-2-
Eve
geldiklerinde temizlik bitmek üzeredir. Emine hanım çaydanlığı kaynatmış, iyice
ısınan porselen demliğin içine dört yüklü tatlı kaşığı Çaykur filiz çayını
koymuş ve üstüne kaynamış sudan kararınca çekmiş. Evin yüksük kadar
mutfak-salonunu demlenmemiş çayın ham meyve burukluğundaki kekremsi kokusu tutmuş. Demli çayın baygın aromasının
gelmekte olduğunu bildiren bir bayrak gibidir bu koku. Emine Hanım’ın korkusuna
Mars’ın ayaklarını iki kez yıkar Kenan.
Kabanını,
atkısını, başlığını çıkarıp girişteki küçük portmantoya asar. Saate bakar
zamandır. Akşam olmak üzere… Erken vakitte damlarlarsakızdırırlar Emine
Hanım’ı. Temizliğin orta yerinde kimse ayaklarına dolansın istemez.
“Zamansız
gelmedik ya?”
“Bitti
bitecek, çayı demledim…”
“Kurabiye
kokusu alamıyorum?”
“Onsuz gelir
miyim…”
Temizlik
sonunda kurabiye-çay İngilizlerin beş çayı gibi gelenekselleşmiştir. Çayı
beklerken otururlar küçük yuvarlak masaya, taze kurabiyelerden bir öbek vardır
masada. Kenan bekleyemez alır bir tane.
“Emine
Hanım, söyle bakalım, nedir Hamza’nın meselesi?”
“Hamza
seninle özel konuşmak istermiş ama yüzü tutmazmış…” Başındaki eşarbı düzeltip
saçlarını içine sokar. “Benden aracı olmamı istedi…”
“Nedir ki
böyle aracılı falan, pek hayırlı değil gibi, ne dersin?”
“Ben yalan
yanlış şeyler söylemeyeyim, kendisi gelsin…”
Köy yerinde
aracılı konuşmanın söylenemeyenlerin habercisi olduğunu Kenan’ın da bildiğini
düşünür Emine Hanım.
“Bu akşam,
ne zaman isterse...”
Emine Hanım
Köy’deki dedikodulardan konuşur. Gündemin başında Hacer… Ormanda cirit atan
güzel bir hanım konuşulmayacak da ne konuşulacak. Dikkatli ol demeye getirir
lafı, biraz ağzına gözüne bulaştırsa bile anlar Kenan.
“Bu köyde
Hamza ve sen, her şeyimle kefil olurum,
Allah korusun…”
“Merak etme,
bildiğiniz gibi değil aslında…”
Kenan’ın
camiye gidip dua ettiğini bilmeyen yoktur. Emine Hanım gittiği her yerde
gururla anlatır. Hacer’in böyle bir insana pek yakışmadığını usulünce
dillendirmeye çalışır. Hamza’ya gelince, camiyle pek işi olmaz, bilir; ama onun
Allah’ın evliya kullarından olduğuna inanır…
“Şu deli
pehlivanın da kulağını çeksen, senin sözünden çıkmaz. ”
Gülerek
şefkatle omzuna vurur Kenan.
“Hamza’yı hemen yollayayım…” Telaş içinde çıkar Emine
Hanım.
Hamza, geniş
omuzları, yapılı kolları, tepesindeki saçsız bozkırın hızla genişlemeye yüz
tuttuğu toparlak başı, ısıtan içten gülümsemesiyle görünür. Kapının içinde
birkaç boy küçük bir çerçeveye güç bela sıkıştırılmış kötü bir sulu boya
tabloyu andırır, acemi bir ressam elinden çıkmış.
“Hoş geldin
Hamza, çay doldur bakalım kendine, sonra gel otur.”
Sandalyelerden
birini açarak yer gösterir Kenan. Hamza küçük mutfakta züccaciyecideki fil
gibidir, birkaç numara büyük gelmiştir eve. Omuzları neredeyse tüm rafları
kaplar. Çayını kapar gelir, çevresini kırıp dökmeden sağlam tutmaya aşırı özen
gösterdiği her halinden bellidir.
“Kenan abi,
ben bu dünyaya pek yakışmam, biraz fazlaca düşünürüm…”
“Bırak abiyi
benim büyüğümsün…”
“Kenan… “
deyip arkasını getiremez Hamza.
“Kenan Bey diyebilirsin, mesela.”
“Biraz
böyleyim. Senelerce önce karakucak güreşiyorum… Muhtar vardı, Allah Rahmet
eylesin, geldi bir bahar bana. Yeğeniyle güreşecektim, ben yeterince adam
yenmiştim. O genç toyun biriydi ve çok hevesliydi, ona biraz anlayışlı davranıp
yenilir miydim? Ben nasıl olsa daha çok adam yenerdim. Bunda kötülük görmedim.
Sonunda birileri şikâyet etmiş, durum ortaya çıktı. Bana iki yıl güreşmeyi
yasakladılar… Böyleyim…”
Susar. Kenan konuya gelsin ister.
“Biliyorum
nasıl biri olduğunu… Söyle dinliyorum…”
Hamza
görünen safdillik perdesinin altındaki işlenmemiş zekâsıyla ondan isteneni
anlamıştır. Başını eğer önündeki soğumuş çaya ve dokunamadığı taze kurabiyeye
dikilir gözleri. Çayı hapazlayıp bir koca yudumda yok eder. Bardağı indirir.
Suskunluk.
“Ben
çaylarımızı tazeleyeyim… ” Kenan ayaklanır, mutfağa yönelir.
Hamza’nın
kürek gibi ellerinde kaybolur bardak. Bakışlarına Kenan’dan başka hedefler
arayarak başlar tekrar anlatmaya. Beş yıl kadar önce tuhaf ağrılarını gidermek
için Kasaba’ya hastaneye başvurmuş. Doktor epey bir bakıp ettikten sonra
gitmiş, bir iki doktor daha çağırmış, hep birlikte konuşmuşlar. Sonunda ilk
doktor onu almış yanına bir sürü şey anlatmış. Ama nasıl anlasın bu kalabalık
laflardan pehlivan… Aval aval bakmış adamın yüzüne. Doktor bu kez işini kısa
tutmuş, bir balta darbesiyle işini bitirmek isteyen oduncu hoyratlığında
konuşmuş.
“Bak
pehlivan, bu kötü hastalık. İlacı pek yok. Arada bir gelip bizde yatacaksın…
Ama, işte, Allah’tan ümit…”
Anlamış
Hamza, aptal değil ya! Doktorun beklediğinin tersine pek dert ediyor görünmemiş.
Biz, demiş, Mevlam ne verdiyse onu yaşadık. Şimdi böylesini münasip görüyorsa
bize ne düşer ki boyun eğmekten başka. Arkasından saatler süren bir yarım
dakika beklemiş… Sonra koskoca gövde, kürek sapı gibi omuzlar arasında
yapıştırılmış gibi duran tostoparlak kafasıyla sarsıla sarsıla hıçkırıklara
gömülmez mi? Doktorun eli ayağına karışmış, atsa atamaz, tutsa tutamaz,
kaldırsa gücü yetmez! Şaşkın.
“Yapma be!
Koskoca pehlivan… Olur mu? Hem ne oldu ki birden? Durdun durdun, sonra…”
Hamza’nın
aklına son anda düşen Dut’muş… Onun on yıl önce uğruna köyünü, ablasının evini
terk ettiği köpeği… Tuğla kırmızısı tüylü, kahverengi gözlü, birlikte yediği,
birlikte gezdiği, birlikte uyuduğu köpeği… Zaten yaşlanmış artık. Ona kim
bakacakmış… Onu on yıl önce birkaç aylıkken köyde yalaktan su içmeye çalışırken
bulmuş. Boyu yetişmiyormuş, kocaman avucunun içinde kaybolmuş su içirmek için
kaldırdığında. Doya doya su içirmiş sonra bırakmış yere. Tam gidecek, minicik
kahverengi gözleriyle vadinin dibinden dumanlı dağların tepesine fırlatır gibi
bir bakışını yakalamış. Hamza’nın dağ gibi cüssesi erimiş bu gözlerin ışığında.
Tekrar kucağına almış onu. O anda çeşmenin yanı başındaki kocamış dut ağacına
ilişmiş gözü. Hamza’nın bu ağaca anlayamadığı bir bağı varmış. Geniş gürbüz
yaprakları içini açarmış. İpek böceğinden soyu mu varmış, nedir? O zamandan bu yana adı Dut’muş, kahverengi
gözleri alev gibi yanan ufaklığın. Ablası Dut’u evine kabul etmek istememiş, o
da evi terk edip Dağ Otel’deki bu işe talip olmuş. Hatta biricik yeğeni Osman
bile hüngür hüngür ağlamış Dut’un ardından. Ama kime anlatacaksın? Annesiyle
babası Nuh demiş, peygamber dememiş. Son aylara dek Osman’a Köy’e gelip Dut’u
sevmesi için bile izin vermemişler. İlk kez iki ay önce gelebilmiş.
İşte bu
Dut’muş Hamza’nın esas ağladığı. Yaşlanmış artık çok, ona kim bakacakmış şu
günlerinde. Doktor bunu duyunca, ağlamasına pek hak vermese de daha bir
anlayışlı görünmüş. Hayatta uzun boylu gözü olmadığı halde, Dut için
yaşayabildiği kadar yaşamak istediğini söylemiş doktora.
O zamandan
bu yana zaman geçmiş, şimdi ne öğrensin Hamza, yenilerde... Dut’u da çekip
almak istemiyor mu kudretine kurban olduğu Mevla?
“Her şeyi
bitirmiş, bizimle uğraşıyor sanki!” Artık Dut ağrı sızı içinde inleye sızlaya
geçiriyormuş günlerini. Uyutalım diyormuş veteriner.
Kenan, sıcak
çay iyi gelir bahanesiyle kalkıp karşısındaki tuvalete atar kendini,
gözlerinden başıboş, serseri hayatlar gibi zamansız iniveren yaşları
saklayabilmek için. Hamza’nın karşısında neden ağlayamadığını bilemez. Ne bok bir
sahte büyüklenmedir bu! Buraya kadar değil mi bütün numaran, tık deyince
bitmiyor mu her şey?
Tuvaletten
çıktığında kaçamak bir göz gezdirir minik salonuna. İri gövdesi yumruklarının
üzerinde yürümekten yorulmuş, dinlenen, gümüş sırtlı bir erkek gorili andırır
Hamza. Arkası mutfağa dönük, ağarmış tellerin belirginleştiği kızıl kahve düz
saçları kulaklarına dökülmüş, anlattıklarını yalanlayan güleç yüzü, bahara
dönen vakitlerin erken açmış şeftali çiçekleri kadar korumasız ve umutlu.
Oturduğu sandalyenin arkalığı sırtında denizdeki martı gibi duruyor. Bir şey
söylemiş olmak için konuşur.
“Hamza, ne
gelirse elimizden, gücümüz nereye kadarsa…” Söylediklerine inandığından
kuşkulanılsın istemediği için iyi rol yapması gerektiğinin ayırdındadır.
“Kenan Bey, neden
sana geldim bilir misin, aklında bir kuşku kalsın istemem…”
“Neden
gelirsen gel!”
“Yok, ondan
değil, şu ki, iki sebepten… Önce, sen Allah’ı lillahı bilirsin, camide alnın
yere değmiştir, hem de ne bileyim, okumuş, belli ki öğrenmişsin bizim bilmediklerimizi…
Hem de köpeğin var, böyle olunca ben sana danışmaya... Başkasına değil sana…
bundan, yoksa başka şeyden belleme.” Ara verir Hamza bir süre sonra tekrar
başlar bıraktığı yerden:
“Biz artık
gidelim, deriz, karar verdik Dut’la; oturduk konuştuk, yeter dedik, durduğumuz
kadar durduk, yediğimiz kadar yedik…”
Kenan bir
yandan dinlerken diğer yandan neler yapabileceğini düşünüyordur. Son cümlede
bir şeyleri kaçırdığını fark eder.
“Nereye
Hamza, senin memleketin değil mi burası?”
“Öyle olur
olmasına da, göçelim istiyoruz be Kenan Bey, güzel Allah’ımın bizi çağırdığı
yere; bizi yanına istiyor, görünen o, hem de ikimizi birden… İyi de ediyor,
biliyor ki biz ayrı yaşayamayız…”
Kenan birkaç
zavallı kelimeyi devreye sokarak durumu idare etmeyi düşünür, ama bunu,
kaybeden generalin yılışarak durumu kurtarmaya çalışması gibi, ucuz ve sakil
bulur. Sessizliğe sığınır. En azından Hamza kadar bilge olabilmelidir… Biraz
önce yorgun bir erkek gorile benzettiği Hamza, şimdi gözünde gündelik hayatın
pespaye çırpınışlarından insanları kurtarmaya çalışan bir evliyaya dönüşmüştür.
Ocağında yanan kütüğün çıkardığı alevler, Itri’nin müziğini andıran
çıtırtıların eşliğinde karşı duvara dev bir silüetini aksettirmiştir. O artık o
silüete dönüşmüştür.
Suskunluğu
Hamza bozar.
“Sana
geldim, şu iki ricamı demek için. Bu dediklerim dinen uygun düşmezmiş, öyle
söylediler; bana camiye gitmek nasip olmadı pek, biliyor musun, Allah günah
yazmıştır mutlaka. Ona buna sordum ancak… Sen, diyorum, güvendiğin hocalara
danışsan da, belki kendin bile bilirsin ya… Dinimizin yazdıklarına ters düşer
mi bu iş?”
Kurtuluş gibi bir sessizlik çöker. Kenan’ın
gözleri karşısındaki ablak yüzü delip geçer, bakışları erir. Hamza’ya bakınca,
sonsuzluğa yürüyen kümeler benzeri şekiller görüyordur.
“İkincisi,
çok mu sıktım, kusura bakma, hemen deyip giderim... Bana bir şey olursa Dut’umu
sen uyutur musun diyecektim, bir veterinere götürüp? Bana olabildiğince yakın
bir yere gömüverirsin. Yanı başıma gömebilsen daha sevinirim, ama hocalar
müsaade etmezler…
“Başka diyeceğim,
bu kadar, Kenan Bey…”
(Devam
edecek)
∘∘∘
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder