Goldratt’ın şirketlere
“yeni akıl” olsun diye tasarladığı TOC’sine (Theory of Constraints -Kısıtlar Teorisi) ilk görüşte aşık
olduk.
Tanıtalım, yaygınlaştıralım
istedik Türkiye’de. Kalktık bir şirket kurduk. Başladık Türk patron ve
yöneticilerle cebelleşmeye!
Neyine vurulmuştuk TOC’nin?
Geleneksel şirket kârlılığı sorununu – bir zanaatin
hile hurda ile ayar vermeye çalışılan fazla şansa bağlı macerası olmaktan
çıkarıyor, matematiksel bir bütünlük içinde olabildiğince kumanda edilebilen bilimsel
denebilecek bir proje olarak- yeniden modelliyordu.
İşte bunun
için!
∘∘∘
Bunu yaparken
şirketlerin yoğun kullanımında olan bazı akıl paketlerinin –yazılım- ne denli
zehirli olduğunu ortaya çıkarmıştı.
En basit
örnek çalışan herkesin bildiği “maliyet
muhasebesi”… Hâlâ kullanımı revaçta olan bu sistem, satışa çıkarılan ürünlerin her birinin tek tek maliyetlerini
gösteriyor ve –istenirse- satış fiyatlarını tavsiye ediyor.
Neyi üretmek
kârlıdır buradan otomatik olarak çıkarıyorsunuz.
∘∘∘
Ancak küçük
bir mahzuru var!
Savaşta
ordunuza sızmış düşman casusu gibi sizi arkadan vurmaya çalışır!
Örneğin ürünlerinizi
kârlı sattığınızı sanırsınız ama sonunda
zarar edebilirsiniz!
Zarar
ediyorum diye reddettiğiniz bir satışta,
aslında kâr ediyor olabilirsiniz;
ancak bunu hiçbir zaman öğrenemezsiniz.
Çünkü
elinizdeki “maliyet muhasebesini” bir kenara atıp yaptığınız işe bütünsel
olarak bakabilmenizi sağlayacak bir aracınız yoktur.
İsteseniz
bile yapamazsınız.
∘∘∘
İnanması güç biliyorum. Dünyanın saygın koca
koca şirketleri nasıl olur da yanlış bir yöntemi on yıllardır kullanabilir?
İrrasyonel bir pazar gerçeği bu.
Birbirinden
kopuk parçalardan oluşan şansa bağlı bir macera demem bu yüzden. Herkes güvenle(!)
aynı yanlışı yapıyor.
Hatalıyı terk
edip yerine TOC’nin “gelir muhasebesini”
koyabilenlerin nasıl bir avantaja sahip olacağını düşünebiliyor musunuz?
Bizi baştan
çıkaran şeylerden yalnızca biri, bu anlattığım. 2005 yılında yola çıktık. İki telif bir çeviri kitap yayımladık. Pan
Yayınlarından.
∘∘∘
Goldratt’ın şirketinin
yöneticileriyle tanıştık.
Bizdeki ve
Türkiye dışındaki deneyimlerini dinledik, kendi başımızdan geçenleri anlattık…
Sonuçlar
farklı değildi. Şirketler çok beğeniyor,
ilginç buluyor, ancak uygulamak istemiyordu.
Türkiye’deki
direncin diğer ülkelerdekinden kat be kat fazla olduğunu söylüyorlardı TOC’nin
yaratıcıları.
Yedi yıl sürdü
maceramız. İnsanların psikolojik bir mahalle baskısı altında olduğunu gördüm;
ama bunun yönetimin direncini yeterince açıkladığını düşünmedim.
Başka
nedenleri deşmeye başladım. Kurcaladıkça gördüklerimi aşağıda kısaca sıraladım:
∎Küreselleşen
dünyada patron ve yöneticiler, acımasız piyasa sokaklarının para kazanmakla
ilgili keskin düşüncelerini acı
tabletler halinde yutmuş oluyor.
Hepsi bunu sağ kalabilmenin olmazsa olmazı kabul ediyor.
Hepsi bunu sağ kalabilmenin olmazsa olmazı kabul ediyor.
Beynin genetik altyapısı üstünde
temellenen zihin, bu tabletlerle şekilleniyor.
Kâr edebilmeye dönük inanışlar, özel duyarlılıklar, masallar ve sansasyonel
efsanelerle beslenen özel bir para kazanma mantığı oluşuyor.
Buna oyunun kuralı deniyor…
Amerikan filmlerinde “Kişisel
alma bu bir ‘iş’”[i] dendiğinde kastedilen “iş” bu oluyor.
∎Hamama girenin terlemesi gerektiğine
inanılıyor.
Hamamın söylemi çoğu kez akılcı ve eleştiriye açık
–demokratik- olmak yerine otoriter
ve irrasyonel –keyfi, sübjektif- oluyor.
Bu nedenle derdi gücü doğruyu bulmak
olan bilim insanlarıyla, gözünü
karartıp para kazanmak peşinde
koşması beklenen parçalayıcı
-predator- patron (yönetici) çoğu kez aynı takımda
oynayamıyor.
Bilimle pek yan yana gelemeyen akıldışı diyebileceğimiz “iş söylemi”, düşünmekten çok yapmak ve
çıkan sonuçlara bir yolunu bulup
–eğri ya da doğru yoldan- ayar çekmek
üstüne kuruluyor.
∎Şirketler otoriter ve pragmatik –yararcı- yapılar.
Olabildiğince kurallara, kanunlara,
geleneklere uymaya çalışarak kâr etmek isterler.
Yöneticinin otoriter –kimsenin
engelleyemediği, hızlı ve gerekiyorsa sezgisel- kararlarla olaya damgasını
basması beklenir.
Ivır zıvır, koruyucu ve denetleyici engellerle
vakit kaybetmeden yanlış yapmayı göze alarak yürümenin, ayakta kalmanın ilk
koşulu olduğuna inanılır.
irketlerde kuvvetler ayrımı
yoktur. Tüm güçler yöneticide (patronda) toplanır. Kapitalist sistemin
bunca yıllık tarihinde böyle evrilmiştir.
∎ Yönetici,
TOC gibi bütünsel yaklaşımları, yukarda açıklanan akıldışı diyebileceğimiz
söylemlerin önünde engel gibi görür.
Özünde bu sezgisel bir yanılgı ise de, anlamak
için kendine zaman bırakmadan – fazlaca
düşünmeye takılmadan- ilerlemeye olan bağımlılığının güdüsüyle konuyu gündem
dışına iter.
Sezgilere dayalı iş düşüncesiyle daha çok ve kolay para kazanılacağına inanır.
“İş” bir sokak oyunudur, vahşi doğada sağ kalmaya çalışmak gibi…
Üniversitelerdeki bir bilim oyunu
değil!
∎Şirketler
yeni teknolojiye açıktır.
Yönetici gerekli gördüğü her türlü
mühendislik, iletişim, muhasebe, finansman… teknolojisinden gücü oranında
yararlanır. Bu teknolojilerden hiçbiri yöneticinin yönetme otoritesini
sınırlamaz.
Bütüne karışmaz. Onu düzenlemek yöneticinin
otoritesine kalmıştır.
∎ TOC gibi bütünsel bir yönetim sistemi,
yöneticinin otoritesine doğrudan bir sınırlama getirmese bile sistemi
şeffaflaştırdığı için eleştiriye açar.
Her bölümün nasıl yönetileceğinin bilinmesi
nihayetinde bir kuvvetler ayrımı hamlesidir.
Otoritesinin, alışık olmadığı düzeyde
gözetim altında tutulduğunu hisseder yönetici.
Neyin yapılmadığının gerektiğinde rahatça
tartışılabilir olmasını –alışık olmadığından- rahatsız edici bulur.
∎ TOC’nin gerçek zorluğu, hem beyaz hem
mavi yaka tüm çalışanların eğitilerek bütünsel yönetim mantığına adapte
edilmesi zorunluluğudur.
Sözcüğün tam anlamıyla bir “eski
köye yeni adet”tir. Gücü buradan gelir.
Oturmuş bir geleneksel yönetimde
patron ve beyaz yakalı yönetici gündelik yönetime karışmaz, gerektiğinde
müdahele eder.
Oysa şimdi patron dahil karara
katılacak tüm yöneticiler yeni sistemi iyice öğrenecek, eski sistemin
belleklerden silinmesini sağlayacak ve yerine yenisini oturtacaktır.
Böylesine bir yeniliğe kendisini bağlayabilmek için –çoğu kez yeterince
zaman ayırmadığından –entelektüel, finansal, parasal nedenleri göremeyen yöneticiler
otomatik olarak önerinin önüne dikilirler.
İçinde piştikleri ve uzmanı
olduklarına inandıkları iş değerlerini isteyerek unutup farklı uygulamalar
içinde yenilerini öğrenebilmek, hakiki bir entelektüel heyecanla sağlam bir
zihin gücünün kol kola girmesini gerektirir.
∎ TOC serüvenimiz boyunca hep yokuş
yukarı yürümemiz gerektiğini kabullenmiştim.
Nereye kadar?
Birlikte yola çıktığımız,
kitaplarımızı birlikte imzaladığımız, hem iyi eğitimli hem de “piyasada pişmiş” saydığım ortağımın kendi
şirketinde bile “maliyet muhasebesi”ni
değiştirmediğini görene kadar!
Orada durdum…
Ortak yürüyüşümüz bitmişti, apaçık
gördüm.
∎TOC’nin daha paylaşımcı, büyümeye daha
az odaklı ekonomilerin yönetim sistemi olduğunu düşünüyorum.
Kazananın hepsini aldığı, yöneticilerin sürekli büyüme kabusları gördüğü
ve iklim değişikliğiymiş, çevreymiş, ormanmış, fosil yakıtmış, CO2
emisyonuymuş demeden gözünü karartıp “ya kâr ya ölüm” nidaları ile pazara saldırdığı
bir küresel dünyada yaşıyoruz.
Gerektiğinde “hayat”ı bile gözü görmeyen –yürürlükteki-
şirket aklı, yerini, her şeyi ters
yüz eden ‘yeni akıl’a bırakır mı?
∎ Son olarak şunu birlikte yanıtlayalım:
Küresel şirket aklıyla düşünüyor, reklamlar gibi konuşuyor, halkla ilişkiciler gibi dost oluyoruz!..
Yoksa
hep birlikte kafayı mı yiyoruz!..
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder