4 Aralık 2017 Pazartesi

AŞK DAĞDAN İNMEZ (27)





-2-

Eve geldiklerinde temizlik bitmek üzeredir. Emine hanım çaydanlığı kaynatmış, iyice ısınan porselen demliğin içine dört yüklü tatlı kaşığı Çaykur filiz çayını koymuş ve üstüne kaynamış sudan kararınca çekmiş. Evin yüksük kadar mutfak-salonunu demlenmemiş çayın ham meyve burukluğundaki kekremsi  kokusu tutmuş. Demli çayın baygın aromasının gelmekte olduğunu bildiren bir bayrak gibidir bu koku. Emine Hanım’ın korkusuna Mars’ın ayaklarını iki kez yıkar Kenan.
Kabanını, atkısını, başlığını çıkarıp girişteki küçük portmantoya asar. Saate bakar zamandır. Akşam olmak üzere… Erken vakitte damlarlarsakızdırırlar Emine Hanım’ı. Temizliğin orta yerinde kimse ayaklarına dolansın istemez.
“Zamansız gelmedik ya?”
“Bitti bitecek, çayı demledim…”
“Kurabiye kokusu alamıyorum?”
“Onsuz gelir miyim…”
Temizlik sonunda kurabiye-çay İngilizlerin beş çayı gibi gelenekselleşmiştir. Çayı beklerken otururlar küçük yuvarlak masaya, taze kurabiyelerden bir öbek vardır masada. Kenan bekleyemez alır bir tane.
“Emine Hanım, söyle bakalım, nedir Hamza’nın meselesi?”
“Hamza seninle özel konuşmak istermiş ama yüzü tutmazmış…” Başındaki eşarbı düzeltip saçlarını içine sokar. “Benden aracı olmamı istedi…”
“Nedir ki böyle aracılı falan, pek hayırlı değil gibi, ne dersin?”
“Ben yalan yanlış şeyler söylemeyeyim, kendisi gelsin…”
Köy yerinde aracılı konuşmanın söylenemeyenlerin habercisi olduğunu Kenan’ın da bildiğini düşünür Emine Hanım.
“Bu akşam, ne zaman isterse...”
Emine Hanım Köy’deki dedikodulardan konuşur. Gündemin başında Hacer… Ormanda cirit atan güzel bir hanım konuşulmayacak da ne konuşulacak. Dikkatli ol demeye getirir lafı, biraz ağzına gözüne bulaştırsa bile anlar Kenan.
“Bu köyde Hamza ve sen, her şeyimle kefil olurum,  Allah korusun…”
“Merak etme, bildiğiniz gibi değil aslında…”
Kenan’ın camiye gidip dua ettiğini bilmeyen yoktur. Emine Hanım gittiği her yerde gururla anlatır. Hacer’in böyle bir insana pek yakışmadığını usulünce dillendirmeye çalışır. Hamza’ya gelince, camiyle pek işi olmaz, bilir; ama onun Allah’ın evliya kullarından olduğuna inanır…
“Şu deli pehlivanın da kulağını çeksen, senin sözünden çıkmaz. ”
Gülerek şefkatle omzuna vurur Kenan. 
“Hamza’yı  hemen yollayayım…” Telaş içinde çıkar Emine Hanım.
Hamza, geniş omuzları, yapılı kolları, tepesindeki saçsız bozkırın hızla genişlemeye yüz tuttuğu toparlak başı, ısıtan içten gülümsemesiyle görünür. Kapının içinde birkaç boy küçük bir çerçeveye güç bela sıkıştırılmış kötü bir sulu boya tabloyu andırır, acemi bir ressam elinden çıkmış.
“Hoş geldin Hamza, çay doldur bakalım kendine, sonra gel otur.”
Sandalyelerden birini açarak yer gösterir Kenan. Hamza küçük mutfakta züccaciyecideki fil gibidir, birkaç numara büyük gelmiştir eve. Omuzları neredeyse tüm rafları kaplar. Çayını kapar gelir, çevresini kırıp dökmeden sağlam tutmaya aşırı özen gösterdiği her halinden bellidir.
“Kenan abi, ben bu dünyaya pek yakışmam, biraz fazlaca düşünürüm…”
“Bırak abiyi benim büyüğümsün…”
“Kenan… “ deyip arkasını getiremez Hamza.
 “Kenan Bey diyebilirsin, mesela.”
“Biraz böyleyim. Senelerce önce karakucak güreşiyorum… Muhtar vardı, Allah Rahmet eylesin, geldi bir bahar bana. Yeğeniyle güreşecektim, ben yeterince adam yenmiştim. O genç toyun biriydi ve çok hevesliydi, ona biraz anlayışlı davranıp yenilir miydim? Ben nasıl olsa daha çok adam yenerdim. Bunda kötülük görmedim. Sonunda birileri şikâyet etmiş, durum ortaya çıktı. Bana iki yıl güreşmeyi yasakladılar… Böyleyim…”
