14 Mart 2018 Çarşamba

Kötü Bir Son Sonsuz Bir Umutsuzluktan İyidir






Martta lodos bu kasabaya baharı taşır; denizinin ılık sevecen havası öfkeli salvolar halinde sokaklarda patlar ve çevre dağların karlı tepelerinde dağılır.

Otelden çıktığımda seyrek yağmur damlacıkları lodosun kanatlarından sekip insanın yüzünde patlıyordu. Bu iklime alışmalıydım; akşam sıcaklık yanlış yola girmiş sürücüler gibi hemen geri dönecek on derecenin altına düşecekti, artık öğrenmiştim.

Kabanım elimdeydi.

Ana caddeden karşıya geçtim ve buluşacağımız kafeye doğru yürümeye başladım: ilginç insanlar olmalı aralarında; bile isteye ve planlayarak –taammüden (!)-başka bir yaşam tarzına bürünmeyi göze almak az da olsa atak bir ruh, macera aşkı, bulduğuyla yetinmek yerine istediğini arayacak denli gözü karalık gerektirirdi.

Düzenlerine nokta koymuşlar, yenisine başlıyorlar; gözümde büyütüyorum onları…

Bir yandan da kuşkuluyum. İnsanlar hakkında fazlaca iyimser olmamın başıma açtığı sıkıntılardan bir türlü ders almıyorum. Biliyorum, insan türünün tamamında habis bir ince hastalık inleyip durur; kendi havanı yakalayıp türkünü çalmayı bir yana bırakır, başkalarından daha iyi söylediğini herkese göstermek istersin. Karnını doyurmayı elinin tersiyle itmiş başkalarını aç bırakmaya uğraşıyorsundur; rezilcedir bu; cehennemine giden yolun taşlarını döşediğini görmezsin…
∘∘∘


İçerde birkaç masa uç uca eklenmiş, çevresinde on beş dolayında kadınlı erkekli grup… Rasgele sohbet adacıkları oluşmuş… Yanaştım, selamladım, bir yer bulup oturdum, kendimi tanıttım: Yeni geldim, başlıyorum evi inşa etmeye,  niyetim yerleşmek…

∘∘∘


Havalı görünmeye özen gösteren, deneyimli eski yönetici olduğunu cümlelerinin bir yerine illa ki sokuşturan adamın yanına oturmuşum. Çayımdan iki yudum almıştım ki bana döndü:

“Kışın dönecek misiniz?”

“Hayır, artık sürekli buradayım…”


“O kadar emin olmayın,” dedi.

“Efendim?” diye karşıladım, yürürken önüme çıkıveren beklenmedik bir çukurdan atlar gibi.

“Belki de kalamazsınız buralarda” diyorum, ”bura insanları çalışmayı sevmez, tembeldirler, güvenilmezdirler!”

Yöneticileri insanlar niçin çok ciddiye alıyor? Hiç anlamadığım o an kafama dank etti! Tam bir muammaydı bu!

Şaşırmıştım, ama açık etmedim sanıyorum:

“Ben de sevmem ‘çalışmayı’” diyerek söylediklerini ciddiye almadığımı göstermek istedim… “İnsan ‘çalışma’nın dışında erdemler bulmalı diye düşünürüm… Geçim derdi az olunca keyifle çalışıyorlar, ne güzel!”

Yönetici buruldu. Çayının kalan yarısını tek yudumda dikti bitirdi.

Karşıda oturan kumral genç kız atıldı: “Parayı çok severler ama…”

Yanındaki sarışın: “Bana sevmeyen kim, anlatır mısın?” 

Sağ baş parmağımı dikerek destek çıktım sarışına…
∘∘∘


Normal insanların değişmez bir huyu vardır: İnsan türüne musallat olmuş sıradan hastalıkların, kendileri dışında herkeste oluğundan eminmişler gibi konuşurlar: “Köylüler ne çok parayı seviyor! İnanamazsın!”

İnsanın “Allah Allah nasıl olur, ben parayı seven tek bir şehirli görmedim!” diye bir tarafıyla gülmesi geliyor…
∘∘∘


Öbür yanımda oturan pos bıyıklı babacan adam ne iş yaptığımı neden burayı seçtiğimi, sordu. Çayımı bitirdim ve anlatmaya başladım. Birkaç çümlede kısaca anlatacaktım ki…

Masanın karşı ucundan bir ses yükseldi:

“Ağabey, biliyor musun dün akşam gördüğümüz kız var ya…” diye avaz avaz, iri yarı biri kalkmış bize doğru geliyor…

Bizim bölgede herkes kafayı ona çeviriyor. Adam, kimseye pas vermeden yönetici pozlu komşumun kulağına eğiliyor. İkisi birden katıla katıla gülmeye başlıyorlar.

Pos bıyık benim sandalyenin arkalığına bir eliyle asılmış arkamdan eğiliyor yöneticiye, ne olduğunu öğrenecek… Kahkahasını doyasıya yudumlayan yönetici sandalyemin arkasına sokuyor kafasını… Kimseye duyurmadan fısıldaşıyorlar. Ardından zoraki kahkahalar patlıyor yine... Gülmeleri iş olsun diye; asıl, biz hepinizden daha çok biliyoruz demek istiyorlar… İlgi çekecekler, popüler olacaklar ya, yazık, ne yapsınlar bu yolu seçmiş fakirler… Önemseyin bizi diyorlar, ama Türkçeyi bırakmış kalas gibi gövdelerini kullanarak vücut diliyle konuşuyorlar.

Neden buradayım, sorusu düştü aklıma, savuşturdum…  
∘∘∘


Bu arada nedendir bilinmez, bir sessizlik sardı masayı aniden dağlara çöküveren gümüş renkli sis bulutu gibi. Yavaş yavaş kendimi buluyordum, az daha oyalanıp kurtulmaya karar verdim. Karşımdaki sarışın kız unutmamış “Burayı nasıl bulduğunuzu anlatıyordunuz…” diye anımsattı.

“Evet, ne diyordum, şey… aslına bakarsanız Nuri Bilge Ceylan’ın bir filminde dikkatimi çekti bölge gelip araştırdım…”

“Onun filmlerinde hikâyeden başka her şeye vakti olur insanın… Gerçek zamanlı embesil gündelik hayatlar… Varsa da yoksa da hep bunları çeker…”

Karşımda oturan üç kadın gülmekten kırıldı bu lâfa, belli ki sinemadan söz edeyim derken derken sinirleri oynatmıştım… Güme gitmişti söylediklerim. Konuyu gündeme getiren başka biri çıkmadı.
∘∘∘


Başladılar sırasıyla anlatmaya, herkes yaptıklarını anlatıyordu:

“Evin taşlarını onarttık…”

“Üç adet kaz aldık, bahçeyi en çok onlar koruyormuş…”

“Kiremitleri aktaran ustamız kaçtı…”

“Domates ezmesi fiyatları düşüyor…”

Para verdik diye berbat bir filmi sonuna kadar seyretmezse yapamayanlara benzettim kendimi. Gönlüm daraldı.

Bu arada sıra bana geldi, yok, dedim, benim anlatacağım, ilginç bir şey yapmadım.

Bu topluluktan tuhaf insan çıkaramayacaktım belli olmuştu... Normal insanlara gelince, onlar her yerdeydi, neden yenilerini deneyecektim…
∘∘∘


Birkaç dakika sonra dışardaydım. Hava poyraza dönmüş, sıcaklık beşlere dek düşmüştü. Kabanıma sarıldım, karmakarışık düşüncelerle otele yürüdüm… Beklentilerim hayal kırıklığıyla düğümlenmişti yine. İnsanların yeni yaşam tarzları arıyor olacakları benim hüsnü kuruntumdu.

Eski tarzlarına uygun gelecek yeni yer peşindeydiler.

Hayırlı bir kötü sondu bu akşam yaşadığım, beni sonsuz umutsuzlukların birinden koruyacak…

∘∘∘


On beş gün veya bir ay sonra olacak, şimdi tam çıkaramıyorum, hırdavatçılardan birinde alış-veriş yapıyorum. İki kişi daha var dükkânda. Birisi iri yarı, diğerinin pek bir özelliği yok; ama ikisini de sanki gözüm bir yerlerden ısırıyor.

İri olanı yaklaştı: “Beyim merhaba…”

Şaşırdım. Yüzüne baktım, gülücüklerinin zoraki çizgileri gözlerinin yanında ve dudaklarının kenarında bir görünüp bir kayboluyor. Yanındaki onurlu yönetici kararsız, oyuna katılsın mı, seyirci mi kalsın bilemiyor.

“Özür dilerim” diye karşılık verdim “tanışıyor muyuz?”

“Nasıl olur, toplantıda tanıştık ya hatırlamadınız mı?”

Baktım ciddi ciddi anlamadım olan biteni, demek istiyor, sürdürmek zorunda hissettim:

“Olur olur, benim belleğim böyledir…

Bir şeyin anımsanmasının ne bana ne de dünyaya bir yararı olacağını hissetmişsem ya da hasbelkader tanıştığım birileriyle ilişkiyi sürdürmemin ne bana, ne onlara, ne de yaşadığımız dünyaya bir faydası olacağına inanmışsam hafızam bu olayları ve kişileri kafamdan siler… Boş yere yer işgal etsinler istemez…”

Dükkândan çıktım, serin bahar güneşinin içine daldım.

Ne düşündüler bilmiyorum, sanırım onlar da bana hak verdiler… Benimle dostluğa can attıklarını hiç sanmıyorum.
∘∘∘





NOT: Başlık, Asghar Farhadi'nin (d. 1972; İranlı Yönetmen) Elly Hakkında adlı filminden.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder