Çoğumuz şirket yöneticileri gibi düşünüyor; reklamcılar gibi konuşuyoruz.
“Hangisi
daha avantajlı (kârlı)?
“Nasıl
yaşarsam güçlü ve mutlu olduğum
izlenimini verebilirim?”
Mutlu
olabilirim değil!
Bu şirket aklı…
Algı
yaratmak, olabilmekten daha önemli!
İlki
parayla olanaklı, ikincisi zor ve meşakkatli!
∘∘∘
Şirketlerin -yöneticilerinin- değişik bir aklı olması
gerektiğini ilk kez düşünen Avusturya asıllı Amerikalı Peter Drucker (ö. 2005).
1945’de büyük bir şirketin kapısını
çalıp yöneticileriyle görüşmek istediğini söylediğinde, komünist diye kapıdan çevrilmişti.
∘∘∘
Bugün yönetici aklı diye bilinenlerin
temelinde esas olarak Drucker’ın
harcı var.
Gündelik hayatın düşünmeyi pek
sevmeyen insanlarına prototip –model- düşünce
kalıpları önermişti.
“Amaçlarla
yönetim”i tasarlayan odur.
Kâr etmek için daha verimli düşünmek
demektir amaçlarla yönetim.
Bugün işletme fakültelerinde anlatılan
yöneticiler için “düşünce teknolojisi” çoklukla amaçlarla yönetimle sarmalanmış
–yine Drucker’ın temellendirdiği- “pazarlama”dır.
Elbette başarılı bilinen şirketlerin
uygulamalarından derlenmiş soslarla tatlandırılmış halde…
Özünde anlayış şudur. Her kaynak,
insan veya makine, teker teker verimli ise şirket daha kârlı olur!
∘∘∘
Düşünmenin amacı karar vermek ve ona
göre davranmak. Gitmek istediğiniz yöne, daha iyi bir dünyaya yönelmek.
Şirketlerin hedefi ise kâr; kâr olmalı!
Önce kâr edebilirseniz, güçlü olursunuz; ardından istediğiniz doğruyu,
beğendiğiniz güzeli kovalarsınız…
Adam
Smith’in (ö. 1790),
siz çıkarlarınızın peşinden gidin parayı kazanın, gerisini merak etmeyin, “gizli
bir el” niyetiniz öyle olmasa bile gelir işleri düzenler, adaleti ve
eşitliği sağlar, dediği kabul ediliyordu eskiden.
Artık bunun yalnızca bir efsane olduğu, Smith’in kastının farklı
olduğu biliniyor. Yine de bir kesimin böyle düşünmeyi ve propagandayı
sürdürdüğü ortada.
∘∘∘
1980’lere kadar kâr pusulası fena
işlemedi.
Drucker’ın düşünce sistemleri
üniversitelerde öğretilen bir “bilgi disiplini” haline geldi. İşletme
fakülteleri popüler bölümler oldu.
Dünya gençliği akın akın işletme
okuyor, ‘business’ –iş- öğreniyordu. İngiltere ve Amerika’da iş öğretisinin
satıldığı büyük sektörler oluştu.
Dünyanın en baba üniversiteleri işin
içindeydi. Drucker ve ardından gelen
diğer gurular pazarlamayı, satışı, finansı işliyor, işletme fakültelerini
donatıyordu.
Elbette her birinin elinde iyi para
kazandığı bilinen birkaç şirket ve onların yoğurt yiyiş biçimleri… Ustaların
yöntemlerini çıraklara naklediyorlardı.
∘∘∘
Aynı düzen hâlâ yürüyor. Planlama,
finansman, muhasebe, satın alma, üretim, pazarlama, satış…
Genel kabul görmüş uygulamalar anlatılıyor.
Üstelik bizde, İngilizce eğitim veren
üniversitelerde yabancı dilde seslendiriliyor.
Doğan Kuban Hoca’nın “Türkiye’yi işleten fakülteler”[i] dediği fakülteler bunlar…
Nitelikli bir eğitim için değil,
cilalı bir pazarlama ile iyi satış yaptıklarından İngilizce tercih ediyorlar.
∘∘∘
“Ekonomi”
disiplinine bile -yalnızca hayata aykırı varsayımların matematik modellerinden
oluştuğu gerekçesiyle- “bilim mi değil mi” diye kuşkuyla bakıldığı bir dünyada
yaşıyoruz.
İşletme ve ticaret fakülteleri üniversite eğitiminin parlak yıldızları!
80’lerle birlikte kârlar azalmaya
başladı.
Yöneticiler doping istediler
hükümetlerinden. Ve düzensizleştirmeler -deregulation- başladı dünyada.
Sendikasızlaştırma, bankalarda ve finans kurumlarında aşırı özgürlük –kamu
sırtında risk alma kolaylığı- ve benzerleri geldi…
Kârsızlık
önlenmeliydi.
∘∘∘
80’lerin ortalarında tuhaf bir roman
çıktı: The Goal (Amaç). Yazarı yüksek zekâlı bir fizik
doktoruydu: Eliyahu Goldratt (ö.
2011).
Dostlarının ısrarıyla üniversiteden
ayrılmış, yönetim guruluğuna soyunmuştu. Amaç’ta endüstriyel “üretim”i yeni bir
anlayışla ele alıyordu.
Kitapda iki şey vardı alışılmadık
olan.
İlki, “Amaç” bir iş kitabıydı
ancak roman formatında yazılmıştı. Goldratt
anlatmış, profesyonel bir yazar romana dökmüştü…
İkincisi, üretim yöntemi diye
anlattığı, tüm dünyada uygulanan alışıldık uygulananlara taban tabana zıttı.
∘∘∘
“Amaç” gelişmiş ülkelerde çok satar
–best seller- oldu.
Kitabı yazmak için satış üstünden bir
komisyona razı olmayıp ille de sabit fiyat isteyen yazarı, en çok şaşıranlar
arasındaydı. Ayağına gelen zengin olma fırsatını tepmişti…
Goldratt, 20. yüzyılın sonunda ileri
kapitalist ülkelerinde uygulanmakta olan “şirket yönetim” anlayışını kökten değiştireceğine inandı.
Sunduğu yeni “iş düşünce modeli” ile dünyanın iş hacmini akıl almaz boyutlara
taşıyacağından kuşkusu yoktu. Yeni bir dünya avuçlarının içinde doğuyordu.
Büyük bir heyecanla sonraki adımlarını
planladı.
Bir İsrail vatandaşı, Batı uygarlığının
tutkulu bir koruyucusu ve savunucusuydu. Büyük buluşumu öncelikle Batı içine
sindirmeli, iyice hazmetmeli, yapacağı atılımı yapmalı, ardından Batı dışındaki ülkeler öğrenmeli
diye düşündü.
Batı mukayeseli avantajını kaybetsin
istemiyordu. “Amaç”ın Japonya’ya çevrilmesini bir süre geçiktirdi.
∘∘∘
Kuramına TOC (Theory of Constraints-
Kısıtlar Teorisi) adını verdi.
“Amaç”ta yalnızca üretimi anlatmasına karşın onun için Business –iş- denilen şey
bir bütün: Planlamadan satın almaya, finansmandan muhasebeye, üretimden
pazarlamaya, satıştan para toplamaya…
Sahip olunan her kaynağın en verimli biçimde
kullanılmaya –terletilmeye- çalışılması ilkel bir düşünce ona göre.
Büyük paralarla aldığınız bir makineyi
sürekli çalıştırmak kendi ayağınıza ateş etmek olabilir!
Bunu görebilmek için bölümlerin ve
ürünlerin ayrı ayrı kârlılığına değil
işin bütününe bakmalısınız. Gel gör ki geleneksel yöneticinin elinde ne bütünsel
kârlılığı okuyabilecek araç ne de bunu düşünebilecek
bir yönetim sistemi (düşünce teknolojisi) var. İstese bile beceremez.
Bunu ancak TOC ile yapabilirsiniz.
∘∘∘
“İş”in diğer
bölümleri –enformasyon teknolojisi, pazarlama, muhasebe, proje yönetimi, satış…-
üstüne çıkardığı romanlar ardı ardına geldi Goldratt’ın.
Kitapları tüm
dünyada yüksek satış rakamlarına ulaşıyor, yıldızı yükseldikçe yükseliyordu.
Ancak tuhaf
bir şey vardı canına sıkan. Zamanla değişir diye düşündü. Bekledi. Ama
değişmedi.
“Amaç” beğeniliyor, ilgiyle okunuyor ve bu ilgi
eksilmeden sürüyordu. Ama… Evet, ama kitaplarını yalnızca okunsun diye
yazmıyordu…
Onun derdi roman
yazıp satmak değil, TOC ile dünyayı değiştirmekti. Bunun için kuramının uygulanması gerekiyordu.
Şirketlerin
bir yerden, örneğin üretimden, başlayarak TOC’yi uygulamaya geçmesini
bekliyordu. Kuşkusu yoktu; patronlar, CEO’lar, bölüm müdürleri, mucizeye kendi
dünyalarında şahit olsalar uygulama bir çığ gibi büyüyecek, TOC bir uygarlık
şenliği gibi tüm firmalara yayılacaktı.
∘∘∘
Ama olmadı!
Uygulama %1-2’yi geçmedi. O da yalnızca şirketlerin belli
bölümlerinde…
Goldratt,
kuramını geliştirmeyi bir yana koyup bu soruna kafayı taktı.
Yöneticilere
sunumlarda ve seminerlerde matematiksel bir kesinlikte TOC’nin gücünü
anlatıyor, akıllardaki kuşku kırıntılarını süpürüp atıyordu. Ama direniyorlar, uygulamada yan çiziyorlardı.
Belli
bölümlerde ve çok az uygulanıyordu.
Neden?
∘∘∘
Goldratt
seminerlerinde, TOC’nin kendisine verdiği
emeğin misliyle fazlasını bu soruyu yanıtlamaya verdiğini, yine de doyurucu
bir sonuca ulaşamadığını anlattı.
Kızı
psikoloji doktoruydu. Onun da yardımıyla, karar verme süreçlerinin
tuhaflıklarında gezindi.
Harvard
Üniversitesinde yüksek egolu deneklerle (doktora öğrencileri) yapılan klinik çalışmaları inceledi.
İnsanların en akıllılarının bile,
başkalarının gurup halinde zırvaladığını gördüğünde onları izleyip aynı
saçmalığı sürdürdüğünü gördü.
Yanlış olduklarını bilseler bile
insanlar, ne denli kendilerine güveniyor olsalar da, ortak uygulamalardan bir
türlü vazgeçemiyordu.
∘∘∘
TOC de insan
zihninin bu tuhaf çalışma biçiminin kurbanıydı!
Goldratt, bunları sanki “en azından bir açıklamam
var!” der gibi anlatıyor, ancak sonucu kabullenip oturmuyor, arayışlarını
sürdürüyordu.
Hayatının bu büyük
sorusunu gönlünce yanıtlayamadan Haziran
2011’de öldü.
TOC tüm iddialarıyla
yaşamını sürdürüyor.
Yeterince
uygulanmasa da üniversitelerde ders konusu
oldu. Ama hayatın cilvesine bakın ki, Goldratt’ın iş dünyasına çağ atlatarak
dünyayı değiştirmek istediği enstrümanı, işletme
fakülteleri yerine genellikle endüstri
mühendisliği gibi başka fakültelerde işleniyor.
∘∘∘