 Susar. Kenan konuya gelsin ister.
“Biliyorum nasıl biri olduğunu… Söyle dinliyorum…”
Hamza görünen safdillik perdesinin altındaki işlenmemiş zekâsıyla ondan isteneni anlamıştır. Başını eğer önündeki soğumuş çaya ve dokunamadığı taze kurabiyeye dikilir gözleri. Çayı hapazlayıp bir koca yudumda yok eder. Bardağı indirir.
Suskunluk.
“Ben çaylarımızı tazeleyeyim… ” Kenan ayaklanır, mutfağa yönelir.
Hamza’nın kürek gibi ellerinde kaybolur bardak. Bakışlarına Kenan’dan başka hedefler arayarak başlar tekrar anlatmaya. Beş yıl kadar önce tuhaf ağrılarını gidermek için Kasaba’ya hastaneye başvurmuş. Doktor epey bir bakıp ettikten sonra gitmiş, bir iki doktor daha çağırmış, hep birlikte konuşmuşlar. Sonunda ilk doktor onu almış yanına bir sürü şey anlatmış. Ama nasıl anlasın bu kalabalık laflardan pehlivan… Aval aval bakmış adamın yüzüne. Doktor bu kez işini kısa tutmuş, bir balta darbesiyle işini bitirmek isteyen oduncu hoyratlığında konuşmuş.
“Bak pehlivan, bu kötü hastalık. İlacı pek yok. Arada bir gelip bizde yatacaksın… Ama, işte, Allah’tan ümit…”
Anlamış Hamza, aptal değil ya! Doktorun beklediğinin tersine pek dert ediyor görünmemiş. Biz, demiş, Mevlam ne verdiyse onu yaşadık. Şimdi böylesini münasip görüyorsa bize ne düşer ki boyun eğmekten başka. Arkasından saatler süren bir yarım dakika beklemiş… Sonra koskoca gövde, kürek sapı gibi omuzlar arasında yapıştırılmış gibi duran tostoparlak kafasıyla sarsıla sarsıla hıçkırıklara gömülmez mi? Doktorun eli ayağına karışmış, atsa atamaz, tutsa tutamaz, kaldırsa gücü yetmez! Şaşkın.
“Yapma be! Koskoca pehlivan… Olur mu? Hem ne oldu ki birden? Durdun durdun, sonra…”
Hamza’nın aklına son anda düşen Dut’muş… Onun on yıl önce uğruna köyünü, ablasının evini terk ettiği köpeği… Tuğla kırmızısı tüylü, kahverengi gözlü, birlikte yediği, birlikte gezdiği, birlikte uyuduğu köpeği… Zaten yaşlanmış artık. Ona kim bakacakmış… Onu on yıl önce birkaç aylıkken köyde yalaktan su içmeye çalışırken bulmuş. Boyu yetişmiyormuş, kocaman avucunun içinde kaybolmuş su içirmek için kaldırdığında. Doya doya su içirmiş sonra bırakmış yere. Tam gidecek, minicik kahverengi gözleriyle vadinin dibinden dumanlı dağların tepesine fırlatır gibi bir bakışını yakalamış. Hamza’nın dağ gibi cüssesi erimiş bu gözlerin ışığında. Tekrar kucağına almış onu. O anda çeşmenin yanı başındaki kocamış dut ağacına ilişmiş gözü. Hamza’nın bu ağaca anlayamadığı bir bağı varmış. Geniş gürbüz yaprakları içini açarmış. İpek böceğinden soyu mu varmış, nedir?  O zamandan bu yana adı Dut’muş, kahverengi gözleri alev gibi yanan ufaklığın. Ablası Dut’u evine kabul etmek istememiş, o da evi terk edip Dağ Otel’deki bu işe talip olmuş. Hatta biricik yeğeni Osman bile hüngür hüngür ağlamış Dut’un ardından. Ama kime anlatacaksın? Annesiyle babası Nuh demiş, peygamber dememiş. Son aylara dek Osman’a Köy’e gelip Dut’u sevmesi için bile izin vermemişler. İlk kez iki ay önce gelebilmiş.
İşte bu Dut’muş Hamza’nın esas ağladığı. Yaşlanmış artık çok, ona kim bakacakmış şu günlerinde. Doktor bunu duyunca, ağlamasına pek hak vermese de daha bir anlayışlı görünmüş. Hayatta uzun boylu gözü olmadığı halde, Dut için yaşayabildiği kadar yaşamak istediğini söylemiş doktora.
O zamandan bu yana zaman geçmiş, şimdi ne öğrensin Hamza, yenilerde... Dut’u da çekip almak istemiyor mu kudretine kurban olduğu Mevla?
“Her şeyi bitirmiş, bizimle uğraşıyor sanki!” Artık Dut ağrı sızı içinde inleye sızlaya geçiriyormuş günlerini. Uyutalım diyormuş veteriner.
Kenan, sıcak çay iyi gelir bahanesiyle kalkıp karşısındaki tuvalete atar kendini, gözlerinden başıboş, serseri hayatlar gibi zamansız iniveren yaşları saklayabilmek için. Hamza’nın karşısında neden ağlayamadığını bilemez. Ne bok bir sahte büyüklenmedir bu! Buraya kadar değil mi bütün numaran, tık deyince bitmiyor mu her şey?
Tuvaletten çıktığında kaçamak bir göz gezdirir minik salonuna. İri gövdesi yumruklarının üzerinde yürümekten yorulmuş, dinlenen, gümüş sırtlı bir erkek gorili andırır Hamza. Arkası mutfağa dönük, ağarmış tellerin belirginleştiği kızıl kahve düz saçları kulaklarına dökülmüş, anlattıklarını yalanlayan güleç yüzü, bahara dönen vakitlerin erken açmış şeftali çiçekleri kadar korumasız ve umutlu. Oturduğu sandalyenin arkalığı sırtında denizdeki martı gibi duruyor. Bir şey söylemiş olmak için konuşur.
“Hamza, ne gelirse elimizden, gücümüz nereye kadarsa…” Söylediklerine inandığından kuşkulanılsın istemediği için iyi rol yapması gerektiğinin ayırdındadır.
“Kenan Bey, neden sana geldim bilir misin, aklında bir kuşku kalsın istemem…”
“Neden gelirsen gel!”
“Yok, ondan değil, şu ki, iki sebepten… Önce, sen Allah’ı lillahı bilirsin, camide alnın yere değmiştir, hem de ne bileyim, okumuş, belli ki öğrenmişsin bizim bilmediklerimizi… Hem de köpeğin var, böyle olunca ben sana danışmaya... Başkasına değil sana… bundan, yoksa başka şeyden belleme.” Ara verir Hamza bir süre sonra tekrar başlar bıraktığı yerden:
“Biz artık gidelim, deriz, karar verdik Dut’la; oturduk konuştuk, yeter dedik, durduğumuz kadar durduk, yediğimiz kadar yedik…”
Kenan bir yandan dinlerken diğer yandan neler yapabileceğini düşünüyordur. Son cümlede bir şeyleri kaçırdığını fark eder.
“Nereye Hamza, senin memleketin değil mi burası?”
“Öyle olur olmasına da, göçelim istiyoruz be Kenan Bey, güzel Allah’ımın bizi çağırdığı yere; bizi yanına istiyor, görünen o, hem de ikimizi birden… İyi de ediyor, biliyor ki biz ayrı yaşayamayız…”
Kenan birkaç zavallı kelimeyi devreye sokarak durumu idare etmeyi düşünür, ama bunu, kaybeden generalin yılışarak durumu kurtarmaya çalışması gibi, ucuz ve sakil bulur. Sessizliğe sığınır. En azından Hamza kadar bilge olabilmelidir… Biraz önce yorgun bir erkek gorile benzettiği Hamza, şimdi gözünde gündelik hayatın pespaye çırpınışlarından insanları kurtarmaya çalışan bir evliyaya dönüşmüştür. Ocağında yanan kütüğün çıkardığı alevler, Itri’nin müziğini andıran çıtırtıların eşliğinde karşı duvara dev bir silüetini aksettirmiştir. O artık o silüete dönüşmüştür.
Suskunluğu Hamza bozar.
“Sana geldim, şu iki ricamı demek için. Bu dediklerim dinen uygun düşmezmiş, öyle söylediler; bana camiye gitmek nasip olmadı pek, biliyor musun, Allah günah yazmıştır mutlaka. Ona buna sordum ancak… Sen, diyorum, güvendiğin hocalara danışsan da, belki kendin bile bilirsin ya… Dinimizin yazdıklarına ters düşer mi bu iş?”
 Kurtuluş gibi bir sessizlik çöker. Kenan’ın gözleri karşısındaki ablak yüzü delip geçer, bakışları erir. Hamza’ya bakınca, sonsuzluğa yürüyen kümeler benzeri şekiller görüyordur.
“İkincisi, çok mu sıktım, kusura bakma, hemen deyip giderim... Bana bir şey olursa Dut’umu sen uyutur musun diyecektim, bir veterinere götürüp? Bana olabildiğince yakın bir yere gömüverirsin. Yanı başıma gömebilsen daha sevinirim, ama hocalar müsaade etmezler…
“Başka diyeceğim, bu kadar, Kenan Bey…”
(Devam edecek)

∘∘∘

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder