9 Aralık 2017 Cumartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (30)





_10_















Delilin yokluğu yokluğun delili değildir.

Nassim Nicholas TALEB (d. 1960)


Soğuk ve sert rüzgârlı o gece vakti, lacivert gökyüzüne bakarak anlattıklarından sonra Hacer Kunduz’dan ayrılmış, kayıplara karışmıştı. Büyük dövüşlerden sonra boksörlerin uzunca bir süre kaybolup kendilerini bulmaya çalışmaları misali söylediklerini sindirmeye çalışıyor olmalı, diye düşünür Kenan. Özellikle aramaz; ne zaman döneceğine kendisi karar vermeli…  
Ocak ayının karlı bir günü mektup alır.  İşte geliyor, diye düşünür, ancak yanılmıştır. Hacer, kısa bir nota uzunca bir mektup iliştirmiş, anlattıklarının devamını bu mektupta okuyacağını söylüyordur. Uzun bir çalışmanın ardından yorgundur; dünyaya değişik bir ışıkla bakan biriyle iki laf edeyim, diye aklından geçirirken mektubu almıştır. Şöyle bir göz atar, Hacer kendi hikâyesini kahramanının bakış açısından anlatmıştır. Kendini anlatmanın utancını kahramanı ‘Hacer’in boynuna bir gerdanlık gibi asmış, gerçek yaşamın katlanılmaz acılarını edebiyatın büyüsünde eriterek anlatmayı seçmiştir.
Kendine bir kahve yapar –son günlerde değişiklik olsun diye başlamış ve sevmiştir kahvenin en dejenere granül halini. Kahvesini alıp uzanır alt kattaki küçük yatağa. Mars derhal zıplayıp yanına yerleşmiş kafasını onun bacaklarına dayayıp uyku pozisyonunu almıştır.
“Sen de dinlemek ister misin?”
“Hav...” Elini yalar.
       Kahvesinden bir yudum alır, mektubu açar:

 Yeni evlerinde zaman güler yüzlüydü, alışık olmadığı bir hızda duymadığı ritimde akıyordu. Şehrin varoşlarındaydı yeni mahalleleri. Komşuluk gidip gelmeleri  ruhlarda sıkışan zehirli gazların atıldığı bir emniyet supabıydı. Annesinde değişiklik yoktu, kabullenmişti Hacer, o artık böyle uzak kalacaktı. Susuyor, bildiği rutin gündelik işleri tekrarlıyor, söyleneni ayrıntılarıyla anlatıldığı şekilde yapmaya çalışıyor, bakışlarını karşısındakinin gözlerinden başka neresi olursa bir yere dikiyordu, yerdeki kilime, gökteki bulutlara, duvarda asılı Kuran’a… Herkes alışmıştı. Haftada bir iki kez teyzesine yemeğe gidiyorlardı. Bazen onlar geliyordu karşı misafirliğe. Evin yönetimi artık tümüyle Hacer’e kalmıştı. Arada bir çökmüyor değildi beynine, onu yine dünyadan alıp savuran bunalımlar; böyle durumlarda eve kapanıyordu. Teyzesi ona bir psikiyatr bulmuştu, uzun süreli bir çöküntü hissederse ona gidiyordu. Öte yandan gerçekten çekici bir kız olmuştu.
Teyzesinde yemek yedikleri bir akşamdı. Orta boylu iri yapılı kahverengi gözleriyle şaşkın bakan birisi vardı teyzesinde. İzzet, dedi teyzesi benim kayınbiraderim; haylaz, liseden sonra okuyamadı, bir sürü yere girdi çıktı, dikiş tutturamadı, ama şimdi iyi kazanıyor, ne alıp ne sattığını pek bilmiyorum ama…
Taşındıklarının ilk senesinde dışardan ilkokulu bitirdi Hacer, ardından lise derslerine çalışmaya başladı. Bu arada, yakınlarda bir kütüphane buldu, belediyeninmiş, abone oldu. Sürekli okuyor, hikâye yazıyor, lise derslerine çalışıyor, ev işleriyle uğraşıyordu. İkide bir yoklayan depresyon atakları dışında, inanması zor ama mutluydu.
Bir gün teyzesiyle sokakta karşılaştı.
“Kız, gel seninle biraz konuşalım bakalım… Anneni de al yanına, ne de olsa anne.”
Gittiler teyzesine.
“Yap bakalım birer kahve de şöyle içelim birlikte… Abla sen de şöyle geç baş köşeye,” dedi teyzesi. Köşedeki divanı işaret etti. En sempatik yüzünü takınma çabası içindeydi. Ara vermeden sürdürdü:
 “Hacer, bizim İzzet’i tanıdın… İyi kazanıyor, gelip gidip seni sorar oldu.”
Hacer’in en son beklediği şeydi gelip gidip onu soran biri. Ağzından sözcükler, yumruk yemiş de dişleri dökülüyormuş gibi paramparça dağıldı:  “O koca adam değil mi?”
“On beş-yirmi yaş, nedir ki? Erkek dediğin büyük olmalı kadından…”
Ne zaman patlayacağı bilinmez serseri mayın gibi bir suskunluk bastı odayı. Hacer’in başka lafı kalmamıştı, teyzesi sözünün üstüne konuşulsun da ona göre yön tayin etsin istiyordu. Annesi? Annesi zaten ne zaman iki üç kelimeden fazla etmişti? Ama bu kez öyle olmadı.
 “Neyi varmış ki oğlanın?” Doğrudan mızrak gibi bakışlarını teyzesinin gözüne dikerek konuşuyordu. Şaşılacak işti. İlk kez Hacer’in bir annesi vardı…
“Ah… neyi olsun ki abla?..” dedi teyzesi.
Annenin duruşunda değişiklik yoktu: “Bir şeyi, bir arazı olmayan, uzaktan gördüğü, başından bunca hal geçmiş birini almak ister mi?” Gidip mutfaktan bir bardak suyla döndü.
Teyzesi şaşırmıştı: “Vallahi, ne desem? Hacer benim de kızım; İzzet’e gelince galiba, bir ara dağıtmış, doktorlara falan gitmiş, ama anlat derseniz bilemiyorum…”
Hacer bunları duydu. Konuşmadı, ama o günden sonra yıllar sürecek yeni bir çöküntü dönemine girecekti.


-2-

Bir süre teyzesiyle ilişkileri limonileşti. Ama yapamadılar, her iki taraf da bunun çocukça olduğunu çabuk görmüş olmalı. Bir akşam teyzesi çat kapı geldi. “Kız abla, et tırnaktan ayrılır mı? Ne oldu ki, Hacer kimi isterse onunla evlenir, benimkisi onun mürüvvetini görmeyi murat etmek.”
Sonrasında her şey eskiye döndü. İzzet’le daha yakın oldular, teyzesindeki yemeklere her defasında özel lokantalardan tatlılar getirerek katılıyordu. Annesi bile yakın davranır olmuştu ona.
İzzet damat rolüne ısınıyordu. “Hanımefendi nasılsın, bir emrin var mı, biliyorsun…”
Hacer’e ürkek ve tedirgin bir genç kız yüreğini rahatlatarak yaklaşıyordu.  “Kız sen her gün güzelleşiyor musun?”
Güler yüz, kucaklayan sıcak sihirli kelimeler hem Hacer’i hem de annesini çöldeki su, cehennemdeki dondurma gibi derinden etkiliyordu. Nasıl olmuştu, hiçbiri açıklayamıyordu. Teyzenin İzzet’in ilgisinden söz ettiği o günden bu yana, neredeyse iki yıl geçmeden İzzet’le dost olmuşlardı. Teyze bunu gördükçe kıs kıs gülüyor, ama nedir sizleri böyle değiştiren diye sormuyordu. Konuşursa işin sihri kaçar diye düşünüyordu belki, kim bilir.
Son bir yıldır sevgili babalarından kalan kira geliri yeterince artmamış gelirleri ciddi düzeyde azalmıştı. Hacer dışardan liseyi bitirmeye çalışıyordu. Doktor seansları olur olmaz zamanlarda gerekebiliyordu. Bu durumda, yakın zamanda geçinemeyecek duruma gelmeleri kaçınılmaz görünüyordu. Bunun İzzet’le dostluklarını hızlandırmış olduğunu kimse aklına bile getirmese de, arka plandaki ekonominin çaktırmadan burayı da düzenliyor olması söylenebilirdi.
Hacer’in günlerce evden çıkmadığı oluyordu. Annesi bu gidişin onu çıkmaza sokacağına inanmaya başlamıştı.  Güvenebilecekleri biriyle evlenmesi önlerini açabilirdi. Bunu ona söylemiyor, bir yolunu bulup kafasındaki soruları kardeşinin aydınlatmasını isteyeceği fırsatı yaratmaya çalışıyordu. İlginçtir, annesinin diğer konulardaki durgunluğu sürüyordu; ama konu Hacer’in geleceği olunca başka bir insan olup çıkıveriyordu. İşitme duyusunun fabrika ayarlarını yeniden düzenlemiş gibiydi. Çevresindeki çoğu sesi çekmeyen kulakları ilgilendiklerini en ince noktasına dek duyuyordu. Hacer annesinin, içinde bulunduğu donukluğu, kopukluğu, aldırmazlığı ve duymazlığı isteyerek büründüğünü düşünmeye başlamıştı. Böyle yaparak kendini cezalandırıyor, günah çıkarıyor olabilirdi.
Anne bir gün tek başına kardeşini ziyarete gitti. Hacer kütüphanedeydi. Ablası birden telaşlandı. Kötü bir şey mi vardı?
“Hayır yok! Merak etme. Bana İzzet’in hastalığını anlatsana…”
Donmuş gözleri kardeşinin parmaklarının kıpırtılarını izliyordu.
“İzzet’in?”
Teyze öğrenebileceği kadar öğrenmişti, en yakın arkadaşlarından… Kocasına sormaktan korkmuş ve ondan habersiz gitmişti İzzet’in arkadaşlarına:
“Ben yengesiyim. Bir türlü ağzından laf çıkmıyor İzzet’in, hastalığını bilmiyoruz. Ona nasıl yardım edeceğimizi bilemeden karanlıkta göz kırpıyoruz. Bilelim ki, ona göre yardımcı olalım değil mi?”
Akılları yatmıştı İzzet’in arkadaşlarının:  “Aman ha, İzzet duymasın… ” diyerek anlatmışlardı İzzet’i… bildiğimiz bu kadar demişler, o da anlayabildiği kadarını aklında tutmuştu. Kırık dökük bir şeyler öğrenmiş bunları neye yoracağını pek bilememişti. İzzet bazen tanınmayacak derecede değişiyor, başka bir insan oluyormuş. Ortalıktan kaybolup kayıplara karışıyormuş. Böyle durumlarda doktora gittiği, özel ilaçlar aldığı ve evinden çıkmadığı söyleniyormuş. Ancak bu eskidenmiş şimdi yeni çıkan ilaçlar sayesinde neredeyse iyileşmiş, işlerini de yoluna koyabilmiş. Hacer’in teyzesi olarak kız tarafı gözlükleriyle bakınca da görebiliyormuş izzet’in ne denli düzeldiğini.



-3-

Anne bunları duyunca rahatladı.
“Bizim kız gene çok bunalımda, ne dersin? İzzet de istiyor bu kızı…”
“Abla ben bildiklerimi dedim, bizim İzzet artık iyileşmiş diyor herkes. Eh siz de yıllardır görüyorsunuz. Gene de karar sizin. Bana sorarsan, yan yana gelip hayatı birlikte sürüklerler, birbirlerinin söküklerini dikerek…”
 İşitmemiş gibi davrandı bunları Hacer. Kara kara düşünüyor, elinden düşürmediği kitapların sayfalarından kafasını alıp da dünyayı görmüyordu. Kızını kaybedeceği endişesi geldi Anneye, durum ciddiydi; onu da kaybederse hayatta tek başına kalacaktı. Koştu kardeşine.
“Bu kız, var mı yok mu belli değil. Ne yap et bu işi hallet...”
Teyze, kendisinin çok önceden gördüğü doğruyu ablasının da sonunda görebilmiş olmasının verdiği güvenle konuştu:
 “Sen o işi bana bırak…”
İzzet’le Hacer’in ilişkisinin dönüm noktasıydı bu. Teyze geciktirmeden Hacer’le uzun ikna edici konuşmalar yaptı. Hacer’in konuşulanları ne kadar anladığı bile belirsizdi. İkna olmuş göründü. Bir ay oldu olmadı söz kestiler. İzzet artık damat adayı olarak rahatça girip çıkmaya başlamıştı evlerine.
Birkaç ay içinde Hacer’in gözleri parlaklık, yüzü tebessüm gördü. Lise bitirmelerine ciddi hazırlanmaya başladı. Teyze ve Annenin gözlerinde planlarının işe yaramasının verdiği güven ve mutluluk okunuyordu.
İzzet’in keyfine diyecek yoktu. Yirmi yaş farka işaret etmek isteyenleri anlamıyordu. Yalnız bir sorun vardı. Hacer’e dokunamıyor ama kafasını pek takmıyordu. Zamanla geçecekti. Elini tutsa çekiyor, sarılacak olsa geri çekilip kaçıyordu. Doktora gittiler birlikte. Kimse duymasın diye de uzak hastanelerden birindeki bir psikiyatra.
“Zamanla geçecektir bu ürküntü; ancak özen ister, sevgiyle gerçek bir güven duygusu uyandıracak biçimde yaklaşmalısınız.” Bu insanlar nasıl birbirini bulmuş diyen gözlerle baktı onlara. “Ayrıca başka bir şehre taşınmanızı öneririm, kötü anıları geride bırakmanızın Hacer’in iyileşmesine katkısı büyük olacaktır.”
Duydukları İzzet’i çok mutlu etti. Doktorun söylediklerinin özeti onun kafasına şöyle yazılmıştı: “Başka bir şehre taşınırlarsa Hacer iyileşecek.” Bundan daha güzel bir haber ne olabilirdi. Bunları geldi Teyzeye anlattı. O da Anneye. Karar verilmişti. Evlenince mutlaka başka bir şehre taşınacaklardı.


-4-

Evlendiklerinde Hacer yirmi yaşındaydı, İzzet kırk. Şehir’e yerleştiler, İzzet’in iş yaptığı şirketlerden birinin sahibinin önerisiydi. Ayrıca, İzzet’in kız kardeşi de buradan biriyle evliydi. Seçimlerinde bunun etkisi önemlidir. Hacer liseyi bitirmiş, açık öğretimde üniversiteye devam ediyordu. Şehir Kasaba’ya seksen kilometre uzaklıkta ve deniz kenarındaydı. Taşındıkları yılı hâlâ içinde gülücükler açarak anımsar Hacer. Yeniden doğmuştu Şehir’de. Geniş bahçeli bir evleri vardı, annesi kendi halinde yaşıyor, yanlarında fazla kalmıyordu. Kendini dine vermişti. Beş vakit namaz kılıyor, camileri dolaşıyordu.
Evliliklerinin ilk yılının sonuna doğru kızları doğdu. Seks yaşamları olduğunu falan düşünmeyin. Hacer için –henüz diyelim- böyle bir şey söz konusu değildi, seks onun için haz alınıp içinde erinecek bir kendinden geçiş değil katlanılacak bir yüktü. Nişanlılıklarından sonra, İzzet’le ilk birkaç yılı makul, anlaşılır, kabul edilebilir düzeydeki ilişkilerini zedelemeden geçirebilmişlerdi. Tek taraflı sevişebiliyorlardı, İzzet seviyor, Hacer yalnızca kusmamayı başarabiliyordu. Doktorlara göre bu gerçek bir başarıydı, seks hayatları düzelerek sürecekti. Doktoru söylüyordu bunları, eski doktoru, telefonla danışıyorlar veya uçakla günü birlik gidip görüşüyorlardı. Bazen Teyzede bir akşam kalıp ertesi gün dönüyorlardı. HH

İki yaşından sonra kızına görümcesi el koydu. Nedense onunla bir türlü yıldızı barışmamıştı. ‘Nedense’ sözü lafın gelişi, Hacer görümcesinin kafasındaki ‘gelin’ standardına uzaktan yakından ulaşamadığını gayet iyi biliyordu. Ancak değiştirmek için kolunu kıpırdatmıyor, görümcesi de bunu inadına yapıyor, diye yorumluyordu. Aile, Teyzenin kocası erkek kardeş dahil,  evliliğe İzzet hasta diye ses çıkarmamıştı. Zaman içinde iyileşmiş görüntüsü vermeye başlayınca Hacer’i ona yakıştırmaz olmuşlardı. 
Şehir’deki yaşantıları bu minval üzere, dramatik iniş çıkışlar olmadan Suna beş yaşına gelinceye dek sürdü. Beş yıldır durgun ve çekimsiz ama güvenli bir ırmak gibi yol alan hayatlarını kökten değiştiren iki şeyden söz etmeliyim. Bunlardan ilki, Hacer’in ilerde hayatımın dönüm noktasıdır, diyeceği Kunduz Ormanları’yla buluşmasıdır.
Bir gün İzzet öğleye doğru işten aradı.
“Hazırlan! Birkaç gün kalmak üzere bir yere gideceğiz, beğenmezsen döneriz.”
Güç bela evet dedi. O gün akşam yemeğini Dağ’da, Kunduz Otel’in lokantasında yediler… Kunduz Ormanları’yla ilk tanışmasıydı bu Hacer’in. Koruluktan daha büyük, hakiki bir orman havasını ilk defa içine çekiyordu. Yirmi beş yıldır gezinip durduğu içindeki mağaranın en güzel, en umut verici aydınlığıydı Ovacık Yaylası. Kendinden geçmişçesine uzun yürüyüşler yaptı Ovacık Çayı boyunca, ikinci gün İzzet’le birlikte Keltepe’ye gittiler… Rüyada gibi dolaştı.
(Devam edecek)
∘∘∘





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder