaya
bir faydası olacağına inanmışsam hafızam bu olayları ve kişileri kafamdan
siler… Boş yere yer işgal etsinler istemez…”
Dükkândan çıktım, serin bahar
güneşinin içine daldım.
Ne düşündüler bilmiyorum, sanırım
onlar da bana hak verdiler… Benimle dostluğa can attıklarını hiç sanmıyorum.
∘∘∘
NOT: Başlık, Asghar Farhadi'nin (d. 1972; İranlı Yönetmen) Elly
Hakkında adlı filminden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder