17 Mart 2015 Salı

Şirket Aklı Akıldışı mı (1)


Çoğumuz şirket yöneticileri gibi düşünüyor; reklamcılar gibi konuşuyoruz.
“Hangisi daha avantajlı (kârlı)?
“Nasıl yaşarsam güçlü ve mutlu olduğum izlenimini verebilirim?”
Mutlu olabilirim değil!
Bu şirket aklı
Algı yaratmak, olabilmekten daha önemli!
İlki parayla olanaklı, ikincisi zor ve meşakkatli!
∘∘∘

Şirketlerin  -yöneticilerinin- değişik bir aklı olması gerektiğini ilk kez düşünen Avusturya asıllı Amerikalı Peter Drucker (ö. 2005).
1945’de büyük bir şirketin kapısını çalıp yöneticileriyle görüşmek istediğini söylediğinde, komünist diye kapıdan çevrilmişti.
∘∘∘

Bugün yönetici aklı diye bilinenlerin temelinde esas olarak Drucker’ın harcı var.
Gündelik hayatın düşünmeyi pek sevmeyen insanlarına prototip –model-  düşünce kalıpları önermişti.
Amaçlarla yönetim”i tasarlayan odur.
Kâr etmek için daha verimli düşünmek demektir amaçlarla yönetim.
Bugün işletme fakültelerinde anlatılan yöneticiler için “düşünce teknolojisi”  çoklukla amaçlarla yönetimle sarmalanmış –yine Drucker’ın temellendirdiği- “pazarlama”dır.
Elbette başarılı bilinen şirketlerin uygulamalarından derlenmiş soslarla tatlandırılmış halde…
Özünde anlayış şudur. Her kaynak, insan veya makine, teker teker verimli ise şirket daha kârlı olur!
∘∘∘

Düşünmenin amacı karar vermek ve ona göre davranmak. Gitmek istediğiniz yöne, daha iyi bir dünyaya yönelmek.
Şirketlerin hedefi ise kâr; kâr olmalı! Önce kâr edebilirseniz, güçlü olursunuz; ardından istediğiniz doğruyu, beğendiğiniz güzeli kovalarsınız…
Adam Smith’in (ö. 1790), siz çıkarlarınızın peşinden gidin parayı kazanın, gerisini merak etmeyin,   “gizli bir el” niyetiniz öyle olmasa bile gelir işleri düzenler, adaleti ve eşitliği sağlar, dediği kabul ediliyordu eskiden. 
Artık bunun yalnızca bir efsane olduğu, Smith’in kastının farklı olduğu biliniyor. Yine de bir kesimin böyle düşünmeyi ve propagandayı sürdürdüğü ortada.
∘∘∘

1980’lere kadar kâr pusulası fena işlemedi.
Drucker’ın düşünce sistemleri üniversitelerde öğretilen bir “bilgi disiplini” haline geldi. İşletme fakülteleri popüler bölümler oldu.
Dünya gençliği akın akın işletme okuyor, ‘business’ –iş- öğreniyordu. İngiltere ve Amerika’da iş öğretisinin satıldığı büyük sektörler oluştu.
Dünyanın en baba üniversiteleri işin içindeydi.  Drucker ve ardından gelen diğer gurular pazarlamayı, satışı, finansı işliyor, işletme fakültelerini donatıyordu.
Elbette her birinin elinde iyi para kazandığı bilinen birkaç şirket ve onların yoğurt yiyiş biçimleri… Ustaların yöntemlerini çıraklara naklediyorlardı.
∘∘∘

Aynı düzen hâlâ yürüyor. Planlama, finansman, muhasebe, satın alma, üretim, pazarlama, satış…
Genel kabul görmüş uygulamalar anlatılıyor.
Üstelik bizde, İngilizce eğitim veren üniversitelerde yabancı dilde seslendiriliyor.
Doğan Kuban Hoca’nın “Türkiye’yi işleten fakülteler[i] dediği fakülteler bunlar…  
Nitelikli bir eğitim için değil, cilalı bir pazarlama ile iyi satış yaptıklarından İngilizce tercih ediyorlar.
∘∘∘

Ekonomi” disiplinine bile -yalnızca hayata aykırı varsayımların matematik modellerinden oluştuğu gerekçesiyle- “bilim mi değil mi” diye kuşkuyla bakıldığı bir dünyada yaşıyoruz.  
İşletme ve ticaret fakülteleri üniversite eğitiminin parlak yıldızları!
80’lerle birlikte kârlar azalmaya başladı.
Yöneticiler doping istediler hükümetlerinden. Ve düzensizleştirmeler -deregulation- başladı dünyada. Sendikasızlaştırma, bankalarda ve finans kurumlarında aşırı özgürlük –kamu sırtında risk alma kolaylığı- ve benzerleri geldi…
Kârsızlık önlenmeliydi.

∘∘∘

80’lerin ortalarında tuhaf bir roman çıktı: The Goal (Amaç). Yazarı yüksek zekâlı bir fizik doktoruydu: Eliyahu Goldratt (ö. 2011).
Dostlarının ısrarıyla üniversiteden ayrılmış, yönetim guruluğuna soyunmuştu. Amaç’ta endüstriyel “üretim”i yeni bir anlayışla ele alıyordu.
Kitapda iki şey vardı alışılmadık olan.
İlki, “Amaç” bir kitabıydı ancak roman formatında yazılmıştı. Goldratt anlatmış, profesyonel bir yazar romana dökmüştü…
İkincisi, üretim yöntemi diye anlattığı, tüm dünyada uygulanan alışıldık uygulananlara taban tabana zıttı.
∘∘∘

“Amaç” gelişmiş ülkelerde çok satar –best seller- oldu.
Kitabı yazmak için satış üstünden bir komisyona razı olmayıp ille de sabit fiyat isteyen yazarı, en çok şaşıranlar arasındaydı. Ayağına gelen zengin olma fırsatını tepmişti…
Goldratt, 20. yüzyılın sonunda ileri kapitalist ülkelerinde uygulanmakta olan “şirket  yönetim”  anlayışını kökten değiştireceğine inandı.
Sunduğu yeni “iş düşünce modeli” ile dünyanın iş hacmini akıl almaz boyutlara taşıyacağından kuşkusu yoktu. Yeni bir dünya avuçlarının içinde doğuyordu.
Büyük bir heyecanla sonraki adımlarını planladı.
Bir İsrail vatandaşı, Batı uygarlığının tutkulu bir koruyucusu ve savunucusuydu. Büyük buluşumu öncelikle Batı içine sindirmeli, iyice hazmetmeli, yapacağı atılımı yapmalı,  ardından Batı dışındaki ülkeler öğrenmeli diye düşündü.
Batı mukayeseli avantajını kaybetsin istemiyordu. “Amaç”ın Japonya’ya çevrilmesini bir süre geçiktirdi.  
∘∘∘

Kuramına TOC (Theory of Constraints- Kısıtlar Teorisi) adını verdi. “Amaç”ta yalnızca üretimi anlatmasına karşın onun için Business –iş- denilen şey bir bütün: Planlamadan satın almaya, finansmandan muhasebeye, üretimden pazarlamaya, satıştan para toplamaya…
 Sahip olunan her kaynağın en verimli biçimde kullanılmaya –terletilmeye- çalışılması ilkel bir düşünce ona göre.  
Büyük paralarla aldığınız bir makineyi sürekli çalıştırmak kendi ayağınıza ateş etmek olabilir!
Bunu görebilmek için bölümlerin ve ürünlerin  ayrı ayrı kârlılığına değil işin bütününe bakmalısınız. Gel gör ki geleneksel yöneticinin elinde ne bütünsel kârlılığı okuyabilecek araç  ne de bunu düşünebilecek bir yönetim sistemi (düşünce teknolojisi) var. İstese bile beceremez.
Bunu ancak TOC ile yapabilirsiniz.
∘∘∘

“İş”in diğer bölümleri –enformasyon teknolojisi, pazarlama, muhasebe, proje yönetimi, satış…- üstüne çıkardığı romanlar ardı ardına geldi Goldratt’ın.
Kitapları tüm dünyada yüksek satış rakamlarına ulaşıyor, yıldızı yükseldikçe yükseliyordu.
Ancak tuhaf bir şey vardı canına sıkan. Zamanla değişir diye düşündü. Bekledi. Ama değişmedi.
 “Amaç” beğeniliyor, ilgiyle okunuyor ve bu ilgi eksilmeden sürüyordu. Ama… Evet, ama kitaplarını yalnızca okunsun diye yazmıyordu…
Onun derdi roman yazıp satmak değil, TOC ile dünyayı değiştirmekti. Bunun için kuramının uygulanması gerekiyordu.
Şirketlerin bir yerden, örneğin üretimden, başlayarak TOC’yi uygulamaya geçmesini bekliyordu. Kuşkusu yoktu; patronlar, CEO’lar, bölüm müdürleri, mucizeye kendi dünyalarında şahit olsalar uygulama bir çığ gibi büyüyecek, TOC bir uygarlık şenliği gibi tüm firmalara yayılacaktı.
∘∘∘

Ama olmadı!
Uygulama %1-2’yi geçmedi. O da yalnızca şirketlerin belli bölümlerinde…
Goldratt, kuramını geliştirmeyi bir yana koyup bu soruna kafayı taktı.
Yöneticilere sunumlarda ve seminerlerde matematiksel bir kesinlikte TOC’nin gücünü anlatıyor, akıllardaki kuşku kırıntılarını süpürüp atıyordu.  Ama direniyorlar, uygulamada yan çiziyorlardı.
Belli bölümlerde ve çok az uygulanıyordu.
Neden?
∘∘∘

Goldratt seminerlerinde, TOC’nin kendisine verdiği  emeğin misliyle fazlasını bu soruyu yanıtlamaya verdiğini, yine de doyurucu bir sonuca ulaşamadığını anlattı.
Kızı psikoloji doktoruydu. Onun da yardımıyla, karar verme süreçlerinin tuhaflıklarında gezindi.
Harvard Üniversitesinde yüksek egolu deneklerle (doktora öğrencileri)  yapılan klinik çalışmaları inceledi.
İnsanların en akıllılarının bile, başkalarının gurup halinde zırvaladığını gördüğünde onları izleyip aynı saçmalığı sürdürdüğünü gördü.
Yanlış olduklarını bilseler bile insanlar, ne denli kendilerine güveniyor olsalar da, ortak uygulamalardan bir türlü vazgeçemiyordu.
∘∘∘

TOC de insan zihninin bu tuhaf çalışma biçiminin kurbanıydı!
Goldratt, bunları sanki “en azından bir açıklamam var!” der gibi anlatıyor, ancak sonucu kabullenip oturmuyor, arayışlarını sürdürüyordu.
Hayatının bu büyük sorusunu gönlünce yanıtlayamadan Haziran 2011’de öldü.
TOC tüm iddialarıyla yaşamını sürdürüyor.
Yeterince uygulanmasa da  üniversitelerde ders konusu oldu. Ama hayatın cilvesine bakın ki, Goldratt’ın iş dünyasına çağ atlatarak dünyayı değiştirmek istediği enstrümanı, işletme fakülteleri yerine genellikle endüstri mühendisliği gibi başka fakültelerde işleniyor.

∘∘∘



[i] Çağdaşlaşma Sancıları, 21. Yüzyıl Cehaleti

Şirket Aklı Akıldışı mı (2)



Goldratt’ın şirketlere “yeni akıl” olsun diye tasarladığı TOC’sine (Theory of Constraints -Kısıtlar Teorisi) ilk görüşte aşık olduk.
Tanıtalım, yaygınlaştıralım istedik Türkiye’de. Kalktık bir şirket kurduk. Başladık Türk patron ve yöneticilerle cebelleşmeye!
Neyine vurulmuştuk TOC’nin?
Geleneksel şirket kârlılığı sorununu – bir zanaatin hile hurda ile ayar vermeye çalışılan fazla şansa bağlı macerası olmaktan çıkarıyor, matematiksel bir bütünlük içinde olabildiğince kumanda edilebilen bilimsel denebilecek bir proje olarak-  yeniden modelliyordu.
İşte bunun için!
∘∘∘

Bunu yaparken şirketlerin yoğun kullanımında olan bazı akıl paketlerinin –yazılım- ne denli zehirli olduğunu ortaya çıkarmıştı.
En basit örnek çalışan herkesin bildiği “maliyet muhasebesi”… Hâlâ kullanımı revaçta olan bu sistem, satışa çıkarılan  ürünlerin her birinin tek tek maliyetlerini gösteriyor ve –istenirse- satış fiyatlarını tavsiye ediyor.
Neyi üretmek kârlıdır buradan otomatik olarak çıkarıyorsunuz.
∘∘∘

Ancak küçük bir mahzuru var! 
Savaşta ordunuza sızmış düşman casusu gibi sizi arkadan vurmaya çalışır!
Örneğin ürünlerinizi kârlı sattığınızı sanırsınız ama sonunda zarar edebilirsiniz!
Zarar ediyorum diye reddettiğiniz bir satışta, aslında kâr ediyor olabilirsiniz; ancak bunu hiçbir zaman öğrenemezsiniz.
Çünkü elinizdeki “maliyet muhasebesini” bir kenara atıp yaptığınız işe bütünsel olarak bakabilmenizi sağlayacak bir aracınız yoktur.
İsteseniz bile yapamazsınız.  
∘∘∘

 İnanması güç biliyorum. Dünyanın saygın koca koca şirketleri nasıl olur da yanlış bir yöntemi on yıllardır kullanabilir?
İrrasyonel bir pazar gerçeği bu.
Birbirinden kopuk parçalardan oluşan şansa bağlı bir macera demem bu yüzden. Herkes güvenle(!) aynı yanlışı yapıyor.
Hatalıyı terk edip yerine TOC’nin “gelir muhasebesini” koyabilenlerin nasıl bir avantaja sahip olacağını düşünebiliyor musunuz?
Bizi baştan çıkaran şeylerden yalnızca biri, bu anlattığım. 2005 yılında yola çıktık.  İki telif bir çeviri kitap yayımladık. Pan Yayınlarından.
∘∘∘

Goldratt’ın şirketinin yöneticileriyle tanıştık.
Bizdeki ve Türkiye dışındaki deneyimlerini dinledik, kendi başımızdan geçenleri anlattık…
Sonuçlar farklı değildi.  Şirketler çok beğeniyor, ilginç buluyor, ancak uygulamak istemiyordu.
Türkiye’deki direncin diğer ülkelerdekinden kat be kat fazla olduğunu söylüyorlardı TOC’nin yaratıcıları.
Yedi yıl sürdü maceramız. İnsanların psikolojik bir mahalle baskısı altında olduğunu gördüm; ama bunun yönetimin direncini yeterince açıkladığını düşünmedim.
Başka nedenleri deşmeye başladım. Kurcaladıkça gördüklerimi aşağıda kısaca sıraladım:
  
  Küreselleşen dünyada patron ve yöneticiler, acımasız piyasa sokaklarının para kazanmakla ilgili keskin düşüncelerini  acı tabletler halinde yutmuş oluyor.

  Hepsi bunu sağ kalabilmenin olmazsa olmazı kabul ediyor.
   Beynin genetik altyapısı    üstünde temellenen zihin, bu tabletlerle şekilleniyor.

  Kâr edebilmeye dönük inanışlar, özel duyarlılıklar, masallar ve sansasyonel       efsanelerle beslenen özel bir para kazanma mantığı oluşuyor.

       Buna oyunun kuralı deniyor…

   Amerikan filmlerinde “Kişisel alma bu bir ‘iş’[i] dendiğinde kastedilen “” bu oluyor.


  Hamama girenin terlemesi gerektiğine inanılıyor.

 Hamamın söylemi çoğu kez akılcı ve eleştiriye açık –demokratik- olmak yerine otoriter ve irrasyonel –keyfi, sübjektif- oluyor.

Bu nedenle derdi gücü doğruyu bulmak olan bilim insanlarıyla, gözünü karartıp para kazanmak peşinde koşması beklenen parçalayıcı -predator- patron (yönetici) çoğu kez aynı takımda oynayamıyor.

Bilimle pek yan yana gelemeyen akıldışı diyebileceğimiz “iş söylemi”, düşünmekten çok yapmak ve çıkan sonuçlara bir yolunu bulup –eğri ya da doğru yoldan- ayar çekmek üstüne kuruluyor.


Şirketler otoriter ve pragmatik –yararcı- yapılar.

Olabildiğince kurallara, kanunlara, geleneklere uymaya çalışarak kâr etmek isterler.

Yöneticinin otoriter –kimsenin engelleyemediği, hızlı ve gerekiyorsa sezgisel- kararlarla olaya damgasını basması beklenir.

Ivır zıvır, koruyucu ve denetleyici engellerle vakit kaybetmeden yanlış yapmayı göze alarak yürümenin, ayakta kalmanın ilk koşulu olduğuna inanılır.

  irketlerde kuvvetler ayrımı yoktur. Tüm güçler yöneticide (patronda) toplanır. Kapitalist sistemin bunca yıllık tarihinde böyle evrilmiştir.


      Yönetici, TOC gibi bütünsel yaklaşımları, yukarda açıklanan akıldışı diyebileceğimiz söylemlerin önünde engel gibi görür.

 Özünde bu sezgisel bir yanılgı ise de,  anlamak için kendine zaman bırakmadan –     fazlaca düşünmeye takılmadan- ilerlemeye olan bağımlılığının güdüsüyle konuyu gündem dışına iter. 

 Sezgilere dayalı iş düşüncesiyle daha çok ve kolay para kazanılacağına inanır.

  “İş” bir sokak oyunudur, vahşi doğada sağ kalmaya çalışmak gibi…
    
   Üniversitelerdeki bir bilim oyunu değil!   


      Şirketler yeni teknolojiye açıktır.

Yönetici gerekli gördüğü her türlü mühendislik, iletişim, muhasebe, finansman… teknolojisinden gücü oranında yararlanır. Bu teknolojilerden hiçbiri yöneticinin yönetme otoritesini sınırlamaz.

   Bütüne karışmaz. Onu düzenlemek yöneticinin otoritesine kalmıştır.

TOC gibi bütünsel bir yönetim sistemi, yöneticinin otoritesine doğrudan bir sınırlama getirmese bile sistemi şeffaflaştırdığı için eleştiriye açar.

Her bölümün nasıl yönetileceğinin bilinmesi nihayetinde bir kuvvetler ayrımı hamlesidir.

Otoritesinin, alışık olmadığı düzeyde gözetim altında tutulduğunu hisseder yönetici.

Neyin yapılmadığının gerektiğinde rahatça tartışılabilir olmasını –alışık olmadığından- rahatsız edici bulur.   


TOC’nin gerçek zorluğu, hem beyaz hem mavi yaka tüm çalışanların eğitilerek bütünsel yönetim mantığına adapte edilmesi zorunluluğudur.

Sözcüğün tam anlamıyla  bir “eski köye yeni adet”tir. Gücü buradan gelir.

Oturmuş bir geleneksel yönetimde patron ve beyaz yakalı yönetici gündelik yönetime karışmaz, gerektiğinde müdahele eder.

    Oysa şimdi patron dahil karara katılacak tüm yöneticiler yeni sistemi iyice öğrenecek, eski sistemin belleklerden silinmesini sağlayacak ve yerine yenisini oturtacaktır.

     Böylesine bir yeniliğe kendisini bağlayabilmek için –çoğu kez yeterince zaman ayırmadığından –entelektüel, finansal, parasal nedenleri göremeyen yöneticiler otomatik olarak önerinin önüne dikilirler.

İçinde piştikleri ve uzmanı olduklarına inandıkları iş değerlerini isteyerek unutup farklı uygulamalar içinde yenilerini öğrenebilmek, hakiki bir entelektüel heyecanla sağlam bir zihin gücünün kol kola girmesini gerektirir.  


TOC serüvenimiz boyunca hep yokuş yukarı yürümemiz gerektiğini kabullenmiştim.

Nereye kadar?

Birlikte yola çıktığımız, kitaplarımızı birlikte imzaladığımız, hem iyi eğitimli hem de  “piyasada pişmiş” saydığım ortağımın kendi şirketinde bile “maliyet muhasebesi”ni değiştirmediğini görene kadar!

Orada durdum…

Ortak yürüyüşümüz bitmişti, apaçık gördüm.

TOC’nin daha paylaşımcı, büyümeye daha az odaklı ekonomilerin yönetim sistemi olduğunu düşünüyorum.

 Kazananın hepsini aldığı, yöneticilerin sürekli büyüme kabusları gördüğü ve iklim değişikliğiymiş, çevreymiş, ormanmış, fosil yakıtmış, CO2 emisyonuymuş  demeden gözünü karartıp “ya kâr ya ölüm” nidaları ile pazara saldırdığı bir küresel dünyada yaşıyoruz.

   Gerektiğinde “hayat”ı bile gözü görmeyen –yürürlükteki- şirket aklı, yerini, her şeyi ters yüz eden  ‘yeni akıl’a bırakır mı? 


Son olarak şunu birlikte yanıtlayalım:

Küresel şirket aklıyla düşünüyor, reklamlar gibi konuşuyor, halkla ilişkiciler gibi dost oluyoruz!..

Yoksa hep birlikte kafayı mı yiyoruz!..

∘∘∘







[i] Don’t take it personal , this is business!